“Bunlar maalesef madencilikte olagelen kazalar.
Maalesef, bu madenciliğin tabiatı icabı olabiliyor.”
Bu sözleri, Balıkesir’in Dursunbey ilçesinde 1
Haziran’da gerçekleşen 17 ölümlü maden kazasından
sonra Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler
söylüyordu. Ve tabii hiç duraksamadan ekliyordu
Bakan Güler, “denetimlerde bir eksiklik yoktur.”
Artık buna alışkınız. Çernobil’de de böyle, Şarbon’da,
Deli Dana’da da, Kolera’da da… Her Türk bakanının
birinci vazifesi, hata kabul etmemek, son Türk
devletini sonuna kadar savunmaktır. Biraz daha
ileri giderseniz de, her an “Türk madenciliğini
çökertmek isteyen vatan hainleri” kategorisine
girebilirsiniz.
Peki ama gerçekten durum böyle mi? Gerçekten ortada
bir hata yok da, bütün bunlar aslında madenciliğin
cilveleri mi?
Sadece Dursunbey olayında bile durum böyle değil
aslında. Olaydan hemen sonra ocakta inceleme yapan
Maden Mühendisleri Odası’nın raporu, bunu açık
bir biçimde ortaya koyuyor. “Kaza”nın metan gazının
oksijenle birleşmesi sonucu oluşan grizu patlamasıyla
gerçekleştiği kesin ve bu kadarı bile ocakta havalandırmanın
yetersiz olduğunu en baştan gösteriyor. Ayrıca,
ocakta 5 ay önce yapılan incelemelerde, kullanılan
makina ve teçhizat ile elektrik donanımının, yeraltı
kömür ocakları için mevzuat ile belirlenen niteliklere
uygun olmadığı tespit edildiği ve buna rağmen
hiçbir şey yapılmadığı da çok açıkça ortada. Zaten
yapılsa da önemli değil, çünkü bütün yapılabilecek
olan şey, bir miktar para cezası kesmekten ibaret.
Öte yandan “işletmede son derece zorlu üretim
koşulları ve yüksek grizu riski bulunmaktayken,
deneyimsiz ve eğitimsiz personelin istihdam edildiği”
hatta ölenlerden iki işçinin o gün işe başladığı”
da aynı raporda yer alıyor. Ve tabii, vahşi kapitalist
koşullar gereği işçilerin örgütsüz, sendikasız
olduklarını ve düşük ücretlerle çalıştırıldıklarını
bilmek için kahin olmaya gerek yok.
Özelleştirmenin Vahşete Dönüştüğü Alan: Madencilik…
Peki bunlar rastlantı mı? Dursunbey’de öyle diyelim,
ya diğerleri? Hepsi “madenciliğin tabiatı icabı”
mı?
Türkiye’de maden işçileri için göçük ve grizu
gibi sözcüklerin adeta bir kader gibi olduğu biliniyor.
Bu, uzun yıllardır böyle gidiyor, özelleştirme
öncesinde de, sonrasında da. Örneğin Zonguldak,
bir maden şehridir evet, ama aynı zamanda büyük
bir işçi mezarlığıdır da her zaman. “Takdir-i
ilahi” değil elbette, Türkiye Cumhuriyeti devleti
herhangi bir işçinin hayatına ne kadar önem veriyorsa,
bir madencinin değeri de o kadardır. İşe maden
köleliği ile başlayan Zonguldak şehri, aslında
daha sonrasında da bir tür kölelikle ocaklara
bağlanmıştır ve insanların yaşamı da ölümü de
bir şekilde kömürle ilgilidir.
Ama öte yandan, Zonguldak tipi madencilikte, şöyle
ya da böyle uç uca eklenen bir deneyim birikimi,
az çok oturmuş eski kadroların pratik tecrübe
ile yarattıkları bir ortam vardır. Yani aslında
yıllar yılı onca “maden katliamı” yaşansa da,
durumun tümden bir kıyıma dönüşmemesinin tek nedeni,
ustalıkla, acı deneyimlerle elde edilen bu birikimdir.
