Sosyalist Barikat’ın 4. sayısında yer alan “Postmodernizm”
başlıklı yazımızda, bu saldırı dalgası ile birlikte
bir kafa karışıklığı ortamının yaratılmak istendiğine
sık sık değinilmişti. Süreç derinleştikçe, kafa
karışıklıkları da arttı. Bu karışıklığın en önemli
alanını ise kavramlar cephesi oluşturuyordu. Çünkü
Mahir Yoldaş’ın da Althusser’den yaptığı bir alıntı
aracılığı ile vurguladığı gibi felsefede kavramlar
silahtır, cephanedir. Ve eğer kavramlarla oynanırsa,
düşünsel mücadele cephesinde silahsız bırakılmış
oluruz.
Son günlerde üzerinde en fazla oynanan, içeriği
en fazla çarpıtılan kavramlardan biri de “milliyetçilik”tir.
Milliyetçilik kavramı, oldukça uzun bir zamandır
ülkemizdeki sivil faşistlerin “kendilerine yakıştırdıkları”
sıfat olarak politik dile yerleşmiştir. Irkçılığın
yumuşatılarak ifade edilmiş biçimi de diyebileceğimiz
bu milliyetçilik, Türk ırkının üstünlüğü yönündeki
Hitler’den uyarlanmış tezler üzerine kurgulanmıştır.
Ülkemizde ilk olarak Turancılık olarak ortaya
çıkan bu akım, o yıllarda açıkça Faşist Almanya’nın
yanında yer almakta sakınca görmemiş, Nazi’leri
kabaca taklit etmiştir. Turancılığın ortaya çıkışının
İttihat Terakki’nin son dönemlerine kadar götürülebileceği
elbette söylenebilir ve bu yanlış da olmaz. Ancak
günümüzdeki ırkçı hareket ile organik bağlantısı
olan akım, 2. Paylaşım Savaşı yıllarına dayanmaktadır.
Günümüzün birçok gerici politik yapılanması gibi
modern Türk ırkçı hareketi de bu yıllarda mayalanmıştır.
Bu durum, dünyanın her köşesinde benzer bir süreç
izlemiştir. Ve Türk ırkçılığının kilit isimlerinden
biri olan Ruzi Nazar da bu mayalanma sürecinin
unsurlarındandır. Bir Özbek vatandaşı olarak Kızıl
Ordu saflarındayken 1941 yılında Nazi’lere sığınan
ve onların safına geçen bu karşı devrimci, Sovyetler
Birliği’ne karşı Nazi faşistlerinin hizmetinde
Türkistan Birliği’ni örgütledi. Nazi’lerin yenilgisinin
ardından da birçok eski Nazi subayı gibi CIA’nın
hizmetine girdi.
Burada bir parantez açarak şunu belirtelim; Sovyetler
Birliği’nin dağılmasının ardından birkaç yıl içinde
İtalya’da patlak veren Gladio skandalı ile ortaya
çıkan NATO’ya bağlı gizli örgütlenmelerin sadece
Türkiye ayağı deşifre edilmemiştir. Oysa ortaya
çıkarılan belgeler, 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından
NATO’ya bağlı her ülkede gizli kontr-gerilla örgütlerinin
oluşturulduğunu ve özellikle Avrupa ülkelerinde
bu örgütlerin organizasyonunda Nazi artıklarının
başrolleri oynadıklarını tüm açıklığı ile ortaya
çıkarmıştı.
Bu parantez, aslında ülkemizdeki sürecin de tipikliğini
yeterince ifade ediyor. Savaşın ardından söz konusu
CIA örgütlenmesini organize eden eski Nazi Gehlen’in
çağrısıyla CIA’ya katılan ve bu şekilde yapılan
anlaşmalara aykırı bir şekilde batı bölgesine
kaçırılan Ruzi Nazar (aksi takdirde Sovyetler
Birliği’ne iade edilmesi gerekiyordu), 1950’li
yıllarda Amerikanın Sesi Radyosundaki anti-komünist
çalışmalarının ardından 1959’da CIA istasyon şefi
olarak Türkiye’ye geldi ve bu görevini 1971’e
kadar sürdürdü.
