Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

42. Sayı - Haziran 2006

Coğrafyamızdaki devrimci güçler ve genel olarak emekçi kitlelerin toplumsal hareketi kritik zamanlardan geçiyor. Kuşkusuz buradaki “kritik” sözcüğü, artık 1990’larda olduğu gibi ağır bir gerileme atmosferini ve bu atmosferden kaynaklanan karamsarlığı tarif etmiyor; tersine burada, bu kavramla anlatmak istediğimiz şey, önümüzde ciddi ilerleme ve sıçrama yapma imkânlarının mevcut olduğudur. Bu bir iyimserlik gösterisi değil; somut gerçekliğin tespit edilmesidir. Karanlığın içinde ışık, tıkanmanın içinde atılım, zayıflığın içinde güç toplama imkanları, bugünkü kaotik görünen tablo içinde yan yana durmaktadır ve işte zaten “kritik” olan da bütün bu imkânların devrimci hareket tarafından doğru biçimde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorusunda düğümlenmektedir. Çünkü bütün bu karşıt olgular birbiri içinde, birbirinin şiddeti ölçüsünde güçlü olasılıklar olarak yer tutmaktadırlar. Yani, sıkışmanın şiddeti ve boğucu atmosferi aslında doğru bir müdahaleyle yaratılabilecek patlamanın şiddetini artırmakta, çözümsüzlük gibi görünen durum yerinde ve doğru bir atılımın çözüm olanaklarını kuvvetlendirmektedir, vb, vb.… Ve tabii bu kritik aşama, süreci doğru değerlendiremeyenleri kısırlıkla cezalandıracak özellikleri de içinde barındırmaktadır. İşin doğrusu, yeni süreci değerlendirme ihtiyacını duymayanlar, epey uzun süredir -kendileri farkında olsunlar ya da olmasınlar- aslında bu cezaya çarptırılmış durumdadırlar.
Hiç lafı dolandırmadan, açıkça söylersek günümüzün yakıcı sorunu şudur: Bugün, devrimci güçlerin kitlelerle olan ilişkileri ve ilişki kurma zeminleri çok ciddi bir daraltma operasyonuyla karşı karşıyadır.
Meselenin böyle ortaya konulması, emperyalizm ve oligarşi tarafından ince ince planlanmış bir komplo ile karşı karşıya olduğumuz anlamına gelmiyor. Daha doğrusu, elbette böyle planlar ve programlar yapılmaktadır ama politik hayatın tümü böyle bir komplodan ibaret değildir ve sorunu bu biçimde ele almak, hem konuyu basitleştirir, hem de derinliğine nüfuz etmemizi önler. Çünkü süreç, yalnızca önceden planlanmış karşı devrimci politik adımlardan oluşmamakta, zaman zaman örneğin neoliberal ekonomi politikalarının bilinen sonuçları gibi unsurlar da pratik olarak böyle bir “daraltma” eylemine zemin sağlamakta ya da onu güçlendirmektedir. Yine de bütün bunlara toplam olarak “operasyon” adını vermemizin nedeni, olguların iç bağlantılarının tümünün birlikte değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Yani olguların tümü bir araya getirilip alt alta dizildiğinde, ortaya çıkan şey, bütünlüklü bir politik “operasyon” görünümü vermektedir. Örneğin sokaklardaki uyuşturucu miktarının artışı ile yeni TMY yasası arasında somut bir bağ yokmuş gibi görünse de, aslında bu iki olgu, sonuç olarak aynı tabloyu tamamlamakta, devrimci güçlerin tecrit edilmesinin araçları olarak hizmet görmektedir. Ya da örneğin esnek üretim-taşeronlaştırma politikaları bir yandan kâr oranlarını artırırken, diğer yandan sınıfın yapısını parçaladığı oranda devrimci güçlerin emekçilere ulaşmasında, onlara güven telkin etmesinde ciddi zorluklar doğurmaktadır, vb… Soruna böyle bir bütünlüklü çözümlemenin ışığında bakıldığında gördüğümüz şey, olup bitenlerin toplam politik sonucudur ve bu sonuç, devrimci