Coğrafyamızdaki devrimci güçler ve genel olarak
emekçi kitlelerin toplumsal hareketi kritik zamanlardan
geçiyor. Kuşkusuz buradaki “kritik” sözcüğü, artık
1990’larda olduğu gibi ağır bir gerileme atmosferini
ve bu atmosferden kaynaklanan karamsarlığı tarif
etmiyor; tersine burada, bu kavramla anlatmak
istediğimiz şey, önümüzde ciddi ilerleme ve sıçrama
yapma imkânlarının mevcut olduğudur. Bu bir iyimserlik
gösterisi değil; somut gerçekliğin tespit edilmesidir.
Karanlığın içinde ışık, tıkanmanın içinde atılım,
zayıflığın içinde güç toplama imkanları, bugünkü
kaotik görünen tablo içinde yan yana durmaktadır
ve işte zaten “kritik” olan da bütün bu imkânların
devrimci hareket tarafından doğru biçimde değerlendirilip
değerlendirilemeyeceği sorusunda düğümlenmektedir.
Çünkü bütün bu karşıt olgular birbiri içinde,
birbirinin şiddeti ölçüsünde güçlü olasılıklar
olarak yer tutmaktadırlar. Yani, sıkışmanın şiddeti
ve boğucu atmosferi aslında doğru bir müdahaleyle
yaratılabilecek patlamanın şiddetini artırmakta,
çözümsüzlük gibi görünen durum yerinde ve doğru
bir atılımın çözüm olanaklarını kuvvetlendirmektedir,
vb, vb.… Ve tabii bu kritik aşama, süreci doğru
değerlendiremeyenleri kısırlıkla cezalandıracak
özellikleri de içinde barındırmaktadır. İşin doğrusu,
yeni süreci değerlendirme ihtiyacını duymayanlar,
epey uzun süredir -kendileri farkında olsunlar
ya da olmasınlar- aslında bu cezaya çarptırılmış
durumdadırlar.
Hiç lafı dolandırmadan, açıkça söylersek günümüzün
yakıcı sorunu şudur: Bugün, devrimci güçlerin
kitlelerle olan ilişkileri ve ilişki kurma zeminleri
çok ciddi bir daraltma operasyonuyla karşı karşıyadır.
Meselenin böyle ortaya konulması, emperyalizm
ve oligarşi tarafından ince ince planlanmış bir
komplo ile karşı karşıya olduğumuz anlamına gelmiyor.
Daha doğrusu, elbette böyle planlar ve programlar
yapılmaktadır ama politik hayatın tümü böyle bir
komplodan ibaret değildir ve sorunu bu biçimde
ele almak, hem konuyu basitleştirir, hem de derinliğine
nüfuz etmemizi önler. Çünkü süreç, yalnızca önceden
planlanmış karşı devrimci politik adımlardan oluşmamakta,
zaman zaman örneğin neoliberal ekonomi politikalarının
bilinen sonuçları gibi unsurlar da pratik olarak
böyle bir “daraltma” eylemine zemin sağlamakta
ya da onu güçlendirmektedir. Yine de bütün bunlara
toplam olarak “operasyon” adını vermemizin nedeni,
olguların iç bağlantılarının tümünün birlikte
değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Yani
olguların tümü bir araya getirilip alt alta dizildiğinde,
ortaya çıkan şey, bütünlüklü bir politik “operasyon”
görünümü vermektedir. Örneğin sokaklardaki uyuşturucu
miktarının artışı ile yeni TMY yasası arasında
somut bir bağ yokmuş gibi görünse de, aslında
bu iki olgu, sonuç olarak aynı tabloyu tamamlamakta,
devrimci güçlerin tecrit edilmesinin araçları
olarak hizmet görmektedir. Ya da örneğin esnek
üretim-taşeronlaştırma politikaları bir yandan
kâr oranlarını artırırken, diğer yandan sınıfın
yapısını parçaladığı oranda devrimci güçlerin
emekçilere ulaşmasında, onlara güven telkin etmesinde
ciddi zorluklar doğurmaktadır, vb… Soruna böyle
bir bütünlüklü çözümlemenin ışığında bakıldığında
gördüğümüz şey, olup bitenlerin toplam politik
sonucudur ve bu sonuç, devrimci güçlerin kitlelerden
tecrit olmasından başka bir şey değildir. Bütün
bunları anlamak ve alt alta dizerek genel bir
çözümlemeye ulaşmak son derece önemlidir. Çünkü,
daralma ve tecridin bizzat kendisi de (onu anlayıp
üstesinden gelemezsek eğer) yeni daralma noktalarının
sebebi haline gelmektedir. Süreç sıkıştıkça güç
ihtiyacı kendisini yakıcı bir biçimde duyurmakta,
gücün yaratılamadığı koşullar ise sol-politik
ortamdaki güvensizlik ve tıkanmışlık duygusunu
artırmaktadır. Özellikle son süreçte, Paris’ten
Bolivya’ya, Arjantin’e dek dünyanın pek çok köşesinde
yaşanan olumlu gelişmeler devrimci sempatizanların
ilgisini çekmekte, buna karşın Türkiye oligarşisinin
en berbat neoliberal politikaları en “problemsiz”
biçimde hayata geçiriyor olması, kafalarda ciddi
soru işaretlerine neden olmaktadır. Durumu açıklamak
için ortaya konulan “gerekçeler” ise, politik
olarak doğru olsalar bile bu insanları tatmin
etmemekte, 70’li yılların kompleksli esprisi olan
“eller aya biz yaya” cümlesi, bu kez bir tür kendine
güvensizlik ifadesi olarak politik süreçte kendisine
yer bulmaktadır. En ciddi neoliberal saldırılar
gerçekleştiğinde ya da bölgedeki emperyalist projeler
yoğunlaştığında bir araya gelen muhalefet güçlerinin
toplamının karşı tarafı zorlayamayacak düzeyde
kalması, devrimci sempatizanın mücadele ruhunda
derin yaralar oluşturmakta, kendi mensubu bulunduğu
yapı dahil toplam solun süreç karşısındaki etkisizliği
ciddi kırılmalara ve yorgunluklara yol açmaktadır.
Bu çok ciddi bir sorundur. 80’lerin sonunda ve
90’ların başındaki kamu emekçileri hareketinden
bu yana büyük güçleri bir araya getirerek karşı
tarafı zora sokan, bilek gücüyle zemin kazanan
bir hareket görülmemektedir ve bu durum, kendi
dar politik çevresindeki ilişkiler içinde şekillenen
devrimci sempatizanı sık sık şoklara uğratmaktadır.
Bu süreçte oligarşinin 19 Aralık gibi son derece
pervasız saldırılarına tanık olan devrimci sempatizan,
bu cüretin arka planında devrimci güçlerin zayıflığının
yattığını bilmekte ya da en azından sezmekte,
ama buna karşın ortalıkta bu durumu tersine çevirmek
için bir plan yapıldığına tanık olmamaktadır.
Bu arada aynı insanlar, sık sık kendi çevreleri
dışındaki “gerçek dünya” ile karşılaşmakta ve
her seferinde de yıpranmaktadırlar.
Denilebilir ki, bugünkü devrimci kuşağın hayli
önemli bir bölümü, genel ya da kısmi bir “somut
başarı” ile hiç tanışmamış olmanın sıkıntısı içindedir.
Akşam haberlerinde cayır cayır yanan otomobilleri
gören, kitlelerin baskısıyla sarayın penceresinden
atlayıp kaçan devlet başkanlarının hikayesini
dinleyen devrimci sempatizan, ertesi gün kendi
çorak yaşamına döndüğünde doğal olarak “burada
eksik olan ne” sorusunu kendine sormaktadır.
Gerçekten de bir yerlerde bir eksiklik olmalı!
Evet, Osmanlı’nın tarihsel özelliklerine ya da
İslamiyetin etkilerine dek uzanarak “derin”(!)
sosyo-psikolojik tablolar çizebilirsiniz; ya da
daha kestirmeden gidip Aziz Nesinvari bir tavırla
halkımızın kaçta kaçının “ahmak” olduğu üzerine
ucuz gevezelikler yapabilirsiniz; ama bütün bunlar
yine de durumu kurtarmaz. Bu, çocuğu olmadığında
asla kendisine toz kondurmayan Anadolu erkeğinin
tipik tavrına benzer. Oysa, asıl sorun, devrimci
güçlerin bizzat kendisinde ne eksiklik olduğu
sorunudur; bu aynı zamanda “nereden başlamalı”
sorusunun da yanıtlarına giden bir yoldur.
Bu anlamda, 1900’lerin başında “çoğunluktan taktiğe
gidilir” diyenleri budalalıkla suçlayan ve tersine
“taktikten çoğunluğa gidilebilir” diyen Rosa Luxemburg
kuşkusuz binlerce kez haklıdır. Sokaklarda yürüyen
on binlerce insanı yönetiyorsanız, taktik sizin
için başka bir anlam ifade eder; ama sokaklarda
yürüyen binlerce insanı yaratmak, az olandan çok
olana yürümek, onları bir araya getirerek bir
devrimci halk hareketi oluşturmak istiyorsanız,
o insanların bugün, şu anda, neden sokaklarda
olmadığı üzerine sağlam çözümlemelere sahip olmak
ve doğru yere müdahale etmek zorundasınız. Burada
yalnızca “az çalışmak-çok çalışmak” üzerinden
yapılacak bir tartışma, kesinlikle yanlış bir
sonuç verir; çünkü asıl sorun ne kadar çalışıldığının
ötesinde, bu çalışmanın hangi süreç çözümlemeleri
üzerine oturduğu ve hangi eksen etrafında şekillendiği
ile ilgilidir.
Bu belirlemelere yeniden dönmek üzere şimdilik
bir ara verip sorunu tek tek olgular üzerinden
irdelemeye başlamak istersek, tablo aşağı yukarı
şöyle özetlenebilir:
Kitleleri Sindirip Devrimci Güçleri Tecrit
Etmenin En Temel Aracı:
Yeniden Organize Edilmiş Baskı ve Terör Aygıtı
Kuşkusuz oligarşinin devrimci güçlerin kitlelerle
ilişki zeminlerini daraltmaya yönelik en temel
aracı her zaman şiddet ve baskıdır. Bu belki çok
klasik bir belirleme gibi görünür, ama aslında
bu baskının kendisi de düşman tarafından sürekli
olarak yeniden biçimlendirilen, yeniden organize
edilen bir şeydir. Dolayısıyla, “devlet egemen
sınıfların baskı aracıdır” şeklindeki klasik ve
doğru tanımlamayı bütün dünya tarihi için yeterli
gören ve ötesine kafa yormayan anlayış, süreci
de anlayamaz. Oysa, 1990’ların sonunda Özgür Barikat’ın
4. sayısındaki “Şiddetin Konsantrasyonu ve Kitle
Hareketinde Yeni Süreç” yazımızda irdelemeye çalıştığımız
bu değişim, son derece önemlidir. Çünkü 1980’lerden
sonra geliştirilen bu süreç, örneğin 1960’lardaki
kudurgan anti-komünist dalgayı aşmış, İlhan Selçuk
gibilerini bile işkence tezgahına yatıran kör
bir baskı atmosferinden, baskı biçimlerinin ve
dozlarının ayarlanmasına geçilmiştir. Bu amaçla
yeniden organize edilen ve altyapı yetersizlikleri
de giderilen şiddet aygıtı, artık daha sistemli
çalışır hale getirilmiştir. “Örgüt evi”ne ve düzen-dışı
savaşçı yapıya son derece gaddarca davranan bu
yapı, kitle eylemlerini ise belli bir sınırın
aşmayacak şekilde kontrol altında tutmayı hedeflemektedir.