Neoliberal sürecin en ağır darbeyi vurduğu alan
da tam burasıdır zaten. 1980’ler sonrası başlayan
özelleştirme furyası, “devlet madeni bırakmayacağız”
diye ant içen özelleştirme şampiyonları, her şeyden
önce, kurulu düzeni alt üst etmişlerdir.
Maden Mühendisleri Odası’nın belirlemelerine göre;
“Madencilik, doğası gereği içerdiği riskler nedeni
ile özellik arz eden, bilgi, deneyim, uzmanlık
ve sürekli denetimi gerektiren dünyanın en ağır
iş kollarından birisidir. Söz konusu deneyim ve
uzmanlık, uzun yıllar hatta nesiller gerektirmektedir.
Son 25 yıldır devletin küçültülmesi, kamunun faaliyet
alanının daraltılması ile iktisadi etkinlik ve
verimliliğin sağlanacağı savı ile uygulanılmaya
çalışılan girişimler sonucu, ülkemiz madencilik
sektörü yarı yarıya küçültüldüğü gibi, nesillerin
bilgi ve deneyim birikimi de darmadağın edilmiş,
edilmektedir.
Bir yandan ülkemiz madencilik kuruluşlarındaki
mevcut birikimin yok edilerek, madencilik üretimlerinin
yetersiz, donanımsız ve deneyimsiz kişi ve kuruluşlara
bırakılması, bu yapılırken bir yandan yetersiz,
liyakatsiz kişilerin siyasal atamaları ve diğer
yandan kamusal denetimin iyice gevşetilmesi böylesi
kazaların kaçınılmaz olmasına neden olmaktadır.”
Öte yandan, yine odanın raporunda belirtildiği
gibi, bu alan sürekli yatırım yapılarak koşulların
geliştirilmesi gereken bir alandır.
“Böylesine zor ve riskli bir işkolunda” diyor
MMO, “çalışanların sağlığı ve güvenliği, alınacak
önlemler ve yapılacak yatırımlar son derece önemlidir.
Ülkemiz madencilik sektöründe meydana gelen iş
kazalarının ana nedenlerinden biri, iş güvenliğiyle
ilgili gerekli yatırımların yeterince yapılmamasıdır.
Kısa sürede yüksek kar sağlamak amacıyla yapılan
üretim projeleri, hızlı ve yüksek kazanç için
üretim zorlamaları, böylesi kazalara davetiye
çıkarmaktadır.”
Bütün bunları okudukça doğal olarak aklımıza ilk
gelen “özelleştirme” oluyor. Örneğin Dursunbey’deki
ocak, Şentaş Madencilik diye bir özel şirkete
aittir. Daha doğrusu 1978’de devletleştirilen
maden, 1980’li yıllarda yeniden özel sektöre devredilmiş
ve daha sonra da bu biçimde devam etmiştir. Aynı
şekilde 7 Temmuz’da işletmeci ve bir mühendisin
öldüğü Kastamonu-Azdavay maden ocağı, önce Türkiye
Taşkömürü Kurumu (TTK) tarafından maliyetlerin
yüksekliği ve verimsizlik gerekçeleriyle kapatılmış,
daha sonra rödovans (kiralama) ihalesine çıkılarak
ruhsatı TTK’da kalmak üzere özel sektöre devredilmiştir.
Büyük kazaların yaşandığı diğer ocaklar da aynı
durumdadır.
Bir tür taşeronluk Biçimi: Rödovans…
Rödovans diye anılan uygulama ile, kamu kuruluşlarının
kuruluş amaçları gereği kendi yapmaları gereken
hizmetleri deneyim ve uzmanlık bakımından yetersiz
firmalara yaptırmakta, böylelikle hem çok sayıda
ölümlü iş kazasına, hem de maden kaynaklarının
uygun olmayan üretim yöntemleriyle heba edilmesine
yol açılmaktadır. Bu alanda bir denetim ve iş
güvenliği kontrolü de aslında yok gibidir. Son
derece düşük ücretlerle eğitimsiz, deneyimsiz
ve sendikasız işçi çalıştırmaya müsait olan rödovans
sistemi, yasadışı uygulamalara ve cevher kaçakçılığına
da yol açabilmektedir. Yani sonuçta, bütün diğer
alanlardaki taşeron uygulamaları gibi üretimi
yürüten ve kârı cebe indiren ama üretimin kendisinden
sorumlu olmayan bir hırsız tipi yaratılmakta ve
devlet eliyle güçlendirilmektedir.