Türkeş’in Sahneye Çıkışı ve CIA Bağlantısı
Peki tüm bunların ülkemizdeki ırkçı hareketle
ne ilgisi var diyeceksiniz. Aynı savaş yıllarında
Nazi düşüncelerine oldukça yakın duran Alparslan
Türkeş, kendisi gibi Almanları destekleyen dönemin
Saraçoğlu hükümeti tarafından Almanların gerilemeye
başlaması üzerine 1944 yılında Turancılık suçlamasıyla
sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır. Savaşın ardından
Türkeş, Turancılık düşüncesinin yeni hamisi ABD
ile ilişkisini ise Nazar üzerinden sağlar. 1956
yılında görevli olarak bulunduğu ABD’de Nazar
ile tanışmasının ardından ırkçı hareketin CIA
ile ilişkisi sürekli gelişir. Türkiye’den sonra
Almanya’da görev yapan Nazar, burada da Türk ırkçılığının
örgütleyicisi olur.
Sık sık Türk ırkçılığı olarak nitelediğimiz bu
hareketin gerçek anlamda ırkçılıkla bile ilgisi
şüphelidir. Tamamen emperyalizmin kiralık katilliği
ile tanımlanmış bir kimliği olduğundan dolayı
hareketin içinde Türkler kadar Kürt, Arap, Laz
vb.’ler de yer almış, ve hepsi de kendilerini
“Türk” olarak tanımlamıştır. Yani Türk ırkçı hareketinin
ırkçılığı da söylem düzeyinde kalmış, asli fonksiyonu
ise anti-komünistlik olmuştur.
Eski Nazi’lere tek örnek Ruzi Nazar değildir.
Yine yıllar boyunca ırkçı hareketin en büyük destekçilerinden
biri olan Sancak Grubu’nun (Sancak Tül Fabrikası,
vb.) sahibi Murat Bayrak da eski Yugoslavya’da
Nazi işgali döneminde onlarla işbirliği yaptığı
için oradan kaçmak zorunda kalan bir faşisttir.
Yıllardır sahibi olduğu işyerlerine bırakalım
sendikayı, sol eğilime sahip bir tek işçiyi bile
sokmayan, barındırmayan ve fabrikasını uzun süre
katillerin eğitim alanı yapan bu işçi düşmanının,
Ruzi Nazar ile birlikte 1990’lı yıllarda Suudi
Arabistan Kralı Fahd’ın danışmanı olarak karşımıza
çıktığını görmekteyiz. Oysa Türk ırkçılığının
teorisyenlerinden Nihal Atsız’ın vasiyetinde Türk’e
düşman olarak sıraladığı ulusların arasında Araplar
da vardır!
Ruzi Nazar ile Murat Bayrak’ın kaderindeki paralelliklere
son örnek ise birinin savaştaki suçlarından yargılanmadan
kurtulmasına benzer şekilde, Murat Bayrak’ın da
12 Eylül sürecinde tutuklanmayan tek MHP yöneticisi
olmasıdır.
Aslında ABD, CIA, MHP ilişkilerini gözler önüne
sermek için bu kadar detaya girmeye gerek de yok.
Son günlerde Bülent Ecevit’in ölümünün ardından
ortaya dökülen arşiv belgeleri de bu konuya yeterince
açıklık getirmiştir. Bu belgelerde yer alan 6
Ağustos 1980 tarihli istihbarat raporlarına göre
İsrail, MHP’ye yılda 3 milyon dolar göndermekte
ve MHP’li katilleri eğitmekteydi.
“Bilhassa Amerikan Sermayesi…”
Peki o zaman nedir “milli” olan? Kelimenin sözlük
anlamıyla bir millete dair, ona özgü bir şey olarak
algılasak, aklımıza hiçbir “kötü” fikir getirmeden
yaklaşsak, kendini “milliyetçilik” ile tanımlayan
bir liderden, Alparslan Türkeş’ten şöyle bir söz
duyduğumuzda nasıl yorumlamamız gerekiyor: “Türk
Cumhuriyetlerinde tabii kaynaklar çok zengin.
Yapılan uydu araştırmalarına göre de Hazar Denizi,
Tataristan dahil, Kazakistan ve Özbekistan böyle
bir yarım daire biçiminde Basra Körfezi’nden daha
zengin petrol rezervlerine sahip. (...) En büyük
ihtiyaçları yabancı sermayedir. Yatırımdır. Ben
ABD’yi ziyaretimde çeşitli lobilerle görüştüm.
