Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

43. Sayı - Ağustos 2006

“Biz, Kürdistan Devrimi’nin Ortadoğu’daki yeri ve önemini, Vietnam Devrimi’nin Çin Hindi’ndeki yeri ve önemine benzetebiliriz. Nasıl ki, Vietnam Devrimi, proletarya önderliğinde Hindiçini devrimlerinin anahtarı rolünü oynamışsa, Kürdistan Devrimi de farklı zaman ve mekan koşulları içinde proletarya önderliğindeki Ortadoğu halk devrimlerinin anahtarı rolünü oynayacaktır. Yine nasıl ki Vietnam Devrimi, emperyalizmin Hindiçini’den atılmasında ve emperyalizmin dünya çapında geriletilmesinde büyük ve tarihi önemde bir rol oynamışsa, Kürdistan Devrimi de emperyalizmin Ortadoğu’dan atılmasında başrolü oynayacak ve dünya çapında geriletilmesinde de büyük ve tarihi bir rol oynayacaktır.”
“Kürdistan Devrimi, Ekim Devrimi’yle başlayan ve ulusal kurtuluş hareketleriyle gittikçe güçlenen dünya proletarya devriminin bir parçasıdır.”
Yukarıdaki sözler, bundan neredeyse 30 yıl önce, 1978’de Kürt ulusal kurtuluş hareketinin tarihsel bir metninde(*) söyleniyordu.
Özellikle bölgesel perspektifi bakımından hayranlık uyandıran bir netlik ve kesinlik…
Şimdi, 2000’li yıllardayız… Bir zamanlar böyle bir netlikle başlamış olan büyük bir serüvenin en kritik noktasında duruyoruz. Aradan geçen zaman az değil; üstelik bu zaman dilimi dünya çapında tarihsel gelişmelere de tanık oldu ve şüphesiz bu süreçteki en belirleyici olay da reel sosyalizmin gürültülü çöküşüydü. Böylece, dünyadaki bütün ilişki ve çelişkilerin yeniden biçimlendiği yeni bir tarihsel sürecin kapısı açıldı. Söz konusu sürecin bütün özelliklerini bu yazı kapsamında ele almak istemiyoruz; daha önceki sayılarımızda birçok kez bu konuya değindik. Yine de çok kısaca özetlendiğinde, neoliberal vahşi kapitalizm, sınırsız emperyalist hegemonya ve postmodern ideolojik yıkım bu sürecin en belirgin unsurları olarak ortaya konulabilir. Ve yeni bir süreç, doğal olarak emperyalistler arası ilişkilerden kapitalist üretimin sektörlerine ve gerçekleştirilme biçimlerine, işçi sınıfının bileşimine dek bir dizi alanda kapsamlı değişikliklere de yol açmış, dolayısıyla emekçiler ve ezilen halklarla emperyalistler arasındaki mücadele cephesini de derin biçimde etkilemiştir.
Şüphesiz bu yeni durumun en yıkıcı etkisi, bu cephedeki gerilemedir. Uluslararası sosyalist hareket ve genel olarak emperyalizme karşı-emekten yana güçler toplamı, “çöküş” sonrasında tarihin en ağır krizlerinden birini yaşamış ve özellikle 90’ların sonuna kadar olan ilk dönemeçte ciddi kırılmalara uğramıştır. Bugün yavaş yavaş yeniden toparlanma ve yükseliş eğilimleri artık görülmektedir; ancak en azından ilk on yıllık dönem için söylenebilecek olanlar doğrusu pek iç açıcı değildir.
Bu genel gerileme ortamı, elbette en ciddi etkilerini sömürge ve yeni-sömürgelerde devam etmekte olan ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri üzerinde göstermiştir. Reel sosyalizmin çöküşü, milyonlarca insan açısından yalnızca bir sosyalist deneyimin başarısızlığı anlamına gelmemiş, yeni ve daha adil bir dünyanın mümkün olduğu fikrinde de genel bir kırılma yaratmıştır.
İlk adımları 1980’lerde başlayan ama asıl somut ifadelenişini 1990’larda bulan “gerilla-hükümet uzlaşmaları” da esasen bu moral atmosfer çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Bu süreçte Uruguay’dan El Salvador’a, Peru’ya dek birçok ülkede tanık olduğumuz “barış görüşmeleri” ve “siyasi hayata katılma” olguları, şüphesiz tek tek değerlendirilebilir. Devrimci sosyalist hareket bu konuda basit ve yüzeysel değerlendirmeler yapmak yerine titiz davranmanın, olguları anlamaya çalışmanın daha doğru olduğunu düşünmektedir. Ancak, her şeye rağmen genel bir kanaat olarak, bütün bu girişimlerin yalnızca moral gerileme atmosferine bağlanmasının da eksik olduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda yayınlanmış bir dizi kitapta gördüğümüz yazı ve röportajlar, söz konusu devrimci hareketlerin bizzat kendilerinin de süreci kavramakta eksik davrandıklarının ipuçlarını vermektedir. 1980’lerde başlayan yeni süreçleri yeterince çözümleyememe, bir yenilenme ve atılım konusunda gecikme, vb. gibi şeyler bu çerçevede sayılabilir.
