AKP yöneticileri ve patronlar bu aralar çok memnun.
Son birkaç yılda Türkiye’ye giren yabancı sermaye
miktarındaki olağanüstü artış, işbirlikçilerin
yüzünü güldürüyor.
Bu yılın başında tekel medyası, “Türkiye, 2005
yılında yabancı sermayede rekor kırdı” diye yazıyordu
ve 2006’da da bu hızın devam edeceğini, bu miktarın
neredeyse iki katına çıkacağını iddia ediyordu.
Öyle de oldu zaten. 2006 boyunca da sıcak para
muslukları açık kaldı ve uluslar arası tekeller
bu cennet bahçesine arı gibi üşüştüler.
Hazine tarafından açıklanan verilere göre Türkiye’ye
giren yabancı sermaye 2005’te 3.5 kat artarak
9 milyar 650 milyon dolara yükselmiştir. Oysa
önceki dört yılda ulaşılan toplam yabancı sermaye
girişi 9.7 milyar dolar olmuştur. Türkiye’ye 2001’de
3 milyar 290 milyon, 2002’de 1 milyar 143 milyon,
2003’de 2 milyar 48 milyon ve 2004’de 3 milyar
236 milyon dolarlık doğrudan yabancı yatırım girişi
kaydedilmişti. Bu yıl ise Devlet Bakanı-IMF Memuru
Ali Babacan’ın söylediği doğruysa eğer, haftada
1 milyar dolar giriş oluyor.
Gerçi bir yandan neoliberalizmin en sıkı savunucuları
bile “kaygı” belirtiyorlar ama genel olarak ortalıkta
bir sevinç havası hakim. En çok da “cazibe” kavramı
dolanıyor dillerde. “Türkiye’nin cazibesi arttı”
diye söze başlıyor hükümet üyeleri ve tekel medyasının
yazarları. Bu cazibenin nasıl bir şey olduğunu
ve neden hızla arttığını açıklamaya çalışırlarken
ise gerçekler su yüzüne çıkmaya başlıyor.
“Ekonomik büyümenin etkisi” deniliyor örneğin;
bunun piyasadaki spekülatif büyüme olduğunu ve
yüksek kârların para tüccarlarını çektiğini kendileri
de biliyorlar.
“Vergilerin düşürülmesi” diyorlar; bu da gereğinden
fazla kibarca bir deyim, çünkü aslında piyasaya
giren yabancı paranın üzerindeki bütün vergiler
kaldırıldı. Bu yıl içersinde alınan ve işbirlikçiliğin
zirvesi anlamına gelen bu karar, Türkiye’deki
para piyasasını yabancılar için tam bir çiftlik
haline getirmiş durumda.
Ve nihayet, “özelleştirmelerin arttığı” söyleniyor;
ki bu da uluslararası tekellerin sudan ucuz satılan
kamu işletmelerinin üzerine nasıl atladığını kanıtlıyor.
Yani özetle söylenirse, bütün sınırlamaları kaldırarak
ekonomiyi tamamen soyguna açık hale getirenler,
neoliberalizmin de sınırlarını zorluyorlar ve
tümüyle dizginsiz işbirlikçilikten kaynaklanan
bir “cazibe” yaratıyorlar.
Cazibe’nin Getirdikleri: Banka Sektöründe
Büyük İstila
Son yıllardaki, özellikle de son bir yıldaki yabancı
sermaye akınının en önemli hedeflerinden biri
bankacılık alanı oldu. O kadar ki, kırk yıllık
yabancı sermaye hayranları ve neoliberaller bile
önce “yabancı sermayeye asla karşı olmadıklarını”
söyledikten sonra, “bu kadarı da biraz fazla”
demeye başladılar.
Artık, gerçekten de bu alandaki para akışı gözle
izlenememektedir. Türkiye ekonomisinin tekelleri
üzerine yerli-yabancı gibi bir tartışma yapmak
kuşkusuz yersizdir; çünkü bu tekellerin tümü de
emperyalist uluslararası şirketlerle iç içe geçmiş,
bütünleşmiş haldedirler. Esasen yeni-sömürgeci
kapitalistleşme mantığının özü de budur. Ancak
son yıllarda özellikle banka sektöründe durum
öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık neredeyse
doğrudan yabancı sermayeye dayanmayan bir banka
kalmamıştır. Demirbank HSBC’ye, Sitebank Yunan
Novabank’a, TEB Fransız BNP Paribas’a, Yapı Kredi
Bankası Unicredito-Koç ortaklığına, Dışbank Fortis’e,
Garanti Bankası GE Finance’a, C Bank İsrail Bank
Hapoalim’e, Finansbank Yunan NBG’ye, Tekfenbank
Yunan EFG’ye, Denizbank Dexia Bank’a, Şekerbank
Bank Turan’a… Liste böylece uzadıkça uzuyor.
Resmi rakamlara göre Mayıs 2006’da bankacılıktaki
yabancı payı %32’dir ve halen satış için müşteri
bekleyen Halkbank, Oyakbank, Akbank, Vakıfbank
ve Ziraat Bankası’nın da satılması halinde bu
oranın yüzde 66.19’a ulaşacağı belirtilmektedir.
