Yeniden Yoksulluk ve Yozlaşma İlişkisi Üzerine
Hatırlanacağı gibi, yazımızın geçen sayıda yayınlanan
birinci bölümünü bitirirken, “yoksulluğun artışının
doğal olarak toplumda bir devrimcileşme yaratacağı”
şeklindeki yanlış anlayıştan söz etmiş ve yoksullukla
devrimcileşme arasında böyle bir otomatik ilişkinin
olmadığını söylemiştik. Gerçekten de öyle. Gerçekten
de, sürece inisiyatif koyan bir devrimci iradenin
bulunmadığı ya da çok zayıf olduğu koşullarda
emekçi sınıfların yoksullaşması çoğu zaman gitgide
dibe doğru vuran bir çürüme ve yozlaşma ile sonuçlanmakta,
kötünün de kötüsü davranış ve ilişki biçimleri,
içe yönelik şiddet ve işsizliğin körüklediği kirli
sektörler ortalığı kaplamaktadır. Sınıf mücadelesinin
tarihinde böyle örneklere zaman zaman rastlanmıştır,
rastlanmaktadır. En azından, 1930’ların Almanya’sındaki
büyük ekonomik çöküntünün şovenizmi ve Hitler’in
partisini nasıl beslediği bu çerçevede anımsanabilir.
Ancak, böyle bir düşünme biçiminin asıl sakıncası,
yarattığı boş hayallerde değil, asıl kırılmış
düşlerde ve beslediği umutsuz ruh halinde gizlidir.
Çünkü böylesi bir yanlış düşünme biçimi, sonuç
itibarıyla eninde sonunda yılgınlığa yol açmakta
ve “bu kadar yoksulluk varken insanımız neden
ayaklanmıyor”la başlayan bir sakat mantık zinciri
“lanet olsun” noktasına dek varmaktadır. En iyi
niyetli durumda ulaşılan sonuç, “her şeyin alt
üst olup değişeceği hayali bir X gününü beklemek”
olurken, daha yoğun karamsarlıklar söz konusu
olduğunda ise “bu millet adam olmaz” türünden
küçük burjuva züppeliklere kadar gidilmektedir.
Her durumda olan şey, devrimciler açısından diyalektik
düşünme biçiminden ve tarih bilincinden uzaklaşmadır.
Oysa emekçi kitlelerin yoğun biçimde sömürülmesi
ve yoksullaşması ile onların sınıf bilincine ulaşması
arasında böyle bir düz ilişki tarih boyunca mevcut
olmamıştır. Kriz ve yoksullaşma durumu elbette
devrimci bir atılım için zeminleri yaratmıştır
ama hemen her yerde ve her zaman diliminde emekçi
kitlelerin sınıf bilincine ulaşarak kendi kaderleri
için ayağa kalkması, devrimci bir iradenin bu
krize müdahalesiyle mümkün olmuştur.
Esasen, tarihin hiçbir diliminde ve hiçbir coğrafyada
da “zemzem suyuyla yıkanmış bir proletarya”ya
da rastlanılamamıştır. Ekim Devrimi’nde Kışlık
Saray’ı kuşatan silahlı emekçiler bir melekler
ordusu değildir; Mao’yla birlikte Uzun Yürüyüş’e
katılan on binlerce kişi de ahlak yarışması finalistleri
değildir. Elbette, toplumun bütün gözeneklerini
temizleyen ve bütün güçleri hareket ettiren bir
büyük alt üst oluş olarak devrimin geniş çaplı
bir toplumsal arınma sağladığını, böylece insanların
düne göre değişip geliştiğini söyleyebiliriz;
ama yine de kitle hareketinin karakteri karmaşık
ve çelişkilidir. Yani siz, 1917 Ekiminde Sovyetleri
canla başla savunan muhafızlardan rasgele onunu
seçseniz, bunlardan ikisinin eşini fena halde
dövdüğünü, diğer ikisinin ise votkayı biraz fazla
sevdiğini, vb. görürsünüz ve bu şaşırtıcı değildir.
Çünkü devrim böyledir, kitle hareketi böyledir;
bu, saf iyilikle saf kötülüğün karşılaşması değildir.
Devrim hareketi binlerce yıllık sınıflı toplum
kalıplarını parçalamaya başlamıştır ama yine de
bu, devrimden bir gün önce ya da devrimden bir
gün sonra Petersburg’taki bütün batakhanelerin
kepenklerini indirdiği anlamına gelmez. Yıllar
ve yıllar boyunca sefil yaşantılara düşürülmüş
olan emekçi yığınları tek bir günde bu çizgiyi
değiştiremezler.
Yozlaştırma ve çürütme politikalarına karşı mücadele
biçim ve araçlarına geçmeden önce bütün bunları
kalın çizgilerle vurgulamamızın elbette bir nedeni
var. Son derece açık bir biçimde şunu söylemek
istiyoruz: Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman
diliminde devrimci hareket, üstünde var olduğu
topraklara ve bu topraklarda yaşayan emekçi insanlara
burun kıvırarak, onları beğenmeyerek yürüyemez.
Her ne yapılacaksa burada, bu coğrafyada, bu insanlarla
yapılacaktır. Bu insanları devrimci pratik içinde
dönüştürmek, onları içinde yaşadıkları çamur deryasından
kopararak ayağa kaldırmak ve devrim yürüyüşüne
katmak, devrimci öncünün vazgeçilemez görevidir.
