Hatırlanacaktır, bir süre önce, Siyonistlerin
Lübnan’a saldırısı henüz sürerken Ortadoğu’da
boy gösteren ABD Dışişleri Bakanı C. Rice, “Ortadoğu’ya
artık yeni bir düzen getirileceğini” müjdelemişti.
Yüzeysel bir bakışla ele alırsak, o günden şu
ana kadar bölgede olup bitenler sanki Rice’ı doğrulamamış
gibi görünüyor. Daha doğrusu, “düzen” dediğimiz
şeyin anlamını sınırlı bir düşünme biçimiyle algılarsak
önümüze böyle bir tablo çıkıyor.
Oysa bir başka açıdan bakmayı denersek, Rice’ın
“düzen”in klasik anlamda bir “istikrarlı durum”
anlamına gelmediğini düşünebiliriz ve buradan
hareketle karmakarışık bir tablonun da emperyalist
çıkarlar açısından geçici bir “düzen” olduğunu
anlayabiliriz.
Filistin’de Provokasyonun Boyutları…
Gerçekten de son aylarda artık Ortadoğu’da her
şey çığırından çıkmış gibi görünüyor. Filistin
toprakları kardeş kanıyla sulanmaya başladı. Filistin
direniş grupları arasında çatışma çıkması belki
tarihte hiç olmamış bir şey değil; ama bu kadar
kapsamlı ve sürekli bir çatışma herhalde ilk kez
yaşanıyor. Hamas ve El-Fetih arasındaki sokak
çatışmaları zaman zaman hafifliyor, araya başka
direniş örgütleri giriyor, sonra yeniden alevleniyor
ve doğal olarak her ölüm olayı geleceğe yönelik
yeni kriz tohumları ekiyor.
Çatışmaların kaynağı ise, sonradan ne sebep uydurulmuş
olursa olsun, aslında geçen yılın seçimleridir.
Kolayca hatırlanacağı gibi, geçen yıl yapılan
seçimlerde sandık başına giden Filistin halkı,
bu kez El-Fetih’i değil, Hamas’ı tarcih etmişti.
O zamanlar da yazdığımız gibi bu, Hamas’ın niteliği
ne olursa olsun, halkın daha direniş yanlısı olan
bir gücü tercih etmesiydi. Son yirmi yıldır sürüp
giden uzlaşmacı eğilimlerden bıkmış olan Filistin
halkı, daha fazla sıkıntı çekeceğini bile bile,
İsrail’le uzlaşmama söylemine sahip olan Hamas’ı
seçmişti.
Daha o gün, Filistin halkı bu seçiminin bedelini
ödemeye başladı bile. Bir yandan ağır ambargo
koşulları ve özellikle Gazze’nin tümüyle insanlık
dışı koşullara mahkum edilmesi, diğer yandan ardı
arkası kesilmeyen suikastlar, saldırılar ve tehditler
birbirini izledi. Halkı bezdirmek ve direnişçi
tutumdan vazgeçirmek için Siyonistler ve emperyalist
efendileri ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu
durumun üstüne bir İsrailli askerin Filistinli
savaşçılar tarafından esir alınması eklenince
son yılların en kapsamlı gaddarlık harekatı başladı
ve İsrail ordusu önce Gazze’yi, sonra da Lübnan
topraklarını kana bulamaya başladı. Bu arada Hamas
hükümetinin üyeleri tutuklanıyor, liderleri açık
hedef ilan ediliyor, saldırılar birbirini izliyordu.
Ancak bütün katliamlarına karşın Siyonistler,
özellikle Hizbullah’ın direnişi karşısında açık
bir yenilgiye uğramaktan kurtulamadı. Bir “yıldırım
harekatı” ile Hizbullah’ı çökerteceğini uman Siyonist
ordu ağır kayıplar vererek geri çekilmeye razı
oldu.
İşte tam da bugünlerde, emperyalistler ve Siyonistler
büyük bir prestij kaybına uğramışlarken, birden
bire Filistin’in iç çatışmaları öne çıkmaya başladı.