Şüphesiz burada yalnızca kişisel yetersizliklerden, önderlerin sezgi ve çözümleme eksikliğinden söz etmiyoruz. Kuşkusuz bu olgular, bizim Kürt örneğimizde görüldüğü gibi olağanüstü bir önem arz etmektedir. Ama sorun tek başına bu değildir. Büyük bir tarihsel kırılma noktasında yaşayanlara haksızlık etmek için bunları söylemiyoruz. Ama yine de, 70’li yılların sonundan itibaren genel bir tıkanmanın işaretlerinin görüldüğü, bir yanda yeni bir tarihsel sürecin ön-belirtileri görünürken diğer yanda bu süreçleri algılamak, karşılık vermek için yeterince yaratıcı ve çözümleyici olunmadığı genel olarak not düşülebilir.

Kürt Hareketi: Değişen Süreçlerde Değişen İttifak Anlayışları
Kürt hareketi de bir yönüyle bu genel atmosferin dışında değildir. Gerçi Kürt hareketi bir anlamda genel çizgiye aykırı bir biçimde, tam da 90’lı yılların başında en ciddi yükselişini göstermiş ve bir zaman diliminde dünyadaki nadir direniş odaklarından biri olmuştur ama sonuçta aynı süreçte genel atmosferin etkileri de alttan alta işlemeye devam etmektedir.
Bugün gelinen noktada ise hala muazzam bir halk potansiyeline ve direnme azmine sahip ama politik bakımdan perspektif ve hedeflerini geriye çekmiş bir ulusal hareketle karşı karşıyayız.
Çok kabaca söylenirse, İmralı sonrasında yeni dünya sistemi çerçevesinde bir çözüm arayışına giren ve zaman içersinde liberalizmden ödünç alınmış kavramlarla eklektik bir dünya görüşü oluşturan politik önderlik, bir yandan yazımızın en başında alıntıladığımız perspektifi tümüyle kenara iterken diğer yandan da bu perspektifin politik aracı olarak inşa edilmiş olan gerilla gücünü bir tür diplomasi aracına dönüştürmüştür.
Ve elbette yaklaşık otuz yıllık bu sürecin her kritik dönüm noktası, başka bir dizi etkenle birlikte hareketin ittifaklar ve destek güçler mantığını da belirlemiştir. Başka bir deyişle, Kürt önderliğinin ittifaklar politikası, kendi perspektiflerindeki değişimlere ve dönemeç noktalarına paralel olarak zaman içersinde değişikliklere uğramıştır.
Kuruluşundan 1980’e kadarki süreçte esas olarak kendisini bölgede var etme ve güç toplama aşamasını yaşayan Kürt hareketi, bu aşamada ne diğer Kürt gruplarıyla ne de Türkiye devrimci hareketi içinden yapılarla çok kalıcı ilişkiler kurmamıştır. Hatta denilebilir ki, özellikle diğer Kürt hareketleriyle ilişkiler bakımından bu aşama gergin ve çatışmalı bir atmosfere sahiptir.
1980’lerin başında karşımıza çıkan en somut olgu ise kuşkusuz Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) girişimidir. 1982’de bir araya gelen PKK, Devrimci Yol, Türkiye Komünist Emek Partisi (TKEP), THKP/C Acilciler, TKP İşçinin Sesi, Sosyalist Vatan Partisi (SVP), TEP (Türkiye Emekçi Partisi) ve Devrimci Savaş yapıları tarafından oluşturulan FKBDC, esasen sadece demokratik alanı kapsamamakta, oldukça iddialı politik mücadele biçimlerini de önüne koymaktadır. Bu girişimin bir bütün olarak olumlu-olumsuz yanları bir yana, en azından Kürt hareketinin 1980’lerde Türkiye devrimci hareketi ile ilişki kurma ve birlikte mücadele etme isteğini göstermektedir.
