Geçtiğimiz ay Lübnan ve Filistin Siyonist İsrail
saldırısını yaşarken Türkiye aslında dipten gelen
bir başka dalganın ilk işaretlerine tanık oldu.
On binlerce fındık üreticisinin Ordu’daki yol
kesme ve polisle çatışma eylemi, hem ortaya koyduğu
şiddetli öfke, hem de kendi iç çelişkileri ve
karmaşası bakımından tipik bir halk hareketiydi.
Uzun süredir kendi iç yaşantılarına kapanmış olan
solun çok fazla öngöremediği bir öfke derinlerde
bir yerde öylesine birikmiş olmalı ki, “durumun
hassasiyeti”nden ötürü yerel polis güçleri bile
başka yerlerde olduğu gibi pervasızca saldırmayı
göze alamıyorlar ve fiili bir durumun saatlerce
yaşanmasına seyirci kalıyorlardı. Sorunun bütün
üretici kitleyi kapsayan yakıcılığı gerçekten
de çok renkli ve çok öfkeli bir kitleyi bir araya
getirmişti ve aslında bu öfke zaman zaman kontrolden
çıksa da kendi hedefini biliyordu: AKP ve IMF!
Fındık ve siyaset tüccarı Zapsu’nun elektrik direğinde
sallanan maketi ve atılan sloganlar bunun en açık
kanıtıydı.
Şimdilik her şey biraz durulmuş gibi görünüyor;
belki Karadeniz’i tümden yitirme tehlikesini fark
eden AKP birkaç küçük hamle yapıp durumu biraz
kurtarmaya çalışacak, IMF kurallarını zorlayarak
Toprak Mahsulleri Ofisi’ni alımlar için devreye
sokması bunun bir örneği ama sorunun kendisi yalnızca
fındıkta değil bütün tarım alanında giderek büyüyor
ve derinleşiyor. Bu sonbahardaki sıkıntı atlatılsa
bile, IMF-Dünya Bankası saldırısının somut sonuçları
kırda giderek daha fazla öfke biriktirmeye devam
edecektir.
Fındık
Tüccarı Karanlık Bir Prens: Zapsu
Türkiye'deki neoliberal hükümetlerin en büyük
özelliği bünyelerinde her zaman sivri zekalı
bir hırsız-prens bulundurmaları. Çoğu kez
aynı zamanda ABD ajanı olan bu danışman-uzman
sürüsünün politikaların oluşumundaki rolü
küçümsenemeyecek orandadır. Sonuçta partilerin
yüzlerce milletvekili vardır ama asıl işler
Lenin'in de dediği gibi her zaman "koridorlarda"
biter.
AKP'nin karanlık prensi ise Cüneyd Zapsu…
Hem asıl efendileri olan ABD emperyalistlerini,
hem hükümeti idare eden, hem de kendi cebini
düşünen bu "başbakanlık danışmanı"
ihalelerde yabancı tekellerin takipçiliğini
yapmaktan elçilerle toplantılar düzenlemeye
kadar her işe burnunu sokmakla görevli.
1956 doğumlu olan Cüneyd Zapsu, ilk ve orta
öğrenimini Almanya'da ve Türkiye'deki Alman
okullarında tamamladı. İstanbul Üniversitesi
ve Münih Ludwig Maximillian Üniversitesi'nde
işletme eğitimi aldı. Almanya'da okurken babasının
orada kurduğu tekstil şirketiyle işe başladı.
Sonra ise fındık ihracatına girişti. 1985
yılında Balsu Gıda'yı, ardından Teksu'yu ve
1995 yılında da ucuzluk marketleri zinciri
BİM'i kurdu.