Kuşkusuz biz, günümüzdeki sosyal-kültürel saldırının
çapını ve bu saldırının araçlarının gücünü küçümsemiyoruz,
işimizin geçmişe oranla ne kadar zorlaşmış olduğunu
da biliyoruz. Ama “seçkinci” bir tavırla işçi
sınıfını ve emekçi halkı önce ahlak ve zeka testinden
geçirmek ve sonra devrimci mücadeleye -daha doğrusu
mücadele etmemeye- karar vermek, devrimci sosyalizme
uzak bir tavırdır. Köşe başlarında karanlık suratlarla
duran liseliler bizimdir, dünyayı “cımbız ve ayna”ya
dek küçülten konfeksiyon işçisi kızlar da, stadyum
kapılarında sırılsıklam haykıran gençler de, bütün
bu dünyevi sefilliklerinden kendini sıyırıp ruhani
aleme umut bağlayanlar da, otogarlarda terör yaratıp
korkuyla şovenizmi iç içe geçiren asker uğurlayıcısı
çocuklar da bizimdir. Bütün bunlardan vazgeçerek,
bütün bunları yok sayarak yürümek mümkün değildir;
devrimci öncü, büyük çoğunluğu emekçi olan bütün
bu insan topluluklarını anlamak, dönüştürmek ve
devrim cephesi saflarına katmakla yükümlüdür.
Yöntemler ve araçlar tartışması bir yana, bu görevin
yerine getirilmesi kesindir.
Bir Toplumsal Arınma Hareketi Olarak Devrim
Bu temel vurguyu yaptıktan sonra “nasıl” ve “hangi
araçlarla” sorularına doğru ilerlerken elbette
en temel Marksist-Leninist saptamayı yapmak zorundayız:
Yozlaşma ve çürümenin tümüyle ortadan kaldırılmasından,
bütünlüklü yeni insandan, onun bütün potansiyellerinin
özgürce hayata akmasından söz ediyorsak eğer,
bir devrimden söz ediyoruz demektir. Herhangi
bir coğrafyada bütün bunların köklü çözümünün
devrim dışında bir yoldan gerçekleşeceğini söylemek
saflık değilse eğer, ikiyüzlülüktür. Emekçi sınıflar,
sınıflı toplumun binlerce yıllık kirinden, davranış
ve alışkanlıklarından ve özel olarak da günümüzün
ağır yozlaşma çamurundan devrimci bir alt üst
oluşla kurtulabilirler.
Marksist-Leninist düşüncenin en temel vurgularından
biri budur. Marks, Engels ve sonrasında gelen
bilimsel sosyalistler, kendi tezlerini öncelleri
olan ütopyacıların eleştirisi üzerine kurdular
ve hiçbir zaman “insanın iyileştirilmesi” gibi
safdilliklere inanmadılar. “iyi düşüncelerin kötü
düşünceleri kovacağı” üzerine filozof saçmalıklarıyla
hep alay ettiler, tezlerinin temeline her zaman
“gerçek insanların” gerçek hareketini, devrimci
pratiği koydular. Feuerbach üzerine tezlerin 11’incisi
olan “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde
yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir”
sözü bunun net bir ifadesiydi belki; ama en az
onun kadar önemli olanı aynı tezlerin üçüncüsüydü.
“Ortamın değiştirilmesi ile insan faaliyetinin
ya da kendi kendini değiştirmenin çakışması, yalnız
devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal biçimde
anlaşılabilir” diyordu Marks bu tezinde. Yani,
yalnızca değiştirme eylemine girişmek değildi
söylediği; aynı zamanda “değiştirenin” devrimci
pratik içinde “kendisinin de değişmesi” ile bir
başka sıçrama yapılıyordu. Daha net bir ifadeyle
ile Marks’ın söylediği şuydu: “Yığın içinde bu
komünist bilincin yaratılması için ve gene bu
işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi
için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması
zorunlu olarak kendini ortaya koyar, böyle bir
biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle,
bir devrimle yapılabilir; bu devrim, demek ki,
yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu
için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa,
eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri
süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya
elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir
devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Alman
İdeolojisi, Sayfa 62)
Bu anlamda toplumsal devrim, bir iktisat teorisinin
yerine başkasının uygulanması, bir sınıf yerine
başka bir sınıfın hayatın nimetlerinden faydalanması
ve iktidarın şu elden öbürüne geçmesi değil, bir
bütün olarak insan ilişkilerinin, davranış kalıplarının
değişmesi ve devasa bir toplumsal arınma sürecidir.
Yani mevcut devlet mekanizmasının parçalanmasından
söz edildiğinde, bu, aynı zamanda bu işi yapanların
kafasındaki statükoların, tabuların, yönetme-yönetilme
üzerine eski fikirlerin ve tabii ki günlük sefil
hayatların yerinden oynaması anlamına da gelir.
Toplumsal alt üst oluş olarak bir devrim hareketi,
bataklık topraklarına oksijen pompalayan bir süreçtir
ve bu süreçte insanların kendilerine, çalışma
arkadaşlarına, komşularına, kadınlarına-erkeklerine,
çevrelerine ve hatta kendi gövdelerine olan bakışları
derinden etkilenir ve ortaya yeni bir düzey çıkar.
Başka bir deyimle devrim, tek tek her emekçinin
zihninde ve hayatında küçük küçük başka devrimlerin
yolunu açar. Kendisine katılan herkese yeni bir
hayata başlamak için fırsatlar sunar. Biz, “insanın
içindeki iyilik” gibi yarı dinsel kalıplarla düşünmeyiz
ama tarihsel pratikten şunu biliriz: büyük alt
üst oluş dönemlerinde insan davranışları değişir.
Dün en sefil batakhanelerin uçurumuna düşmek üzere
olan genç bir insanı o anda dürüst bir hayat için
sırtında tuğla taşırken görebiliriz; dün bulaşıktan
başka bir şey düşünmeyen bir kadın artık sokaktadır;
hatta -zaman zaman devrimlerde görüldüğü gibi-
bir fahişenin bile yeni bir hayat için fırsat
yakaladığına tanık oluruz, vb. vb…
Bu yüzdendir ki, hasımlarımızın “kanlı bir karışıklık”
gibi göstermek istedikleri devrimi Marksist ustalar
zaman zaman “ezilenlerin bayramı” olarak tanımlamışlardır.
