“Biz, Kürdistan Devrimi’nin Ortadoğu’daki yeri
ve önemini, Vietnam Devrimi’nin Çin Hindi’ndeki
yeri ve önemine benzetebiliriz. Nasıl ki, Vietnam
Devrimi, proletarya önderliğinde Hindiçini devrimlerinin
anahtarı rolünü oynamışsa, Kürdistan Devrimi de
farklı zaman ve mekan koşulları içinde proletarya
önderliğindeki Ortadoğu halk devrimlerinin anahtarı
rolünü oynayacaktır. Yine nasıl ki Vietnam Devrimi,
emperyalizmin Hindiçini’den atılmasında ve emperyalizmin
dünya çapında geriletilmesinde büyük ve tarihi
önemde bir rol oynamışsa, Kürdistan Devrimi de
emperyalizmin Ortadoğu’dan atılmasında başrolü
oynayacak ve dünya çapında geriletilmesinde de
büyük ve tarihi bir rol oynayacaktır.”
“Kürdistan Devrimi, Ekim Devrimi’yle başlayan
ve ulusal kurtuluş hareketleriyle gittikçe güçlenen
dünya proletarya devriminin bir parçasıdır.”
Yukarıdaki sözler, bundan neredeyse 30 yıl önce,
1978’de Kürt ulusal kurtuluş hareketinin tarihsel
bir metninde(*) söyleniyordu.
Özellikle bölgesel perspektifi bakımından hayranlık
uyandıran bir netlik ve kesinlik…
Şimdi, 2000’li yıllardayız… Bir zamanlar böyle
bir netlikle başlamış olan büyük bir serüvenin
en kritik noktasında duruyoruz. Aradan geçen zaman
az değil; üstelik bu zaman dilimi dünya çapında
tarihsel gelişmelere de tanık oldu ve şüphesiz
bu süreçteki en belirleyici olay da reel sosyalizmin
gürültülü çöküşüydü. Böylece, dünyadaki bütün
ilişki ve çelişkilerin yeniden biçimlendiği yeni
bir tarihsel sürecin kapısı açıldı. Söz konusu
sürecin bütün özelliklerini bu yazı kapsamında
ele almak istemiyoruz; daha önceki sayılarımızda
birçok kez bu konuya değindik. Yine de çok kısaca
özetlendiğinde, neoliberal vahşi kapitalizm, sınırsız
emperyalist hegemonya ve postmodern ideolojik
yıkım bu sürecin en belirgin unsurları olarak
ortaya konulabilir. Ve yeni bir süreç, doğal olarak
emperyalistler arası ilişkilerden kapitalist üretimin
sektörlerine ve gerçekleştirilme biçimlerine,
işçi sınıfının bileşimine dek bir dizi alanda
kapsamlı değişikliklere de yol açmış, dolayısıyla
emekçiler ve ezilen halklarla emperyalistler arasındaki
mücadele cephesini de derin biçimde etkilemiştir.
Şüphesiz bu yeni durumun en yıkıcı etkisi, bu
cephedeki gerilemedir. Uluslararası sosyalist
hareket ve genel olarak emperyalizme karşı-emekten
yana güçler toplamı, “çöküş” sonrasında tarihin
en ağır krizlerinden birini yaşamış ve özellikle
90’ların sonuna kadar olan ilk dönemeçte ciddi
kırılmalara uğramıştır. Bugün yavaş yavaş yeniden
toparlanma ve yükseliş eğilimleri artık görülmektedir;
ancak en azından ilk on yıllık dönem için söylenebilecek
olanlar doğrusu pek iç açıcı değildir.
Bu genel gerileme ortamı, elbette en ciddi etkilerini
sömürge ve yeni-sömürgelerde devam etmekte olan
ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri üzerinde
göstermiştir. Reel sosyalizmin çöküşü, milyonlarca
insan açısından yalnızca bir sosyalist deneyimin
başarısızlığı anlamına gelmemiş, yeni ve daha
adil bir dünyanın mümkün olduğu fikrinde de genel
bir kırılma yaratmıştır.
İlk adımları 1980’lerde başlayan ama asıl somut
ifadelenişini 1990’larda bulan “gerilla-hükümet
uzlaşmaları” da esasen bu moral atmosfer çerçevesinde
ortaya çıkmıştır. Bu süreçte Uruguay’dan El Salvador’a,
Peru’ya dek birçok ülkede tanık olduğumuz “barış
görüşmeleri” ve “siyasi hayata katılma” olguları,
şüphesiz tek tek değerlendirilebilir. Devrimci
sosyalist hareket bu konuda basit ve yüzeysel
değerlendirmeler yapmak yerine titiz davranmanın,
olguları anlamaya çalışmanın daha doğru olduğunu
düşünmektedir. Ancak, her şeye rağmen genel bir
kanaat olarak, bütün bu girişimlerin yalnızca
moral gerileme atmosferine bağlanmasının da eksik
olduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda yayınlanmış
bir dizi kitapta gördüğümüz yazı ve röportajlar,
söz konusu devrimci hareketlerin bizzat kendilerinin
de süreci kavramakta eksik davrandıklarının ipuçlarını
vermektedir. 1980’lerde başlayan yeni süreçleri
yeterince çözümleyememe, bir yenilenme ve atılım
konusunda gecikme, vb. gibi şeyler bu çerçevede
sayılabilir.