AZİZLER Holding İcra Kurulu Başkanı Cüneyd
Zapsu, AK Parti'nin kurucularından, AKP Merkez
Karar ve Yürütme Kurulu (MKYK) Üyesi. Türk-Amerikan
İş Konseyi Yönetim Kurulu üyesi ve TÜSİAD
üyesi. Zapsu, İstanbul İhracatçılar Birliği
Başkanlığı ile ABD fındık şikreti Hazelnut
Council'in eş-başkanlığını yapıyor. AKP'deki
işi ise belirsiz. Amerikalılarla görüşüyor,
işler bağlıyor, Fiskobirlik'in çökertilmesi
için canla başla çalışıyor. Kısacası parti
içinde tam bir siyaset tüccarı olarak iş görüyor.
|
Fındık: Bolluğun Yokluğu…
Bu kadar öfkeye yol açan neydi peki? IMF ve hükümetin
yaptıkları nasıl olmuştu da bu kadar kişiyi sokağa
dökmüştü?
Her şeyden önce fındık, özellikle Karadeniz için
hayati bir ürün ve adeta bölge ile bütünleşmiş
halde. Karadeniz’de fındığın en az 25 yüzyıllık
bir yaşantısı olduğu iddia ediliyor ve yüzyıllardır
bu bölgede dünyanın en kaliteli ürünü yetiştiriliyor.
Bu sayede yıllık 550-600 bin tonluk üretimiyle
Karadeniz, dünya üretim ve ticaretinin yüzde 70-75’ini
elinde tutuyor. Bir üründe bu kadar büyük bir
üretime sahip olmak aslında tekel olmakla eşdeğer
bir durum. Üstelik bu, son derece kötü verim düzeyi
ve plansız üretime karşın böyle. Örneğin 1998-2002
dönemi ortalamasına göre Türkiye’de dekardan 100
kg fındık alınmışken, ABD’de 249 kg, Fransa’da
194 kg, İtalya’da 163 kg, Yunanistan’da 159 kg
ve Gürcistan’da 143 kg fındık alınmıştır. Yani
aslında Karadeniz fındığı üzerinde çalışılıp verimi
artırılmış bir ürün değil. Buna karşın son derece
plansız bir biçimde fındık dikim alanları her
yıl artmakta ama IMF işbirlikçisi hükümetler ürüne
destek vermemektedirler. 1960’ların başlarında
200 bin hektar dolayında olan üretim alanları,
2005 yılında ise 580 bin hektara ulaşmıştır.
Bugün Karadeniz’de yaklaşık 400 bin aile fındık
tarımı ile uğraşıyor ve Türkiye genelinde 7-8
milyon kişi doğrudan ya da dolaylı olarak Fındık
üretimiyle ilgili. 2005 yılı itibariyle Türkiye’nin
fındık ihracatı 2 milyar dolar ve tarımsal ihracattaki
payı yüzde 23.
Tarımda
Çöküşün Sonucu: Yeni Göç Dalgaları
Fındıktan üzüme,
tütüne ve pancara kadar bütün tarım alanlarındaki
emperyalist tahribatın doğrudan sonuçlarından
biri, yüz binlerce insanın tarımdan koparak
kentlere savrulmasıdır. Yalnızca 2000-2005
yılları arasında tarımdan kopanların sayısı
resmi rakamlara göre 1,3 milyona ulaşmıştır.
Üstelik bu durum, klasik bir gelişme temposunun
eseri de değildir. Yani aynı sürede kentlerde
bu nüfusu istihdam edebilecek iş kapasitesi
oluşmamıştır. Bu, kentlerin çekimi değil,
kırların itmesidir. Tarım sektöründe çözülme
ve kentlere göç yakın gelecekte de devam edecek
gibi görünüyor; çünkü geçmiş dönemde uygulanan
ve küçük aile işletmelerinin ayakta kalmasına
yardımcı olan tarımsal desteklemeler sona
ermekte ve çözülme giderek artmaktadır.
2000'li yılların başından beri uygulanan tarım
politikalarının sonucunda tarıma yönelik destekler
milli gelirin yüzde 3'ünden yüzde 0,7'sine
geriletilmiş, tarımsal örgütlenmeler, Tarım
Satış Kooperatifleri Birlikleri zayıflatılmış,
tarım özellikle son üç yılda net ithalatçı
konumuna getirilmiştir. Böylece, milli gelirdeki
payını son derece hızlı bir şekilde yitiren
tarım sektörü daha da hızlı bir şekilde istihdam
kayıpları yaşamakta, aynı zamanda da kırsal
göç ve kentsel/kırsal işsizlik oranları yükselmektedir.
|
Fındıkçı Yoksulluk Sınırında
Bu kadar göz kamaştıran rakamlara karşın fındık
üreticisi küçük köylülerin tuzu kuru değil. Tam
tersine gitgide yoksullaşıyorlar, dünyada az bulunur
bir doğa harikasına karşın bir türlü ayağa kalkamıyorlar.