Avrupa ülkelerinde %5 ile %20 arasında gezinen
bu oranlar, IMF denetimi altındaki ülkelerde astronomik
düzeylerdedir. Örneğin Estonya’da banka sektöründeki
yabancı payı yüzde 100, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde
95, Slovakya’da yüzde 93, Meksika’da yüzde 82,
Macaristan ve Polonya’da yüzde 65, Arjantin’de
yüzde 48, Peru’da yüzde 47, Şili’de yüzde 42’dir.
Ancak, Türkiye’deki resmi oranlar da gerçekçi
değildir. Çünkü bu oranlar, piyasadaki hisselerin
kimin denetiminde olduğunu göstermemektedir. Örneğin
İş Bankası’nın halka açık hisselerinin yüzde 51’i,
Akbank’ınkilerin ise yüzde 60’ı Citibank’ın kontrolündedir
ve bu rakamlar resmi düzeyde görülmemektedir.
Bizi Kim Sigortalıyor?
Para akınının daha az dikkat çeken kanallarından
biri de sigorta sektörüdür. Şu anda bu alanda
yabancı sermayenin payı yüzde 60’a çıkmış durumdadır.
Sektörde, aktif olarak faaliyet gösteren 44 şirketin
23’ü yabancı sermayelidir. Bunlardan; Axa Oyak,
Axa Oyak Hayat, Koç Allianz, Koç Allianz Hayat
Emeklilik, Yapı Kredi, Yapı Kredi Emeklilik, Güneş
Sigorta, İsviçre Sigorta, İsviçre Hayat, Garanti
Sigorta, Garanti Emeklilik, Başak Sigorta, Başak
Emeklilik, TEB Sigorta, yabancı ortaklı faaliyet
gösteriyor. Aviva Sigorta, Aviva Hayat Emeklilik,
Şeker Sigorta, Emek Hayat Sigorta, HDI Sigorta,
American Life, AIG Sigorta, Generali, Fortis Emeklilik
ise yüzde yüz yabancı sermayeli şirketler. İşte
bu şirketlerin pazar payları toplamı yüzde 60’ı
buluyor.
Daha da önemlisi şu: bu alanda en çok prim toplayarak
sigorta pazarının yüzde 63.71’ine hakim olan ilk
on şirketin yedisi yabancı sermayelidir.
Şirketler Dış Borç Kuyruğunda: Kim Ödeyecek?
Bu arada, işbirlikçi tekellerin aldığı dış borçlar
da son bir yılda olağanüstü boyutlara varmış durumda.
2006’nın ilk altı ayında özel şirketlerin dış
borçları yüzde 27 artmıştır. Böylece, toplamı
194 milyar dolara yaklaşan dış borçlar içinde
özel bankalar ve şirketlerin payı 111 milyar doları
bulurken 2005 sonunda yüzde 51olan ağırlıkları
6 ay sonra yüzde 57,3’e çıkmış görünüyor.
Bu özel borçların 41 milyar doları bankaların,
70 milyar doları ise şirketlerin borcudur. Bütün
bunların doğal bir sonucu da “iç borç-dış borç”
ayrımının giderek bulanıklaşması oluyor. Çünkü
şirketlerin böylece Türkiye’ye getirdikleri paranın
önemli bir bölümü “içerden” devlete yüksek faizli
borç olarak veriliyor. Yani özel şirketler yurtdışından
borçlanarak ülkeye oluk oluk döviz getiriyor da
bununla herhangi bir sanayi yatırımı yapmıyor.
Bu paranın küçük bir bölümü ithalata giderken
kalanı YTL olarak devlete borç veriliyor. Böylece
listelerde sanayi şirketi olarak görünen ve “iş
alanları yaratmak”la öğünen firmaların toplam
kârının yüzde 80’e yakını doğrudan devletin kazıklanmasından
kaynaklanıyor.
Sıcak Para Kimi Isıtıyor?
Sorunun asıl önemli olan yanı da budur zaten.
Çünkü genel olarak “yabancı sermaye” denildiğinde
çok uluslu şirketlere ait sermayenin gelip üretken
alanlara yatırım yapması, makineler getirip fabrikalar
kurması, vb. anlaşılıyor ya da böyle anlaşılması
isteniyor. Oysa aslında, özellikle yeni süreçte
durum bunun tam tersi ve “sıcak para” kavramı
da zaten bu farkı anlatmak için kullanılıyor.
Yani para tüccarları Türkiye’ye sermaye akıtıyorlar
ama bu akışın neredeyse tamamı borsa, özelleştirme
satışları gibi spekülatif alanlara gidiyor. Örneğin
2006’nın ilk altı ayındaki sermaye girişinin neredeyse
tamamına yakını özel borçlara, özelleştirme satışlarına
ve mülk alımlarına yöneliktir.