Bu, gerçekten de bir bayramdır; bildiğimiz anlamda
bir bayram kadar hoş ve güzel yanları olmayabilir
belki, belki yine şu kusurlu insanlarla yapan
bir iştir, binlerce hata ve haksızlıktan kaçınamayız
ama yine de bayramdır. Çünkü o, ilk kez emekçilere,
o güne kadar varlığı-yokluğu hiç önemsenmemiş
olan insanlara yeni bir başlangıç yapma ve işe
yarama duygusu verir.
Öte yandan o, bir tamlık ve tamamlanmışlık da
değil, yalnızca bir başlangıçtır. Sınıflı toplum
tarihinin binlerce yılda insanın üstüne yığdığı
çerçöp yığınları üç günde ortadan kaldırılamaz.
Ama bu, bir başlangıçtır ve sağlam bir başlangıçtır.
Elbette örneğin kumar illetinin insanın belleğinden
tümüyle silinmesi, uyuşturucunun sadece ortadan
kaldırılması değil bir “boşluk doldurucu” ihtiyaç
olmaktan da çıkarılması, kadınların aşağılanmasının
tamamen kötü bir anı olarak düşünülmesi, vb. kuşakların
değişimini de gerektirecektir. Bu süreçte devrim,
belki toplumun zehirlenmesine karşı son derece
acımasız tedbirler almaktan da geri durmayacaktır
ama asıl dönüşüm yığınların zihninde gerçekleşecektir.
Bu yüzden biz, burjuva partilerine benzer bir
biçimde “iktidar vaatleri” sıralayan reformist
partilerin söylemlerini anlamlı bulmayız. İktidara
el konulması, gerçek bir devrimin sürecindeki
niteliksel bir sıçramadır ama her şey ondan ibaret
değildir; devrim, sürekli ve kesintisiz bir harekettir,
kitlelerin yalnızca “katıldıkları” değil, “sürdürdükleri”
bir ayaklanma halidir. İktidarın ertesi günü kitleleri
“terhis edip” eve (akıllı önderlerin yapacaklarını
izlemek üzere) gönderen bir devrim, devrimci sosyalist
anlayışın çok uzağındadır. Biz, devrim dediğimizde,
kitlelerin sürekli hareket halinde oldukları,
kendi kaderlerine el koydukları bir durumdan söz
ediyoruz. Bu ise süreklileştirilmiş bir sosyal-kültürel
dönüşümler zinciri anlamına gelir.
Burjuva İyilikseverliği ve Sosyal Projeler:
En İyi Niyetli Durumda Bile…
Dolayısıyla toplumsal sorunların köklü sebeplerini
(ve köklü çözüm yollarını) görmezlikten gelen
burjuva “iyilikseverliklerini” ve sözde “sosyal
projelerini” ikiyüzlülükten başka bir kavramla
tanımlamak mümkün değildir.
Emperyalizmin ve oligarşinin yozlaştırma ve çürütme
politikalarını ve bilinçli çabalarını geçen bölümde
ele almıştık. Esasen, ara sıra yapılan “devletlu”
toplantılar, yan yana gelinip fotoğraf çektirilen
şatafatlı basın açıklamaları ve gösterişli “projeler”
de bu çerçeveyle çelişmez.
Ama iyimserlik sınırlarımızı son noktasına kadar
zorladığımızda bile, bu tür konular üzerine yapılan
girişimleri tanımlamak için yine de “ikiyüzlülük”ten
başka bir kavram bulamayız.
Daha doğrusu aslında günümüzde olan şey şudur:
Bütün sosyal kurum ve sistemleri darmadağın ederek
vahşi bir düzen kuran neoliberalizm, yarattığı
bu korkunç tabloyu devletin ve tekelci patronların
paracıklarına zarar vermeyecek bir biçimde “sivil”
kurumların üzerine yıkmayı tercih etmektedir.
Örneğin yetiştirme yurtlarındaki kimsesiz çocukları
bile zehirlemeden beslemeyi beceremeyen sistem
(ki bu ülkede devlete emanet edilmiş her can tehlikededir!)
dönüp toplumdan yardım istemekte, çeteleşmeyi
bizzat kendi yayınlarında kışkırtan medya “anne
babalara” seslenmekte, yoksulluğu ve işsizliği
kat kat artıran patron örgütleri ayrıntılı “yozlaşma”
raporları hazırlatarak halktan duyarlılık” talep
etmektedir, vs. vs… İşin “hayırseverlik” cephesinde
ise çoğu kez asimilasyonculuk ve “yoksulları adam
etme” saplantısıyla varılan yer “eğitim şart”
yüzeyselliğinden bir milim ötesi değildir. Böylece
sağlanan “başarı” da buzdağının bırakın altını
üstünü bile görmeyen bir yüzeyselliğe denk düşer.
Bütün bu “yufka yürekli” hanımlar-beylerden sıkılmış
olan azgın neoliberaller ve ırkçı faşistlerin
önerileri ise açıkçasını söylemek gerekirse daha
samimidir. Cezaların ve polisin yetkilerinin artırılması,
linçlerin önünün açılması, darağaçlarının yeniden
dikilmesi, “doğuştan suçluların kısırlaştırılması”,
her köşeye kameralar takıştırılması, sokak çocuklarının
adalara postalanması, büyük kentlere kırdan gelenlerin
(tabii ki özellikle Kürtlerin) girişinin sınırlanması,
gibi çoğu Nazilerden alınmış öneriler bu cephede
bol keseden savrulmaktadır.