güçlerin kitlelerden tecrit olmasından başka bir şey değildir. Bütün bunları anlamak ve alt alta dizerek genel bir çözümlemeye ulaşmak son derece önemlidir. Çünkü, daralma ve tecridin bizzat kendisi de (onu anlayıp üstesinden gelemezsek eğer) yeni daralma noktalarının sebebi haline gelmektedir. Süreç sıkıştıkça güç ihtiyacı kendisini yakıcı bir biçimde duyurmakta, gücün yaratılamadığı koşullar ise sol-politik ortamdaki güvensizlik ve tıkanmışlık duygusunu artırmaktadır. Özellikle son süreçte, Paris’ten Bolivya’ya, Arjantin’e dek dünyanın pek çok köşesinde yaşanan olumlu gelişmeler devrimci sempatizanların ilgisini çekmekte, buna karşın Türkiye oligarşisinin en berbat neoliberal politikaları en “problemsiz” biçimde hayata geçiriyor olması, kafalarda ciddi soru işaretlerine neden olmaktadır. Durumu açıklamak için ortaya konulan “gerekçeler” ise, politik olarak doğru olsalar bile bu insanları tatmin etmemekte, 70’li yılların kompleksli esprisi olan “eller aya biz yaya” cümlesi, bu kez bir tür kendine güvensizlik ifadesi olarak politik süreçte kendisine yer bulmaktadır. En ciddi neoliberal saldırılar gerçekleştiğinde ya da bölgedeki emperyalist projeler yoğunlaştığında bir araya gelen muhalefet güçlerinin toplamının karşı tarafı zorlayamayacak düzeyde kalması, devrimci sempatizanın mücadele ruhunda derin yaralar oluşturmakta, kendi mensubu bulunduğu yapı dahil toplam solun süreç karşısındaki etkisizliği ciddi kırılmalara ve yorgunluklara yol açmaktadır. Bu çok ciddi bir sorundur. 80’lerin sonunda ve 90’ların başındaki kamu emekçileri hareketinden bu yana büyük güçleri bir araya getirerek karşı tarafı zora sokan, bilek gücüyle zemin kazanan bir hareket görülmemektedir ve bu durum, kendi dar politik çevresindeki ilişkiler içinde şekillenen devrimci sempatizanı sık sık şoklara uğratmaktadır. Bu süreçte oligarşinin 19 Aralık gibi son derece pervasız saldırılarına tanık olan devrimci sempatizan, bu cüretin arka planında devrimci güçlerin zayıflığının yattığını bilmekte ya da en azından sezmekte, ama buna karşın ortalıkta bu durumu tersine çevirmek için bir plan yapıldığına tanık olmamaktadır. Bu arada aynı insanlar, sık sık kendi çevreleri dışındaki “gerçek dünya” ile karşılaşmakta ve her seferinde de yıpranmaktadırlar.
Denilebilir ki, bugünkü devrimci kuşağın hayli önemli bir bölümü, genel ya da kısmi bir “somut başarı” ile hiç tanışmamış olmanın sıkıntısı içindedir. Akşam haberlerinde cayır cayır yanan otomobilleri gören, kitlelerin baskısıyla sarayın penceresinden atlayıp kaçan devlet başkanlarının hikayesini dinleyen devrimci sempatizan, ertesi gün kendi çorak yaşamına döndüğünde doğal olarak “burada eksik olan ne” sorusunu kendine sormaktadır.
Gerçekten de bir yerlerde bir eksiklik olmalı! Evet, Osmanlı’nın tarihsel özelliklerine ya da İslamiyetin etkilerine dek uzanarak “derin”(!) sosyo-psikolojik tablolar çizebilirsiniz; ya da daha kestirmeden gidip Aziz Nesinvari bir tavırla halkımızın kaçta kaçının “ahmak” olduğu üzerine ucuz gevezelikler yapabilirsiniz; ama bütün bunlar yine de durumu kurtarmaz. Bu, çocuğu olmadığında asla kendisine toz kondurmayan Anadolu erkeğinin tipik tavrına benzer. Oysa, asıl sorun, devrimci güçlerin bizzat kendisinde ne eksiklik olduğu sorunudur; bu aynı zamanda “nereden başlamalı” sorusunun da yanıtlarına giden bir yoldur.