O yazımızda da değindiğimiz gibi, oligarşik diktatörlük
ya da herhangi bir sömürücü devlet, her zaman
her ülkede aslında muhalefetin ve tepkilerin tümüyle
sıfırlandığı bir durumu düşler. Ancak bu pratik
olarak kuşkusuz mümkün değildir ve o zaman karşımıza
“tahammül edilebilir” bir muhalefet çizgisi çıkar.
Devletin çeşitli istihbarat ve baskı aygıtları
aralarında sık sık inisiyatif savaşlarına girişseler
de, sonuç olarak tümünün nihai amacı, aşağı yukarı
böyle bir düzendir. Bir yanda en vahşi katliamlar,
diğer yanda kitle gösterilerinin kalabalık ve
“her an her şeyi yapabilir” polis güçleriyle baskı
altına alınması, zaman zaman son derece “şefkatli”
manzaralar çizilirken zaman zaman olağanüstü bir
şiddet düzeyi ile herkese sınırın hatırlatılması,
birbiriyle çelişen politikalar değil, aynı zincirin
halkalarıdır. Böylece yapılan şey, yalnızca tepkilerin
değil, emekçi kitlelerin zihinlerinin de kontrol
altına alınmasıdır. 19 Aralık’ta olduğu gibi esasen
hapishanelere değil hapishane dışındakilere ders
vermeyi amaçlayan korkunç katliamlar, sıradan
küçük gösterilerin bazen kana bulanması, bazen
de olağanüstü bir “kibarlık”la izin verilmesi,
vs. gibi değişik görünen uygulamalar, esasen gelip
geçici olabilen “korku” kavramının yerine daha
kalıcı olan “kaygı”nın geçirilmesini ve sonuçta
sıradan emekçiye en garantili yolun işaret edilmesini
sağlamaktadır: Evde oturmak!
Bu, cezaevlerinde uygulanmak istenilen tretman
uygulamasının bir tür şartlı refleks olarak bütün
toplumsal yapıya yayılması anlamına gelmektedir.
Bunun için toplumsal-tarihsel bellekte zaten mevcut
olan vahşet görüntüleri sık sık tazelenmekte ve
canlı tutulmakta, en kaba saba biçimlerle en estetize
edilmiş psikolojik baskı biçimleri bu amaçla bir
arada kullanılmaktadır. Ve kuşkusuz bütün bunlar,
bu yazımızda ayrı bir bölümde ele alacağımız bir
dizi ekonomik-politik-kültürel araçla birlikte
yürütülmekte, neoliberal iş düzeninden örgütlü
davranışları körelten postmodern gericiliğe kadar
bir dizi faktör devreye sokularak, kitlelerin
tepkileri ile oligarşi arasındaki suni-denge durumu
her yeni durumda yeniden pekiştirilmektedir.
Hatta öyle ki, bu düzen, bizzat devrimci örgütlerin
kendisine dek uzanan refleks biçimlerine yol açmaktadır.
Dikkate değer bir gelişme kaydeden ve mevcut çizme
boyunu aşma eğilimi gösteren herhangi bir devrimci
yapı, kendisinin birden “mercek altına” gireceğini
en baştan bilmektedir. Somut vahşet gösterileriyle
de sık sık hatırlatılan bu durum, kuşkusuz herhangi
bir yapının politikalarının esasını belirlememektedir;
ancak politik tablo üzerine esaslı biçimde düşünerek
yeni ve kapsamlı müdahale biçimleri bulmak isteyen
devrimci yapının böyle bir karşılık göreceğinin
önceden biliniyor olması, kuşkusuz bir “kendinden
memnun olma” halini de beslemektedir. Çünkü daha
az yaratıcılık, daha sığ düşünme ve mevcut yöntemleri
bir biçimde devam ettirme, pratikte avantajlı
bir durum olmaktadır. Sık sık değişen politik
gündem maddelerine karşı tepkiler örgütleyen,
ama bütün bu gündem maddelerinin dışında kendi
somut gündemini hayata dayatamayan devrimci güçler,
sonuçta mevcut sınırları aşamamakta, belli bir
kısırlık içinde gitgide daha fazla daralmaktadırlar.
Sonuç olarak ortaya çıkan tablo ise, devrimci
güçlerin kitlelerle ilişki zeminlerinin daralması
ve onlara güven telkin eden bir noktadan uzaklaşılmasıdır.
Böylece özetlemeye çalıştığımız tablo, esasen
yeni TMY tasarısının (ve muhtemelen gelecekte
yeni yeni yasaların) amacını da ortaya koymaktadır.
Aslında bir yanından bakıldığında Türkiye’nin
mevcut tablosu açısından bu değişiklikler çok
gerekli değilmiş gibi görünmektedir. Bu coğrafyada
polisin ve diğer baskı güçlerinin yapmayı isteyip
de yapamadığı şey neredeyse yoktur; bir bütün
olarak baskı aygıtı en küçük bir kıpırdanmayı
kanla bastırma konusunda alışkanlık ve deneyim
sahibidir.
Ancak öyle görünüyor ki, oligarşi, bir yandan
solun kitlelerle kısmen buluşabildiği basın-yayın
alanını iyice kontrol altına almak, bu tür alanlardaki
gevşeklikleri gidermek istemekte, diğer yandan
ise daha önemlisi, aynı “tahammül edilebilir”
muhalefet çizgisini tümüyle kalınlaştırmayı amaçlamaktadır.
Sürece uzun vadeli bir bakış açısıyla yaklaşan
ve köşe taşlarını sağlam oturtmak isteyen oligarşinin
temsilcileri, bugünkü alışılmış biçimleri aşan
militan bir kitle hareketinin oluşmasının bütün
zeminlerini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadırlar.
Bugünkü teknoloji açısından bakıldığında sembolik
bir sorunmuş gibi görünen “eylemlerde yüz kapatma”
sorunu tam da böyle bir nitelik taşımaktadır.
“Gözaltı süresinin uzatılması” gibi yanları belki
yine önemli sayılabilir ama asıl daha önemlisi,
alışılmış basın açıklaması ve yasal miting dışında
her türlü yolu kapatan tasarının, devrimci güçlerin
açık alandaki ifade biçimlerini hedef almasıdır.
Devrimci özneyi kitleler arasında temsil edecek,
bu öznenin kitleler arasında çalışma yapmasını
sağlayacak her türlü kurumsallaşmayı, sembolleri,
açıklamaları ağır suç kapsamına sokan tasarı,
son derece açık bir biçimde devrim hareketinin
kitlelerle buluşma noktalarını hedef almaktadır.
Devrimci özneyi yok etmek için zaten yasal olsun
olmasın kullandıkları yollar ve araçlar vardır,
her zaman da olmuştur. Bu anlamda “vur emri” gibi
değişiklikler, esasen pratik değil, politik-psikolojik
bir anlam taşımaktadır. Böylece oligarşi, düzen-dışı
devrimci örgütle kurulacak her türlü ilişkiyi
tümüyle “tehlikeli” hale getirmekte, bu öznenin
kitlelerle ilişki kurduğu her alanı baskı altına
almak istemektedir. Devrimci öznenin kendi iç
hukukuyla belirlediği “üyelik” statüsü, devlet
tarafından öylesine genişletilmektedir ki, sonuçta
ona yönelik en küçük iyi niyet ifadesi bile doğrudan
“örgüt ilişkisi” sayılarak tam bir tecrit hedeflenmektedir.
Kontr-Gerilla Provokasyonları ve Faşist Sokak
Saldırılarının
Asıl Amacı Alanların, Bölgelerin Sola Kapatılmasıdır
Büyük çoğunluğu doğrudan Genelkurmaya bağlı birimler
tarafından organize edilen yerel ve genel provokasyonlar,
devrimci öznenin kitlelerden tecrit edilmesinin
bir başka yöntemidir. Şüphesiz, bu provokasyon
politikasının oligarşi içi hesaplaşmalarla, Kürt
savaşına kitle desteği sağlama gibi amaçlarla
da bağlantıları vardır. Ama tek tek olaylar öznel
niyet olarak hangi amaçla yapılırsa yapılsın konumuz
açısından pratikteki sonucu, devrimci güçlerin
genelde ya da belli alanlardaki ilişkilerinin
kırılmaya uğratılmasıdır. “Alan kapatma” olarak
adlandırabileceğimiz bu durum, aslında 70’li yıllardaki
faşist saldırılardan esinlenen bir olgudur ama
bugünkü uygulanışı daha farklıdır. Hatırlanacağı
gibi 1970’li yıllarda çeşitli okulların ve mahallelerin
faşist işgal altında tutulması, bir yandan faşist
çeteye rahat hareket edebileceği alanlar sağlarken,
diğer yandan da devrimcilerin o semtlerde, okullarda,
hatta bazı ilçelerde tümüyle bağlantısız ve etkisiz
kalmasına yol açıyordu. Böylece o kapalı alandaki
ilişkiler giderek kemikleşiyor ve oradaki emekçi
kitle fiilen devrimci öznenin dokunamayacağı bir
uzaklığa itilmiş oluyordu.
Bugün, belli illerde yapılan sokak saldırıları
ve “bayrak” gibi imgeler üzerinden yapılan genel
provokasyonlar, bu kez solun zaten daha zayıf
olduğu koşullarda gelişmektedir ve bu son derece
tehlikelidir. Çünkü, bir bildiri dağıtımında ya
da afişlemede iyi organize edilmiş bir “linç”
girişimi yaratıldığında, doğal olarak o il, o
ilçe, vb. bazı hallerde uzun süreli biçimde bildiri,
afiş gibi etkinliklere kapalı hale geliyor. Dolayısıyla
bu, o alanda solun kitlelerle ilişki kurma zeminlerinin
tıkanması anlamına gelmektedir. Aynı bölgedeki
faşist hareket, belki üç gün sonra kamu emekçilerinin
düzenlediği bir etkinliğe -en azından şimdilik-
saldırmamaktadır ama taşrada zaten zayıf durumda
olan toplumsal muhalefet üç gün önceki olaydan
da gerekli “uyarı”yı almaktadır. Böylece örneğin
Genel Sağlık Sigortası gibi bir konuda harekete
geçmek isteyenler de işe nisbeten zayıf bir zeminden
başlamakta, genel olarak bir terörize durum ortama
hakim olmaktadır.
Aynı şekilde taşrada kimi üniversiteleri tümüyle
işgal altına alan, metropollerdeki bazı okulları
ise polisle birlikte saldırarak terörize eden
faşist hareket yine aynı amaca ulaşmaktadır: Solun
emekçi kitlelerden tecrit edilmesi ve özellikle
açık alandaki ilişkilerinin, ilişki kurma araçlarının
sakatlanması… Çünkü böylece doğrudan işgal ve
alan kapatmanın becerilemediği yerlerde de devrimci
öznenin zaten zayıf olan ilişkileri sürekli bir
gerginlik atmosferinde yıpratılmaktadır. Bu politikanın
en tehlikeli tarafı ise, ortamın uygun olduğu
bazı yerlerde bu “kapalı alan”ın kalıcı bir olgu
haline gelmesidir.