Her şeyden önce üretim küçük çapta yetersiz arazilerden
oluşuyor ve fındığın yetiştiği coğrafya çok zor
bir coğrafya. Araştırmalara göre fındık tarımında
bir çiftçi ailesinin yıllık yeterli geliri sağlayabilmesi
için en küçük arazi büyüklüğü, coğrafi yapıya
göre 22 ile 45 dekar arasında olmak zorunda. Oysa
Karadeniz’de ortalama fındık alanı büyüklüğü 14
dekardır. Üstelik, çiftçilerin %48’inin bahçe
büyüklüğü 6.2 dekar, %18’inin ise 3.5 dekardır.
Bütün bunların üzerine IMF baskısı ve fiyatların
düşüklüğü eklendiğinde ise fındık üreticilerinin
yarısı yoksulluk sınırını yaşamaktadır. Üreticiyi
tarımdan vazgeçirmek için verilen Doğrudan Gelir
Desteği ile birlikte düşünüldüğünde bile şu anda
çitçilerin %50’sinin fındıktan sağladığı gelir
günlük 2 doların altındadır. Üstelik bütün bunlar
girdilerin gitgide daha pahalı olduğu bir ortamda
gerçekleşmektedir.
Tütün’de
Zirveden Dip Noktaya...
IMF-DB politikalarının en sert darbe vurduğu
alanlardan biri de, tütündür. Büyük uluslar
arası tekellerin tütünden elde ettikleri kâr
başka hiçbir ürünle kıyaslanamaz. Bu yüzden
tütündeki saldırı çok kapsamlı olmuştur. Bir
yandan üretim ciddi biçimde azaltılmış, diğer
yandan ise bu alanda çalışan kârlı devlet
işletmeleri yok pahasına satılarak tekellere
hazır zemin sağlanmıştır. Sonuç, tam bir felakettir.
9 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren 4733
sayılı Tütün Kanunu ile tütünde destekleme
alımları kaldırılarak sözleşmeli üretim sistemine
geçilmiştir. Tütün üreticisinin örgütsüz olması
nedeniyle bu sistemde fiyatlar alıcı firmalar
tarafından belirlenmekte; üretici bu durumda
sektörden kopmak zorunda kalmaktadır. Öyle
ki, 1999 yılında 251 bin ton olan tütün üretimi
2004 yılında 129 bin tona; 578 bin olan ekici
sayısı ise 274 bin kişiye düşmüştür. Aynı
şekilde TEKEL'in destekleme alımlarının toplam
üretimdeki payı 1999'da yüzde 72 iken, 2004'te
sözleşmeli alımdaki payı yüzde 28'e inmiştir.
Şu anda bile Oriental (şark) tipi tütün üretiminde
2003 yılı itibariyle 148 bin 207 ton ile Türkiye
dünyanın birinci sırasındadır. Genel tütün
üretiminde de Türkiye, 2004 yılında 152 bin
ton üretimiyle dünyada 6. sıradadır. Ancak
uygulanan politikalar sonucunda, 1960 yılı
öncesinde Türkiye'nin ihracat gelirinin yaklaşık
%25-40'nı karşılayan tütünün son yıllarda
genel ihracat içindeki payı % 2'ye kadar gerilemiştir.
2000 yılında, -yani "Tütün Yasası"
çıkmadan önce- bu alanda 583 bin 474 üretici
bulunuyordu. Aileleriyle birlikte hesaplandığında
neredeyse 3 milyona yakın insan bu ürünle
geçiniyordu. Oysa IMF politikalarıyla üretici
sayısı 2004 yılında 285 bine, aileleriyle
birlikte 1,5 milyon kişiye gerilemiştir Yani,
yaklaşık üç-dört yılda, tütün üretimiyle uğraşan
1,5 milyon kişi kentlerin varoşlarına yeni
işsizler ve yoksullar olarak katılmıştır.