Bu anlamda, 1900’lerin başında “çoğunluktan taktiğe gidilir” diyenleri budalalıkla suçlayan ve tersine “taktikten çoğunluğa gidilebilir” diyen Rosa Luxemburg kuşkusuz binlerce kez haklıdır. Sokaklarda yürüyen on binlerce insanı yönetiyorsanız, taktik sizin için başka bir anlam ifade eder; ama sokaklarda yürüyen binlerce insanı yaratmak, az olandan çok olana yürümek, onları bir araya getirerek bir devrimci halk hareketi oluşturmak istiyorsanız, o insanların bugün, şu anda, neden sokaklarda olmadığı üzerine sağlam çözümlemelere sahip olmak ve doğru yere müdahale etmek zorundasınız. Burada yalnızca “az çalışmak-çok çalışmak” üzerinden yapılacak bir tartışma, kesinlikle yanlış bir sonuç verir; çünkü asıl sorun ne kadar çalışıldığının ötesinde, bu çalışmanın hangi süreç çözümlemeleri üzerine oturduğu ve hangi eksen etrafında şekillendiği ile ilgilidir.
Bu belirlemelere yeniden dönmek üzere şimdilik bir ara verip sorunu tek tek olgular üzerinden irdelemeye başlamak istersek, tablo aşağı yukarı şöyle özetlenebilir:

Kitleleri Sindirip Devrimci Güçleri Tecrit Etmenin En Temel Aracı:
Yeniden Organize Edilmiş Baskı ve Terör Aygıtı

Kuşkusuz oligarşinin devrimci güçlerin kitlelerle ilişki zeminlerini daraltmaya yönelik en temel aracı her zaman şiddet ve baskıdır. Bu belki çok klasik bir belirleme gibi görünür, ama aslında bu baskının kendisi de düşman tarafından sürekli olarak yeniden biçimlendirilen, yeniden organize edilen bir şeydir. Dolayısıyla, “devlet egemen sınıfların baskı aracıdır” şeklindeki klasik ve doğru tanımlamayı bütün dünya tarihi için yeterli gören ve ötesine kafa yormayan anlayış, süreci de anlayamaz. Oysa, 1990’ların sonunda Özgür Barikat’ın 4. sayısındaki “Şiddetin Konsantrasyonu ve Kitle Hareketinde Yeni Süreç” yazımızda irdelemeye çalıştığımız bu değişim, son derece önemlidir. Çünkü 1980’lerden sonra geliştirilen bu süreç, örneğin 1960’lardaki kudurgan anti-komünist dalgayı aşmış, İlhan Selçuk gibilerini bile işkence tezgahına yatıran kör bir baskı atmosferinden, baskı biçimlerinin ve dozlarının ayarlanmasına geçilmiştir. Bu amaçla yeniden organize edilen ve altyapı yetersizlikleri de giderilen şiddet aygıtı, artık daha sistemli çalışır hale getirilmiştir. “Örgüt evi”ne ve düzen-dışı savaşçı yapıya son derece gaddarca davranan bu yapı, kitle eylemlerini ise belli bir sınırın aşmayacak şekilde kontrol altında tutmayı hedeflemektedir.
O yazımızda da değindiğimiz gibi, oligarşik diktatörlük ya da herhangi bir sömürücü devlet, her zaman her ülkede aslında muhalefetin ve tepkilerin tümüyle sıfırlandığı bir durumu düşler. Ancak bu pratik olarak kuşkusuz mümkün değildir ve o zaman karşımıza “tahammül edilebilir” bir muhalefet çizgisi çıkar. Devletin çeşitli istihbarat ve baskı aygıtları aralarında sık sık inisiyatif savaşlarına girişseler de, sonuç olarak tümünün nihai amacı, aşağı yukarı böyle bir düzendir. Bir yanda en vahşi katliamlar, diğer yanda kitle gösterilerinin kalabalık ve “her an her şeyi yapabilir” polis güçleriyle baskı altına alınması, zaman zaman son derece “şefkatli” manzaralar çizilirken zaman zaman olağanüstü bir şiddet düzeyi ile herkese sınırın hatırlatılması, birbiriyle çelişen politikalar değil, aynı zincirin halkalarıdır. Böylece yapılan şey, yalnızca tepkilerin değil, emekçi kitlelerin zihinlerinin de kontrol altına alınmasıdır. 19 Aralık’ta olduğu gibi esasen hapishanelere değil hapishane dışındakilere ders vermeyi amaçlayan korkunç katliamlar, sıradan küçük gösterilerin bazen kana bulanması, bazen de olağanüstü bir “kibarlık”la izin verilmesi, vs. gibi değişik görünen uygulamalar, esasen gelip geçici olabilen “korku” kavramının yerine daha kalıcı olan “kaygı”nın geçirilmesini ve sonuçta sıradan emekçiye en garantili yolun işaret edilmesini sağlamaktadır: Evde oturmak!
