“Bir sanatçı olarak ‘Yılmaz Güney’ diye bilinirim.
Asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım,zorluklar karşısında
eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez
ve başeğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise
bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir.
1937 yılında Türkiye’de, bir güney şehri olan
Adana’nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı,
topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim.
Annem dindardı ve okuma yazma bilmezdi... Babam
ise okuma yazmayı askerde öğrenmişti. Annem gibi
o da hiç okula gitmemişti. 1976’da ben Kayseri
Cezaevi’ndeyken öldü. Mezarını göremedim...”
Kendi ağzından basit ve sade olarak yaşam öyküsünü
böyle anlatıyor Yılmaz Güney. Sinemacı, sanatçı,
roman yazarı, vb. gibi bir çok şey söylenebilir
onun için. Ama bütün bunların arasında en ayırt
edici olan ve ona gerçek kimliğini veren şey,
kuşkusuz devrimci oluşudur. Bu topraklar şimdiye
dek bir çok emekten yana sanatçı yetiştirmiştir,
tümü de saygındır; ama herhalde Yılmaz Güney kadar
açıkça kendini riske atarak devrimci bir yaşam
süren ve onun kadar emekçilerin zihninde, kalbinde
yer kazanan sanatçı pek azdır. Doğrudan yoksulluk
içinden gelmiştir o. Dokuz yaşından beri, çobanlıktan
pamuk işçiliğine, gazoz-simit satıcılığından film
bobinlerini taşımaya dek her işi yapmış, sinema
hayatında da geldiği yere tırnaklarıyla tutunarak
gelmiştir.
1955’te AÜ. Hukuk Fakültesi’ne ve sonra İktisat
Fakültesi öğrenciliği hayatında kısa bir yer tutar,
Asıl derdi her zaman sinemadır. Bu arada devrimci
hareketle tanışmakta ve dergilerde öyküler, yazılar
yayınlamaktadır. O günlerde On Üç adlı dergide
yayınlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri”
adlı öyküsü yüzünden “komünizm propagandası” iddiasıyla
bir buçuk yıl hapiste yatar. Çıktıktan sonra artık
sinemanın içindedir ve birkaç yılda bütün eski
oyuncu kalıplarını yıkan ve yoksulların, emekçilerin
duygu dünyasını yansıtan yeni bir oyunculuk biçimini
ortaya koyar. Yönetmenliğe geçtiğinde ise tam
bir gerçekçilik başyapıtı olan Umut’u çekti..
Daha sonra ise Acı, Ağıt, Baba, Arkadaş ve Endişe
arkası arkasına geldi. Emekçiler, haksızlığa uğrayanlar
ve ezilenler onun filmlerinin başlıca unsurlarıdır.
Tam bu süreçte Yılmaz Güney, Türkiye Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi (THKP-C) ile ilişki kurar. Silah
sağlamaktan devrimci kadroları saklamaya dek partiye
katkılarda bulunur. Bu yüzden yeniden tutuklanır
ve THKP-C davasından yargılanır. Çıktıktan sonra
inançlarından hiç taviz vermeden kaldığı yerden
devam eder. O günlerde “atacağım her adım emeğin
nihai kurtuluşu fikrine, yani sınıfların kendini
ortadan kaldıracağı, devletin kendisini tüketeceği,
söndüreceği bir dünya fikrine hizmet etmeliydi.
Kurtuluşun önümüzdeki aşaması olarak da Demokratik
Halk Devrimi fikrine ve mücadelelerine hizmet
etmeliydi” diye tanımlar kendisini. Bir süre yeniden
cezaevine girdiğinde kesintiye uğrasa da oradan
yaptığı katkılarla Sürü, Yol gibi başyapıtlara
imza atar. Cezaevinden kaçtıktan sonra da Avrupa’da
Duvar’ı çeker.
Yılmaz Güney’in kuşkusuz en ayırt edici niteliği,
kendisini günümüzde alıştığımız şu “aydın” tipinden
kalın çizgilerle ayırması ve hiçbir tereddüt göstermeksizin
devrimci mücadelenin içinde yer almasıdır. Sanatçının
politikadan, örgütlü yaşamdan uzak durması biçimindeki
tüm yargıları kırmış ve kendini riske atarak devrim
savaşının bir parçası olmayı önüne somut hedef
olarak koymuştur. 9 Eylül 1984’te Paris’te yaratıcılığının
zirvesindeyken ölümsüzlüğe kavuştuğunda, coğrafyamızın
devrimci hareketi yalnızca bir devrimci sanatçıyı
değil, aynı zamanda yorulmaz bir militanı yitirmişti.
Bütün emekçilerin ve devrimcilerin kalbinde eşsiz
bir yer tutan Güney, bugün tam da kendisine yakışan
bir mezarlıkta, 1871 Komüncülerinin yanı başında,
Pere Lachaise’de yatmaktadır.
|