Bütün bu açılardan bakıldığında tütünün öyküsü,
aslında tam da yeni sürecin neoliberal soygununun
öyküsüdür. |
IMF-Dünya Bankası: Tarımın Can Düşmanları
Peki %75’lik dünya pazarı gibi tekel sayılabilecek
muazzam bir zenginliğe karşın fındık üreticisi
neden bu durumda?
Bu sorunun yanıtı, yalnızca fındıkta değil bütün
tarım alanlarında uygulanan emperyalist politikalara
sıkı sıkıya bağlı. S. Barikat’ın daha önceki sayılarında
da ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi IMF-Dünya
Bankası ikilisi, uzun süredir tarıma el atmış
haldedir.
Türkiye, 24 Ocak 1980 kararlarından bu yana tarımda
ve her alanda emperyalistler tarafından emredilen
politikaları uyguluyor. Bu kararlar, 1970’li yıllarda
belirginleşen neo-liberal politikaların IMF ve
Dünya Bankası aracılığıyla azgelişmiş ülkelere
dayattığı mali ve yapısal uyum programlarının
bir ürünüdür.
1980’den beri gelişen bu süreç özellikle 9 Aralık
1999’da IMF’ye verilen niyet mektubuyla birlikte
somut uygulamalara dönüşmüştür. 1997 yılının sonlarına
Türkiye’ye gelen Dünya Bankası heyeti başkanı
John Nash’ın raporu bu konuda belirleyicidir.
Rapora göre, “Türkiye’de uygulanan tarımsal destekleme
politikaları mali açıdan pahalı ve ekonomik olarak
verimsizdir. Sistem vergi yükümlüleri ve tüketicilere
önemli yükler getirmektedir.” Bu rapora uygun
olarak hazırlanan sözde “reform” programı, neredeyse
Nash’ın sözlerinin birebir tekrarı gibidir: “Tarım
ürünleri fiyatları, dünya fiyatları düzeyine çekilecek,
fiyat destekleri ya da sübvansiyonlar kaldırılarak
Doğrudan Gelir Desteği (DGD) sistemine geçilecek,
gübre ve kredi sübvansiyonlarına son verilecek,
tarım satış ve kredi kooperatiflerinin avantajları
kaldırılacak, bütün tarımsal KİT’ler özelleştirilecek.”
9 Aralık 1999’da IMF’ye verilen niyet mektubu
ve 10 Mart 2000’de Dünya Bankası’na verilen kalkınma
politikası mektupları aynen bunları içermektedir.
Daha sonra paraşütle gelen Kemal Derviş’in ünlü
tütün, şeker, vb. yasaları ise biliniyor. Böylelikle
Türkiye’de tarım ve hayvancılığı çökerterek, ülkeyi
küresel gıda şirketlerinin pazarı haline getirmek
için IMF ve Dünya Bankası’nca dayatılan program
adım adım uygulamaya konulmuştur.
Bu programa teslim olunduktan sonra 2001-2004’te,
bütçeden tarıma ayrıldığı belirtilen tüm ödemeler,
artık milli gelirin yüzde 1’inin altındadır ve
bu miktarın da %70’i de zaten çiftçiyi tarımdan
vazgeçirmek için verilen DGD’dir.
Sonuç, tarım üretimi bakımından tam bir felakettir.
Bizzat Dünya Bankası bile 9 Mart 2004 tarihli
raporunda bunu kabul etmektedir. Rapora göre,
1999-2002 döneminde, tarıma verilen desteğin GSMH’ye
oranı yüzde 3,2’den yüzde 0,5’e düşmüştür.
Aynı dönemde tarımsal gelir 27 milyar dolardan
22 milyar dolara gerilemiş, böylece çiftçiler
yaklaşık 4 milyar dolar zarara uğramışlardır.