Şüphesiz burada yalnızca kişisel yetersizliklerden,
önderlerin sezgi ve çözümleme eksikliğinden söz
etmiyoruz. Kuşkusuz bu olgular, bizim Kürt örneğimizde
görüldüğü gibi olağanüstü bir önem arz etmektedir.
Ama sorun tek başına bu değildir. Büyük bir tarihsel
kırılma noktasında yaşayanlara haksızlık etmek
için bunları söylemiyoruz. Ama yine de, 70’li
yılların sonundan itibaren genel bir tıkanmanın
işaretlerinin görüldüğü, bir yanda yeni bir tarihsel
sürecin ön-belirtileri görünürken diğer yanda
bu süreçleri algılamak, karşılık vermek için yeterince
yaratıcı ve çözümleyici olunmadığı genel olarak
not düşülebilir.
Kürt Hareketi: Değişen Süreçlerde Değişen
İttifak Anlayışları
Kürt hareketi de bir yönüyle bu genel atmosferin
dışında değildir. Gerçi Kürt hareketi bir anlamda
genel çizgiye aykırı bir biçimde, tam da 90’lı
yılların başında en ciddi yükselişini göstermiş
ve bir zaman diliminde dünyadaki nadir direniş
odaklarından biri olmuştur ama sonuçta aynı süreçte
genel atmosferin etkileri de alttan alta işlemeye
devam etmektedir.
Bugün gelinen noktada ise hala muazzam bir halk
potansiyeline ve direnme azmine sahip ama politik
bakımdan perspektif ve hedeflerini geriye çekmiş
bir ulusal hareketle karşı karşıyayız.
Çok kabaca söylenirse, İmralı sonrasında yeni
dünya sistemi çerçevesinde bir çözüm arayışına
giren ve zaman içersinde liberalizmden ödünç alınmış
kavramlarla eklektik bir dünya görüşü oluşturan
politik önderlik, bir yandan yazımızın en başında
alıntıladığımız perspektifi tümüyle kenara iterken
diğer yandan da bu perspektifin politik aracı
olarak inşa edilmiş olan gerilla gücünü bir tür
diplomasi aracına dönüştürmüştür.
Ve elbette yaklaşık otuz yıllık bu sürecin her
kritik dönüm noktası, başka bir dizi etkenle birlikte
hareketin ittifaklar ve destek güçler mantığını
da belirlemiştir. Başka bir deyişle, Kürt önderliğinin
ittifaklar politikası, kendi perspektiflerindeki
değişimlere ve dönemeç noktalarına paralel olarak
zaman içersinde değişikliklere uğramıştır.
Kuruluşundan 1980’e kadarki süreçte esas olarak
kendisini bölgede var etme ve güç toplama aşamasını
yaşayan Kürt hareketi, bu aşamada ne diğer Kürt
gruplarıyla ne de Türkiye devrimci hareketi içinden
yapılarla çok kalıcı ilişkiler kurmamıştır. Hatta
denilebilir ki, özellikle diğer Kürt hareketleriyle
ilişkiler bakımından bu aşama gergin ve çatışmalı
bir atmosfere sahiptir.
1980’lerin başında karşımıza çıkan en somut olgu
ise kuşkusuz Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi
(FKBDC) girişimidir. 1982’de bir araya gelen PKK,
Devrimci Yol, Türkiye Komünist Emek Partisi (TKEP),
THKP/C Acilciler, TKP İşçinin Sesi, Sosyalist
Vatan Partisi (SVP), TEP (Türkiye Emekçi Partisi)
ve Devrimci Savaş yapıları tarafından oluşturulan
FKBDC, esasen sadece demokratik alanı kapsamamakta,
oldukça iddialı politik mücadele biçimlerini de
önüne koymaktadır. Bu girişimin bir bütün olarak
olumlu-olumsuz yanları bir yana, en azından Kürt
hareketinin 1980’lerde Türkiye devrimci hareketi
ile ilişki kurma ve birlikte mücadele etme isteğini
göstermektedir.
Sonraki süreçlerde ise bilindiği gibi PKK, “ülkeye
dönüş” iradesini göstermiş ve 1984’e dek varan
bir hazırlığa girişmiştir. Daha doğrusu, aslında
FKBDC’nin kurulmak istendiği 1982’de de PKK, böyle
bir planlama ve hazırlıklar içindedir ve en azından
teorik olarak düşünülen şey, bir yandan Kürt coğrafyasında
diğer yandan da Karadeniz gibi başka bölgelerde
gerilla atılımları yapmaktır.