Ve tabii bu arada ırkçı faşist çetelerin bir başka
amacı da bilinmektedir. Köklerinden koparılarak
kentlere fırlatılmış Kürt nüfusun bir bölümünün
yer altı işlerinde de bir ölçüde de olsa pay sahibi
olması onlar açısından rahatsız edicidir ve “memleket
elden gidiyor” şeklindeki feryatlarının arkasında
yatan amaç, bütün kirli işlerin rantını tek başına
elde etmekten başka bir şey değildir.
Sonuç olarak, kirlenme konusunda burjuva cenahta
söylenebilecek, yapılabilecek bir şey yoktur,
olması da imkânsızdır.
Devrimci Sosyalizm: Şimdi ve Şu Anda Ne Yapabiliriz?
Bütün bunları söyledikten sonra kendimize doğru
geldiğimizde, ortaya çok önemli bir soru çıkar:
Eğer bugünkü kirlenmiş-kirletilmiş toplumsal yapının
tümüyle ve kökten değişmesi, proletaryanın önderliğinde
yeni bir emekçi halk kültürünün ve bütünlüklü
yeni-insanın yaratılması bir devrim sorunu ise,
biz bugünkü devrimci faaliyetimizde ne yapabiliriz?
Hangi yollar ve araçlarla yürüyebiliriz?
Daha açık bir deyişle, emekçi kitlelerin bugünkü
toplumsal-kültürel davranış biçimlerinin değişmesi,
bir devrim gününe ertelenebilir mi?
İlk bakışta biraz saçma görünse de pratikte kitle
çalışması yapan devrimci açısından bu yanıtlanması
gereken bir sorudur. Ve aslında, toplumsal pratiğin
dışında durarak ukalalık eden biri değil de, o
pratiğin ve kitlelerin içinde yaşayan biriysek
eğer, yanıtlarımız da çok karmaşık ve gizemli
değildir.
Her şeyden önce, doğru bir yerden bakarsak eğer,
devrim denilen şeyin düşsel bir X anı olmadığını
biliriz. O, bugünden, bugünkü ilişki ve mücadele
biçimlerimizden başlayarak komünizme dek sürecek
kesintisiz bir süreçse eğer, böyle bir özel andan
değil bir süreklilikten söz etmek ve hiçbir şeyi
hiçbir özel zamana ertelemeyen bir yürüyüş biçimi
tutturmak daha doğrudur.
İkincisi, yalnızca bu sorunun değil, genel olarak
kitleleri ilgilendiren başka sorunların da gerçek
ve tam çözümlerinin bir devrimci alt üst oluş
gerektirmesi, bizim bugün o sorunlara ilişkin
çözüm üretmememiz anlamına gelmez. Kadınların
ezilmişliğinden, çevrenin talan edilmesine ve
çalışma koşullarının vahşiliğine, demokratik hakların
kısıtlanmasına dek bir dizi sorunun köklü çözümlerinin
komünizm platformunda mümkün olması gerçeği ile
devrimci hareketin bugün bu sorunlar hakkında
talepler formüle etmesi ve mücadele yolları araması
birbiriyle çelişmez. Emekçi kitleleri örgütlemek
ve devrim yürüyüşüne katmak isteyen hiçbir hareket,
bu insanların en temel kaygı ve sorunlarını görmezlikten
gelme lüksüne sahip değildir.
Ama bütün bunların yanında asıl önemlisi şudur:
emekçi kitlelerin dünyasının zehirlenmesi ve çürütülmesi,
doğrudan bizim devrim hareketi olarak varlığımızı
yokluğumuzu ilgilendiren bir sorundur. Yani burada,
kitleleri yakından ama bizi “uzaktan” ilgilendiren
bir sorun söz konusu değildir. Biz, “kitlelerin
bu konuda kaygıları ve talepleri var, o zaman
konuyla ilgilenmeliyiz” gibi bir yüzeysel noktada
durmuyoruz. Çünkü bir devrim hareketi, emekçi
kitleleri örgütleyerek devrimci bir atılım gerçekleştirmek
amacına sahipse, hem moral gücünü hem de bizzat
insan kaynaklarını bu zemin üzerine kuruyor demektir.
Düşman tarafından çürütülen bir zeminde ise ne
kendimize güçlü dayanaklar bulabiliriz, ne de
bu zeminden geleceğin kadrolarını çıkarabiliriz.
Klasik deyimlerle söylersek, böylesine çürütülen
(ve bizim çürümesini seyrettiğimiz) bir “deniz”de
“balık” olma şansını yitiririz. Dolayısıyla bizim
bizzat kendi varlığımızı inşa etmemiz bile, toplumsal
kirlenmeye karşı yürütülen kesintisiz bir savaş
içersinde mümkün olabilecektir. Kaldı ki, devrimci
hareketin inşası ve kitleler içinde kök salması
gibi nispeten yakın bir amacın dışında, toplumun
zehirlenmesine karşı mücadele ve yeni bir emekçi
kültürünün bugünden inşası kurmak istediğimiz
toplumsal sistem açısından da önemlidir. Yani
biz, insanın bütün yetenek ve potansiyellerini
açığa çıkaracak, onu bütünleyecek, kolektif bireye
dönüştürecek bir toplumsal düzeni hedefliyorsak
eğer, onu parçalayan, sefilleştiren bütün faktörlere
karşı bugünden acımasız bir savaş yürütmeye zorunluyuz
demektir. Sonuç itibarıyla bizim bugün yaptığımız
şeylerin tümü, bu nihai amacımızdan kopuk olamaz.
Politik-Kültürel Mücadelenin Bütünlüğü
Buraya kadar söylediklerimizi toparlarsak, yozlaştırma
ve çürütme politikalarına karşı mücadele, bizim
için (zaman zaman özel kampanyalar biçimine dönüşse
de) aslında sürekli ve kesintisiz bir çalışma
alanıdır.