2002-2003 arasında gübre ve ilaç kullanımı yüzde
25-30 azalmış, kredi alan çiftçiler, borçlarını,
tarımsal gelirdeki azalmalar ve yüksek reel faiz
oranları nedeniyle ödeyememişler ve sonuçta 1999-2001
arasında, Türkiye’de üretilen başlıca tarım ürünlerinin
brüt değeri, reel olarak yüzde 16 oranında azalmıştır.
1997-2002 döneminde, ihracat ve ithalat tüm ürün
çeşitlerinde artış gösterirken, tarım ve gıda
ürünlerinin toplam ihracat ve ithalattaki payı
düşmüştür. Hektar başına meyve değeri yüzde 29
azalırken, hububat ve sebze değeri sırası ile
yüzde 22 ve yüzde 23 düşmüştür. Bunun sonucu olarak
aynı süreçte çiftçi, 450 bin hektar alanı ekmekten
vazgeçmiştir.
Yine 1999-2001 arasında tarım ürünleri fiyatları
yüzde 40 oranında gerilemiş, DGD programı ise
çiftçilerin uğradığı net gelir kaybının ancak
yüzde 35-45’ini karşılayabilmiştir. DGD programından
fiilen yararlanamayanlar için, bu durum dahi söz
konusu değildir.
Dünya Bankası programı sürecinde hayvan varlığındaki
erime de devam etmiş; 1990-2005 yılları arasında
koyun sayısı 40,6 milyon baştan 25,3 milyon başa,
sığır sayısı 11,4 milyon baştan 10,5 milyon başa
gerilemiştir. Süt üretimi yalnızca yüzde 13 dolayında
artmıştır. Denetim altındaki mezbaha ve kombinalarda
kesilen toplam sığır, koyun ve keçi sayısı 9 milyondan
6,5 milyon başa gerilemiştir. Böylelikle kırmızı
et üretimi ise yüzde 19’luk bir gerilemeyle 507
bin tondan 409 bin tona düşmüştür.
Bütün bunlar, yüz binlerce insanın tarımdan kopması
ve kentlere yığılması anlamına gelmektedir.
Şeker
Yerine Tatlandırıcı, Şeker Pancarı Yerine
Mısır!
IMF-DB programlarından en büyük darbeyi alan
ürün şeker pancarı oldu. Cargill gibi büyük
tatlandırıcı tekellerinin hazırlayıp IMF aracılığıyla
dayattığı Şeker Yasası nedeniyle 125 bir şeker
pancarı üreticisi tarımdan koparılarak yoksulluğa
itildi. 2000 yılında 18,8 milyon ton olan
şekerpancarı üretimi, IMF'ye verilen ekim
alanlarının daraltılması taahhüdü ve 4 Nisan
2001'de "Derviş Yasası" olarak çıkarılan
4364 sayılı Şeker Kanunu hükümleri doğrultusunda
2004 yılında 13,5 milyon tona gerilemiştir.
Tatlandırıcıların hammaddesi olan mısırın
%73'ünü ise Türkiye dışardan ithal ediyor.
Yani tatlandırıcılarda hammadde olarak da
dışa bağımlılık var. Oysa şekerpancarı Türkiye'de
üretiliyor ve üstelik üretim yeterliydi. Şimdi
yine bu tatlandırıcı firmalarının hükümete
baskı yapmasıyla halen %10 olan tatlandırıcı
izni yüzde 15'e çıkarılmak isteniyor. Bu da
50 bin şekerpancarı üreticisinin daha üretimden
koparılması anlamına geliyor.
Bu arada, tatlandırıcılardan üretilen şekerin
ne kadar sağlıklı olduğu, kanserojen özellikleri
ise hala tartışılıyor. |
Fındıkta Neler Oluyor?