Şovenizmin Tırmandırılması:
Kitlelerle İlişkide Bir Tıkanma Noktası…
A) Ulusal Kurtuluş Hareketi ve Şovenist Karşılık
İlişkisi…
Kürt ulusal hareketine ve Kürt halkına düşmanlık
üzerinden yaratılan şovenist dalga ise devrimci
hareketin siyaset alanlarının daraltılması anlamında
son zamanların en önemli unsurudur. Belki, son
yirmi yılda bu olguya artık alıştığımız ve bu
cephede orijinal bir şey olmadığı söylenebilir
ama bu tam olarak doğru değildir. Bugün geliştirilmekte
olan saldırı zinciri hem zeminleri itibarıyla
kısmen farklıdır, hem de daha vahim sonuçlara
gebedir.
Hemen hatırlanacaktır; 1990’ların başında devrimci
hareketin kötü durumundan söz edilirken mutlaka
“Kürt hareketi dışında…” diye bir parantez açma
ihtiyacı hissedilirdi. Çünkü durum böyleydi; çünkü
bu doğruydu. Aynı biçimde Kürt hareketinin atılımının
sola büyük bir katkı yaptığı da sık sık söylenirdi;
bu da bir gerçekti ve doğruydu. Ancak 2000’lere
gelindiğinde ve postmodern Kürt önderliği karmaşık
ve tehlikelerle dolu bir yola girdiğinde, ortaya
yeni bir tablo çıktı.
Aslında en başta işe bir tespitle girişmek gerekiyor:
Burada ya da dünyanın herhangi bir başka köşesinde,
bir ulusal kurtuluş mücadelesi, mutlaka sömürgeci-emperyalist
ülkenin sokaklarında belli bir şovenist eğilim
yaratır. Bu bir gerçekliktir ve İngiltere-Hindistan,
Fransa-Cezayir örnekleri için de geçerlidir. Her
şeyden önce, nihayetinde bu metropollerin tümünde,
şu ya da bu miktarda ırkçı-faşist bir güruh vardır.
Bunun üzerine sömürge ilişkisinden sağlanan kırıntıların
sağladığı nispi refah ve başka bir dizi ekonomik-politik-kültürel-tarihsel
faktör biner ve zayıf ya da kuvvetli bir şovenist
akım o metropolün sokaklarında boy gösterir. Ama
sonra, sözü edilen ulusal kurtuluş hareketi, belli
bir noktaya geldiğinde, şovenist zincirin belli
halkaları çözülmeye başlar. Çoğu kez bu noktanın
belirleyici unsurları şunlardır: Eğer UKH, a)
Kendi bağımsızlık ve özgürlük davasını belli bir
istikrar ve ısrarla karşı tarafa dayatıyor ve
ağır bedeller altında da olsa bundan vazgeçmiyorsa;
b) Meşru yollar ve yöntemlerle derdini, haklılığını
hem karşı tarafa, hem de bütün dünyaya anlatabiliyorsa;
c) Ve nihayet sömürgeci güç artık ağır kayıplar
vermeye başlamışsa, yani yaygın deyimle işin “astarı
yüzünden pahalı gelmeye” başlamışsa… Bütün bunlar
metropoldeki yekpare tutumları çözmeye ve katı
ırkçı-faşist çekirdeklerle daha zayıf halkalar
arasındaki mesafeyi artırmaya başlar. Bu arada
kendi haklı davalarını savunan insanlara karşı
uygulanan vahşet de artık daha fazla göze batmaya
başlar, vs… Evet, bu noktada da şovenizm bitmez
ama abartılı bir dalga halinden aşağıya doğru
düşmeye başlar ve solun daha önceleri söyleyip
de toz duman arasında duyuramadığı gerçekler bu
kez toplumda daha anlaşılabilir hale gelir.
Kuşkusuz Türkiye’deki sorun daha kendisine özgü
yanlar içermektedir. İç-sömürge denebilecek bir
durumdan ötürü Kürt halkı ile metropolün durumu
özgün bir tablo göstermekte; her şey iç içe geçerek
durumu karmaşıklaştırmaktadır. Durum, Cezayir-Fransa
örneğindeki gibi çırılçıplak değildir. Bu, bir
yandan sömürgeci ilişkinin ve dolayısıyla UKH’nin
bağımsızlık isteğinin anlaşılmasını zorlaştırırken,
diğer yandan da daha değişik bir şovenizm türünü
ortaya çıkarır. Bir yandan kendisi de emperyalizmin
ve işbirlikçi kapitalizmin pençesinde köle olan
insanlar, diğer yandan da çarpılmış tepkilerinin
akacağı yeni bir milliyetçi kanal bulmuş olurlar.
Üstelik, bu kez iç içe geçmiş nüfuslardan ötürü
ekonomik-tarihsel-kültürel gerekçeler de sürece
eklenir. Yoksulluk ve savaş nedeniyle metropollere
yığılan Kürt halkı, her göçmen topluluğu gibi
hırsla hayata tutunmaya, kendisini var etmeye
çalışırken, diğer yandan kök saldığı her yerde
zaten krizlerle sarsılmakta olan yerli halkın
ekmeğine ortak olur ve yeni husumetlerin kapısı
açılır. Birbirinin geçim kaynaklarını tehdit eden,
birbiriyle kültürel olarak çatışan topluluklar
arasında kıvılcımlar çakmaya başlar. Bu arada,
savaş bölgelerinden yoksul-emekçi gençlerin cenazeleri
gelmekte ve faşist çete kışkırtıcılık için hiçbir
fırsatı kaçırmamaktadır. Ve tabii, bütün bunların
solun özellikle taşra illerinde çok gerilemiş
olduğu koşullarda gerçekleştiği de unutulmamalıdır.
B) Kırılma Noktası ve Şovenizmin Tırmanışı
Ama yine de, her ne olursa olsun, şovenist tırmanışın
bir kader gibi algılanması ya da sorunun bütünüyle
metropol solunun gevşekliğine bağlanması doğru değildir.
Açıkça söylemek gerekir ki, Kürt ulusal hareketinin
önderliği, esasında geçmişten beri bünyesinde taşıdığı
eğilimleri 1990’ların sonundan itibaren açıkça ortaya
koyduğunda ve düzen içinde bir çözüm arayışını öne
çıkardığında, bu politika yukarıda sözünü ettiğimiz
üç alanda da ciddi zaaflara yol açmıştır.
Birincisi, postmodern önderlik, kendi hedeflerindeki
ısrar ve istikrarını kaybederek karşı tarafta yarattığı
“özgürlük isteyen ve bundan asla vazgeçmeyecek olan
güç” imajını zedelemiştir. Sanıldığının aksine bu
“geri adım” şovenist çekirdeği daha da güçlendirmiş,
cesaretlendirmiştir; çünkü tipik bir sokak köpeği
refleksine sahip olan ırkçı-şoven linç kitlesi her
zaman ancak karşısında dik bir duruş gördüğünde
geri adım atmaktadır; tersi durum ise “kaçanı kovalama”nın
mantığına uygun olarak ekstra bir “cesarete” neden
olmaktadır.
İkincisi, 1990’ların belli bir noktasından itibaren
metropollere yönelen ve “Kürt gerçeğini ve savaşın
dehşetini batıya taşıma”yı hedefleyen bir anlayışla
davranan Kürt Ulusal Hareketi meşru savaş araçlarının
dışındaki araçları öne çıkarmış ve bir anlamda metropol
insanıyla arasındaki zaten çok zayıf olan köprüleri
atmıştır. Bir yandan “Türkiye halkıyla bütünleşme”
politikalarını formüle eden Kürt hareketi diğer
yandan da sömürgeciler dışındaki hedeflere de ayrım
gözetmeksizin yönelmiş ve sonuçta Kürtlerin istekleri
ve amaçlarının anlaşılması konusunda zaten yaratılmış
bulunan muğlaklığa doğrudan katkıda bulunmuştur.
Ki, aynı eğilim, şu anda da varlığı inkâr edilmeyen
örgütlenmeler aracılığıyla sürdürülmektedir.
Ve nihayet üçüncüsü, savaşın belli bir noktasından
sonra durumu yeniden değerlendirerek bir sıçrama
yaratamayan, bunu yapamadığında da geri adıma yönelen
Kürt hareketi, karşı tarafı gerçekten artık katlanılamaz
kayıplar verme noktasına sürükleyememiştir. Savaşın
zararları ile sağladığı rantlar ve politik avantajlar
arasındaki denge, birincisi lehine bozulamamış,
karşı taraftaki homojen tutum kırılamamıştır. Tersine
şoven çekirdek, bu süreçte etrafındaki halkaları
-emekçileri de kapsayacak biçimde- daha fazla genişletmiştir.
Bugün gelinen noktada, postmodern önderlik, sürekli
dalgalanan, sürekli ileri ve geri adımlar atan tutumuyla
ortamı daha da kaotik hale getirmiş, barış söylemiyle
karışık bir savaş, özgürlük söylemiyle karışık vazgeçişler,
diplomatik görüşmeler için “zorlayıcı” olarak kullanılan
gerilla, bir yandan yumuşak mesajlar vermeye çalışırken
diğer yandan milyonlarca yoksul göç insanının öfkesine
tercüman olmak durumunda kalan açık örgütlenmeler,
vb. sürecin karakteristik unsurları olmuştur.
C) Siyaset Alanlarının Tıkanışı ve Şovenizm…
Bütün bunların pratikteki sonuçlarından biri ise,
şovenist dalganın tırmanışı olmuştur. Daha doğrusu,
bu dalganın tırmandırılması için çaba harcayan
güçler, kendilerine daha uygun bir ortam bulmuşlardır.
Bu noktada, hiçbir yanlış anlamaya izin vermemek
için şunu söylemek gerekiyor: Herhangi bir ülkedeki
herhangi bir devrimci hareket, kendi devletine
karşı yürütülen bir ulusal savaşın yarattığı şovenizmden
şikayet edemez. “Bu savaş bir şovenizm yaratıyor
ve benim işimi yapmamı engelliyor” diyemez; bu,
son derece açık bir sosyal-şoven yaklaşımdır.
Ülkemizde başta liberal sol olmak üzere bir dizi
sol çevrede açık veya örtük olarak bu sosyal şoven
yaklaşım dile getirilmektedir. Dünyanın herhangi
bir yerinde, herhangi bir ulusal hareket, özgürlük
girişimi için metropol solunun iznini almak ya
da onun için uygun olan zamanları beklemek zorunda
değildir. Devrimci hareketler, kendi doğaları
gereği enternasyonalist hareketlerdir ve Ulusların
Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı onlar için vazgeçilmez
ilkelerden biridir. Ezilen ulusların özgürlük
mücadelesini, günlük politik zararlar pahasına
da olsa desteklemek, ezen ulus devrimcilerinin
ertelenemez görevidir.