Sonraki süreçlerde ise bilindiği gibi PKK, “ülkeye dönüş” iradesini göstermiş ve 1984’e dek varan bir hazırlığa girişmiştir. Daha doğrusu, aslında FKBDC’nin kurulmak istendiği 1982’de de PKK, böyle bir planlama ve hazırlıklar içindedir ve en azından teorik olarak düşünülen şey, bir yandan Kürt coğrafyasında diğer yandan da Karadeniz gibi başka bölgelerde gerilla atılımları yapmaktır.
Sonuç olarak, ayrıntılar bir yana, bu dönemde de yine arayış, “yol arkadaşlığı” çerçevesindedir. Her ulusal kurtuluş hareketi gibi Kürt hareketi de, metropol solunda bir müttefik cephe yaratmayı, mücadele üzerinden gelişecek bir omuzdaşlık aramayı sürdürmektedir.
Ancak bu dönemde devrimci hareketin tüm bölmeleri ciddi bir sıkıntı içindedir. Tabii ki, burada sosyal-şoven denilebilecek yeminli misak-ı millicileri ve reformistleri bir yana bırakıyoruz. Sözünü ettiğimiz şey, Kürt hareketine karşı duyarsızlık ve sosyal-şovenizm değil, güç kaybı ve politik gerilemedir. 12 Eylül cuntasının getirdiği yıkımdan henüz kurtulamamış olan devrimci güçler, ardından 1990’lar dönemecine gelmişler ve güçlü çözümlemeler/güçlü atılımlar gerektiren bu süreçte büyük ölçüde tökezlemişlerdir.
Bu sıkıntı ortamında gerçekleştirilmek istenen ikinci büyük birlik girişimi (1988-89’lardaki başka platform-birlik girişimleri bir yana) Devrimci Demokratik Güçbirliği (DDGB) olmuştur. 1993’te PKK’nin önerisiyle PKK, TKEP, TKP-Kıvılcım, TKP/ML Hareketi, TDP ve Devrimci Partizan örgütleri arasında kurulan (Devrimci sosyalist hareketin bir süre içinde bulunduğu) DDGB de sonuç olarak başarılı bir girişim değildir ve (sebepleri bir yana) çok ciddi bir aktivite sağlayamamıştır.
Yani özetlenirse eğer, Kürt hareketi, kendi özgün tarihinde 1982 ve 1993’de iki kez ciddi anlamda solla ittifak projesi geliştirmiştir ve bu girişimler, PKK’nin perspektiflerini henüz geriye çekmemiş olduğu dönemin temel anlayışına uygundur.

Türkiye Cephesi: Gerileme Koşullarında Değişik Eğilimler
Bu arada yukarıda sözünü ettiğimiz güç kaybı ve gerileme hali, bilindiği gibi Türkiye devrimci hareketinde devrimci özünü koruyan hareketlerden bazılarını bu dönemde “ulusal harekete aktif yedeklenme” noktasına taşımıştır. Bu yedeklenme, kuşkusuz bugünkü kuyrukçu eğilimden en azından yöntemi açısından farklıdır. Yani sonuçta yine bu davranış biçimini de “devrimin güncelliği”nden duyulan kuşku ve umutsuzluk belirlemektedir ama bu sonuçta savaşçı bir tutumdur. İnsanlar, çok net bir savaşma iradesiyle gerilla ortamına dahil olmuşlar, bir dizi örnekte görüldüğü gibi özveri ve kararlılıkla hareket etmişler ve bu arada küçümsenmeyecek sayıda şehit vermişlerdir. Nihayetinde Kürt hareketi İmralı dönemecine girdiğinde ise bu gruplar açısından oluşan tablo büyük ölçüde düş kırıklığıdır.
Ama bu süreç, daha doğrusu 1984 ile başlayan ve 1990’ların ikinci yarısına kadar devam eden dönemin bütünü, aslında Türkiye devrimci hareketinin bütünü bakımından oldukça karmaşıktır. Çok kaba bir dille ifade edilirse, aynı coğrafyanın bir bölümünde hatırı sayılır bir gerilla savaşı (ve bu savaşa karşılık olarak oligarşinin yürüttüğü katliamlar ve kontra cinayetleri) sürmekte, ortalık alev alev yanmakta, buna karşın ise diğer yakadaki güçler, kısmi toparlanma ve gelişme eğilimleri göstermektedir; 80’lerin sonunda ve 90’ın başında Türkiye cephesindeki durum dip noktası değildir ama yeterli de değildir. Yani sonuç olarak, sebepler tartışması ne olursa olsun, doğudaki ses, batıda istenilen düzeyde bir yankı bulamamaktadır. Objektif durum budur.