Bu, her şeyden önce işçi sınıfının klasik üçlü
mücadele alanları formülasyonuna kültürel boyutun
eklenmesi gerektiği anlamına gelir. Bilindiği
gibi Marksist klasiklerde işçi sınıfının mücadele
alanları, politik mücadele, ekonomik mücadele
ve ideolojik mücadele olarak tanımlanır. Kuşkusuz
bütün burjuva ideolojilerine karşı savaşım olarak
ideolojik mücadele kendi içinde kültürel bir boyut
içerse de, günümüzün olağanüstü saldırısı karşısında
bu tam olarak yeterli değildir. Özellikle yeni
tarihsel süreçte şiddeti ve araçları devasa boyutlara
ulaştırılan sosyal-kültürel saldırı, daha güçlü
bir yaklaşımla karşılanmalıdır. Elbette burada
kültürden söz ederken yaygın şekilde anlaşıldığı
gibi edebiyat ve sanatın dar alanını kastetmiyoruz.
Burada kastettiğimiz şey, işçi sınıfının davranış
ve ilişkilerinin bütününü içeren geniş bir alandır
ve bu alanda savaşmak, ilişkiye girdiğimiz her
emekçinin davranışlarını yeniden biçimlendirmek,
onu içinde yaşadığı boşluk ve yalnızlık duygusundan
kopararak yeni bir dayanışmacı kültürle donatmak
görevi ile karşı karşıyayız. Bunu devrimci pratik
içersinde gerçekleştirmek, yeni ilişkilerin şekillendiği
kurumlaşmalar yaratmak, emekçiler içinde onlarla
birlikte yürüyerek arınmak bizim asli işimizdir.
Bu görevi en azından bir düzey ve bir alan bakımından
başarmak için Politik Kültürel Odaklar mantığı
son derece önemlidir. Kuşkusuz görevin bütünü
PKO cephesinde başarılamaz ama işin mantığı anlaşılmak
zorundadır. Bugünkü koşullarda ne kadar gerçekleştirebildiğimiz
sorusu bir yana, PKO’nun inşa edilmesindeki arka
plan, klasik demokratik kitle örgütü çerçevesini
aşan bir yaklaşımdır. Yeni tarihsel süreçte işçi
sınıfının yapısının aldığı yeni biçim, onun olağanüstü
parçalanmış yapısı, vb. gibi bir dizi belirlemeye
bağlı olarak devrimci sosyalizm yalnızca klasik
fabrikaları değil sınıfın bütün parçalarının,
işsizlerin, kadınların, vb. yaşadığı, içinde devindiği
bütün mekanları ve alanları kendisine hedef olarak
seçmiş ve açık alandaki yürüyüşünü bu çerçevede
düzenlemiştir. Dolayısıyla, emekçi kitlelerle
buluştuğumuz, onların arasında güç kazanmak istediğimiz
her alan ve her kurumlaşma, doğal olarak politik
ve kültürel bir boyut içermektedir. Akla gelebilecek
her türlü araç ve yolla emekçi kitlelerin zehirlenmesine
karşı mücadele etmek, bunu zaman zaman özel bir
çalışma olarak yürütmek ama aslında sürekli gündemde
tutarak boyutlandırmak kurumlarımızın vazgeçilemez
görevidir.
Ayrıca, belirtmeden de geçemeyiz, bu görev, günümüzde
bizim dışımızdaki koşullardan ötürü daha da ağırdır.
Geçmişte eksik ya da yanlış bulsak da, geniş emekçi
kitleleri toplumsal mücadele pratiğinde az çok
eğitip dönüştüren büyük kitle örgütleri ve sendikalar
yine de bir işlev yüklenmişlerdir. Yani devrimci
hareketlerin üzerinde devindiği ve çalıştığı zemin
şu ya da bu ölçüde temel dayanışma kültürünü almış
durumdadır. Oysa bugün sınıfın yeni yapısını kavramaktan
ve kucaklamaktan uzak dar kafalı bir sendikal
bürokrasi duruma hakimdir. Siyasi parti kurmaktan
her politik konuda basın açıklamaları yapmaya
kadar her türlü işle uğraşan bu kesim, bir türlü
asli işlerine, yani sınıfı örgütleme ve dönüştürme
işine zaman bulamamakta, böylece bırakalım milyonlarca
örgütsüz emekçiyi, örgütlü görünenlerde bile çok
zayıf bir zeminle karşılaşılmaktadır.
Sözgelimi, anadilde eğitim konusunda ileri-geri
adımlar atan Eğitim-Sen, okulları kasıp kavuran
çetelere ve uyuşturucuya karşı öğrencileri de
harekete geçiren ciddi bir çaba göstermemektedir,
vb…
Bütün bunların doğrudan sonucu ise sosyal-kültürel
alanda bizzat devrimci yapıların çok elverişsiz
zeminler üzerinden faaliyet yürütmesi zorunluluğu
ve zorluğudur. Dolayısıyla PKO’lar ve benzeri
yapılar bugün daha yoğun biçimde bu sorunun üstüne
gitmek ve büyük bir enerji ortaya koymak zorundadırlar.
Kitlelerle Birlikte, Katılım Kanalları Açarak…
Öte yandan bu düzeyde meşru bir mücadele, salt
kendi çevremizin dar sınırlarına hapsedilemez.