Ancak burada sorun, bizzat ulusal hareketin kendisinde
yaşanan bir kaosla ilgilidir. Sorun, kendi durduğu
noktadan geriye doğru adım atan ve şovenizmin
gücünü kıracak unsurları kendi politikalarıyla
zayıflatan ulusal hareketin, “ben bildiğim yoldan
yürürüm, şovenizmi engellemek senin işin” deyip
diyemeyeceğiyle ilgilidir. Bugünkü “savaş” hali
artık kimseye 1984 sonrasının coşkusunu vermiyor
ve yüzlerce zigzagtan oluşan politik çizgi karşı
tarafın elini güçlendiriyorsa, bunun sorumlusu
olarak “solun zayıflığı”nı ilan etmek, eksik,
eksik olduğu için de yanlış bir değerlendirme
olur.
Ama bütün bu tartışmaların ötesinde, şu bir gerçeklik
olarak hayatımızın parçasıdır: Enternasyonalist
olmaktan vazgeçmeyen ve vazgeçmeyecek olan devrimci
hareket, emekçi kitlelerle olan ilişkisinde başka
bir dizi politik-ekonomik-kültürel faktörün (ve
en önemlisi kendi hatalarının) dışında şovenizm
bağlamında da bir sıkışma yaşamaktadır. Şikayet
edersiniz ya da mücadele edersiniz, ama sonuç
olarak bu, günümüzün gerçekliklerinden biridir.
Medyatik bombardıman ve daha bir dizi etkenin
altında bilinçleri çarpıtılan emekçi kitlelerin
düzene karşı olan tepkileri, (yalnızca dar nüfus
gruplarını değil, emekçilerin bütününü kast ediyoruz)
şovenizm çamuruyla bulanmakta ve özellikle politik
ortamın zayıfladığı küçük yerleşim birimlerine
doğru gidildikçe bu daralma daha da artmaktadır.
Bir yandan enternasyonalist duruşunu zor koşullarda
da korumak isteyen ve her durumda Kürtlerin yanında
yer almayı görevi sayan, diğer yandan da kendisinin
de bir parçası olduğu yerli halkın emekçi kesimleriyle
birleşmek, bütünleşmek isteyen, onların IMF politikalarına
ve sömürüye karşı olan nefretinin sözcüsü olmak
isteyen devrimci güçler, bu konuda ciddi bir sıkıntı
yaşamaktadırlar. Geçtiğimiz aylarda polisle son
yılların en ateşli çatışmasını yaşayan Seydişehir
işçilerinin ellerindeki Türk bayrakları (ki aynı
işçiler aynı bayraklarla aynı gün bir “şehit cenazesi”nde
de yer alabilirler!), günümüzün tablosunun adeta
bir özeti gibidir.
Bütün bunlar, yakınmak için değil, gerçeğin tespiti
için söyleniyor ve yazılıyor. Gerçeklik budur
ve biz bu gerçekliği değiştirmek görevi ile karşı
karşıyayız. Yazımızın sonlarına doğru, sürecin
çıkış yolları üzerine tartışırken görülecektir
ki devrimci sosyalist hareket, bu gerçekliğin
değişimini “Kürtlerden kopmakta” ya da “Kürt hareketinin
eklentisi olmakta” görmüyor; bu karanlığı yırtmanın
devrimci ve enternasyonalist bir yolu kuşkusuz
var ve devrimci sosyalizm bugün bu yolun adımlarını
döşüyor.
Burada yaptığımız şey, devrimci öznenin kitlelerle
temasına ilişkin bir daralma noktasının belirlenmesidir.
Bu daralma noktası vardır ve üstelik her gün özellikle
Genelkurmay merkezli provokasyonlarla daha da
derinleştirilmektedir.
Neoliberal İş Düzeni, Sınıfın Parçalanması,
Yeni Emekçi Katmanlar
ve Devrimci Güçlerin İlişki Zeminleri
Yeni tarihsel süreçte neoliberalizmin gündemleştirdiği
yeni iş düzeni, esnek üretim, özelleştirme ve
taşeronlaştırma gibi olgular artık solda yaygınca
biliniyor; bu konularda yazılıyor, çiziliyor.
Okurlarımızın hatırlayacağı gibi Sosyalist Barikat’ın
2. sayısı da neredeyse tümüyle bu konuya ayrılmıştı.
Ancak soruna bir kez daha devrimci özne ile emekçi
sınıflar arasındaki ilişki açısından bakmak yine
de gerekli. Böyle yaptığımızda ise ilk gözümüze
çarpan gerçek, bu yeni iş düzeninin üretim maliyetlerini
düşürerek kâr oranlarını artırmak dışında, sınıfın
toplu hareket ve örgütlenme reflekslerini de hedeflediğini
görürüz. Yeni katmanlarla kalabalıklaşan ama büyük
üretim birimlerindeki toplu duruş noktasından
uzaklaştırılan emekçiler, böylece bir araya gelme,
örgütlenerek kısmi ya da genel başarılar elde
etme imkânları bakımından da zayıflatılmışlardır.
Küçük atölyelere, organize sanayi bölgelerine
dağılan milyonlarca işçi, sınıfa ait olduğu kabul
edilen davranış kalıplarını büyük ölçüde yitirmişlerdir.
Bu arada restorasyon dönemi boyunca uygulanan
ama çoğu kez gözümüzden kaçan bir başka olgu da
(üniversite eğitiminin taşraya yayılmasında olduğu
gibi) büyük sanayi işletmelerinin de zamanla politik
ortamı zayıf taşra illerine doğru kaydırılmasıdır.
Geçmişin direnişleriyle ünlü fabrikalarını bugün
Bozüyük’te görmek mümkündür; ya da aynı biçimde
Vestel ve Bosch gibi devasa işletmeler tam bir
köle cenneti olan Manisa gibi illeri tercih etmektedirler.
Ekonomik gerekçelerin yanında bu politikada rol
oynayan önemli faktörlerden biri, kuşkusuz üretim
sürecini (en kötü dönemlerde bile şu ya da bu
ölçüde politik ortama sahip olan) İstanbul gibi
büyük metropollerin dışına çıkarmak, politik olarak
zayıf olan taşra insanını yok pahasına çalıştırmaktır.
Bu bölgelerin insanları doğal olarak (en azından
bir süreliğine) bu kaydırmayı kendisine yapılmış
bir “iyilik” olarak görmekte ve zaten işin geri
kalan kısmı da gerici sendikalarla ve Kürt kartının
oynanmasıyla garanti altına alınmaktadır. Herhangi
bir devrimci sendikal çaba söz konusu olduğunda
ise yerel ortamda etkisi daha fazla olan polis
devreye girmekte, solun bölgedeki zayıflığı ya
da tersine MHP’nin etkinliği başka faktörler olarak
süreçte rol oynamaktadır.
Sonuç olarak, toplamda yapılan şey, Ekim Devrimi’ndeki
her şeyi belirleyen Putilov fabrikaları gibi efsane
örneklerin ortadan kaldırılması ya da zayıflatılması
ve sınıfın direnip kazanma duygusundan giderek
uzaklaştırılmasıdır. Bu, işçi sınıfının tarihinde
ve bilincindeki en önemli unsurdur: Bütün genel
kitle hareketlerinde olduğu gibi işçi sınıfı hareketinde
de büyük ve kalabalık güçlerin bir araya gelerek
kenetlenmesi, talepler öne sürerek kazanması,
geleceğe taşınan büyük bir moral güçtür ve devrimci
hareket her zaman kendi varlığını böylesi duyguları
yaşamakta olan güçler üzerine daha kolaylıkla
inşa eder. Bir kez kazanmış olan ya da bir kez
yüz binleri bir alanda görmüş olan işçi, bunu
asla unutmaz ve bu her zaman devrimci özne ile
onlar arasındaki ilişkiyi kolaylaştıran, rahatlatan
bir olgudur. Yani düzenin vurduğu nokta da işte
tam burasıdır. Düzene tepki duyan, düzen kurumlarına
güvenmeyen ama öte yandan kendisine ve düzene
alternatif olanlara da güvenmeyen, böyle bir güvenin
somut verilerine, tanıklıklarına sahip olmayan
bir kitle… Dağınık, bir araya gelerek kazanmanın
tadını hiç bilmeyen karmaşık bir yığın…
Üstelik bu kitle, kültürel ve ideolojik bozulmaya
da en uygun kesim olarak önümüzde durmaktadır.
Marx’ın klasik proletaryanın altında bir yerde
“plebyen” olarak tanımladığı ve anarşistlerin
kitle temeli olarak gördüğü lümpen-proletarya,
bugün daha şekilsizleşirken bir yandan da daha
fazla sınıfın içinde bir olgu haline geliyor.
Nasıl karşı tarafta neoliberal ekonomi, klasik
“üretme-satma-kâr etme” üzerinden sağlanan kapitalist
birikime düpedüz hırsızlık ve uyuşturucu, vb.
yollarından sağlanan hazır başlangıç sermayelerini
ekliyorsa, beri tarafta da “yedek sanayi ordusu”
tanımını artık aşan kalıcı ve sürekli bir kitle
vardır ve bu kitle atölye işçiliğinin yanına rahatlıkla
işportacılığı ya da oto hırsızlığını ekleyebilen
bir yığın olarak önümüze çıkıyor.
Kuşkusuz bu, -geçerken değinmekte büyük yarar
var- devrimci öznenin kadro ve sempatizan yapısını
da bir ölçüde etkileyen bir şeydir. Çünkü, aynı
toplumsal yapıdan gelmekte olan sempatizan da,
büyük kapışmalar ve büyük zaferler-yenilgiler
sürecinden geçmemiştir, ayrıca bizzat kendisi
de parçalı üretim yapıları içinde dağınık bir
hayat yaşamaktadır. İşsizlikle çalışma arasında
salınıp duran, üç gün çalıştıysa beş gün işsiz
gezen, yaşamında hiçbir istikrara sahip olmayan
ve ayrıca yozlaşma ortamından da etkilenen bu
insanlardan şüphesiz yakınacak değiliz; onları
ve daha fazlasını örgütlemek, devrimin belkemiğini
kurmak demektir. Ama bu dağınık yapının devrimci
hareketin kitle ilişkilerinde bir sorun olduğu,
bu ilişkilerin belli bir düzeyden değil de bazen
tümüyle sıfırdan başladığı da açık bir gerçekliktir.
Sendikal Bürokrasi: Artık Kesinlikle Masum
Değil!
Tam da bu noktada, sürecin en bozucu faktörlerinden
biri olan sendikal bürokrasiye değinmeden geçemeyiz.
Çünkü bu kesim, sınıfın kendine güveninin zayıflamasında,
dolayısıyla devrimci güçlerle sınıf arasındaki
bağların sıkıntıya girmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Artık yüksek sesle söylenebilir ki, bu rolün bir
bölümü artık hiç de temiz değildir. Yani devlet,
açıkça bu sürecin bir bölümünde resmi olarak vardır!
Bugün sendika bürokrasisinin en üst kesimlerindeki
bir grup, açıkça “sarı” değil, “beyaz” sendikacıdır.