Bu objektif durum, sözünü ettiğimiz süreçte Türkiye devrimci hareketine dönük olarak yapılan haklı/haksız, doğru/yanlış bir dizi ağır suçlamanın zeminini oluşturmuştur. Kendi sesine yeterince karşılık bulamayan, kendi çektiği acılara denk düşen bir dayanışma düzeyini somut olarak gözlemleyemeyen Kürt ulusal hareketinin tabanı ile sol arasındaki bağlar bu dönemde ciddi biçimde zedelenmiştir. Çünkü her şeyden önce yurtsever Kürtlerin en azından bir bölümü, bu zayıf durumun politik-programatik sebeplerden değil, ahlaki nedenlerden kaynaklandığını, yani açıkçası savaşma ve mücadele etme azminin yokluğuyla ilgili olduğunu düşünmektedirler. Kürt hareketinin militanları arasında bu kanı yaygındır; sıkıntının çözümünü “aktif yedeklenme” politikasında bulduğunu düşünen Türkiyeli gruplar ise zaten bu görüştedirler. Böylece bir açı gitgide büyürken, bu tür bir yedeklenmeyi doğru bulmayan devrimci hareketler (yine sosyal-şoven eğilimleri dışta tutarak devrimci güçlerden söz ediyoruz) “Kürt hareketine duyarsızlık”tan, “Kemalizmin etkisi altında olma”ya dek bir dizi ağır suçlamaya maruz kalmışlardır. Bölgedeki katliamlar, orman ve köy yakmaları, kontra faaliyetler arttıkça bu eleştirilerin dozu da artmakta ve giderek sapın samana karıştığı kaotik bir ortam oluşmaktadır. Ve tabii bu ortam, aynı zamanda, Kürt hareketinin yanlışlarına yönelik olarak yapılabilecek eleştirilerin de zeminini daraltmaktadır. Hemen yanı başında son derece kanlı kıyımlar yaşanırken kendi cephesinde hatırı sayılır bir atılım ve sıçrama gerçekleştiremeyen devrimci güçler, biraz da bu sıkıntının etkisiyle zaman zaman eleştirel bir tutumdan -deyim yerindeyse- imtina etmektedirler.
Bu suçlamalar ve eleştiriler üzerinde uzun boylu durmayacağız. Devrimci güçlerin toplamı adına da konuşmak durumunda değiliz elbette. Ama en azından kendi adımıza konuşursak, söyleyebileceğimiz şey, devrimci sosyalist hareketin, bu dönemde Türkiye devrimi yolunda güçlü atılımlar ve sarsıcı vuruşlar yapabilir durumda olmamasının, tarihsel bir boşluk olduğudur. Ulusal harekete yedeklenme politikasını doğru bulmayan devrimci sosyalist hareket, kendi bağımsız yolundan yürüyerek bir atılım ve sıçrama yaratmakta eksik kalmıştır. Ama bu durum, hiçbir biçimde Kürt hareketini anlayamamak, onun önem ve değerini bilmemek ya da “Kemalizmin etkisi altında kalmak”, vs. gibi unsurlardan değil, bir bütün olarak sürecin eksikliklerinden kaynaklanmaktadır. Yani hem devrimci sosyalist hareket, hem de aslında bir devrimci hareketin bütünü, hayatın diğer alanlarında büyük sıçrama ve gelişmeler gösterdikleri halde, özel olarak ulusal sorunda tökezlemiş değillerdir.
Ama bütün bunlara karşın asla inkar edilemeyecek olan gerçeklik, Kürt coğrafyası ile Türkiye arasındaki bu dengesizliğin objektif bir durum olduğudur…. Gerekçeler ne olursa olsun, bu objektif tablo ortadadır, bir vaka olarak vardır.

Eğik Düzlemde Kayma…
Bu tablo üzerinden 1990’ların ikinci yarısına gelindiğinde ise artık Kürt hareketinin genel çizgisi (ve buna bağlı olarak ittifaklar politikası) başka bir noktaya doğru evrilmektedir. Ya da belki şöyle söylenebilir: Kürt hareketinin bünyesinde filizleri hep mevcut olan sistem-içi eğilim artık kendisini daha fazla ortaya koymaktadır. Burada, bir ucu İmralı’ya dek uzanan sürecin sebeplerini, vs. uzun uzadıya tartışmayacağız; ancak olup bitenleri tümüyle 1990’ların çöküş ortamına ve Türkiye cephesinin zayıflığına bağlayan, “bu kadar yalnız kalındığında ne yapılabilirdi ki” diyen görüşün tam doğru olmadığını belirtmeden geçemeyeceğiz. Her şey bu kadar basit değildir; Kürt hareketindeki dönüşüm, çok ciddi bir ideolojik kaymaya denk düşmektedir, bu kaymayı atlayarak süreci yalnızca “çaresizlik”le izah etmek mümkün değildir. Böyle bir izah, bugün gelinen noktanın “kaçınılmaz” olduğunu söylemek anlamına gelir ki, bu hiç doğru değildir. Kendi düşünsel ve örgütsel kaynaklarını kendi eliyle kısırlaştıran Kürt hareketinin önderliği, bu tıkanmaya çözüm arama imkânlarını da yine kendi eliyle ortadan kaldırmıştır.