İş Güvenliği: O da neymiş ki?
Aslında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın
madencilikten sorumlu birimi olan Maden İşleri
Genel Müdürlüğü, yasal olarak “madencilik faaliyetlerinin
iş güvenliği ve işçi sağlığı ilkelerine uygun
yürütülmesini takip etmek”le görevli. Ancak, söz
konusu Genel Müdürlüğün 230 civarında personeli
var ve Türkiye’deki ruhsatlı maden sahası 24 bin!
Bu arada, her yıl üniversitelerin Maden Mühendisliği
bölümlerinden mezun olanların nereye kaybolup
gittiği de meçhul! MMO’ya göre madencilikteki
en önemli sorun nitelikli mühendislik hizmetinin
yokluğu ve bunun yerine en ucuz yolların tercih
edilmesi; ama maden mühendisleri yine de işsiz.
Çünkü, madencilik alanındaki kurulu ve çalışan
kamu kurum ve kuruluşları 1980 den sonra uygulanan
politikalar nedeniyle giderek küçültülüyor ve
işlevsiz bırakılıyor…
Öte yandan denetim de pek anlam ifade etmiyor.
2005 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı
(teknik) iş müfettişlerinin 44 ildeki yeraltı
ve yerüstü madeninde yaptığı denetimlere göre,
772 işletmeden yalnızca 47’si kurma iznine, 87’si
de işletme belgesine sahip… Diğerleri ise düpedüz
kaçak!
Müfettiş raporları, olası bir patlama ve yangından
sonra işçilerin kurtarma ve tahliye konusunda
karşı karşıya bulundukları tehlikeyi de gözler
önüne seriyor. Yapılan açıklamaya göre, işyerlerinden
116’sında havalandırma yetersiz, 78 işyerinde
işçilerin tehlike anında kaçabileceği alternatif
yol yok, 145 işyerinde ilkyardım ekibi, 105’inde
kurtarma istasyonu, 66 işyerinde ise ilkyardım
malzemesi bile yok! Tahkimata özen gösterilmiyor,
karbonmonoksit maskesi takmadan ocağa giriliyor,
yangın ve patlama tehlikesi bulunan ortamlarda
sigara içiliyor, muhtemel kazalara karşı ilkyardım
ekibi ve kurtarma planı filan da yok.
469 işyerinde işçilerin sağlık raporları tutulmuyor
ve “Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği”ndeki
unsurlar kulak ardı edilerek 428 işyerinde periyodik
sağlık gözetimleri yapılmıyor. İşçilere genel
çalışma şartlarıyla ilgili eğitim verilmeyen işyeri
sayısı ise 222’yi buluyor.
Peki sonuç ne? Denetimler sonucu 5 işyeri kapatılıyor
ve 31 işyerine de para cezası veriliyor!
Kesintisiz Cinayet: Maden Kazaları
Zonguldak’taki taş kömürü ocaklarının faaliyete
geçtiği 1848 yılından bu yana madenlerde yaklaşık
4 bin 500 kişi hayatını kaybetmiş.
TTK verilerine göre 1955-2006 yıllarındaki iş
kazalarında ise 2 bin 668 işçi ölmüş, 318 bin
654 işçi de yaralanmıştır. Bütün bu rakamlar üzerine
çok şey söylenebilir; çok bilmiş uzmanlar madencilikte
bu kadar insan kaybının doğal olduğunu da söyleyebilirler;
ama bugün 1848’lerde yaşanmadığı kesindir. Daha
1992’lerde Kozlu’da bir tek göçükte 263 kişi birden
ölüyorsa, bunun “madenciliğin tabiatı” ile açıklanabilir
bir tarafı yoktur.