Doğrudan manipüle edilen ve bir bölümü resmi olarak
maaşa ve rüşvetlere bağlanmış olan bu kesim, neoliberal
saldırılara karşı tepkilerin kontrol altında tutulması
ve sönümlendirilmesi için her türlü görevi üstlenmiş
durumdadırlar. Kimi zaman sahte kabadayılıklar,
kimi zaman sınıfın havasını boşaltan eylem organizasyonları,
bütün bunlar yetmediğinde Kürt fobisini kullanarak
yığınların korkutulması, vs. vs… Bütün yollar
bu kesim için mubahtır. Oligarşi için asli sorun
her zaman aslında çok basittir: Sınıfın büyük
topluluklar halinde bir araya gelmesi ve bu gücü
fark etmesi engellenmelidir! Bu anlamda 1 Mayıs’larda
bütün Türkiye için “tek bir miting” seçeneğinin
üstünün hep çizilmesi, hatta İstanbul’un dibine,
Kocaeli’ne, Adapazarı’na, vb. aynı gün için miting
konulması, kesinlikle masumane bir “düşüncesizlik”
değildir. Yüz bini aşan büyük güçlerin bir araya
gelmesi halinde, bu mitinge katılan her emekçinin
geriye muazzam bir moral güçle döneceğini, bunun
uzun vadede solla onun arasında bir ilişki zemini
olacağı efendiler ve onların sendikal alandaki
taşeronları tarafından çok iyi bilinir!
İkincisi; yeni süreci ve sınıfın değişen yapısını,
dolayısıyla yeni sınıf çalışmasını anlamayan,
dar kafalılıkla sakatlanmış sendika bürokratlarıdır.
Bazı hallerde fena halde “politik” olan, laiklikten
Kürt sorununa kadar her meselede takır takır demeçler
veren ama milyonlarca insandan oluşan emekçi katmanlarının
nasıl örgütleneceği üzerine kafa yormayan bu tip,
giderek elde olanı da tüketmekte, son zamanlarda
görüldüğü gibi birçok yerde inisiyatifi ve resmi
yetki pozisyonunu sağcı sendikalara kaptırmaktadır.
Ve nihayet, bu anda, sözü edilen süreçleri anlamaya
çalışan ama etki gücü zayıf, politik arenada dayanabileceği
sağlam devrimci alternatifler göremeyen, mevcut
durumda bunlardan birine karşı aidiyet duygusu
hissetse de diğer yandan umutsuzluk yaşayan iyi
niyetli işçi önderlerinden söz edebiliriz.
Toplam olarak bu alana bakıldığında ise görülen
şey, sınıfın kendine ve sola olan güvenini törpüleyen,
bu zemini zorlaştıran bir etkidir. Devrimci güçlerin
de çeşitli düzeylerdeki hatalarıyla birleştiğinde
bu etki, süreçte kendisini irili ufaklı engeller
halinde ortaya koymaktadır.
Neoliberal Restorasyon Sürecinde
Türkiye’nin Özgün Konumu: Belleğin Kırılması
Ve nihayet, işçi sınıfı ile ilgili olarak konuşurken
değinmemiz gereken bir başka faktör, neoliberal
restorasyon sürecinin Türkiye’de geçirdiği kendine
özgü evrimle ilgilidir. Bu restorasyonun ilk ve
en önemli adımlarının atıldığı süreç, bilindiği
gibi Türkiye’de 12 Eylül Cuntası dönemine gelmiş,
24 Ocak 1980 kararları ile başlayan uygulamaların
temelleri en sert baskı ve katliam koşullarında
atılmıştır. Daha sonra yine cunta koşullarını
aratmayan yıllar olan 1983-1987 arasında bir dizi
önemli adım atılırken politik-ideolojik bombardıman
da ihmal edilmemiştir. 1980’lerin sonundaki kaynaşma
ise sol tarafından değerlendirilememiş ve zaten
bir süre sonra da reel sosyalizmin büyük çöküşü
moral bir faktör olarak gericilerin imdadına yetişmiştir.
Üstelik aynı süreçte Kürt ulusal hareketinin ve
dolayısıyla savaşın yükselmesi denk düşmüş, böylece
militarize bir ortam ve siyasette, sokakta ordunun
ağırlığının artışı hiç hızını kesmeden bugüne
dek gelmiştir.
Sonuçta ortaya, neoliberal uygulama adımları açısından
adeta bir yerleşiklik ve artık “geri dönülemezlik”
duygusu çıkmıştır. Başka bir deyişle söylersek,
medya tekellerinin de yoğun basıncı altında emekçilerin
ve toplumun önemli bir bölümünün zihni sakatlanmış,
özelleştirmelerin, taşeronlaştırmaların, “artık
olup bittiği ve bu noktadan sonra geriye dönüşün
mümkün olmadığı” kanısı toplumda yaygınlaştırılmıştır.
Yalnızca bu alanda değil, IMF, dış borçlar, istikrar
paketleri, borsa oyunları, terörle mücadele yasaları
gibi bir çok konuda yoğun bir “olağanlaştırma”
operasyonu yapılmış, bütün bu olgular modern hayatın
“doğal” ve “kaçınılamaz”, “değiştirilemez” bileşenleri
gibi sunulmuştur.
Yazımızın başından beri sözünü ettiğimiz bütün
diğer faktörlerle (ve tabii hep vurguladığımız
gibi solun hatalarıyla da) birlikte bu durum,
sınıfın harekete geçerek kendine güven kazanmasını
zorlaştıran bir unsur olmuş, dolayısıyla devrimci
hareketin onlarla ilişki zeminlerini de belli
ölçülerde daraltmıştır.
İşbirlikçi Medya Tekellerinin Artan
Etkisi ve Devrimci Araçların Sınırlanışı
Aynı süreçte, işbirlikçi medya tekellerinin oligarşi
bünyesine de dahil olarak kazandıkları hakimiyet
alanı olağanüstü bir düzeye erişmiştir. Denilebilir
ki, Türkiye tarihinde burjuva ideolojisinin çeşitli
versiyonlarının coğrafyamızdaki insanların zihninde
bu kadar etkili olduğu ve alternatif bilgi kaynaklarının
bu kadar etkisiz kaldığı bir başka dönem yoktur.
Bu, hem iletişim araçlarının artışı, çeşitlenişi
ve etki gücüyle ilgilidir; hem de alıcı kitlenin,
yani emekçilerin politik zayıflığı ile ilgilidir.
Son yirmi yılda medya dünyası yoğun bir tekelleşme
yaşamış, ekonominin başka dallarında da diğer tekellerle
iç içe olan medya patronları sistemin sağlam unsurları
haline gelmişler, bu arada burjuva cephede bile
olsa bir ölçüde aykırı olabilecek medya kurumları
cılızlaştırılmıştır. Bugün artık Türkiye’deki haber
ve bilgi akışının neredeyse tümü, belli tekellerin
elinden geçmekte; ama bunun da ötesinde milyonlarca
emekçinin günlük yaşamının ritmi de yalnızca haberlerle
değil, eğlence programları ve dizilerle biçimlendirilmektedir.
Bu ölçüde yoğun tekelleşme, oligarşiye gündemi belirleme
ayrıcalığını da sağlamıştır. Herkesin bildiği gibi
bu ülkede gazete manşetleri hiçbir zaman zayıf ve
küçük harflerle atılmaz. Her zaman kocaman harfler,
her zaman heyecan! Her gün gündemi canlandırıp ayağa
kaldıran, ertesi gün başka bir şey icat eden, büyük
gazetelerle aynı tekele bağlı tetikçi bulvar gazeteleri
arasındaki işbölümünü tamamlamış, esnek işleyen
bir mekanizma vardır karşımızda. Ve üstelik artık
bu mekanizma ile CIA ve MOSSAD arasındaki ilişkiler
de gizli saklı değildir. Uluslararası ajanslara
göbeğinden bağlı olan tekel medyası, bir yandan
emperyalist propagandayı her gün gözümüze sokarken,
diğer yandan da iç provokasyonları, şovenizmi tetiklemekte,
sonuçta büyük bir zihin karışıklığı ile insanları
serseme çevirmektedir.
Marks’ın “yanlış bilinç” diye tanımladığı durum,
burada oldukça masumane kalır. Burada, zaten bilincinin
oluşumuna katkı sağlayacak başka etki mekanizmalarından
mahrum olan çıplak emekçi, korkunç bir bombardımana
maruz kalmakta, deyim yerindeyse her sabah ve her
akşam damardan zehir almakta ve tam bir sürüklenme
içersinde olguları anlamaya çalışmaktadır. Solun
kitlelerle ilişki kurma alanı ise en çok bu zeminde
daralmıştır. Devrimci basın araçları, sınırlıdır,
etki gücü ise nicel anlamda da içerik anlamında
da zayıftır. Bu organların doğrusal bir biçimde
nicel olarak geliştirilmesi ve çoğaltılması da çok
fazla çözücü değildir; çünkü aynı tekeller dağıtım
alanına da fazlasıyla hakimdir ve onların büyük
gücü karşısında devrimci yayın organı örneğin 1960’lara
göre çok daha zayıf bir konumdadır. 1960’larda tek
bir devlet radyosu ve ajansı ile yürütülen düzen
propagandası, bugün onlarca kanaldan akan bir lağım
gibi emekçilerin dünyasına boşalmakta, buna karşın
alternatif bilgi kaynaklarının sesi daha fazla kısılmaktadır.
Dolayısıyla bu alanda da devrimci güçlerin kitlelerle
ilişki kurma, onlara gerçekleri açıklama olanakları
çok sınırlıdır. Daha doğrusu burada, devrimci propagandanın
hedef kitlesi açısından da ciddi bir problem vardır:
Bu kitle de, somut bir güce ve eylem çizgisine yaslanmayan
devrimci iletişim araçlarına ilgi duymamaktadır.
Bu konuda tersinden bir örnek, Kürt televizyonlarıdır;
bu araçların alıcı kitlesi coşkuludur, isteklidir,
çünkü araçların arkasında özgürlük için yürütülen
bir savaş vardır. Dolayısıyla, iletişim tıkanmasını
çözmenin yolu daha fazla sayıda araç üretmek değil;
bir yandan bunu yaparken bir yandan da esas olarak
politik atılımı gerçekleştirmektir.
Oligarşi İçindeki-Dışındaki İnisiyatif
Savaşları, Sahte Gündemlerle Emekçilerin Zihninin
Köreltilmesi
Ve tabii, medya tekellerinin böyle bir etki düzeyine
ulaşması, Türkiye’de oligarşi içindeki-dışındaki
güçlerin siyaset yapma biçimini de hızla değişen
gündemlere ve provokasyonlar-karşı provokasyonlardan
oluşan bir karmaşaya yaslamaktadır. Özellikle
ordunun başını çektiği kesimlerin yürüttüğü inisiyatif
alma, karşı tarafı hizaya getirme operasyonları,
bütün politik gündemi dar laiklik-şeriat gibi
parantezlere sıkıştırmakta, her yenisi bir öncekinin
üzerine binen kaygan çatışma zeminleri ortalığı
toz dumana boğmaktadır. Bütün bunlar başka açılardan
tartışılabilir, Türkiye oligarşisinin kırılgan
dengeleri, hükümetin pozisyonu üzerine çözümlemeler
yapılabilir; ama olguya konumuz açısından bakılırsa
durum şudur: Bu dar parantezler ve inisiyatif
savaşlarının kitlelerin bilinci üzerindeki etkisi
tam bir bulanıklık ve dumura uğrama halidir. Bir
yandan emekçilerin ve yoksulların hayli önemli
bir bölümü, CHP’de ve “anayasal kurumlar” denilen
güruhta ifadesini bulan eğilimin yabansı ve yoksullara
dost olmayan bir yaklaşım olduğunu sezmektedir.