Devrimcilerin “yozlaşma ve uyuşturucuya karşı
mücadele eden iyi çocuklar” olarak algılandığı
(ve alkışlandığı) bir durum, önemlidir ama yeterli
değildir. Sonuçta bu, en can alıcı sorunda, sorunun
gerçek sahibinin sürece dışsal ve yabancı kalması
anlamına gelecektir. Oysa kitle çalışmasının mantığı
gereği bu faaliyet, kitleleri, en azından yakın
kesimleri içine çekecek, özneleştirecek yollar
ve araçlarla yürütülmek zorundadır. Bunun yüzlerce
değişik yolu bulunabilir, geçici ya da kalıcı
örgütsel biçimler yaratılabilir, somut hedefler
çerçevesinde davranılabilir, vb. ama asıl önemli
olan sürecin sadece bizim sempatizan çevremizle
kısıtlı klasik tarzı aşması ve herkesin görev
ve sorumluluk alabileceği biçimleri yakalamasıdır.
Hassas Bir Denge: Kirli Odakları Ezmek ve
Politik-Kültürel Faaliyet
Böyle bir mücadele alanı kuşkusuz emekçi kitlelerini
zehirleyen ve çürüten odakların ve kişilerin şiddetle
ezilmesini de içerir. Bu konuda bir tereddüt son
derece gereksizdir. Ayrıca, “suçun sosyo-ekonomik
boyutları” üzerine akademik teoriler ve gevezelikler
de pratik yaşam içinde anlamlı değildir. Sonuç
itibarıyla, emekçi mahallelerini, okulları zehirleyen,
yozlaştırıcı araçları yayan ve bundan çıkar sağlayan
her odak, doğal olarak devrimci güçlerin hedef
tahtasında olacaktır; bundan vazgeçmek zaten pratikte
başarısızlık anlamına gelecektir. Çünkü, bir yanda
yozlaşmaya karşı mücadele ederken diğer yanda
bu yozlaşmanın araçlarını piyasaya sunanlara karşı
sessiz kalmak, yapılan işi boşa çıkaracaktır.
Ancak buradaki hassas sorun, devrimcilerin bütün
bu yönelimleri sırasında yalnızca şiddet kullanan
kitlelerden uzak bir güç durumuna düşmeleridir.
Yani, kirli odaklara yönelen ama politik-kültürel
mücadele ve örgütlenme alanını ihmal eden bir
çalışma yetersiz kalacaktır. Bu odakları ezerken,
bütün bu zehirlenme biçimlerinin derindeki sebeplerini
çözümlemeyen, emekçi kitlelere, kadınlara, gençlere
yeni bir kültürel biçimlenişin etkinlik ve araçlarını
götürmeyen bir çalışma, bizi yine kitlelerden
yalıtacak, “sempati duyulan gençler” olarak kalmamıza
neden olacaktır.
Öte yandan devrimci yapı, bu konuda kuşkulara
yer bırakmayacak bir seçicilikle davranmak zorundadır.
Değişik deneyimlerde tanık olduğumuz gibi, yerellerdeki
değişik faktörlerin etkisiyle yönelimlerin yanlış
belirlenmesi, adil olunmadığı ya da keyfi davranıldığı
yorumlarına yol açmaktadır.
Ve nihayet en önemlisi, devrimci yapı, kendisini
mücadele ettiği güçlere benzeten bütün olumsuzluklardan
bizzat kendisini arındırmak zorundadır. Bu, bir
yandan devrimci yapılar içinde barındırılan olumsuz
unsurlarla ilgilidir; diğer yandan ise kullanılan
yöntemlerle... Elbette bizler, seçkinci bir anlayışla
davranamayız; içinde yaşadığımız toplumdan süzülerek
bize gelen insanların da mükemmel olacağını düşlemiyoruz;
ama inandırıcılık konusunda kuşku uyandıracak
bir tabloyu da yaratamayız. Ayrıca yöntemlerimizde
de bu inandırıcılığı sarsamayız. Yani bir yandan
halktan insanlardan gönüllü gönülsüz ayırt etmeden
para toplayan bir yapı, diğer yandan haraç çetelerine
karşı harekete geçiyorsa durum pek parlak değildir.
Yine bir devrimci yapı, devrimcilerin asla bir
kenara bırakamayacağı ilkeleri unutarak işkence
ve linç gibi yöntemleri kullanıyorsa yine ortada
bir problem var demektir.
Sonuçta devrimci yapı, bu konuda fiziki yönelimlerle
politik-kültürel çalışmayı dengeleyen ve emekçilerde
tereddütsüz bir saygı uyandıracak bir yoldan yürümelidir,
yürüyecektir.
Halk Kültür Merkezleri Öncü Bir Yaklaşımla...
Devrimci sosyalizm, başta proletarya olmak üzere
tüm emekçi sınıfların, yani denizin çürütülmesine
karşı mücadelenin yolları konusunda açık bir fikre
sahiptir.
Her şeyden önce, bu mücadelenin yukarıda da ifade
ettiğimiz üzere, bütünlüklü bir mücadele olarak
geliştirilmesi zorunludur. Yozlaşmaya karşı bütün
mücadele araçları birbirini destekleyen bir tarzda
çok yönlü bir biçimde kullanılmak zorundadır.
Salt devrimci şiddetle yetinen ya da salt ajitasyon-propaganda
ile yetinen bir mücadelenin başarı şansı yoktur.
Tüm yozlaşma unsurlarına karşı devrimci zor ile
ajitasyon, propaganda, gösteri ve kitle eylemlerinin
tüm biçimleri iç içe ele alınmak zorundadır. Bütünlüklü
mücadele sorunu salt mücadele araçlarıyla ilgili
bir sorun değildir. Aynı zamanda, mücadele güçleriyle
de ilgili bir sorundur. Salt devrimcilere ve onların
çeper ilişkilerine dayanan bir mücadelenin veya
en geniş kitleyi harekete geçirelim söylemi arkasında
öncü tutumları gözardı eden bir yaklaşımın başarı
şansı yoktur. Öncü devrimci güçlerin faaliyetleri,
eylemleri, örgütlülükleriyle, sorundan etkilenen
tüm emekçi kesimlerin tepkilerini, bunların birleşik
faaliyet ve örgütlenmelerini iç içe ören bir tarz
geliştirmek zorunludur. Öncüyle geniş emekçi kesimlerin
eylemlerini, örgütlülüklerini birbirinin karşısına
koymak ya da birinin diğerini doğuracağı mutlaklığı
içinde bakılarak sonuca ulaşılamaz. Devrimci eylemini
öncü rolüyle, geniş emekçi kesimlerin mücadele
dinamiklerini birleştiren, birbirini besleyecek
damarlar olarak ele alan bir faaliyet bütünlüğüne
ihtiyacımız bulunuyor.