Bu, cezaevlerinde uygulanmak istenilen tretman uygulamasının bir tür şartlı refleks olarak bütün toplumsal yapıya yayılması anlamına gelmektedir. Bunun için toplumsal-tarihsel bellekte zaten mevcut olan vahşet görüntüleri sık sık tazelenmekte ve canlı tutulmakta, en kaba saba biçimlerle en estetize edilmiş psikolojik baskı biçimleri bu amaçla bir arada kullanılmaktadır. Ve kuşkusuz bütün bunlar, bu yazımızda ayrı bir bölümde ele alacağımız bir dizi ekonomik-politik-kültürel araçla birlikte yürütülmekte, neoliberal iş düzeninden örgütlü davranışları körelten postmodern gericiliğe kadar bir dizi faktör devreye sokularak, kitlelerin tepkileri ile oligarşi arasındaki suni-denge durumu her yeni durumda yeniden pekiştirilmektedir.
Hatta öyle ki, bu düzen, bizzat devrimci örgütlerin kendisine dek uzanan refleks biçimlerine yol açmaktadır. Dikkate değer bir gelişme kaydeden ve mevcut çizme boyunu aşma eğilimi gösteren herhangi bir devrimci yapı, kendisinin birden “mercek altına” gireceğini en baştan bilmektedir. Somut vahşet gösterileriyle de sık sık hatırlatılan bu durum, kuşkusuz herhangi bir yapının politikalarının esasını belirlememektedir; ancak politik tablo üzerine esaslı biçimde düşünerek yeni ve kapsamlı müdahale biçimleri bulmak isteyen devrimci yapının böyle bir karşılık göreceğinin önceden biliniyor olması, kuşkusuz bir “kendinden memnun olma” halini de beslemektedir. Çünkü daha az yaratıcılık, daha sığ düşünme ve mevcut yöntemleri bir biçimde devam ettirme, pratikte avantajlı bir durum olmaktadır. Sık sık değişen politik gündem maddelerine karşı tepkiler örgütleyen, ama bütün bu gündem maddelerinin dışında kendi somut gündemini hayata dayatamayan devrimci güçler, sonuçta mevcut sınırları aşamamakta, belli bir kısırlık içinde gitgide daha fazla daralmaktadırlar.
Sonuç olarak ortaya çıkan tablo ise, devrimci güçlerin kitlelerle ilişki zeminlerinin daralması ve onlara güven telkin eden bir noktadan uzaklaşılmasıdır.
Böylece özetlemeye çalıştığımız tablo, esasen yeni TMY tasarısının (ve muhtemelen gelecekte yeni yeni yasaların) amacını da ortaya koymaktadır. Aslında bir yanından bakıldığında Türkiye’nin mevcut tablosu açısından bu değişiklikler çok gerekli değilmiş gibi görünmektedir. Bu coğrafyada polisin ve diğer baskı güçlerinin yapmayı isteyip de yapamadığı şey neredeyse yoktur; bir bütün olarak baskı aygıtı en küçük bir kıpırdanmayı kanla bastırma konusunda alışkanlık ve deneyim sahibidir.