Sonuç olarak, ayrıntılar bir yana, bu dönemde
de yine arayış, “yol arkadaşlığı” çerçevesindedir.
Her ulusal kurtuluş hareketi gibi Kürt hareketi
de, metropol solunda bir müttefik cephe yaratmayı,
mücadele üzerinden gelişecek bir omuzdaşlık aramayı
sürdürmektedir.
Ancak bu dönemde devrimci hareketin tüm bölmeleri
ciddi bir sıkıntı içindedir. Tabii ki, burada
sosyal-şoven denilebilecek yeminli misak-ı millicileri
ve reformistleri bir yana bırakıyoruz. Sözünü
ettiğimiz şey, Kürt hareketine karşı duyarsızlık
ve sosyal-şovenizm değil, güç kaybı ve politik
gerilemedir. 12 Eylül cuntasının getirdiği yıkımdan
henüz kurtulamamış olan devrimci güçler, ardından
1990’lar dönemecine gelmişler ve güçlü çözümlemeler/güçlü
atılımlar gerektiren bu süreçte büyük ölçüde tökezlemişlerdir.
Bu sıkıntı ortamında gerçekleştirilmek istenen
ikinci büyük birlik girişimi (1988-89’lardaki
başka platform-birlik girişimleri bir yana) Devrimci
Demokratik Güçbirliği (DDGB) olmuştur. 1993’te
PKK’nin önerisiyle PKK, TKEP, TKP-Kıvılcım, TKP/ML
Hareketi, TDP ve Devrimci Partizan örgütleri arasında
kurulan (Devrimci sosyalist hareketin bir süre
içinde bulunduğu) DDGB de sonuç olarak başarılı
bir girişim değildir ve (sebepleri bir yana) çok
ciddi bir aktivite sağlayamamıştır.
Yani özetlenirse eğer, Kürt hareketi, kendi özgün
tarihinde 1982 ve 1993’de iki kez ciddi anlamda
solla ittifak projesi geliştirmiştir ve bu girişimler,
PKK’nin perspektiflerini henüz geriye çekmemiş
olduğu dönemin temel anlayışına uygundur.
Türkiye Cephesi: Gerileme Koşullarında Değişik
Eğilimler
Bu arada yukarıda sözünü ettiğimiz güç kaybı ve
gerileme hali, bilindiği gibi Türkiye devrimci
hareketinde devrimci özünü koruyan hareketlerden
bazılarını bu dönemde “ulusal harekete aktif yedeklenme”
noktasına taşımıştır. Bu yedeklenme, kuşkusuz
bugünkü kuyrukçu eğilimden en azından yöntemi
açısından farklıdır. Yani sonuçta yine bu davranış
biçimini de “devrimin güncelliği”nden duyulan
kuşku ve umutsuzluk belirlemektedir ama bu sonuçta
savaşçı bir tutumdur. İnsanlar, çok net bir savaşma
iradesiyle gerilla ortamına dahil olmuşlar, bir
dizi örnekte görüldüğü gibi özveri ve kararlılıkla
hareket etmişler ve bu arada küçümsenmeyecek sayıda
şehit vermişlerdir. Nihayetinde Kürt hareketi
İmralı dönemecine girdiğinde ise bu gruplar açısından
oluşan tablo büyük ölçüde düş kırıklığıdır.
Ama bu süreç, daha doğrusu 1984 ile başlayan ve
1990’ların ikinci yarısına kadar devam eden dönemin
bütünü, aslında Türkiye devrimci hareketinin bütünü
bakımından oldukça karmaşıktır. Çok kaba bir dille
ifade edilirse, aynı coğrafyanın bir bölümünde
hatırı sayılır bir gerilla savaşı (ve bu savaşa
karşılık olarak oligarşinin yürüttüğü katliamlar
ve kontra cinayetleri) sürmekte, ortalık alev
alev yanmakta, buna karşın ise diğer yakadaki
güçler, kısmi toparlanma ve gelişme eğilimleri
göstermektedir; 80’lerin sonunda ve 90’ın başında
Türkiye cephesindeki durum dip noktası değildir
ama yeterli de değildir. Yani sonuç olarak, sebepler
tartışması ne olursa olsun, doğudaki ses, batıda
istenilen düzeyde bir yankı bulamamaktadır. Objektif
durum budur.
Bu objektif durum, sözünü ettiğimiz süreçte Türkiye
devrimci hareketine dönük olarak yapılan haklı/haksız,
doğru/yanlış bir dizi ağır suçlamanın zeminini
oluşturmuştur. Kendi sesine yeterince karşılık
bulamayan, kendi çektiği acılara denk düşen bir
dayanışma düzeyini somut olarak gözlemleyemeyen
Kürt ulusal hareketinin tabanı ile sol arasındaki
bağlar bu dönemde ciddi biçimde zedelenmiştir.