Somut olarak ele aldığımızda;
Devrimci sosyalist hareketin tüm unsurları (özgür
alan ve açık alan) bu mücadelenin özneleri, öncüleri
olarak aktif biçimde yerlerini almak zorundadırlar.
Bu, meşru halk savunmasının örgütlenmesinde olduğu
gibi, ajitasyon, propaganda çalışmalarının, değişik
devrimci faaliyetlerin ve kitle mücadelelerinin
örgütlenmesine, emekçilerin devrimci, demokratik
bir kültür zemini üretecekleri çalışmalara değin
uzanan geniş bir alanda yapılmak zorundadır.
Yozlaşma unsurlarına karşı devrimci zorun yaygın
ve tüm ülke çapında bu unsurları ağır bir basınç
altına alacak tarzda kullanımı ancak stratejik
mücadele çizgimizin uygulanabilir hale geldiği
aşamada söz konusu olabilir. Bugün devrimci güçlerin
meşru halk savunması bağlamında yozlaşma unsurlarının
saldırılarına karşı devrimci zoru kullanmaları
elbette mümkündür.
Bugün yozlaşma unsurlarıyla karşı karşıya geliş
alanı esas olarak yereller, yani emekçi semtleri
olmaktadır, olacaktır. Bu noktada, şiddettin kullanımı
özel bir hassasiyeti gerektirmektedir. Uyuşturucu
kullanan ve satan, kapkaç yapan, sokak başlarını
tutarak insanları tedirgin eden, okul önlerinde
haraç toplayan, küçük çaplı haraç toplayan, fuhuş
yuvaları oluşturan, vb. büyük kalabalığın ezici
çoğunluğu bu faaliyetleri yürüttükleri mahallelerin
çocuklarıdır.
Bu bağlamda kaba saba bir şiddet kullanımının
kimi durumlarda yarardan çok zarar getireceğini
de bilmek gerekiyor. İşin içine şiddetin girdiği
her durumda tek bir yanlışın pek çok olumlu çalışmanın
getirilerini yok edebileceğini unutmamak gerekir.
Bu noktada, yerellerdeki alt unsurlara yönelen
bu tür faaliyetlerin en son çare olarak ele alınması
zorunludur. Teşhir etmek, tekrar tekrar uyarmak,
aileleriyle buluşmak, vb çalışmalar özel bir önem
taşımaktadır. Kısacası, meşru halk savunmasını
geliştirecek devrimci öncünün pratik duruşunun
meşruiyeti her kesim için her düzeyde net ve tam
olması zorunludur. Meşru halk savunması emekçilerin
kafasında en ufak bir kuşkuya yer bırakmayacak
ölçüde açık olmalı, bu özelliğiyle emekçileri
birleştirmelidir. Biçim ve içeriği de emekçilerin
katılımını sağlayacak tarzda ayarlanmalıdır.
Yozlaşma unsurlarına karşı mücadelede ve devrimci
ve demokratik kültürel zeminlerin yaratılmasında
devrimci sosyalist hareketin açık alan örgütlenmelerinin
çalışmaları özel bir önem taşımaktadır. Politik-kültürel
odaklar açılımımız yeniden inşa sürecimizin daha
başından itibaren kültürel alandaki mücadelenin
yeni ve temel bir mücadele cephesi olarak görülmesinin
ürünüdür. Emekçilerin yaşamını/kültürel varlığını
yozlaştırarak çürüten oligarşiye karşı ve onun
uzantısı olan çürüme unsurlarına karşı, PKO’lar
devrimci, demokratik bir seçenek olarak tasarlanmıştır.
Daha baştan itibaren devrimci ve demokratik politik
ve kültürel mücadelenin tüm emekçilere açık biçimde
iç içe örülmesi, emekçi kitle çalışmamızın başlıca
unsurlarından biri olmuştur. HKM’ler açık alanda
bulundukları her yerde emekçilerin yozlaşmaya
karşı tepkilerinin devrimci, demokratik sesi ve
pratik mücadelesinin öncüsü olmalıdır.
Salt bu da değil, devrimci, demokratik kültürün,
yaşam ilişkilerinin, dayanışma zeminlerinin yaratılması
mücadelesine daha güçlü biçimde girişmelidir.
Bugüne değin, genellikle sınırlı kalan bu tür
faaliyetler yozlaşmaya karşı mücadelenin ihtiyaçlarıyla
bütünleşerek gelişkin bir tarzda örgütlenmelidir.
Ulaşılabilen her emekçi sorunlar karşısında çaresiz
olmadığını, alternatif seçeneklerin var olduğunu
ve bunlara ulaşabileceğini görmeli, öğrenmelidir.
Adım adım örmekte olduğumuz mahalle çalışmalarında
da benzer bir perspektiften hareket edilmelidir.
DSG de öğrenci gençlik içinde bu duruşun temsilcisi
olmalıdır. Devrimci sosyalist militanlar yozlaşma
unsurlarına karşı militan bir mücadeleyi örerken,
aynı zamanda örnek bir yaşamın üreticisi, örnek
bir kültürel ilişkilerin örücüsü olmalıdır. Köşe
başlarında, kahvelerde, okulların civarında toplaşan
gençler, işçiler yaşamıyla örnek, eylemiyle tereddütsüz
ve militan olan devrimci sosyalistin yanında saf
tutacaktır.