Ancak öyle görünüyor ki, oligarşi, bir yandan solun kitlelerle kısmen buluşabildiği basın-yayın alanını iyice kontrol altına almak, bu tür alanlardaki gevşeklikleri gidermek istemekte, diğer yandan ise daha önemlisi, aynı “tahammül edilebilir” muhalefet çizgisini tümüyle kalınlaştırmayı amaçlamaktadır. Sürece uzun vadeli bir bakış açısıyla yaklaşan ve köşe taşlarını sağlam oturtmak isteyen oligarşinin temsilcileri, bugünkü alışılmış biçimleri aşan militan bir kitle hareketinin oluşmasının bütün zeminlerini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadırlar. Bugünkü teknoloji açısından bakıldığında sembolik bir sorunmuş gibi görünen “eylemlerde yüz kapatma” sorunu tam da böyle bir nitelik taşımaktadır. “Gözaltı süresinin uzatılması” gibi yanları belki yine önemli sayılabilir ama asıl daha önemlisi, alışılmış basın açıklaması ve yasal miting dışında her türlü yolu kapatan tasarının, devrimci güçlerin açık alandaki ifade biçimlerini hedef almasıdır. Devrimci özneyi kitleler arasında temsil edecek, bu öznenin kitleler arasında çalışma yapmasını sağlayacak her türlü kurumsallaşmayı, sembolleri, açıklamaları ağır suç kapsamına sokan tasarı, son derece açık bir biçimde devrim hareketinin kitlelerle buluşma noktalarını hedef almaktadır. Devrimci özneyi yok etmek için zaten yasal olsun olmasın kullandıkları yollar ve araçlar vardır, her zaman da olmuştur. Bu anlamda “vur emri” gibi değişiklikler, esasen pratik değil, politik-psikolojik bir anlam taşımaktadır. Böylece oligarşi, düzen-dışı devrimci örgütle kurulacak her türlü ilişkiyi tümüyle “tehlikeli” hale getirmekte, bu öznenin kitlelerle ilişki kurduğu her alanı baskı altına almak istemektedir. Devrimci öznenin kendi iç hukukuyla belirlediği “üyelik” statüsü, devlet tarafından öylesine genişletilmektedir ki, sonuçta ona yönelik en küçük iyi niyet ifadesi bile doğrudan “örgüt ilişkisi” sayılarak tam bir tecrit hedeflenmektedir.

Kontr-Gerilla Provokasyonları ve Faşist Sokak Saldırılarının
Asıl Amacı Alanların, Bölgelerin Sola Kapatılmasıdır

Büyük çoğunluğu doğrudan Genelkurmaya bağlı birimler tarafından organize edilen yerel ve genel provokasyonlar, devrimci öznenin kitlelerden tecrit edilmesinin bir başka yöntemidir. Şüphesiz, bu provokasyon politikasının oligarşi içi hesaplaşmalarla, Kürt savaşına kitle desteği sağlama gibi amaçlarla da bağlantıları vardır. Ama tek tek olaylar öznel niyet olarak hangi amaçla yapılırsa yapılsın konumuz açısından pratikteki sonucu, devrimci güçlerin genelde ya da belli alanlardaki ilişkilerinin kırılmaya uğratılmasıdır. “Alan kapatma” olarak adlandırabileceğimiz bu durum, aslında 70’li yıllardaki faşist saldırılardan esinlenen bir olgudur ama bugünkü uygulanışı daha farklıdır. Hatırlanacağı gibi 1970’li yıllarda çeşitli okulların ve mahallelerin faşist işgal altında tutulması, bir yandan faşist çeteye rahat hareket edebileceği alanlar sağlarken, diğer yandan da devrimcilerin o semtlerde, okullarda, hatta bazı ilçelerde tümüyle bağlantısız ve etkisiz kalmasına yol açıyordu. Böylece o kapalı alandaki ilişkiler giderek kemikleşiyor ve oradaki emekçi kitle fiilen devrimci öznenin dokunamayacağı bir uzaklığa itilmiş oluyordu.