Gerçekten de Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma
Örgütü’nün (UNCTAD) 2006 Dünya Yatırım Raporu’nda
Türkiye yabancı sermaye çekmesi bakımından 35’inci
sıradan, 22’inci sıraya yükselmiştir ama Yabancı
Sermaye Derneği Başkanı Şaban Erdikler’in de itiraf
ettiği gibi bu akış, asla üretken alanlara yönelmemiştir:
“Doğrudan yatırım yapan çokuluslu şirketler yanında
hisse senedi yatırımları da var. Türkiye’de bu
tarz yatırımların oranının ne kadar olduğu bilinmiyor.
Türkiye’ye geçen yıl gelen 9.7 milyar dolarlık
yabancı sermayenin 7.5 milyar dolarlık bölümü
birleşme ve satın alma. Türkiye’deki trend dünyaya
paralel gidiyor. Yeni yatırım yapmak hem zaman,
hem de emek istiyor. Bu nedenle uluslararası sermaye
satın almalara yöneliyor.”
Paradan Para Kazanmanın En Ucuz Yolu: Piyasa
Böylece, son zamanlarda “yoksullaşarak büyüme”
denilen bir model hayata geçirilmiş oluyor. Bütün
varlığını para spekülasyonu üzerine kuran bir
düzende, her an geri gidebilecek olan bir para
miktarı “piyasa” denilen kumar masasında dönüyor
ve her şeyi belirlemeye başlıyor.
Herkes gözünü oraya dikiyor. Sabah 09.00’da açılan
“piyasa” yerli ve yabancı spekülatörlerin çıkarlarına
göre dalgalanıyor ve zaman zaman politik şantaj
aracı olarak da iş görüyor. Bu kadar yoğun yabancı
sermaye girişi zaten en baştan ipin çok uluslu
oyuncuların elinde olması anlamına geliyor. Örneğin
bir gün Türkiye’ye döviz gönderiyorlar, döviz
fiyatları düşüyor. Ertesi gün piyasadan döviz
topluyorlar, döviz fiyatları hemen yükseliyor.
Yüksek reel faizi yeterli bulmadıklarında döviz
göndermeyi kesiyorlar, bu kez Merkez Bankası faizi
yükseltiyor. Hazine bonosu satın alıyorlar. Bononun
reel faizini az bulurlarsa ellerindeki bonoları
satmaya başlıyorlar. Hazine hemen bono faizini
yükseltiyor. Borsada işlem gören hisse senetlerinin
çoğu yabancılar adına alınmış durumda. Hisse senetlerini
bir gün alıp öbür gün satıyorlar. Yabancılar alıma
geçti diye borsa yükseliyor, satışa geçti diye
borsa çöküyor, vs. vs..
Çünkü, çok kazanmak isteyen bu para, sıkıcı bir
“piyasa” istemiyor, sürekli hareket yaratıyor,
sürekli iniş çıkışlar oluşturuyor.
Sonuç: Daha Çok Değil Daha Sıkı Bağımlılık
Sonuç olarak yeni sürecin bütün bu olguları elbette
yeni-sömürge Türkiye’ye dün olduğundan daha fazla
emperyalizme bağımlı yapmıyor. Yani Türkiye ekonomisi
dün bağımsızmış da bu yeni süreçte dışa bağımlılaşmış
değildir. Yeni-sömürge kapitalizmi, kuruluşundan
beri emperyalizme tümüyle bağımlı, çarpık bir
kapitalizmdir. Ancak yeni süreçte gitgide değişen
şey, bu bağımlılığın neredeyse gündelik düzeyde
sıkılaşmasıdır. Yani, 1960-1970’lerin ithal ikameci
rejiminde sözgelimi bir otomobil ya da beyaz eşya
fabrikasına yatırılan yabancı sermayenin kolayca
ve hızla geri çekilmesi, kaydırılması pek mümkün
değildir; esasen sistemin mantığı da “girip-çıkma”
tarzında bir oynaklığa değil, ortak işlerden azami
kârın sağlanmasına bağlıdır. Oysa günümüzde bu
kadar büyük miktarlarda paranın sanayi üretimine
değil, çok daha hareketli ve kaygan zeminlere
yatırılması, bağımlılığın “şiddetini” artıran
bir durumdur. Öyle ki, artık herhangi bir hoşnutsuzluk
halinde tek bir işaretle, tek bir tuşa basarak
çok büyük miktarlarda paranın, bu paraya bağımlılaşmış
olan piyasadan çekilmesi, olağanüstü bir politik
güç kullanımı anlamına gelmektedir. Böylece zaman
zaman hükümetler “terbiye edilmekte”, zaman zaman
yasalar dikte edilebilmektedir.
Yani kısacası, “Türkiye’nin cazibesinin artması”
diye şatafatla ilan edilen durum, sınırsız işbirlikçilik
ve uşaklık yoluyla sağlanmış yeni bir bağımlılık
düzeyinden başkası değildir. Bu, söz konusu “cazibe”yi
artırmakla görevlendirilmiş kukla yöneticiler
açısından ise yeni bir “ihanet” düzeyi anlamına
gelmektedir.
Her gün sabahtan akşama dek sürdürülen “şeriatçı-laik”
dövüşlerinin karmaşasında gizlenmek istenen gerçek
tam da budur. Çünkü aslında dövüşen güçlerin her
iki tarafı da bu politikalarda tamamen hemfikirdirler.
|