Çünkü her şeyden önce yurtsever Kürtlerin en azından
bir bölümü, bu zayıf durumun politik-programatik
sebeplerden değil, ahlaki nedenlerden kaynaklandığını,
yani açıkçası savaşma ve mücadele etme azminin
yokluğuyla ilgili olduğunu düşünmektedirler. Kürt
hareketinin militanları arasında bu kanı yaygındır;
sıkıntının çözümünü “aktif yedeklenme” politikasında
bulduğunu düşünen Türkiyeli gruplar ise zaten
bu görüştedirler. Böylece bir açı gitgide büyürken,
bu tür bir yedeklenmeyi doğru bulmayan devrimci
hareketler (yine sosyal-şoven eğilimleri dışta
tutarak devrimci güçlerden söz ediyoruz) “Kürt
hareketine duyarsızlık”tan, “Kemalizmin etkisi
altında olma”ya dek bir dizi ağır suçlamaya maruz
kalmışlardır. Bölgedeki katliamlar, orman ve köy
yakmaları, kontra faaliyetler arttıkça bu eleştirilerin
dozu da artmakta ve giderek sapın samana karıştığı
kaotik bir ortam oluşmaktadır. Ve tabii bu ortam,
aynı zamanda, Kürt hareketinin yanlışlarına yönelik
olarak yapılabilecek eleştirilerin de zeminini
daraltmaktadır. Hemen yanı başında son derece
kanlı kıyımlar yaşanırken kendi cephesinde hatırı
sayılır bir atılım ve sıçrama gerçekleştiremeyen
devrimci güçler, biraz da bu sıkıntının etkisiyle
zaman zaman eleştirel bir tutumdan -deyim yerindeyse-
imtina etmektedirler.
Bu suçlamalar ve eleştiriler üzerinde uzun boylu
durmayacağız. Devrimci güçlerin toplamı adına
da konuşmak durumunda değiliz elbette. Ama en
azından kendi adımıza konuşursak, söyleyebileceğimiz
şey, devrimci sosyalist hareketin, bu dönemde
Türkiye devrimi yolunda güçlü atılımlar ve sarsıcı
vuruşlar yapabilir durumda olmamasının, tarihsel
bir boşluk olduğudur. Ulusal harekete yedeklenme
politikasını doğru bulmayan devrimci sosyalist
hareket, kendi bağımsız yolundan yürüyerek bir
atılım ve sıçrama yaratmakta eksik kalmıştır.
Ama bu durum, hiçbir biçimde Kürt hareketini anlayamamak,
onun önem ve değerini bilmemek ya da “Kemalizmin
etkisi altında kalmak”, vs. gibi unsurlardan değil,
bir bütün olarak sürecin eksikliklerinden kaynaklanmaktadır.
Yani hem devrimci sosyalist hareket, hem de aslında
bir devrimci hareketin bütünü, hayatın diğer alanlarında
büyük sıçrama ve gelişmeler gösterdikleri halde,
özel olarak ulusal sorunda tökezlemiş değillerdir.
Ama bütün bunlara karşın asla inkar edilemeyecek
olan gerçeklik, Kürt coğrafyası ile Türkiye arasındaki
bu dengesizliğin objektif bir durum olduğudur….
Gerekçeler ne olursa olsun, bu objektif tablo
ortadadır, bir vaka olarak vardır.
Eğik Düzlemde Kayma…
Bu tablo üzerinden 1990’ların ikinci yarısına
gelindiğinde ise artık Kürt hareketinin genel
çizgisi (ve buna bağlı olarak ittifaklar politikası)
başka bir noktaya doğru evrilmektedir. Ya da belki
şöyle söylenebilir: Kürt hareketinin bünyesinde
filizleri hep mevcut olan sistem-içi eğilim artık
kendisini daha fazla ortaya koymaktadır. Burada,
bir ucu İmralı’ya dek uzanan sürecin sebeplerini,
vs. uzun uzadıya tartışmayacağız; ancak olup bitenleri
tümüyle 1990’ların çöküş ortamına ve Türkiye cephesinin
zayıflığına bağlayan, “bu kadar yalnız kalındığında
ne yapılabilirdi ki” diyen görüşün tam doğru olmadığını
belirtmeden geçemeyeceğiz. Her şey bu kadar basit
değildir; Kürt hareketindeki dönüşüm, çok ciddi
bir ideolojik kaymaya denk düşmektedir, bu kaymayı
atlayarak süreci yalnızca “çaresizlik”le izah
etmek mümkün değildir. Böyle bir izah, bugün gelinen
noktanın “kaçınılmaz” olduğunu söylemek anlamına
gelir ki, bu hiç doğru değildir. Kendi düşünsel
ve örgütsel kaynaklarını kendi eliyle kısırlaştıran
Kürt hareketinin önderliği, bu tıkanmaya çözüm
arama imkânlarını da yine kendi eliyle ortadan
kaldırmıştır.