Diğer yanda ise riyakar, işbirlikçi olan ve bütün
bunları da çok gizlemeyen, Özalvari bir tutumla
ezilenlere hakaret etmeyi alışanlık haline getirmiş
bir hükümet ekibi vardır. Gerçi, yapılan basit
anketler bile kitlelerin aslında bu kör dövüşünü
çok da fazla birinci mesele olarak ele almadığını,
onların her şeye karşın asli sorunları olan yoksulluk
ve işsizliği daha fazla dert edindiklerini ortaya
koymaktadır ama yine de bu karmaşa belli bir kafa
karışıklığı yaratmakta ve ortalığı kaplayan komplolar-karşı
komplolar fırtınası insanları serseme çevirmektedir.
SSK kuyruğunda ilaç bekleyen adam, herhangi bir
Danıştay üyesine herhangi bir özel yakınlık duymamaktadır
elbette ama sürekli tekrarlanan provokasyonlar
zinciri sonuçta onun gündemini de etkilemekte,
kendi kaderi üzerine düşünmesini erteleyen bir
faktör olmaktadır.
Daha da önemlisi, bir süre sonra, siyaset alanının
komplo savaşları alanı olduğu kanısı genel olarak
toplumda yaygınlaşmakta, çatışan taraflara hiçbir
yakınlık duymayan sıradan insanlar, bu tepişme
alanını ve sonuçta siyasetin kendisini tümüyle
kirli bir iş olarak görmektedir. Komplocu düşünme
tarzının böylece yayılması, “her işin arkasında
başka bir dolap var” şeklindeki mantık kurgusu,
devrimci faaliyetin ve eylemliliğin de geleceğini
sakatlamaktadır. Sonuç olarak, medya tekellerinin
üzerine yüklenerek büyüttüğü bu karmaşa, devrimci
güçlerin kitlelerle ilişki zeminleri açısından
bir sorun alanı olarak önümüze çıkmaktadır.
Yeşil Kuşak Projesinin Devamı Olarak Tarikat
Örgütlenmesi ve Emekçi
Gençliğin Enerjisinin Emilmesi
Öte yandan yaygın “laiklik” çığırtkanlığına kendimizi
kaptırmamak uğruna, emekçi kitleler ve yoksullar
arasında sinsi ve kalıcı adımlarla mesafe kat
eden gericiliği de göz ardı etmemek gerekir. Bugün
artık daha büyük bir açıklıkla anlaşılmaktadır
ki, 1960’lar ve 70’lerde “komünizmi yeşil kuşakla
boğmak” şeklinde ifade edilen emperyalist strateji,
aslında bir milimetre bile değişikliğe uğramaksızın
şu anda da yürürlüktedir. Emperyalizm, yalnızca
bir zamanlar besleme ihtiyacı duyduğu silahlı
gerici grupları tasfiye etmiş ya da onlarla bağını
kesmiştir; yoksa, genel olarak İslami gericilikle
herhangi bir sorun yaşamamakta, kontrol altında
tutulabilen ya da bizzat organize edilen neoliberal
dincilik biçimlerini bütün gücüyle desteklemektedir.
Hem Ortadoğu genelinde, hem de Türkiye’de, kontrol
altına alınmış, radikal kesimleri desteklemesi
önlenmiş büyük cemaatler, emperyalist politikaların
en sağlam müttefikleridir.
Bunun siyasi hayattaki pratik karşılığı, büyük
parasal kaynaklara sahip tarikatların emekçi semtlerinde
ve özellikle gençler arasında zemin kazanmasıdır.
Bugün, dersaneler ve özel okullar alanında özellikle
Fetullahçı güçlerin yaygın bir güce sahip olduğu
bilinmektedir. Doğrudan CIA bağlantılarıyla etkisini
özellikle eski Sovyet cumhuriyetlerine dek yayan
bu ajan örgütlenmesi, taşrada ve metropollerde
öncelikle yoksul emekçi çocuklarının üzerine yüklenmekte,
taşrada kurduğu örgütlenmesiyle her yıl bu kesimlerin
çocuklarının içinden en zeki ve yetenekli olanları
seçerek üzerinde çalışmaktadır. Sahip oldukları
büyük ekonomik güce dayanan bu örgütlenmeler,
eğitim alanında her türlü “fiyat kırma” ve özel
kontenjan olanaklarına sahiptirler ve her yıl
binlerce genç beyin böylece uzlaşmacı-uysal bir
noktaya çekilerek bertaraf edilmektedir. IMF ve
Dünya Bankası kanallarından gelerek ekonominin
kilit noktalarına yerleşen prenslerinin çoğunun
bu yurtlar ve okullardan yetişmiş olması rastlantı
değildir.
Bu alan, kuşkusuz dıştan görüldüğü kadar sağlam
değildir; iyi bir örgütlenmeye dayandığı kesindir
ama devrimci bir yükseliş ortamına dayanabilecek
sağlamlığa da sahip değildir. Gerçekten doğru
halkalara yüklenen ve bütünlüklü bir anlayışla
inşa edilmiş bir müdahale bu örgütlenmelerin altını
boşaltabilir ve boşaltacaktır. Ancak, solun bugünkü
zayıflık ortamında bu güçlerin emekçi mahallelerinde
ve gençlik alanında yaygın bir etkiye sahip oldukları
kesindir. Bu etki, devrimci güçlerin çalışma ortamını
daraltmakta, hatta zaman zaman kimi emekçi mahallelerinin
ve taşradaki ilçelerin, vb. tümüyle “kapalı alan”
haline gelmesine yol açmaktadır.
Emekçilerin Günlük Hayatının Yozlaştırılması
ve Devrimci Çalışmanın Güçleştirilmesi
Aslında özellikle (devrimci hareketin can damarı
olan) emekçi gençlik açısından düşünüldüğünde,
bu gerici-dinci eğilim ve örgütlenme ile onun
tam tersi gibi görünen çürütme-yozlaştırma mekanizmaları
birlikte iş görmekte, bir madalyonun farklı yüzlerini
yansıtmaktadır. “İyi huylu” ve “iyi ahlaklı olma”
çağrıları yapan riyakar dincilik ile esrar ve
eroini okul kapısına dek “servis” yaparak gençliği
bütün geleneksel-ahlaki değerlerden kopmaya davet
eden devlet güçleri, aslında sonuç olarak emekçi
gençleri aynı yere çağırmaktadırlar: Mücadelenin
dışına ve düzen cephesine!
Bugün emekçi mahalleleri, boydan boya derin ve
kapsamlı bir çürütme-yozlaştırma politikasının
odağındadır ve devrimci güçlerin zayıflığı koşullarında
düzen cephesi bu konuda epey mesafe kat etmiştir.
Hatta geleneksel olarak solun zemini sayılan mahalleler
bu konuda daha berbat durumdadırlar. Bir zamanlar
koca Çin ülkesini afyon bağımlılığıyla mahveden
ve örneğin Harlem’deki siyah öfkeyi uyuşturucu
ile bastırdıklarını açık açık itiraf eden emperyalistler,
bu konuda ciddi deneyimlere sahiptirler; onlar,
uyuşturucu, fuhuş, kumar gibi işlerin basit araçlar
olmadığını, giderek kültürel formlar yarattıklarını
bilirler ve asıl önemsedikleri de zaten bu kültürel
yozlaşmadır. Böylece zaten yeni iş düzeni yüzünden
üretimle ilişkileri ve hayatları parçalanarak
dayanışmacı reflekslerden uzaklaştırılan genç
emekçiler, bütünüyle bataklığa çekilmekte, devrimci
müdahalenin etki alanı dışında kalmaları sağlanmaktadır.
Bugün emekçi mahallelerinde ve yeni işçi katmanları
arasında yürütülen devrimci çalışmanın önündeki
en büyük güçlük, kuşkusuz bu yozlaşma ortamıdır.
Bu durum, her tek emekçinin devrimci davaya kazanılmasını
başlı başına bir uğraş haline getirmekte, devrimci
eğilimlere sahip olanların kültürel eğitimi ve
arındırılması ise ciddi bir sorun olmaktadır.
Öyle ki, bugün emekçi mahallelerinden devrimci
harekete gelmiş olan insanların çoğunun bir ayağı
hala orada, bataklığın içindedir. Ve maalesef
bu alandaki devrimci yapıların çoğu, geride, bataklık
içinde kalmış olan bu ayağı görmezlikten gelmekte,
pragmatik kaygılarla davranarak yeni insan yaratma
uğraşını sürekli biçimde ertelemektedir.
Anti-Emperyalist Tepkilerin Saptırılması ve
Sahte Ulusalcılık
Bütün bu yollarla sorunun üstesinden gelinemediğinde
ise oligarşinin elinde başka seçenekler mevcuttur.
Bugün genç insanlar arasında özellikle emperyalizm
konusunda gerçekten büyük bir kafa karışıklığı
vardır. Kuşkusuz kendisine “ulusalcı” diyen güçler
büyük ölçüde MİT ve devletin başka organları tarafından
organize edilmektedir; işin MHP kanadı ise zaten
doğrudan emperyalizm tarafından kurgulanmış bir
örgütlenmedir. Ama öte yandan kafa karışıklığı
da gerçek bir kafa karışıklığıdır, üstünden kolayca
atlayıp geçemeyeceğimiz bir şeydir. İçinde barındırdığı
yoğun Kürt düşmanlığı nedeniyle çoğu kez bir kalemde
elimizin tersiyle silip attığımız bu eğilim, aslında
toplumsal gerçekliğin bir ürünüdür. Emekçi insanlar,
özellikle de gençler, bu kadar açıkça uygulanan
bir emperyalist sömürü ve tahakküm karşısında
özellikle ABD’ye yönelik olarak gerçekten bir
tepki ve nefret duygusu hissediyorlar. Bölgede
ve dünyada olup bitenler onları yaralıyor, Türkiye’nin
ayyuka çıkmış bağımlılığı ve yöneticilerin işbirlikçiliği
de artık kimsenin görmediği şeyler değil. Sonuç
olarak devrimci güçlerin kendi gündemleriyle oyalandığı
bir ortamda, bu tepkinin kompleksli bir milliyetçiliğe,
giderek şovenizme ve en kolay ve en tehlikesiz
yer olan Kürt düşmanlığına kayması şaşırtıcı olmamalıdır.
Burada MHP kanalını çok abartmak, onlara gereğinden
fazla bir etki gücü atfetmek de doğru değildir.
Ayrıca, her milliyetçilikten söz edeni faşist
olarak görmek de fazlasıyla kolaycılık gibi görünmektedir.