Grizu diye anılan en yaygın patlama biçimi de
dünyanın birçok yerinde artık nadiren yaşanmaktadır.
Kömürden metan gazının çıktığı ve bu gazın oranının
havalandırma yoluyla düşürüldüğü bilinmeyen şey
değildir. Üstelik artık el fenerlerinin yerine
bütün sahada ölçüm yapabilen sistemlerin kurulduğu
ve böylece patlama riskinin çok azaltıldığı da
biliniyor. Bütün bunlara karşın grizunun hala
onlarca can alması, gözünü kâr hırsı bürümüş işletmecilerin
gereken yatırımları yapmamasından kaynaklanmaktadır.
Maden İşçisi: Sigortasız, Sendikasız ve Düşük
Ücretli…
Özelleştirme sonrası dönemin en önemli özelliklerinden
biri de sigortasız-sendikasız işçilerin düşük
ücretlerle çalıştırılmasıdır. Genelde kırsal yörelerde
kurulu olan maden ocaklarında sendika en büyük
tehlike olarak görülüyor. Bir yandan bölgenin
insanı düşük ücretlere mecburen razı olurken,
diğer yandan da yerel yetkililer, sendikaları,
yöreye gelen yatırımlara engel olarak görüyor.
Böylece çalışma saatleri artıyor, güvenlik sıfıra
iniyor ve ücretler düştükçe düşüyor.
Oysa özellikle maden alanında sendikanın en önemli
işlevlerinden biri de bir tür “iş okulu” olarak
deneyim aktaran kurumlar olmasıdır. Türkiye Devrimci
Maden Arama ve İşletme İşçileri Sendikası Genel
Başkanı Çetin Uygur’un dediği gibi, “Sendikanın
temel görevi, işçilerin ücretlerinden de önce,
işyerindeki güvenli çalışma ortamının yaratılmasıdır.
Ayrıca işçilerin okulu olmak ve kendi meslekleriyle
ilgili tüm bilgileri vermek gibi bir görevi de
vardır. Güvenlikle, sağlıkla ilgili yönetmelikleri
işçilere aktarır, işverenden bunlara uymasını
ister.”
Ama sendikalar, iş güvenliğini sağlasalar da,
“kâr güvenliği” konusunda bir tehdit oluştururlar
ve bu yüzden maden ocaklarına sendika ya hiç giremez
ya da mümkün olan en “sarı” renkte olanları tercih
edilir!
Bunu kolaylaştıran en önemli neden kuşkusuz işsizliktir.
En son kazalardan sonra bile, geçtiğimiz aylarda
yeraltı işçisi olarak çalışacak 1.120 işçinin
alınacağı haberi Zonguldak’ta bir heyecan yaratmış,
haberi alan yaklaşık 40 bin kişi, gecenin 03’ünden
itibaren Karadon, Üzülmez, Kozlu ve Armutçuk’taki
maden ocaklarının önünde sıraya girmiştir. Yeraltı
maden işçiliğinde aranan eğitim şartının sadece
ilkokul olmasına rağmen, iş için başvuran gençler
arasında yaklaşık 700 üniversite mezunu da vardır.
Sonuç olarak böylece sigortasız, örgütsüz bir
işçi kitlesini çalıştıran maden patronları, her
an gerçekleşebilecek yeni Kozlu katliamlarına
davetiye çıkarmaya devam ediyorlar. Onların işi
kan üzerinden para kazanmak, bakanların işi ise
bütün bu cinayetleri “madenciliğin tabiatı” diyerek
aklamak… Bu işbölümünde biz emekçilere düşen ise,
gayet basit: Hayatta kalmaya çalışmak!
Bu yüz kızartıcı denklemin kırılmasının tek yolu,
örgütlenmekten geçiyor. Öyle ki, maden işçisi
açısından örgütlenmek, ücretlerin ve diğer hakların
dışında sağ kalmak açısından da büyük önem taşıyor.
Ölmek ya da ölmemek için örgütlenmek! Bütün mesele
bu!
Yalnızca maden ocaklarında değil, hayatın bütün
diğer alanlarında da…
|