Bu tartışmayı, bu yazı bağlamında bir kenara koyup yeniden konumuza, ittifaklar sorununa geldiğimizde ise yeni süreçte manzara şöyledir: “Ateşkes önerileri” ile yavaş yavaş yeni bir tutuma doğru kayan Kürt önderliği, artık Türkiye devrimci hareketi cephesindeki beklentilerini rafa kaldırmakta, “yol arkadaşlığı” arayışından vazgeçerek karşı cepheden ilişkiler geliştirmeye başlamaktadır. Kürt önderliği, bu süreçte kendince “arabulucu” olarak gördüğü bir dizi gazeteciyle (Çandar, Birand, vs.)yakın ilişkiler kurmuş, devletle (ve hatta bazıları CIA ile) dolaylı ya da doğrudan ilişkili olan bu kişileri bir biçimde “kullanma”yı amaçlamıştır. Aynı süreç, kendini Türkiye solu içinde gören bazı ajan ve sağlıksız unsurların da (Perinçek ve Küçük gibi…) Bekaa’ya turistik geziler yaptıkları günlerdir. Kürt önderliği artık eski ölçütlerini de bir yana bırakmıştır; hatta bu ilişkileri devrimci örgütlerle ilişkilerinden daha önemli bulmakta, bunu da zaten açıkça dile getirmektedir.
Bu arada, aynı süreçte, gerillanın nihai perspektifinde de bir kayma gerçekleşmeye başlamıştır. Bağımsız bir ülke kurma hedefinin asli unsuru olarak yaratılmış bulunan gerilla, artık diplomatik adımların, dolaylı görüşmelerin “zorlayıcı aracı” haline dönüşme yolundadır. Oligarşiye uzlaşma ve barışçıl yol önerileri yapan önderlik, diğer yandan da bütün bunların reddedilmesi halinde karşı tarafı savaşı tırmandırmakla tehdit etmektedir. Metropollerdeki sivil halka zarar veren eylemlerin tırmanışı da tam bu döneme denk düşer. Çünkü Kürt önderliği, Kürt coğrafyasında bütün şiddetiyle devam eden savaşın dehşetini metropollere taşımak, toplumsal yapıda genel bir tedirginlik yaratarak karşı tarafı görüşmelere zorlamak istemektedir. Denilebilir ki, Kürt hareketinin tarihindeki en olumsuz etki yaratan eylem örnekleri bu dönemde görülmüştür.
Böylece, artık bir eğik düzleme girilmiş ve yavaş yavaş geriye doğru kayılmaktadır. Bu geriye kaymanın pratik ilişkiler bakımından anlamı ise eski devrimci ittifak anlayışının terki ve daha bulanık ilişkilere yönelinmesidir. Bu noktadan sonra Kürt önderliğinin soldaki arayışı, yeni politikaları destekleyen, en azından bu politikalara eleştirel yaklaşmayan bir ilişki biçimidir. Bugün “stratejik ittifak” adı altında kurgulanan ilişkilerin başlangıç noktası da aslında bu süreçtir.

Geriye Kayarken Uyum Arayışı
Öte yandan aynı süreç, solda da yeni bir gerileme ve sağa kayma dalgasına zamansal olarak denk düşmüştür. İlk ÖDP deneyiminin yükseliş ve düşüşünden sonra ortaya yeni partiler, eğilimler çıkmakta ve Kürt hareketindeki değişim ilerledikçe solun bir kesiminde de bu harekete karşı tutum kısmen değişmektedir. 1970’ler boyunca PKK hareketine hiç sıcak bakmayan, 1984 atılımını da (kendi savundukları devrim ve mücadele anlayışlarının doğal sonucu olarak) bir tür “macera” gibi gören bazı akımlar, ortaya çıkan yeni politikaları kendilerine yakın hissetmektedirler.