Bu, bir kanaldır ve bu kanalda akan insan topluluğu,
özünde emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı
tepki duyan bir topluluktur. Ama bu kanal, son
derece eklektik fikirlerin toplamıyla yürümekte
ve büyük ölçüde yönlendirilmektedir. Ağır medya
bombardımanı altında oluşan bu tepki ve fikirler,
özellikle (kahvehanelerin tercih ettiği) fiyatı
ucuz tetikçi gazetelerin manşetlerinde kendi ruh
halini bulmaktadır. Ve sonuçta medya tekelleri
tarafından bir dizi “işlemden geçirilerek” biçimlendirilen
bu şekilsiz fikirler yığını, en kolay ve en ucuz
tepki biçimine yönelmektedir: Kürde düşmanlık!
ABD ve dış güçler bizi mahvetmek istiyor, Kürtler
de memleketi bölmeye uğraşıyor, öyleyse vurun
Kürtlere! Bu arada İncirlik durduğu yerde durmakta,
IMF ayda bir gelip rapor istemektedir ama kolay
hedef olan Kürt, daha yakında, daha vurulabilir
bir yerdedir… Zaman zaman buna (kirli bir geçmişe
sahip olan ) emperyalist ülkelerin Ermeni soykırımı
konusundaki sahtekarlığı ve AB memurlarının küstahlıkları
da eklenmekte, tepkiler iyice zemin kaymasına
uğramaktadır.
İşin en karmaşık ve problemli yanı, bu insan topluluklarının
tümüyle düşman ilan edilecek bir durumda olmamasıdır.
Zaten devrimcilerin her önüne geleni “düşman”
ilan etmesi de düşünülemez; çünkü böyle yapıldığında
ortada devrim yapılacak insan kalmamaktadır! Bu
karmaşık ve şekilsiz yığın, çok açıkça söylenmeli,
solun günahlarının bir ürünüdür. Dolayısıyla sol,
şovenizme karşı savaş adı altında bu kitlelerden,
onlara yönelmekten kaçınamaz, kaçınmamalıdır.
Gerçek gündem maddeleri üzerinden yapılacak bir
müdahale, bu yığının içindeki faşist çekirdeklerle
dürüst emekçilerin birbirinden kopmasını sağlayabilir
ve düzene karşı tepkileri gerçek rayına oturtabilir.
Bu da devrimci sosyalist hareketin yakıcı görevlerinden
biri olarak önümüzde durmaktadır.
Kısaca Özet ve Bir Benzetme: Irmak ve Deniz…
Sonuç olarak bu kısa gezintinin bize gösterdiği
gerçek, Türkiye devrimci hareketinin bugün emekçi
kitlelerle ilişkiler açısından ciddi bir sıkışma
ve daralma yaşadığıdır. Yirmi yıllık neoliberal
süreçten kaynaklanan ve daha önce çeşitli yazılarımızda
irdelediğimiz bir dizi ekonomik-sosyal-kültürel
etkenin de üst üste binmesiyle sorun derinleşmiş,
yakıcı bir hal almıştır. 1970’lerin başında kitlelerin
düzene olan tepkilerinin önünün kesilmesi halini
anlatmak için Mahir Çayan tarafından kullanılan
suni-denge kavramı, bir kez daha kendi gerçekliğini
ortaya koymaktadır. Ancak bu defa karşımızda olan
şey, 1960’lara göre çok daha karmaşık ve gelişkin
araçlarla yaratılan bir durumdur.
Kitlelerle devrimci güçler arasında son derece
açık, gözle görünür bir mesafe vardır ve bu mesafe
oligarşi tarafından yüzlerce değişik araç kullanılarak
artırılmak ve kalıcılaştırılmak istenmektedir.
Ama burada asıl sorun bu mesafenin kendisi değildir.
Tarihin belli aşamalarında devrim güçleri ile
emekçi kitleler arasında belli mesafe açılmaları
olabilir; devrimci hareketin kitlelerle buluşması
zaten uzun ve zorlu bir sürecin işidir. Ayrıca
bu mesafe, bir med-cezir gibi zaman zaman dalgalanmalar
da gösterebilir. Ancak, 2000’lerin Türkiyesi’ndeki
asıl mesele iki noktada düğümlenmektedir: Birincisi,
bu konuda devrimci güçler artık 12 Eylül, 1990
çöküşü, vs. gibi dışsal olguları suçlayamayacak
durumdadırlar; çünkü bu mesafenin hayli önemli
bir bölümü bizzat devrimci güçlerin kendi içine
kapanmışlığı ve dar kafalılığı tarafından yaratılmıştır,
yaratılmaktadır.
İkincisi, devrimci güçlerin en azından bir bölümü,
süreç içersinde yavaş yavaş bu durumu kabullenmekte
ve “kendi halinden memnun” bir noktaya doğru savrulmaktadır.
Elbette bu yüksek sesle söylenen bir şey değildir;
ama hayatın içinde yaşanan bunun ifadesidir.
Sorunu daha iyi anlatmak için “ırmak” ve “deniz”
benzetmelerine başvurabiliriz.
Bugün Türkiye’de, belli nüfus kesimleri (geçmişten
beri sola eğilimli bazı kentlerin insanları, Kürtlerin
ve Alevilerin bir bölümü, vb.) ve belli dar yerleşim
alanları (mahalleler, vb.) çerçevesinde akan bir
“ırmak” vardır. Devletle bir biçimde çekişme içinde
yaşayan, düzen tarafından tümüyle emilememiş,
çoğu durumda kendisi ya da yakınları zulme uğramış,
öldürülmüş, işkence görmüş, mevcut sistem içinden
dışlanmış, vb. olan bu kesim, doğası gereği devrimci
fikirlere (“bir devrimin mümkün olduğu” fikrine
değilse de düzen karşıtı fikirlere!) yakın durmakta,
devrimci çalışma yapılabilir bir zemin oluşturmaktadır.
Devrimci hareketlerin kadro yapılarının neredeyse
tümünün bu “ırmak” içinden gelmiş olması bu açıdan
şaşırtıcı değildir.
Ancak bu coğrafya yalnızca sözünü ettiğimiz bu
kesimden ibaret değildir ve diğer yanda emekçilerin
geri kalan bölümünden oluşan bir “deniz” vardır.
Milyonlarca emekçiden oluşan bu deniz, “ırmak”
gibi homojen değil, karmaşık ve şekilsizdir. Düzen
tarafından iliğine kadar sömürülen ve baskı altında
tutulan bu milyonlarca insan, çeşitli dinsel-manevi
etkilerin altında, çeşitli gerici, faşist, vs.
politik akımların yönlendirmesine açık, kolayca
tanımlanamayacak bir topluluktur. Büyük çoğunluğuyla
gerici düzen partilerinin peşinden sürüklenmiş,
defalarca kandırılmaktan bezmiş ve artık geleceğin
daha iyi olabileceğinden de pek umutlu olmayan
bu insanlar, sanal değil gerçek bir güçtür. Biz
görsek de görmesek de, milyonlarca emekçiden oluşan
bu güç, bu topraklarda mevcuttur ve bu topraklarda
herhangi bir şey yapmak isteyenler (yalnızca dar
bir toplulukla değil) bu güçle de yürümek zonundadırlar.
Tam da bu noktada devrimci güçlerin hayli önemli
bir bölümünün en ciddi problemi, uzun yıllardır
kendilerini var ettikleri bu “ırmak” içinde yüzmekten
giderek hoşnut olmaya başlamaları ve bu kapalı
devre ilişkiler ağını az çok sabit veri olarak
ele almalarıdır. Daha da önemlisi bu ırmak, zamanla
içinde yüzenlere rengini vermeye başlamakta, düşünme
ve davranış kalıplarını, politik gündemlerini,
önceliklerini, vs. biçimlendirmeye başlamaktadır.
Bu, aynı zamanda bir ufuk daralmasının da zeminidir.
Dar bir çerçeve üzerinden yapılan siyaset, mahallelerin
ve belli kesimlerin ufku, devrim perspektifini
kıran bir etken olarak iş görmekte, milyonlarca
emekçi giderek bakış açısının dışında kalmakta
ve “şimdilik bu kadarının memnun edici olduğu”
fikri, resmen ilan edilmeksizin yaşamda karşılığını
bulmaktadır. Hatta öyle ki, belki biraz abartılı
bir benzetmeyle postmodernizmin “büyük anlatılar
öldü” iddiasının adeta devrimci çalışma alanında
“büyük stratejik planlar öldü” şeklinde hükmünü
sürdürdüğü söylenebilir. 70’li yıllarda dergi
sayfalarını ve üniversite kantinlerini kasıp kavuran
“strateji tartışmaları”nın şimdilerde yerini günlük
atışmalara bırakmış olması herhalde rastlantı
değildir.
Burada, çok açıkça şunu söyleyerek devam etmek
gerekiyor: Evet, “ırmak” önemlidir. Her ülkede
böyle “ırmak”lar vardır; her ülkede devrimci fikirlerin
yayılması eşitsiz bir tablo gösterir ve her zaman
bir yerlerden başlanır. Ayrıca, tersinden bakıldığında,
bazen belli yerleşim alanları ve emekçi toplukları
da çeşitli tarihsel-kültürel etkenlerden ötürü
uzun süre devrimci çalışmanın kör noktaları olarak
kalabilirler. Ama bu, büyük toplulukların giderek
katılaşan, kalıcılaşan bir konum kazanması anlamına
geliyorsa, son derece tehlikelidir. Bu durumun
yavaş yavaş kabullenilmesi ve devrimcilerin kapalı-devre
hayatlar sürdürmeye başlaması ise iki kat tehlikelidir.
Oysa bu coğrafyadaki milyonlarca emekçiyi tam
orta noktasından kesen çok temel sorunlar ve tepkiler
vardır. Ve bu tepki ve sorunlar hiç de sanıldığı
gibi burjuva siyasetinin komploları üzerinden
şekillenmemektedir. Tersine, bunlar son derece
basit ve yalındır; tam da devrim hareketinin programının
maddelerine denk düşmektedirler.
Birincisi, bu milyonlarca ezilen insanın neredeyse
tamamının asli sorunlarından biri olan işsizlik
ve yoksulluktur.
İkincisi, yine bu milyonlarca insan, sezgileriyle
bu ülkenin bir avuç zengin tarafından yönetilmekte
olduğunu, bu kaymak tabakanın kendi yoksul yaşamlarıyla
kıyaslanamayacak bir hayat sürdürdüklerini bilmektedirler.
Üçüncüsü, bu ezilen insanlar, adil ve dürüst bir
ülkede yaşamadıkları konusunda yeterince deneyim
sahibidirler. Bizzat kendi hayatlarından ve izledikleri
bütün rezilliklerden bilmektedirler ki, bu topraklarda
her türlü hırsızlık ve soygunculuk yalnızca zenginlerin
imtiyazıdır ve yoksulların adalet talebinin karşılığı
her zaman zulüm olmuştur.
Ve nihayet dördüncüsü, bu büyük topluluk, dini,
milliyetçi ya da başka hangi güdüyle olursa olsun
açık bir Amerikan düşmanlığına sahiptir. Çerçevesi
belirsiz, bizim anti-emperyalizm tanımlarımıza
pek sığmayan bu ortak duygu, bir yandan özellikle
son süreçte ortaya konulan son derece acımasız
ve haksız saldırganlığa tepki duymakta, diğer
yandan ise saldırgan gücün büyüklüğü karşısında
ezik bir ruh haline saplanmaktadır.