Bu tartışmayı, bu yazı bağlamında bir kenara koyup
yeniden konumuza, ittifaklar sorununa geldiğimizde
ise yeni süreçte manzara şöyledir: “Ateşkes önerileri”
ile yavaş yavaş yeni bir tutuma doğru kayan Kürt
önderliği, artık Türkiye devrimci hareketi cephesindeki
beklentilerini rafa kaldırmakta, “yol arkadaşlığı”
arayışından vazgeçerek karşı cepheden ilişkiler
geliştirmeye başlamaktadır. Kürt önderliği, bu
süreçte kendince “arabulucu” olarak gördüğü bir
dizi gazeteciyle (Çandar, Birand, vs.)yakın ilişkiler
kurmuş, devletle (ve hatta bazıları CIA ile) dolaylı
ya da doğrudan ilişkili olan bu kişileri bir biçimde
“kullanma”yı amaçlamıştır. Aynı süreç, kendini
Türkiye solu içinde gören bazı ajan ve sağlıksız
unsurların da (Perinçek ve Küçük gibi…) Bekaa’ya
turistik geziler yaptıkları günlerdir. Kürt önderliği
artık eski ölçütlerini de bir yana bırakmıştır;
hatta bu ilişkileri devrimci örgütlerle ilişkilerinden
daha önemli bulmakta, bunu da zaten açıkça dile
getirmektedir.
Bu arada, aynı süreçte, gerillanın nihai perspektifinde
de bir kayma gerçekleşmeye başlamıştır. Bağımsız
bir ülke kurma hedefinin asli unsuru olarak yaratılmış
bulunan gerilla, artık diplomatik adımların, dolaylı
görüşmelerin “zorlayıcı aracı” haline dönüşme
yolundadır. Oligarşiye uzlaşma ve barışçıl yol
önerileri yapan önderlik, diğer yandan da bütün
bunların reddedilmesi halinde karşı tarafı savaşı
tırmandırmakla tehdit etmektedir. Metropollerdeki
sivil halka zarar veren eylemlerin tırmanışı da
tam bu döneme denk düşer. Çünkü Kürt önderliği,
Kürt coğrafyasında bütün şiddetiyle devam eden
savaşın dehşetini metropollere taşımak, toplumsal
yapıda genel bir tedirginlik yaratarak karşı tarafı
görüşmelere zorlamak istemektedir. Denilebilir
ki, Kürt hareketinin tarihindeki en olumsuz etki
yaratan eylem örnekleri bu dönemde görülmüştür.
Böylece, artık bir eğik düzleme girilmiş ve yavaş
yavaş geriye doğru kayılmaktadır. Bu geriye kaymanın
pratik ilişkiler bakımından anlamı ise eski devrimci
ittifak anlayışının terki ve daha bulanık ilişkilere
yönelinmesidir. Bu noktadan sonra Kürt önderliğinin
soldaki arayışı, yeni politikaları destekleyen,
en azından bu politikalara eleştirel yaklaşmayan
bir ilişki biçimidir. Bugün “stratejik ittifak”
adı altında kurgulanan ilişkilerin başlangıç noktası
da aslında bu süreçtir.
Geriye Kayarken Uyum Arayışı
Öte yandan aynı süreç, solda da yeni bir gerileme
ve sağa kayma dalgasına zamansal olarak denk düşmüştür.
İlk ÖDP deneyiminin yükseliş ve düşüşünden sonra
ortaya yeni partiler, eğilimler çıkmakta ve Kürt
hareketindeki değişim ilerledikçe solun bir kesiminde
de bu harekete karşı tutum kısmen değişmektedir.
1970’ler boyunca PKK hareketine hiç sıcak bakmayan,
1984 atılımını da (kendi savundukları devrim ve
mücadele anlayışlarının doğal sonucu olarak) bir
tür “macera” gibi gören bazı akımlar, ortaya çıkan
yeni politikaları kendilerine yakın hissetmektedirler.