Onları Türk Cumhuriyetlerine yatırım yapmaya davet
ediyorum, teşvik ediyorum... Mesela Özbekistan’da
çok zengin altın madenleri var... Mesela ABD’ye
diyorum ki ‘yatırım yapın, çok zengin kaynaklar
var.’ İstiyorum ki oraya bilhassa Amerikan sermayesi
girsin. (...)” (Kontrgerilla Kıskacında Türkiye,
Suat Parlar, syf; 432-433) Her şey çok açık aslında.
Ortada gerçek bir “milliyetçilik” bile yok. Sadece
ABD uşaklığı var.
Bunca gerçeği yeniden ortaya dökmemiz neden gerekti
derseniz, yeniden yazımızın en başındaki kavram
karmaşasına döneceğiz. Ama önce bu kavram karmaşasını
besleyen nesnel duruma göz atmamız gerekecek.
Tüm dünyada sivil faşist hareket, ırkçılıktan
çok anti-komünist kimliği ile ön plana çıkarak
yıllarca işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı
emperyalizm ve uşakları tarafından beslendi, kollandı,
geliştirildi. Her zaman ırkçılığı bir ideolojik
motif olarak kullanan sivil faşist hareketin ülkemizdeki
versiyonu, 1984’ten bu yana boyutlanan Kürt ulusal
hareketinin gelişimini fırsat bilerek kendine
yeni bir gelişme zemini yakaladı. Tıpkı Hitler’in,
Mussolini’nin yaptığı gibi sosyalizm güçlerinin
zayıflığından kaynaklanan boşluğu değerlendirerek,
“iktidara yöneltilmesi gereken” tepkiyi Kürt halkına
yönlendirerek yeniden palazlandı. Bu, Sovyetler
Birliği’nin dağılması sonrasında kendisine duyulan
ihtiyacın ortadan kalkmasıyla “çek senet” gibi
“geçimlik işlere” yönelen ırkçı hareketi yeniden
bir tehdit unsuru haline getirdi.
ABD’nin Irak işgalinin ardından Güney Kürdistan’da
ortaya çıkan devletleşme süreci, günümüzdeki kafa
karışıklığının en güçlü nedeni olarak ortaya çıktı.
Bu durum, yıllardır temel politik zeminini anti-komünistlik
ile paralel olarak anti-Kürtlükle zenginleştiren
MHP’yi sahte bir anti-ABD’cilikle “onurlandırdı”.
Ortaya çıktığı günden bu yana bağımsızlık uğruna
ABD ve onun işbirlikçileri ile savaşan devrimci
yurtseverlerin kanını döken, hiçbir zaman ABD’yi
karşısına almadığı gibi ondan sürekli destek gören,
onun tarafından eğitilen, donatılan şekillendirilen
ırkçı hareket, şimdi bu sahte etiketle göz boyamaya
çalışıyor.
Ortaya çıktığı günden bu yana anti-ABD bir söylem
MHP’de hep vardı. Ama ilk defa bu söylem, nesnel
durumun etkisiyle “sahici” imiş gibi algılanabiliyor.
12 Eylül’ün ardından ülkeyi imam hatip liseleri
ve kuran kursları ile donatan cuntanın bir diğer
eseri olan YÖK’e “laiklik savunuculuğu” misyonunun
yakıştırılması ne kadar saçma ise bu algılama
da öyle. Ancak sınıf mücadelesinin turnusolu,
siyasal gündem dediğimiz karmaşanın içine daldırılmadıkça
bu algı yanılgılarının sürmesi de kaçınılmaz gibi
görünüyor.
Peki sınıf mücadelesi yükselene kadar bu tabloyu
mu seyredeceğiz? Elbette ki hayır. Basit bir soru
ile başlayabiliriz işe. Kendilerine “milliyetçiyim”
diyenler, bugüne kadar “millet” için ne yaptılar?
Soru kadar cevap da basit aslında. Katliam, soygunculuk,
her türden mafyacılık, yolsuzluk ve daha sayılamayacak
bir çok pis iş
Geçtiğimiz günlerde kongresini gerçekleştiren
bu ırkçı partinin başkanlığına, egemen olan yönetime
rağmen aday olan Ümit Özdağ’ın sırf bu yüzden,
yani parti başkanlığına istenmeyen adam olduğu
için ABD-İsrail bağlantıları ortaya dökülüverdi.