Bütün bu damarlar, açık ve müdahale edilebilir
damarlardır. Gözümüzü dar alanlardan ayırıp daha
zor ama daha önemli olan bu alana diktiğimizde
kolaylıkla görebileceğimiz şeylerdir. Oysa, yukarıda
anlatmaya çalıştığımız gibi devrimci güçlerin
hayli önemli bir bölümü, gözünü daha dar bir zeminden
ayırmamaktadırlar.
Bu Tıkanıklıktan Çıkmak Mümkün müdür?
Peki bütün bunlar ne anlama geliyor? Ya da daha
açıkça ve cesaretle soralım: Bütün bunlar devrimci
hareketin üstesinden gelemeyeceği bir çözümsüzlük
durumunu mu ifade ediyor? Devrimci hareket, böyle
gitgide daralarak ve kaos ortamlarında debelenerek
enerjisini tüketirken ve bu topraklar her zaman
sistemin “uysallığı övülen” bir parçası mı olacak?
Böyle bir seçeneğe mahkum olmadığımızı düşünüyorsak
eğer, ne yapmalıyız?
* Örneğin, Türkiye’de devrimci güçlerin eline rahatlatacak
küçük burjuva bir sol dalga beklenebilir mi? O kadarını
beklemesek bile, hiç olmazsa geçici bir “rahatlama”
yaratabilecek, uzun yıllar boyunca temel devlet
kurumlarında yerleşik hale gelmiş olan gerici-faşist
yapılanmayı birazcık çözebilecek, örneğin üniversiteleri
birazcık hapishane olmaktan kurtarabilecek, kitlelere
ulaşma yollarını tümüyle birazcık açabilecek, vs.
vs. bir esinti mümkün müdür? İyi midir kötü müdür
sorularının ötesinde, bu mümkün müdür?
Yanıt son derece açık: Ufukta bu yönde küçük bir
belirti bile mevcut değildir… Bu konuda sözü edilebilecek
tek siyasi odak olan Türkiye sosyal-demokrasisi,
ya da adı her neyse işte o, artık böyle bir niyete
de, böyle bir yapıya da sahip değildir. Genel işbirlikçilik
bataklığında zaten yüzüyor olması bir yana, bu kesim
boylu boyunca şovenizmin çukuruna saplanmış, orada
debelenip durmaktadır. Sonuçta şöyle ya da böyle
iktidar yüzü görseler de, yukarıdaki ham hayalin
kenarına bile yaklaşmayacakları kesindir.
* Örneğin, kitle ilişkilerinin en çok daraldığı
alana radikal bir çözüm bulmak adına enternasyonalizmden
geri çekilmek, “şovenizmden kurtulmak için Kürtlerden
de kurtulmak” ve onlarla olan ilişkilerimizi mümkün
olduğunca keserek, onlarla bir arada görünmekten
sakınmak çoğalmanın ve genişlemenin bir yolu mudur?
Aslında bu yol bugün deneniyor ve belki ürkek aydın
çevreler açısından biraz işe yarar gibi görünüyor!
Ama sosyal-şovenizmin faturasının ağır olduğunu
da tarihten yüzlerce kez öğrendik ve yeniden keşfetmemiz
gerekmiyor. Enternasyonalizmden vazgeçerek şovenizmden
kurtulmak isteyenler, her zaman sosyal-şovenizmin
batağına saplanırlar ve kaçınılmaz olarak devrimci
hareketin uzağına düşerler.
* Ya da tersini yapmak, yani “Kürt sorunu bu memleketin
ön önemli sorunudur” diye söze başlayıp “Kürt sorunu
çözülmeden bu topraklarda ciddi hiçbir şeyin olamayacağını”
ilan etmek ve daha sonra da Kürt önderliğinin bütün
yönelimlerinin altına gözü kapalı imza atarak bütün
siyasi hayatı “dayanışma” eylemlerine endekslemek,
bir çıkış yolu olabilir mi?
Açıkça söylemek gerekirse bu yol da bugün deneniyor…
Ancak bunun anlamı çok açıktır. Bu, devrim perspektifinden
ve devrimin güncelliği fikrinden vazgeçmektir. Böylece
varılacak yer, bir “ahlaki dayanışma” hareketine
dönüşmektir ki, zaten böyle bir faaliyet için parti
kurmanız da gerekmez, herhangi bir insan hakları
derneği de bu kadarı için yeterlidir.
* Daha klasik bir yol da vardır kuşkusuz: Örneğin
büyük bir ayaklanma günü için arı gibi çalışarak
emekçiler içinde hazırlık yapmayı sürdürmek, zaman
zaman Brezilya’ya, Arjantin’e bakarak bize de bahar
gelmesini ummak ve sonra eninde sonunda kapımıza
dayanacak olan büyük bir krizin üstüne binerek sıçrama
yapmak…
Ancak seçeneklerin en makulü gibi görünen bu olasılık
açısından da durum pek parlak değildir. Çok yaygın
olan bu siyasi anlayışın en önemli kusuru, her şeyden
önce bir kriz durumunun sürekli olarak mevcut olduğunu
görmezden gelmek ve kendisini bitmez tükenmez bir
hazırlık sürecine hapsetmektir ve bu topraklarda
şu ana kadar böylesi bir yolla güç biriktirmek de
mümkün olmamıştır.
Devrimci Sosyalist Hareket Kararlıdır: Bu
Tıkanıklıktan Çıkılabilir, Çıkılacak
Bu seçeneklere şöyle bir değinip geçtikten sonra,
durup yeniden aynı soruyu sorabiliriz: Gerçekten,
devrimimiz böyle bir tıkanma noktasına mahkum
mudur?
Kuşkusuz değil.
Türkiye devrimi, bugünkü daralmayı aşabilecek
potansiyele sahiptir ve aşacaktır.
Bunun için, yukarıda biraz karikatürize ederek
sunduğumuz seçeneklerin dışında bir başka seçenek
daha vardır: Dostu düşmanı, ezileni ezeni, yani
bütün toplumsal yapıyı temellerinden sarsacak
ve mevcut gündem maddelerini, tartışmaları, dövüşleri,
savurup atarak emekçi halkın gerçek gündemini
hayata dayatacak bütünlüklü bir politik-askeri
müdahale…
Coğrafyamız ve Ortadoğu’nun bugün gelmiş olduğu
karanlık noktada, bu keyfi bir tercih değil, apaçık
bir zorunluluktur. Yazımızın en başında kullandığımız
“kritik süreç” kavramının anlamı, işte tam da
budur. Süreç, her bakımdan sıkışmakta ve daralmakta
ama buna karşın doğru yerden doğru perspektifle
müdahale edildiğinde içinde büyük sıçrama potansiyelleri
barındırmaktadır. Sürekli olarak hükmünü sürdürmekte
olan milli krizin üzerine yaslanacak ve onun derinleştirilmesiyle
kitlelerin örgütlenmesini bir bütün olarak ele
alacak olan bu müdahale, politik güçle devrimin
fiziki gücünü birlikte büyütecektir.
Böyle bir müdahale, salt askeri bir olgu olarak
düşünülemez; kitlelerin arasında kurumlaşmak ve
kök salmaktan kültürel cepheye, sendikal alandan
gençliğe dek bütün alanlarda bütün devrimci araçları
kullanmak, bir devrimci militan hareket yaratmak
esas amaçtır.
Böyle bir müdahale, düşmanın emekçilerin önüne
sürdüğü kör dövüşlerini, yanılsamalı gündem maddelerini
esas almayacak, doğrudan emperyalizme ve oligarşiye
yönelerek, milyonlarca emekçinin gerçek sorunlarını
getirip gündemin ilk maddesine yerleştirecektir.
Böylece o, milyonlarca emekçiden oluşan denizde
yüzmeye başlayacak ve kendisini onların sözcüsü
ve öncüsü olarak inşa edecektir. Yukarıdaki bölümlerde
emekçi kitlelerin hayatlarını boydan boya kesen
temel sorunları anlatırken sıraladığımız dört
madde; işsizlik-yoksulluk, sömürü, adaletsizlik
ve emperyalizmin halklara yönelik vahşeti, bu
müdahalenin başlıca hedef noktaları olacaktır.
Öte yandan böyle bir müdahale, kararlı bir anti-emperyalist
anti-oligarşik savaşçılık ile sağa sola sapmayan
bir enternasyonalizmi bir araya getirecek, Kürt
halkına olan dostluğunu salt dayanışmacı bir yerden
değil, kavga yoldaşlığı yolundan gösterecektir.
Bu anlayış, Türkiye devriminin ayakları üzerine
dikilmesini Kürt sorununun çözülmesine yapılabilecek
en önemli katkı olacağını düşünmekte ve savunmaktadır.
Bu anlamda şovenizme karşı mücadeleyi de salt
protesto zemininde yürütmeyecek, şovenist provokasyonun
malzemesi olarak kullanılan emekçi kitlelerin
dönüştürülmesini ve devrim saflarına çekilmesini
esas alacaktır. Bütün demagoji ve kışkırtıcı yaygaraları
boşa çıkaracak bir devrimci politikayı ortaya
koymak ve sonuna dek arkasında durmak; işte bütünlüklü
müdahalenin özü budur.
En önemlisi de bu müdahale, doğrudan emperyalizme
ve oligarşiye yönelen perspektifiyle, düşmanın
Kürt fobisi üzerine kurduğu ideolojik kalkanları
parçalayacak, kitlelerin gerçek gündemi üzerine
kurulu politikasıyla onları provokasyonlara sürüklemek
için kullanılan motivasyonu zayıflatacaktır.
Aynı biçimde böyle bir müdahale anlayışı, parçası
olduğumuz Ortadoğu topraklarında sağlam bir enternasyonalist
anti-emperyalist anti-siyonist dayanışmanın örülmesi
için elverişli bir zemin yaratacaktır. Bu toprakları
Ortadoğu dünyasına karşı bir saldırı üssü olarak
emperyalizme sunan oligarşinin yarattığı utanç
böylece temizlenecek ve emekçi halklarımız kardeş
Ortadoğu halklarının yanı başında cesaretle yerini
alan bir devrim hareketine sahip olmanın onurunu
yaşacaklardır.
Gelecek üzerine spekülasyon yapmamız gerekmiyor;
ama böyle bir müdahale kuşkusuz solda da çeşitli
düzeylerde etkiler yaratacak, bugünkü kısır çatışma
konularını önemsizleştirerek ortaya yeni koordinat
noktaları koyacak, yeni bir harmanlanmanın kapılarını
açacaktır.
Devrimci yenilenme ve bilimsel ideolojik aydınlanma
süreçleri bu müdahalenin sağlam zeminleri ve ön
adımlarıdır. Devrimci sosyalist hareket, kesintisiz
bir mantık zinciri içinde sürecin politik-örgütsel
diğer halkalarını örecek ve kendisini bu müdahalenin
öznesi olarak kuracaktır. Devrimci sosyalist hareketin
bütün örgütlü güçleri, kendilerini bu görev için
biçimlendirmeli, bu görevin zorluklarını aşabilecek
nitelikleri bir an önce kazanmalıdırlar.
Bu tarihsel görev, omuzlarımızdadır.
Sorumluluğumuzun bilincindeyiz…
|