Elbette bu yakınlık ve “Kürt sevgisi”, söz konusu eğilimlerin kendilerindeki bir yanlışı fark etmelerinden kaynaklanmamıştır. Burada söz konusu olan şey, resmen söylensin ya da söylenmesin bu siyasi akımların “devrimin güncelliği” ve “mümkünlüğü” konusundaki geri adımlarının bir sonucudur. Daha anlaşılır sözcüklerle ifade edersek, yakın gelecekte Türkiye devriminin gerçekliğinden umut kesmiş olan bu güçler, kendi politik perspektiflerini günlük demokratik tepkilerin yerine getirilmesiyle sınırlı bir çerçeveye oturtmuşlar ve bu noktada da mevcut Kürt hareketinin (daha doğrusu mevcut Kürt önderliğinin) politikalarının desteklenmesini listenin en başına koymuşlardır. Hatta içlerinden daha uç noktalara savrulan bazıları, artık Türkiye devrimi perspektifinden tümüyle kopmuş olduklarını gizlememekte ve “Kürt sorunu çözülmeden bu topraklarda ciddi bir ilerleme gerçekleşmeyeceğini” açıkça ilan ederek bütün politik çalışmalarını bu alana kaydırmaktadırlar. Hiç kuşku yok ki, bu yönelim reformizm bakımından “enternasyonalizm” bağlamında bir “iç rahatlaması”na da yol açmaktadır. Bu eğilimler böylece, “herkesten daha fazla enternasyonalist olma” rütbesini kendi kendilerine verebilmektedirler; sanki devrimci olmayan bir “enternasyonalizm” iyilikseverlikten başka bir anlam taşırmış gibi!
Öte yandan solda bu denli uçlara dek gitmemekle birlikte sonuç olarak aynı noktaya gelip saplanan başka tutumlar da mevcuttur. Bu eğilimler, tümüyle kaderlerini Kürt ulusal hareketinin çizgisine bağlamış gibi görünmemektedirler ama öte yandan Kürt sorununda atılacak her adımı mevcut Kürt hareketine angaje olarak atmayı adeta bir prensip haline getirmişlerdir. Mevcut Kürt ulusal hareketi ile hiçbir koşulda karşı karşıya gelmemeyi hedefleyen, kendilerine özgü bir tutum geliştiremeyen bu yapılar, görünüşte mevcut önderliği eleştirmekte ama politik tutumlarda onun arkasından ayrılmamaktadırlar. Yani bu yapılar, mevcut önderliğin “ideolojik açılım” diye ortaya sürdüğü liberal bulanıklığı tabii ki benimsememektedirler; ama zaten asıl tehlikeli olan da budur; çünkü yapılan, aslında günü kurtarmaktır. Sonuç olarak en iyimser yorumla bile, bu akımların yaptığı şey, zulüm ve baskı altındaki Kürt halkının desteklenmesi ile her günlük sorunda mevcut Kürt önderliğinin politikalarının desteklenmesini birbirine karıştırmalarıdır.
Bu yedeklenme türleri, belki 90’ların yedeklenmesini biçimsel olarak andırmaktadır ama asla oradaki devrimci samimiyete sahip değildir. Bu kez yapılan şey, yükselen bir yıldıza kendi varlığını katmak değil, geriye kaymakta olanı kutsamaktır. Daha doğrusu, aslında Kürt önderliğinin geriye doğru çeke çeke kültürel haklar noktasına kadar gerilettiği hedefler silsilesi (lütfen burada çarpıcı gerilemeyi anlamak için yazımızın başındaki alıntıya yeniden dönülsün!) artık bu kesimlerden bazılarının zaten öteden beri durdukları noktaya denk düşmektedir.
Bütün bunların sonucunda ise ortaya gerçeğe uymayan, tuhaf bir durum çıkmıştır. Bu gerçekdışı tabloda Türkiye solu, sanki Kürt halkını “sevenler” ve “sevmeyenler” diye iki ana öbekte toplanmıştır!
Sözünü ettiğimiz tümüyle gerçekdışı sınır çizgisinin bir yanında yukarıda sözünü ettiğimiz “stratejik müttefikler” vardır.
Diğer yanda ise, “Kürt halkının pek iyi dostları olmadığı” düşünülen daha karmaşık bir toplam vardır. Bu toplam, homojen değildir. Bu toplamın içinde devrimci öze sahip olmakla birlikte misak-ı milli sınırlarını kafasında kıramamış unsurlardan “sınıfsal kriterlere bağlılık” adı altında ulusal sorunu hafife alan güçlere kadar çeşitli eğilimler vardır. Ve nihayet, mevcut postmodern Kürt önderliğini ve onun sistem içinde çözüm arayan politikalarını eleştiren, ancak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusundaki Marksist kriterlerden de sapmayan devrimci akımlar da bu genel toplam içinde yer almaktadır. Daha doğrusu, mevcut Kürt ulusal hareketi bu homojen olmayan toplamı “kendisine sıcak olmayan” bir kategori olarak görmeyi ve göstermeyi uygun bulmaktadır.