Özel olarak fındık tarımında olanlar ise birkaç
madde halinde sıralanabilir:
1) Tekeller Piyasayı Belirliyor
Birincisi, Türkiye dünya üretim ve ticaretinin
yüzde 70-75’ini elinde tutsa da asıl belirleyici
olan alıcı tekellerdir. Yılda yapılan yaklaşık
210 bin ton iç fındık (420 bin kabuklu fındığa
eşdeğer) düzeyindeki ihracatın yüzde 80-85’i AB
ülkelerine yapılmaktadır ve bu ülkelerin başında
da 65-70 bin ton ile Almanya gelmektedir. Alman
gıda tekelleri bu alanda egemen durumdadır ve
çoğu kez fiyatları da onlar yönlendirmektedir.
Yani işbirlikçi yönetimlerin elinde Türkiye tarımının
ve özel olarak fındığının bir şansı bulunmamaktadır;
çünkü emperyalizmin uşaklığını yapan hükümetler
ülkenin tarım üretiminin gelişmesini ve insanların
gelir seviyesinin yükselmesini değil, emperyalist
gıda tekellerinin çıkarlarını kollamaktadırlar.
Fiskobirlik’e desteği kaldırarak fiyatları aşağı
çekmek, hatta yok pahasına kaldırmak hükümetlerin
başta gelen görevidir.
2) Hükümetler Niyet Mektubu Uyguluyor
Bu doğrultuda bütün IMF-Dünya Bankası programlarını
gözü kapalı kabul eden oligarşi, kendi eliyle
hazırladığı niyet mektuplarıyla emperyalistlere
tarımı ve özel olarak fındığı çökertme sözü vermiş
ve bunu uygulamaktadır.
Bu amaçla aşama aşama tarımsal kredilere uygulanan
destekler kaldırılmış, gübre ve diğer girdilere
ilişkin desteklemeler 2002 başında tümüyle yok
edilmiş ve 2002 yılından itibaren fındıkta destekleme
alım fiyatı açıklanmayacağı ilan edilmiştir.
Aynı süreçte, IMF emriyle çıkarılan tarım satış
kooperatif ve birlikleri (TSKB) yasası ile Fiskobirlik’e
(ve diğer Tarım-Satış birliklerine) devlet ya
da diğer kamu tüzel kişilerinden mali destek sağlanması
yasaklanmış, Fiskobirlik’in fındık alımlarına
sınırlama getirilmiştir (Dünya Bankası’nca hazırlanan
raporda Fiskobirlik’in 50 bin tondan fazla fındık
alamayacağı belirtildi).
3) Neoliberalizmin Önündeki Pürüzler Temizleniyor
Aynı operasyonun bir başka ayağı da, tarımsal
alanda tekellerin önünü kısmen tıkayan birkaç
büyük kurumdan biri olan Fiskobirlik’in etkisizleştirilmesi,
giderek yok edilmesi planı devreye sokulmuştur.
Önce IMF emri uyarınca Fiskobirlik’in fındık alım
miktarı sınırlanmış ve Birlik tamamen devlet desteğinden
yoksun bir ticari işletme haline getirilmiştir.
İkinci aşama ise Birlik’in yönetim kademelerinin
tümüyle değiştirilerek genel politikalara uyumlu
hale getirilmesi için baskı olmuştur.
Bütün bunlar tekeller için önemlidir. Çünkü, bütün
yolsuzluklarına, skandallarına rağmen Fiskobirlik
onlar için zararlı bir iş yapmakta ve piyasadan
çok miktarda fındığı az çok belirli fiyatlarla
çekmektedir. Depolama olanakları olmayan ve iklimden
ötürü elindeki ürünü koruyamayan Fındık üreticisinin
tamamen çaresiz kalarak her türlü fiyata razı
olmasını isteyen tekeller bu alanda bu büyüklükte
bir alım garantisinin bulunmasından hiç hoşlanmamaktadırlar.
Böylece biraz soluk alabilen üretici, elindeki
fındığı kısa süre de olsa elinde tutabilmektedir.
Örneğin bu yıl Fiskobirlik’in açıkladığı 7 YTL’lik
fiyat, tekeller için tam bir felakettir ve bu
yüzden Birlik’i zor duruma düşürmek için elden
gelen her şey yapılmıştır. Ve tabii bunun da ötesinde
asıl sorun, neoliberalizmin mantığı gereği herhangi
bir piyasada sermaye hareketinin tümüyle özgür
olması arzusudur. Tekeller, fiyatları istedikleri
gibi oluşturma konusunda hiçbir engel istememektedirler.