Elbette bu yakınlık ve “Kürt sevgisi”, söz konusu
eğilimlerin kendilerindeki bir yanlışı fark etmelerinden
kaynaklanmamıştır. Burada söz konusu olan şey,
resmen söylensin ya da söylenmesin bu siyasi akımların
“devrimin güncelliği” ve “mümkünlüğü” konusundaki
geri adımlarının bir sonucudur. Daha anlaşılır
sözcüklerle ifade edersek, yakın gelecekte Türkiye
devriminin gerçekliğinden umut kesmiş olan bu
güçler, kendi politik perspektiflerini günlük
demokratik tepkilerin yerine getirilmesiyle sınırlı
bir çerçeveye oturtmuşlar ve bu noktada da mevcut
Kürt hareketinin (daha doğrusu mevcut Kürt önderliğinin)
politikalarının desteklenmesini listenin en başına
koymuşlardır. Hatta içlerinden daha uç noktalara
savrulan bazıları, artık Türkiye devrimi perspektifinden
tümüyle kopmuş olduklarını gizlememekte ve “Kürt
sorunu çözülmeden bu topraklarda ciddi bir ilerleme
gerçekleşmeyeceğini” açıkça ilan ederek bütün
politik çalışmalarını bu alana kaydırmaktadırlar.
Hiç kuşku yok ki, bu yönelim reformizm bakımından
“enternasyonalizm” bağlamında bir “iç rahatlaması”na
da yol açmaktadır. Bu eğilimler böylece, “herkesten
daha fazla enternasyonalist olma” rütbesini kendi
kendilerine verebilmektedirler; sanki devrimci
olmayan bir “enternasyonalizm” iyilikseverlikten
başka bir anlam taşırmış gibi!
Öte yandan solda bu denli uçlara dek gitmemekle
birlikte sonuç olarak aynı noktaya gelip saplanan
başka tutumlar da mevcuttur. Bu eğilimler, tümüyle
kaderlerini Kürt ulusal hareketinin çizgisine
bağlamış gibi görünmemektedirler ama öte yandan
Kürt sorununda atılacak her adımı mevcut Kürt
hareketine angaje olarak atmayı adeta bir prensip
haline getirmişlerdir. Mevcut Kürt ulusal hareketi
ile hiçbir koşulda karşı karşıya gelmemeyi hedefleyen,
kendilerine özgü bir tutum geliştiremeyen bu yapılar,
görünüşte mevcut önderliği eleştirmekte ama politik
tutumlarda onun arkasından ayrılmamaktadırlar.
Yani bu yapılar, mevcut önderliğin “ideolojik
açılım” diye ortaya sürdüğü liberal bulanıklığı
tabii ki benimsememektedirler; ama zaten asıl
tehlikeli olan da budur; çünkü yapılan, aslında
günü kurtarmaktır. Sonuç olarak en iyimser yorumla
bile, bu akımların yaptığı şey, zulüm ve baskı
altındaki Kürt halkının desteklenmesi ile her
günlük sorunda mevcut Kürt önderliğinin politikalarının
desteklenmesini birbirine karıştırmalarıdır.
Bu yedeklenme türleri, belki 90’ların yedeklenmesini
biçimsel olarak andırmaktadır ama asla oradaki
devrimci samimiyete sahip değildir. Bu kez yapılan
şey, yükselen bir yıldıza kendi varlığını katmak
değil, geriye kaymakta olanı kutsamaktır. Daha
doğrusu, aslında Kürt önderliğinin geriye doğru
çeke çeke kültürel haklar noktasına kadar gerilettiği
hedefler silsilesi (lütfen burada çarpıcı gerilemeyi
anlamak için yazımızın başındaki alıntıya yeniden
dönülsün!) artık bu kesimlerden bazılarının zaten
öteden beri durdukları noktaya denk düşmektedir.
Bütün bunların sonucunda ise ortaya gerçeğe uymayan,
tuhaf bir durum çıkmıştır. Bu gerçekdışı tabloda
Türkiye solu, sanki Kürt halkını “sevenler” ve
“sevmeyenler” diye iki ana öbekte toplanmıştır!
Sözünü ettiğimiz tümüyle gerçekdışı sınır çizgisinin
bir yanında yukarıda sözünü ettiğimiz “stratejik
müttefikler” vardır.
Diğer yanda ise, “Kürt halkının pek iyi dostları
olmadığı” düşünülen daha karmaşık bir toplam vardır.
Bu toplam, homojen değildir. Bu toplamın içinde
devrimci öze sahip olmakla birlikte misak-ı milli
sınırlarını kafasında kıramamış unsurlardan “sınıfsal
kriterlere bağlılık” adı altında ulusal sorunu
hafife alan güçlere kadar çeşitli eğilimler vardır.
Ve nihayet, mevcut postmodern Kürt önderliğini
ve onun sistem içinde çözüm arayan politikalarını
eleştiren, ancak ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkı konusundaki Marksist kriterlerden de sapmayan
devrimci akımlar da bu genel toplam içinde yer
almaktadır. Daha doğrusu, mevcut Kürt ulusal hareketi
bu homojen olmayan toplamı “kendisine sıcak olmayan”
bir kategori olarak görmeyi ve göstermeyi uygun
bulmaktadır.