Daha pratik bir dille söylersek, mevcut Kürt hareketi, kendi politikalarını koşulsuz destekleyen ve bütün günlük sorunlarda kendisiyle birlikte hareket eden akımları “dost” olarak görmekte, diğerlerinin tümünü ise “kuşkulu dostlar” ya da “mesafeliler” olarak aynı çuvalın içine doldurmaktadır. Bunu yaparken kullandıkları ölçüt, söz konusu siyasi akımların ulusal sorun konusundaki düşünceleri ve pratiği değil, kendilerine biat edip etmedikleridir.

Kürt Halkının Dostluğu ve Devrimci Sosyalist Hareket
Bu hayli uzunca özetten ve durum tespitinden sonra yeniden yazımızın başlığındaki soruya dönebiliriz: Kürt halkının dostları kimlerdir ya da Kürt halkının dostluğu bugünün koşullarında ne anlama gelmektedir?
Gerçekten ne yapmalı?
Mevcut Kürt önderliğinin bütün politikalarını ayakta alkışlarsak ve onunla aramızı “iyi” tutarsak, daha mı fazla enternasyonalist oluruz?
Bütün politik faaliyetimizin rotasını değiştirerek (daha açık bir deyişle bir devrim hareketi örgütleme perspektifimizi zayıflatarak) kendimizi yalnızca, örneğin kontra cinayetlerini protesto etmeye yönlendirirsek, Kürt halkını daha mı çok sevmiş ve desteklemiş oluruz?
Devrimci sosyalist hareketin bütün bu sorulara verdiği yanıt son derece açıktır: Hayır!
Devrimci sosyalist hareket, Türkiye devriminin adımlarının örülmesiyle Kürt halkının özgürlük mücadelesinin desteklenmesi arasında bir çelişki olmadığını, tersine bunların birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu düşünmektedir.
1- Devrimci sosyalist hareket, nihai hedefi dünya devrimi ve komünizm olan, bu perspektifin belirleyiciliği altında Türkiye coğrafyasında anti-emperyalist anti-oligarşik bir halk devrimi gerçekleştirmeyi programına koymuş bir devrim hareketidir.
2- Devrimci sosyalist hareket, bu devrimci programın gerçekleştirilmesini belirsiz bir uzak geleceğin işi gibi görmemekte, devrimin güncel ve mümkün olduğu belirlemesini yapmaktadır. Bu doğrultuda o, bütünlüklü bir politik müdahale ve devrimci atılımı örmeyi asli programatik hedefleri olarak önüne koymuştur.
3- Devrimci sosyalist hareket, Ulusların Kendi Kaderlerinin Tayin Hakkı konusundaki Marksist-Leninist yaklaşımın en az dün için olduğu kadar bugün de geçerli olduğunu ve bu ilkenin esas olarak ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkı anlamına geldiğini belirlemektedir. Devrimci sosyalist hareket, bu yaklaşım doğrultusunda misak-ı milli dahil hiçbir yapay sınırı ölçü almamakta, ayrıca, bir ulusal hareketin önderliğinin niteliği ile o ulusun kendi kaderini tayin hakkı arasında bağlayıcı bir ilişki kurmamaktadır. Bir belirli anda o ulusa önderlik eden gücün ya da sınıfın niteliğinden hareketle hakkın kendisini yok sayan bütün sosyal-şoven anlayışları kendisine yabancı saymaktadır.
4- Devrimci sosyalist hareket, uzun yıllar önce açıkça ilan etmiş olduğu üzere, UKKTH ile ayrı örgütlenme hakkının birbirine sıkıca bağlı olduğunu, birinin diğerini doğal olarak doğurduğunu belirlemektedir. O, “bütün dünyayı kurtarma” hevesinden uzaktadır ve Kürt coğrafyasının kendi devrimci sosyalist hareketini yaratabilecek potansiyele sahip olduğundan kuşku duymamaktadır. Bu doğrultuda o, mevcut Kürt önderliğinin (ve hatta güneydeki işbirlikçi önderliklerin de) yönetimindeki Kürt örgütlenişini objektif olgular olarak tanır, onlara karşı geliştirilen bütün imha politikalarının karşısında durur; bu önderliklerin niteliğini bahane ederek Kürt halkının haklarını yok sayan anlayışları kendisine yabancı sayar. Ama öte yandan, Marksist-Leninist bir hareket olarak bu önderlikleri desteklemeyi, onların yanlışlarına ortak olmayı aklından bile geçirmez.