Bu yüzden de bir yandan hükümet üzerinden borç
baskısı yaparak, diğer yandan alım miktarına sınırlamalar
koyarak Fiskobirlik’i tamamen bitirmek en önemli
hedefleridir.
Pamukta
İhracattan İthalata
Eskiden pamuk üretimi kendine
yeterli olan, hatta ihraç bile eden Türkiye,
on yılda 1 milyon 300 bin tondan 850 bin
ton üretime düştü. Bunun sonucu olarak her
yıl 500 bin ton pamuk 600 milyon dolar ödenerek
ithal ediliyor. Elbette bu da yabancı tekellerin
pamuk üretimini baltalayan politikalarına
ve hükümetlerin düşük fiyatlarla üreticiyi
tarımdan uzaklaştırmasına bağlı olarak gerçekleşti.
Desteklerin kesilmesi, maliyeti bile karşılamayan
fiyatlarla üreticinin canından bezdirilmesi,
bu alanda da en çok kullanılan yöntemlerdi.
***
Buğdayda
İthalat: Akıldışı Bir Durum
Yerli üretimi caydırıp ithalatı artırmak
en klasik tarım ürünü olan buğdayda da geçerlidir.
Örneğin 1994'te 9,8 milyon hektar olan buğday
ekim alanı 2003 yılında 9,3 milyon hektara
gerilemiştir. Üretim ise son (nüfus artışına
karşın) 10 yıllık dönemde 19 milyon tonda
sabitlenmiş gözükmektedir. Bunun sonucu
olarak tipik bir buğday ülkesi olan Türkiye,
2004 yılında 1 milyon 500 bin ton buğday
ithal ederken bu ithal buğdayın kilosuna
375 bin TL ödemiştir. Oysa aynı yıl, Tarım
Bakanı buğday fiyatını 315-325 bin TL olarak
açıklamıştı. Yani bakanlığın fiyatı, ithal
edilen buğdayın fiyatından bile daha düşüktü.
***
Çiftçi Hızlı Bir Şekilde
Yoksullaşıyor
Yoksulluk, ülke kırsal yaşamının kendini
yeniden üretme kapasitesini tehdit eder
bir boyuta ulaşmıştır. Türkiye İstatistik
Kurumu'nun (TÜİK) yaptığı Yoksulluk Çalışması'na
göre; Türkiye'de en yüksek yoksulluk kırsal
kesimde yaşayanlar arasında gözleniyor.
2002 yılında yüzde 35,5 olarak hesaplanan
kırsal kesimde yaşayanlar arasındaki yoksulluk
oranı 2003 yılında yüzde 37,1'e, 2004 yılında
ise yüzde 40'a ulaştı.
İktisadi faaliyet koluna göre en yüksek
yoksulluğun yaşandığı tarım sektöründe 2002
yılında yüzde 36,4 düzeyinde bulunan yoksulluk
oranı 2003 yılında yüzde 39,9'a, 2004 yılında
ise yüzde 40,9'a çıktı.
Öte yandan, kırsal kesimde tarımla uğraşanların
2002 yılında yüzde 36,8'i yoksul iken, bu
sayı 2003 yılında yüzde 40,9'a, 2004 yılında
ise yüzde 42,3'e yükseldi.
|
4) Ürün Ucuza Kapatılmak İsteniyor
Böylece, bölgede “alivreci” denilen tüccarların
önü açılmaktadır. Ürün daha tarladayken üreticiye
kapora vererek fındığın kendisine teslim edilmesi
için anlaşma yapan alivreci, fındık piyasasının
ucuz oluşması için tüm politik gücünü kullanmaktadır;
çünkü, aynı tüccar mahsul piyasaya çıkmadan 8
ay önce, daha ocak ayında, Avrupalı alıcıya Eylülde
hangi fiyattan satacağını bildirmektedir. Bu,
şüphesiz mümkün olan en ucuz fiyattan fındığı
almak isteyen tekellerin en sevdiği yöntemdir.