Hamas’ın tek başına iktidarını bir ölçüde törpüleyip
bir ulusal birlik yönetimini öneren ve cezaevindeki
direniş örgütü liderlerinin imzaladığı “Tutsaklar
Belgesi” belki bu noktada bir çıkış yoluydu. Ancak
daha sonra Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın
erken seçim zorlaması, çatışmaların kaynağını
oluşturdu. Doğrusu bu noktada, Abbas’ın bu tutumunu,
onun kişisel niyetinden de bağımsız olarak, pek
masumane yorumlamak mümkün değildi. Bu, apaçık
bir provokasyon anlamına geliyordu ve bütün emperyalist
ülkelerin yanında İsrail’in de Abbas’ı destekleyen
tavırları provokasyondan kimlerin çıkarı olduğunu
net olarak gösteriyordu. Sonuçta daha yedi-sekiz
ay önce Filistin halkının desteğini almış olan
bir yönetime karşı saldırıya geçmek ve bunu yaparken
Siyonistler ve emperyalistler tarafından yaratılan
ablukanın ağır sonuçlarını kullanmak emperyalistlerin
arzularını yerine getirmekten başka bir anlam
taşımıyordu. 1950’li yıllarda ilk silahlı eylemleri
başlatarak Filistin davasının ateşini yakmış olan
El-Fetih’in bir yönetici kastın elinde bugünkü
noktaya sürüklenmiş olması acı vericiydi. Aynı
günlerde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve İslami
Cihad gibi direniş örgütlerinin araya girerek
sağladıkları ateşkes ise çok uzun ömürlü olmuyor,
daha doğrusu sık sık ihlal ediliyordu. Dergimizin
yayına girdiği gün bile Filistin’de çatışmalar
olanca hızıyla devam ediyordu ve arada fırsat
bulan Siyonist ordu da operasyonlarını sürdürüyordu.
Saddam’ın İdamı ve Kaos Kapılarının Ardına
Kadar Açılması
Aynı günlerde Irak’ta Saddam’ın emperyalizmin
kuklası hükümet ve bir soytarılar mahkemesi tarafından
idam edilmesi ise bir başka halkadır.
İdam olayının kendisi üzerine tartışmak son derece
yersizdir. Saddam’ın halkın öfkesini binlerce
kez hak etmiş bir katil olduğu, ayrıca bu katliamlarını
bizzat ABD’nin himayesinde gerçekleştirdiği yeterince
açık olgulardır. Ve yine biliyoruz ki, eğer Irak
halkları kendi dinamikleriyle bir ayaklanma gerçekleştirip,
Saddam’ı devirerek demokratik bir halk iktidarı
kurma girişiminde bulunsalardı, böyle bir ayaklanmaya
ilk müdahale edecek güç ABD’den başkası olmayacaktı.
Bugünkü durum ise son derece tiksinti verici bir
rezillikten ibarettir. Meseleye sadece “ölü Saddam
en iyi Saddam’dır” penceresinden bakmak, dar bir
bakıştır. İşgalci ABD emperyalizmi, Irak’ta uşaklıktan
başka bir meziyeti olmayan bir kukla yönetim kurmuş,
bu yönetime bağlı olarak kurulan ve hiçbir meşruiyeti
olmayan bir sözde mahkeme kararı vermiştir. Daha
doğrusu zaten var olan bir hükmü imzalamıştır.
Öyle ki, bu mahkemenin savcıları ve hakimleri
bile salona ABD askerlerinin koruması altında
gelip gitmektedirler.
Üstelik, tam da beklendiği gibi Halepçe katliamı
ve şu malum kimyasal silahların kimden geldiği
sorularına sıra bile gelmeden alelacele sehpa
kurulmuş ve iş bitirilmiştir.
Ancak konumuz açısından daha önemli olan şey,
bu idamının zamanlaması ve şeklidir. İşin başından
sonuna dek her şeyi belirleyen işgalci Amerikan
emperyalizminin en son aşamada cellatlık görevini
Şii ağırlıklı bir hükümete vermesi, son derece
önemlidir.
Üstelik idam, yine Şii milisleri tarafından gerçekleştirilmiş
ve bu görüntülerin bütün dünyaya yayılması da
aslında bilerek engellenmemiştir. Bütün infaz
boyunca maskeli kişiler hiç durmadan Şii olduklarını
belirten sözler söylemekte, Saddam’la mezhepsel
polemiklere girmekte ve hatta ölümünden sonra
da sevinç dansları yapmaktadır. Sokaklarda yapılan
“kutlamalar” da bunun devamıdır.
Bütün bu görüntülerin binlerce kez yayınlanmasının
amacı, Irak’ta zaten uzun süredir başlatılmış
olan kanlı mezhep savaşlarının (Cami bombalamaktan
yakalanan İngiliz ajanları anımsansın!) bin kez
daha şiddetlenmesi ve belki yüz yıl sürecek kanlı
bir hesaplaşma içinde Irak halklarının anti-emperyalist
enerjisinin tüketilmesidir. Bir yaralı köpeğin
görüntülerini bile meslek etiği adına yayınlamayan
dünya medya devlerinin bu provokasyon görüntülerini
her gün bin kez göstermesi başka türlü açıklanamaz.
Yeni Ortadoğu Düzeni: Halkların Birbirini
Kırması
Böylece, iki ayrı ülkedeki iki ayrı olaydan tek
bir sonuca ulaşmak mümkündür. Rice’ın sözünü ettiği
yeni düzenin bir ayağını oluşturan bu sonuç, bölgedeki
direnişçi güçlerin “istikrarsızlaştırılması”dır.