5- Asli hedeflerini böylece ortaya koymuş bulunan devrimci sosyalist hareket, sonuç olarak bir “dayanışma” hareketi ya da bir tür “insan hakları derneği” değildir. O, kendi yolunda yürürken ulusal zulmün bütün biçimlerine karşı mücadele yürütür, sömürgeci rejime karşı bütün direnişleri destekler, ancak kendisini salt bu görevlerle tanımlayan bir yerde durmaz. Kendisini bir “aydın ve sanatçı inisiyatifi” gibi görmez. Devrimci sosyalist hareketin asli görevi, devrimci bir atılım yaratmaktır ve bu görev üzerine yoğunlaşır.
6- Devrimci sosyalist hareket, Türkiye’deki demokrasi sorununu Kürt hareketinin çözümüne bağlayan ve dolayısıyla “bu sorun çözülmeden ciddi bir adım atılamaz” diyen görüşün yanlış ve özünde reformist olduğu düşüncesindedir. Her şeyden önce bu topraklardaki faşizm ve haklar/özgürlükler sorunu, şu ya da bu konjonktürel olguya değil, emperyalist yeni-sömürgeci ilişkilere bağlı yapısal bir olgudur ve bir demokratik halk devrimi dışında çözümlenmesi mümkün değildir. Ayrıca Türkiye devrimini böyle bir önkoşula bağlamak kesinlikle doğru değildir ve devrimci iktidar perspektifinin yitirilmesinden başka bir anlam taşımaz. Bu, Türkiye’de devrimci müdahalenin Kürt ulusal hareketiyle dayanışmacılık düzeyine indirgenmesi anlamını taşıyan sinizmle karışık bir reformizmdir.
Bu yaklaşım, Kürt ulusunun özgürlük istemlerini Türkiye devriminin başarısına bağlayan sosyal-şoven yaklaşımların adeta tersten ifadesidir, saçma ve gericidir. Tersine, ulusal sorunun, sadece Kürt ulusal sorununun değil, TC sınırları içindeki tüm ulusal sorunların köklü bir çözümü, Türkiye devriminin ciddi adımlar atmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bağlılık, mutlaka zamandaşlık anlamına gelmez ama Ortadoğu’nun mantığı gereği bölge devriminin çeşitli parçaları arasında yakın bir ilişki vardır.
Ayrıca devrimci sosyalist hareket, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının desteklenmesi ve Kürt halkı üzerindeki baskı ve katliamlara karşı çıkılması ile mevcut Kürt önderliğinin politikalarının her koşulda desteklenmesi arasında bir zorunluluk ilişkisi olmadığını düşünmektedir. Günü kurtarmaya yönelik böyle bir “enternasyonalizm” anlayışı devrimci sosyalist harekete yabancıdır.
7- Devrimci sosyalist hareket, yukarıda sözünü ettiğimiz görüşlerin tam tersine, Türkiye’den gelişecek böyle bir devrimci atılımın Kürt halkının direnişinin gerçek ihtiyacı olduğunu belirlemektedir. O, Kürt halkına yönelik bir kıyımı, kirli savaşın herhangi bir görüntüsünü protesto ederken, bunun demokratik bir görev olduğunu düşünür ama öte yandan bu kadarıyla yetinilemeyeceğini, enternasyonalizmin bu kadar basit bir “dayanışma” duygusundan ibaret olmadığını da bilir. Devrimci sosyalist perspektife göre, devrimci enternasyonalizm, diğer halklara karşı iyi niyet ve dostluk göstermenin ötesinde, dünyanın bu köşesinde bir devrim hareketi örgütleme iradesine bağlıdır. Böyle bir iradeyi ortaya koyarak bir milim sapmaksızın kendi devrimci programı üzerinden yürümek, devrimci sosyalist hareketin asla vazgeçemeyeceği görevidir. Esasen, Kürt hareketine yönelik dayanışma hareketinin bugünkü zayıf noktasından kurtarılarak gerçek bir “caydırıcı” cephe haline getirilmesi de bu görevin ciddi biçimde yerine getirilmesi, güçlü bir devrim hareketinin yaratılmasına bağlıdır.
Bu doğrultuda devrimci sosyalizm, en küçük bir protesto ve tepkiyi bile küçümsemez ama hali hazırdaki şovenist yükselişin ve provokasyonların geriye bastırılmasını da aynı görevin yerine getirilmesine, yani Türkiye’nin siyasal ortamının dipten doruğa, devrimci bir atılım yoluyla sarsılarak değiştirilmesine bağlı olduğunu asla unutmaz. Ve biliyoruz ki, bu yoldan gidildiğinde, “dost” ve “düşman” kategorileri yeniden ve bu kez daha doğru zeminlerde şekillenecektir.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19