Yozlaşmaya karşı mücadelenin en can alıcı unsuru
emekçilerin bu mücadelenin doğrudan öznesi olmasıdır.
Emekçilerin özne haline gelmediği bir mücadelenin
uzun soluklu olması ve gerçekten başarı kazanması
mümkün değildir. Tüm emekçiler sokağa çıkarken
yozlaşma unsurlarının tehdidini hissediyorlar,
çocuklarının bu tür faaliyetlerin kurbanı olabileceğini
görüyorlar, uyuşturucunun, fuhuşun evlerinin içine
girmesinin çok da uzak olmadığını görüyorlar.
Özellikle kadınlar yozlaşmanın sonuçlarını en
derin, en acı biçimde yaşayan kesimi oluşturuyor.
Kadın olarak, eş olarak, anne olarak yozlaşmanın
ağır sonuçları üzerine adeta yağmaktadır ve bu
noktada özel bir duyarlılığa sahiptir. Bunun yanı
sıra, öğrenci gençliğin (özellikle liselerde)
geniş bir bölümü çetelerin ve uyuşturucunun tehdidi
altındadır ve tepkilidir, özel bir duyarlılığa
sahiptir. Mahallelerde sıradan her işçi-emekçi,
her esnaf sokak güvenliği konusunda ciddi bir
kaygıya ve tepkiye sahiptir. Birikmiş büyük bir
tepki ve öfke söz konusudur. Az yada çok bir şeyler
yapma isteği vardır. Bu öfke, tepki ve istek örgütlenmek
zorundadır, ancak bu noktada başarı kazandığımız
ölçüde kalıcı mücadelelerin zeminlerini yaratabiliriz.
Öncünün eylemine, emekçilerin öfkesinin, tepkisinin
örgütlenmesine ve eyleme dönüştürülmesine dönük
faaliyetler eşlik etmelidir. Bu noktada, soruna
duyarlı en geniş emekçi kesimlerinin içinde yer
alabileceği, mücadele konusu sorunu esas alan,
mümkün olduğunca esnek, geniş, pratik çalışmaya
dayalı meşru halk örgütlenmelerinin yaratılmasını
hedeflemek gerekiyor. Emekçilerin en duyarlı kesimlerinin
yozlaşmaya karşı halk inisiyatifleri, halk birlikleri
vb. isimler altında geliştirilecek öz örgütlenmeler
içinde, örgütlenmelerini sağlamak bu bağlamdaki
çalışmaların başlıca hedeflerinden biri olmalıdır.
Bu tür örgütlülükleri öncülük dayatmasında bulunmadan
örgütlemeye yönelmemiz durumunda başta kadınlar
olmak üzere çok sayıda doğal halk önderinin öne
çıktığını göreceğiz.
Bu örgütlenmeler kimi zaman çok kısa süreli, geçici,
kimi zaman ise nispeten kalıcı olacaktır. Kalıcı
olması önemlidir, ancak daha da önemlisi, emekçilerin
belli bir anda, belli bir durumda kendi aralarında
örgütlenerek karşı koymaları yada alternatif bir
ilişki biçimi geliştirmeleri ve bizim buna öncülük
etmemizdir. Gerçekten kalıcı ve halkın büyük öz
örgütlenmeleri ancak bu irili ufaklı mücadele
deneyimlerinin içinden geçerek ve stratejik mücadele
çizgimizi uygulaması aşmasında kurtuluş ışığının
hayata yayılmasıyla gelişebilir.
Yozlaşmaya karşı mücadele hiçbir emekçinin karşı
durmayacağı sınırsız bir meşruiyete sahip bir
mücadeledir. Dolayısıyla bu mücadeleye tüm emekçi
örgütlenmelerini, tüm halk kurumlarını çekmek
mümkündür. Tüm ülke çapında ve yerellerdeki sendika,
dernek, klüp, kültür ve spor kurumları, yöre dernekleri
vb. Kurumları bu mücadeleye çekmek mümkündür ve
bu yönde yapılacak her ciddi girişimin şu ya da
bu düzeyde yanıt bulacağı kesindir.
Yozlaşmaya karşı mücadelede devrimci güçlerin
ortak hareketini sağlamak da önemli noktalardan
biridir. Mahalli çalışmalar yürüten devrimci güçlerin
yozlaşma unsurlarına karşı mücadelede son dönemde
belirli bir duyarlılık geliştirdikleri, bunları
zaman zaman kampanyalar düzeyine taşıdıkları görülüyor.
Bu mücadelelerin daha birleşik hale gelmesi, güçlü
ortak tavırlar geliştirilmesi yozlaşma unsurlarının
daha kolay alt edilmesi açısından önemlidir
***
Yozlaşmaya karşı mücadele, politik ve kültürel
mücadelenin asli unsurlarından biridir. Bu bağlamda,
yozlaşmaya karşı mücadeleyi dönemsel, kısa süreli
çalışmaların konusu olarak değil, devrimci çalışmanın
sürekli bir unsuru olarak ele almak zorunludur.
Yürütülecek mücadelenin içeriği, araçları, örgütlülükleri
vb. pek çok nokta mücadelenin gelişim seyrine
bağlı olarak değişecektir.
Bugünden başladığımız, başlayacağımız küçük mücadele
faaliyetleri, yarının büyük mücadelelerinin, bütün
çete faaliyetlerinin emekçilerin yaşam alanlarından
söküp atılışının önünü açacaktır.
Bu bilinçle ve kararlılıkla yozlaşma karanlığının
üzerine yürümeliyiz.
|