Daha pratik bir dille söylersek, mevcut Kürt hareketi,
kendi politikalarını koşulsuz destekleyen ve bütün
günlük sorunlarda kendisiyle birlikte hareket
eden akımları “dost” olarak görmekte, diğerlerinin
tümünü ise “kuşkulu dostlar” ya da “mesafeliler”
olarak aynı çuvalın içine doldurmaktadır. Bunu
yaparken kullandıkları ölçüt, söz konusu siyasi
akımların ulusal sorun konusundaki düşünceleri
ve pratiği değil, kendilerine biat edip etmedikleridir.
Kürt Halkının Dostluğu ve Devrimci Sosyalist
Hareket
Bu hayli uzunca özetten ve durum tespitinden sonra
yeniden yazımızın başlığındaki soruya dönebiliriz:
Kürt halkının dostları kimlerdir ya da Kürt halkının
dostluğu bugünün koşullarında ne anlama gelmektedir?
Gerçekten ne yapmalı?
Mevcut Kürt önderliğinin bütün politikalarını
ayakta alkışlarsak ve onunla aramızı “iyi” tutarsak,
daha mı fazla enternasyonalist oluruz?
Bütün politik faaliyetimizin rotasını değiştirerek
(daha açık bir deyişle bir devrim hareketi örgütleme
perspektifimizi zayıflatarak) kendimizi yalnızca,
örneğin kontra cinayetlerini protesto etmeye yönlendirirsek,
Kürt halkını daha mı çok sevmiş ve desteklemiş
oluruz?
Devrimci sosyalist hareketin bütün bu sorulara
verdiği yanıt son derece açıktır: Hayır!
Devrimci sosyalist hareket, Türkiye devriminin
adımlarının örülmesiyle Kürt halkının özgürlük
mücadelesinin desteklenmesi arasında bir çelişki
olmadığını, tersine bunların birbirine sıkı sıkıya
bağlı olduğunu düşünmektedir.
1- Devrimci sosyalist hareket, nihai hedefi dünya
devrimi ve komünizm olan, bu perspektifin belirleyiciliği
altında Türkiye coğrafyasında anti-emperyalist
anti-oligarşik bir halk devrimi gerçekleştirmeyi
programına koymuş bir devrim hareketidir.
2- Devrimci sosyalist hareket, bu devrimci programın
gerçekleştirilmesini belirsiz bir uzak geleceğin
işi gibi görmemekte, devrimin güncel ve mümkün
olduğu belirlemesini yapmaktadır. Bu doğrultuda
o, bütünlüklü bir politik müdahale ve devrimci
atılımı örmeyi asli programatik hedefleri olarak
önüne koymuştur.
3- Devrimci sosyalist hareket, Ulusların Kendi
Kaderlerinin Tayin Hakkı konusundaki Marksist-Leninist
yaklaşımın en az dün için olduğu kadar bugün de
geçerli olduğunu ve bu ilkenin esas olarak ayrılma
ve bağımsız devlet kurma hakkı anlamına geldiğini
belirlemektedir. Devrimci sosyalist hareket, bu
yaklaşım doğrultusunda misak-ı milli dahil hiçbir
yapay sınırı ölçü almamakta, ayrıca, bir ulusal
hareketin önderliğinin niteliği ile o ulusun kendi
kaderini tayin hakkı arasında bağlayıcı bir ilişki
kurmamaktadır. Bir belirli anda o ulusa önderlik
eden gücün ya da sınıfın niteliğinden hareketle
hakkın kendisini yok sayan bütün sosyal-şoven
anlayışları kendisine yabancı saymaktadır.
4- Devrimci sosyalist hareket, uzun yıllar önce
açıkça ilan etmiş olduğu üzere, UKKTH ile ayrı
örgütlenme hakkının birbirine sıkıca bağlı olduğunu,
birinin diğerini doğal olarak doğurduğunu belirlemektedir.
O, “bütün dünyayı kurtarma” hevesinden uzaktadır
ve Kürt coğrafyasının kendi devrimci sosyalist
hareketini yaratabilecek potansiyele sahip olduğundan
kuşku duymamaktadır. Bu doğrultuda o, mevcut Kürt
önderliğinin (ve hatta güneydeki işbirlikçi önderliklerin
de) yönetimindeki Kürt örgütlenişini objektif
olgular olarak tanır, onlara karşı geliştirilen
bütün imha politikalarının karşısında durur; bu
önderliklerin niteliğini bahane ederek Kürt halkının
haklarını yok sayan anlayışları kendisine yabancı
sayar. Ama öte yandan, Marksist-Leninist bir hareket
olarak bu önderlikleri desteklemeyi, onların yanlışlarına
ortak olmayı aklından bile geçirmez.