Pentagon’un strateji belirleyicileri, Şii sloganları
eşliğinde gerçekleşen idam görüntülerinin sadece
Irak’taki iç çatışmayı körüklemekle kalmayacağını,
İran-Lübnan-Suriye-Filistin ilişkilerine uzanan
parçalayıcı etkilerinin olacağını elbette hesaplamaktadırlar.
Yani böylece bir yandan emperyalizmin kadir-i
mutlak bir güç olduğunun altı çizilir ve halklara
gözdağı verilirken, diğer yandan da bin yıllık
nefretler körüklenmekte ve anti-emperyalist duyguların
yön değiştirmesi amaçlanmaktadır. Filistin’de
olan şey de bundan bağımsız değildir; yüz yıllık
deneyimiyle emperyalizm, küçük küçük çatışmaların
ve karşılıklı ölümlerin kitleler arasında on yıllarca
silinmeyecek izler bırakacağını bilmekte ve bu
çatışmaları (muhtemelen zaman zaman bizzat kendi
elemanlarını da işin içine sokarak) şiddetlendirmektedir.
Kısacası emperyalizm, en azından bu süreçte bölgede
kendi çıkarlarına tümüyle uyumlu bir “sütliman
ortam” yaratamayacağını, bunun fiilen mümkün olmadığını
bilmekte ve bunun yerine direnişçi güçlerin iç
çatışmalarla felç edildiği bugünkü karmaşa ortamını
bir tür “düzen” olarak yaratmaktadır.
Bu noktada devrimci sosyalizmin tutumu nedir?
Devrimci sosyalizm, bu karmaşa karşısında oldukça
açık ve yalın kriterlere sahiptir. Biz, dünyanın
neresinde olursa olsun emperyalizme karşı bir
direniş isteği ve iradesi varsa, bu iradeyi desteklemeyi
önümüze somut görev olarak koyarız. Afganistan’daki
Taliban gericiliği ile de, İran’daki mollalarla
ya da Lübnan’daki Hizbullah güçleri ile de, Irak’taki
değişik mezheplerin militanları ile de aramızda
bir yakınlık söz konusu bile olamaz. İdamın arkasındaki
kirli gücü görmeksizin kuklalara alkış tutmak
ya da idam sehpasındaki görüntülerinden hareketle
Halepçe canavarı Saddam’ı “dost ve kardeş” ilan
etmek gibi saçmalıklar da bize tümüyle uzaktır.
Bütün bunlar yeni tarihsel süreçte emperyalist
hegemonyanın aldığı yeni biçimleri ve olguların
iç bağlantılarını görmekten uzak dar bakışlardır.
Genel emperyalist politikaları ve dünyadaki genel
direniş çizgisini gözardı ederek bütün olgulara
kendi oturduğu yerden, daracık bir pencereden
bakanlar kuşkusuz olayları yanlış değerlendireceklerdir.
Biz, son derece açık bir biçimde bütün bu provokatif
çukurlara düşmeden Ortadoğu halklarının anti-emperyalist
irade birliğini ve direnişini desteklemek durumundayız.
Örneğin sırf daha “laik” bir görüntüden ötürü
El-Fetih’in İsrail’le aynı çizgiye düşen tutumunu
desteklemek de aynı biçimde aklımızın ucundan
geçmez.
Yani Ortadoğu’daki bugünkü durumun karışık olması,
bizim kafamızın da “karışık” olmasını gerektirmiyor.
Biz, bugünkü karışıklığın ancak Ortadoğu devrimci
hareketinin güçlü bir atılımı ile çözülebileceğini,
bütün taşların yerine böyle oturabileceğini söylüyor
ve kendi coğrafyamızdaki devrimci süreci de böylesi
büyük bir bölgesel atılımın en önemli ayaklarından
biri olarak görüyor, dört elle bu göreve sarılıyoruz.
Bu süreç boyunca bölgede emperyalizme karşı her
direniş odağını desteklemek, aynı görevin bir
parçasıdır. Bugün Ortadoğu’daki emekçi halkların
bir irade birliğinin olmaması, tek tek emekçilerin
derin ayrılıklarla sakatlanmış olması kuşkusuz
verili bir durumdur. Ancak devrimciler, sadece
verili durumları tespit ederek bu durumlara uygun
anlık politikalar oluşturmakla yetinemezler; bir
yandan da onlar gözlerini yakın ve uzak geleceğe
dikmek, o geleceğin ilişkilerini, çıkış yollarını
örmek zorundadırlar.
Sorumluluk ağırdır; ağır olduğunu da biliyoruz.
Ama bu sorumluluk, günlük değerlendirmeler uğruna
vazgeçemeyeceğimiz kadar da önemlidir. Günümüzün
bütün gelişmelerini değerlendirerek gelecek projemize
uygun tutumlar almak, ama öte yandan asıl işimize
dört elle sarılmak birbirinden ayrılamaz görevlerdir.
İrade, güç ve kararlılık, geleceğin özgür Ortadoğu’sunu
yaratmak için atılacak her adımın ön koşullarıdır.
|