Oysa bu faşistin başkanlığa aday olana kadar bu
ilişkileri, ortaya dökenler tarafından biliniyordu
ve bu durum kendini “milliyetçi” olarak tanıtan
partiyi hiç rahatsız etmiyordu.
Adolf Hitler, iktidara geliş sürecinde ustaca
bir kampanya yürütmüştü. Faşist demagojinin her
türlüsünün başarıyla gerçekleştirildiği bu süreçte
sözgelimi çoğunluğu kiracılardan oluşan bir dinleyici
kitlesine “kiraları düşüreceğim” diye konuşan
Hitler, çoğunluğunu ev sahiplerinin oluşturduğu
bir başka kitleye ise “kiraları artıracağım” diye
konuşabiliyordu. Aradan geçen zaman benzer ideolojinin
takipçilerinin, benzer yöntemlere hala başvurmakta
olduğunu bizlere göstermeye devam ediyor.
Günümüzde binlerce metrekare toprağı ABD üsleri
tarafından işgal edilen ve bu topraklara bırakalım
TC askerlerinin, milletvekillerinin bile girmesinin
engellendiği bir ülkede birilerinin kalkıp da
Türk ve Kürt halklarının düşmanlığı politikası
üzerinden “milliyetçilik” yapmaya çalışması ‘komik’
olabilir. Bu komik durumun yaratılmasında her
türden anti-emperyalist ağırlıklı politikayı “bunların
her türlüsü milliyetçiliğe çıkar” diyerek karalayan
ve ABD ya da AB karşısında kendini ezik, sömürülmüş
hisseden ancak bu ilkel politik hissiyatına karşılık
düşecek devrimci politikalarla buluşamayan geniş
emekçi yığınlarının nabzını yakalayamayan “sol”
yaklaşımların da etkisini göz ardı edemeyiz.
Faşizm, çoğu durumda uygun zemini değerlendiremeyen
sosyalist güçlerin boş bıraktığı politik ortamlarda
gelişebilmiştir. Emperyalizm tarafından sömürülen
ve her geçen gün bunu daha dolaysız olarak hisseden
geniş emekçi yığınlarının bu duruşu devrimciler
tarafından doğru kanallara yönlendirilmediği sürece
sahte milliyetçiliğin ya da İslamcı akımların
güçlenmesi kaçınılmazdır.
Yeniden kavram sorununa dönecek olursak, onların
milliyetçiliğinin sahte olması, sahte olmayanını
aklamaz. Devrimciler, yeryüzündeki tüm halkların
ve ulusların kardeşliğini ve özgürlüğünü savunur,
bunun için de dövüşürler. Bundan dolayı, kendi
politik duruşlarını “enternasyonalizm” sözcüğü
ile anti-emperyalistliklerini ise “yurtsever devrimcilik”
sözcüğü ile tarif ederler. Ama bu onların mücadele
yürüttüğü politik alanların tanımsızlığı anlamına
gelmez. Yeryüzünün her köşesinde emperyalizme,
faşizme karşı savaşan devrimcilerin bu savaşımlarının
bir adı vardır. Bu mücadelelerin, Vietnam Devrimi,
Küba Devrimi, Rus Devrimi, Bulgar Devrimi, Arnavutluk
Devrimi, Çin Devrimi ... olarak adlandırılması
bundan gelir. Ve Marx-Engels’in Komünist Parti
Manifestosu’nda yazdıklarını bir kez daha anımsarsak;
“İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları
bir şeyi alamayız. Proletarya, her şeyden önce,
siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı
durumuna gelmek, kendisini ulus olarak oluşturmak
zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır,
ama sözcüğün burjuva anlamında değil.” (Sol y.
1998, 2. baskı, s: 34) Sözcüğün burjuva olmayan
anlamında, kendisini ulus olarak oluşturmak zorunda
olduğu ölçüde ulusal da olan proletaryanın bu
görevi kavranmaksızın, bu kapsam dahilinde anti-emperyalizmi
de içeren sınıfsal kurtuluş mücadelesi örgütlenmeksizin
her türden ırkçı akımla yeterli ideolojik ve politik
mücadele yürütülmesi olanaksız hale gelecektir.
Ulusların ve devletlerin sönümlenme sürecini mücadelenin
akışı içindeki sıralamaya aykırı olarak ele alan
bir politika yapma tarzının güncel ve tarihsel
politik taleplere cevap verebilme şansı yoktur.
|