5- Asli hedeflerini böylece ortaya koymuş bulunan
devrimci sosyalist hareket, sonuç olarak bir “dayanışma”
hareketi ya da bir tür “insan hakları derneği”
değildir. O, kendi yolunda yürürken ulusal zulmün
bütün biçimlerine karşı mücadele yürütür, sömürgeci
rejime karşı bütün direnişleri destekler, ancak
kendisini salt bu görevlerle tanımlayan bir yerde
durmaz. Kendisini bir “aydın ve sanatçı inisiyatifi”
gibi görmez. Devrimci sosyalist hareketin asli
görevi, devrimci bir atılım yaratmaktır ve bu
görev üzerine yoğunlaşır.
6- Devrimci sosyalist hareket, Türkiye’deki demokrasi
sorununu Kürt hareketinin çözümüne bağlayan ve
dolayısıyla “bu sorun çözülmeden ciddi bir adım
atılamaz” diyen görüşün yanlış ve özünde reformist
olduğu düşüncesindedir. Her şeyden önce bu topraklardaki
faşizm ve haklar/özgürlükler sorunu, şu ya da
bu konjonktürel olguya değil, emperyalist yeni-sömürgeci
ilişkilere bağlı yapısal bir olgudur ve bir demokratik
halk devrimi dışında çözümlenmesi mümkün değildir.
Ayrıca Türkiye devrimini böyle bir önkoşula bağlamak
kesinlikle doğru değildir ve devrimci iktidar
perspektifinin yitirilmesinden başka bir anlam
taşımaz. Bu, Türkiye’de devrimci müdahalenin Kürt
ulusal hareketiyle dayanışmacılık düzeyine indirgenmesi
anlamını taşıyan sinizmle karışık bir reformizmdir.
Bu yaklaşım, Kürt ulusunun özgürlük istemlerini
Türkiye devriminin başarısına bağlayan sosyal-şoven
yaklaşımların adeta tersten ifadesidir, saçma
ve gericidir. Tersine, ulusal sorunun, sadece
Kürt ulusal sorununun değil, TC sınırları içindeki
tüm ulusal sorunların köklü bir çözümü, Türkiye
devriminin ciddi adımlar atmasına sıkı sıkıya
bağlıdır. Bu bağlılık, mutlaka zamandaşlık anlamına
gelmez ama Ortadoğu’nun mantığı gereği bölge devriminin
çeşitli parçaları arasında yakın bir ilişki vardır.
Ayrıca devrimci sosyalist hareket, Kürt ulusunun
kendi kaderini tayin hakkının desteklenmesi ve
Kürt halkı üzerindeki baskı ve katliamlara karşı
çıkılması ile mevcut Kürt önderliğinin politikalarının
her koşulda desteklenmesi arasında bir zorunluluk
ilişkisi olmadığını düşünmektedir. Günü kurtarmaya
yönelik böyle bir “enternasyonalizm” anlayışı
devrimci sosyalist harekete yabancıdır.
7- Devrimci sosyalist hareket, yukarıda sözünü
ettiğimiz görüşlerin tam tersine, Türkiye’den
gelişecek böyle bir devrimci atılımın Kürt halkının
direnişinin gerçek ihtiyacı olduğunu belirlemektedir.
O, Kürt halkına yönelik bir kıyımı, kirli savaşın
herhangi bir görüntüsünü protesto ederken, bunun
demokratik bir görev olduğunu düşünür ama öte
yandan bu kadarıyla yetinilemeyeceğini, enternasyonalizmin
bu kadar basit bir “dayanışma” duygusundan ibaret
olmadığını da bilir. Devrimci sosyalist perspektife
göre, devrimci enternasyonalizm, diğer halklara
karşı iyi niyet ve dostluk göstermenin ötesinde,
dünyanın bu köşesinde bir devrim hareketi örgütleme
iradesine bağlıdır. Böyle bir iradeyi ortaya koyarak
bir milim sapmaksızın kendi devrimci programı
üzerinden yürümek, devrimci sosyalist hareketin
asla vazgeçemeyeceği görevidir. Esasen, Kürt hareketine
yönelik dayanışma hareketinin bugünkü zayıf noktasından
kurtarılarak gerçek bir “caydırıcı” cephe haline
getirilmesi de bu görevin ciddi biçimde yerine
getirilmesi, güçlü bir devrim hareketinin yaratılmasına
bağlıdır.
Bu doğrultuda devrimci sosyalizm, en küçük bir
protesto ve tepkiyi bile küçümsemez ama hali hazırdaki
şovenist yükselişin ve provokasyonların geriye
bastırılmasını da aynı görevin yerine getirilmesine,
yani Türkiye’nin siyasal ortamının dipten doruğa,
devrimci bir atılım yoluyla sarsılarak değiştirilmesine
bağlı olduğunu asla unutmaz. Ve biliyoruz ki,
bu yoldan gidildiğinde, “dost” ve “düşman” kategorileri
yeniden ve bu kez daha doğru zeminlerde şekillenecektir.
|