Fındık tüccarı Başbakan danışmanı Cüneyt Zapsu’nun
da bütün derdi budur. Piyasadaki denge sağlayıcı
kurumları çökerterek hem IMF emirlerini uygulamak,
hem de kendi temsilcisi olduğu Amerikan fındık
tekelinin çıkarlarını korumak ve tabii bu arada
kesesini doldurmak…
5) Ve Dünya Bankası Buyuruyor:
Fındık Ağaçlarını Sökün! Sökmüyorsanız Canınızdan
Bezdiririz!
Ve nihayet, bütün bunların da ötesinde asıl sorun,
bizzat fındık üretiminin kendisini sınırlamak,
bu kadar verimli bir alanı daraltarak buğdaydan
tütüne dek her üründe olduğu gibi Türkiye’nin
tarım ve gıda sektörünü tümüyle emperyalist tekellerin
denetimine bağlamaktır. Örneğin Dünya Bankası,
12 Temmuz 2001’de yapılan bir anlaşma ile 100
bin hektar fındık bahçesinin 5 yıl içinde sökülmesi
koşuluyla 600 bin dolarlık kredi vermektedir.
İşbirlikçi yöneticiler tarafından memnuniyetle
kabul edilen bu görev henüz yerine getirilebilmiş
değildir, çünkü alternatif ürünler konusundaki
bütün teşviklere rağmen fındık üreticisi toprağından
ve ürününden vazgeçmemektedir.
İşte tam bu noktada Fiskobirlik çökertilerek,
fiyatlar düşürülerek yapılmak istenen şey, çiftçiyi
canından bezdirmek, üretmemeyi üretimden daha
kârlı duruma getirmektir. Maliyeti bile karşılamayan
komik fiyatların öne sürülmesinin ardından yatan
gerçeklerden biri de budur.
Özetle, “madem ki fındıktan vazgeçmiyorlar, öyleyse
aç kalarak emerlerimizi uygulasınlar” denilmektedir.
Sonuç olarak denilebilir ki, Fındıkta olup bitenler,
genel olarak son süreçte uygulanan emperyalist
politikaların bir tablosudur. Bütün bu açılardan
bakıldığında fındığın hikayesi, emperyalist tekellerin
dayatmasının ne kadar akıldışı bir noktaya kadar
ulaştığını gösteriyor. Zapsu’nun kendi şirketleri
için çevirdiği dalavereler bir yana, bir ülkenin
dünya çapında tekel oluşturan ürününün böylece
yok edilmek istenmesini “ihanet” dışında bir sözcükle
açıklamak mümkün değildir. Bunun için gerekçe
olarak öne sürülen “ürünün çokluğu” ise ancak
neoliberal vahşilerin anlayabileceği bir gerekçedir.
Fındık gibi yararlı bir ürünün bolluğu, hem üreticiler
hem de bütün insanlar için bir mutluluk kaynağı
olması gerekirken, tekeller tam tersini düşünüyor
ve ürünün azaltılmasını istiyor. Üstelik bu, milyonlarca
insanın yetersiz beslendiği bir ülkede söylenebiliyor.
Bütün diğer tarım alanlarında olduğu gibi asıl
amaç, uluslararası tarım ve gıda tekellerinin
önünü açmak, milyonlarca insanın yoksulluğu pahasına
kendi kasalarını doldurmaktır. Ordu’da olanlar
da tam bu vahşi politikaların yarattığı bir sonuçtur;
Karadeniz’in can damarını kesmek yolundaki girişim
büyük bir tepkinin önünü açmıştır.
Belki bugünkü patlamalar gelip geçicidir ama genel
olarak tarımdaki sarsıntı, önümüzdeki yıllarda
çok daha geniş kesimlerin canını yakacak ve daha
büyük eylemlerin önünü açacaktır. Bu yüzdendir
ki, devrimci hareket, gözünü bu alana daha dikkatle
çevirmeli, mevcut örgütlenme deneyimlerini incelemeli
ve yeni biçimlerle sürece katılmalıdır.
|