Bugün, belli illerde yapılan sokak saldırıları ve “bayrak” gibi imgeler üzerinden yapılan genel provokasyonlar, bu kez solun zaten daha zayıf olduğu koşullarda gelişmektedir ve bu son derece tehlikelidir. Çünkü, bir bildiri dağıtımında ya da afişlemede iyi organize edilmiş bir “linç” girişimi yaratıldığında, doğal olarak o il, o ilçe, vb. bazı hallerde uzun süreli biçimde bildiri, afiş gibi etkinliklere kapalı hale geliyor. Dolayısıyla bu, o alanda solun kitlelerle ilişki kurma zeminlerinin tıkanması anlamına gelmektedir. Aynı bölgedeki faşist hareket, belki üç gün sonra kamu emekçilerinin düzenlediği bir etkinliğe -en azından şimdilik- saldırmamaktadır ama taşrada zaten zayıf durumda olan toplumsal muhalefet üç gün önceki olaydan da gerekli “uyarı”yı almaktadır. Böylece örneğin Genel Sağlık Sigortası gibi bir konuda harekete geçmek isteyenler de işe nisbeten zayıf bir zeminden başlamakta, genel olarak bir terörize durum ortama hakim olmaktadır.
Aynı şekilde taşrada kimi üniversiteleri tümüyle işgal altına alan, metropollerdeki bazı okulları ise polisle birlikte saldırarak terörize eden faşist hareket yine aynı amaca ulaşmaktadır: Solun emekçi kitlelerden tecrit edilmesi ve özellikle açık alandaki ilişkilerinin, ilişki kurma araçlarının sakatlanması… Çünkü böylece doğrudan işgal ve alan kapatmanın becerilemediği yerlerde de devrimci öznenin zaten zayıf olan ilişkileri sürekli bir gerginlik atmosferinde yıpratılmaktadır. Bu politikanın en tehlikeli tarafı ise, ortamın uygun olduğu bazı yerlerde bu “kapalı alan”ın kalıcı bir olgu haline gelmesidir.


Şovenizmin Tırmandırılması:
Kitlelerle İlişkide Bir Tıkanma Noktası…

A) Ulusal Kurtuluş Hareketi ve Şovenist Karşılık İlişkisi…
Kürt ulusal hareketine ve Kürt halkına düşmanlık üzerinden yaratılan şovenist dalga ise devrimci hareketin siyaset alanlarının daraltılması anlamında son zamanların en önemli unsurudur. Belki, son yirmi yılda bu olguya artık alıştığımız ve bu cephede orijinal bir şey olmadığı söylenebilir ama bu tam olarak doğru değildir. Bugün geliştirilmekte olan saldırı zinciri hem zeminleri itibarıyla kısmen farklıdır, hem de daha vahim sonuçlara gebedir.
Hemen hatırlanacaktır; 1990’ların başında devrimci hareketin kötü durumundan söz edilirken mutlaka “Kürt hareketi dışında…” diye bir parantez açma ihtiyacı hissedilirdi. Çünkü durum böyleydi; çünkü bu doğruydu. Aynı biçimde Kürt hareketinin atılımının sola büyük bir katkı yaptığı da sık sık söylenirdi; bu da bir gerçekti ve doğruydu. Ancak 2000’lere gelindiğinde ve postmodern Kürt önderliği karmaşık ve tehlikelerle dolu bir yola girdiğinde, ortaya yeni bir tablo çıktı.
Aslında en başta işe bir tespitle girişmek gerekiyor: Burada ya da dünyanın herhangi bir başka köşesinde, bir ulusal kurtuluş mücadelesi, mutlaka sömürgeci-emperyalist ülkenin sokaklarında belli bir şovenist eğilim yaratır. Bu bir gerçekliktir ve İngiltere-Hindistan, Fransa-Cezayir örnekleri için de geçerlidir. Her şeyden önce, nihayetinde bu metropollerin tümünde, şu ya da bu miktarda ırkçı-faşist bir güruh vardır. Bunun üzerine sömürge ilişkisinden sağlanan kırıntıların sağladığı nispi refah ve başka bir dizi ekonomik-politik-kültürel-tarihsel faktör biner ve zayıf ya da kuvvetli bir şovenist akım o metropolün sokaklarında boy gösterir. Ama sonra, sözü edilen ulusal kurtuluş hareketi, belli bir noktaya geldiğinde, şovenist zincirin belli halkaları çözülmeye başlar. Çoğu kez bu noktanın belirleyici unsurları şunlardır: Eğer UKH, a) Kendi bağımsızlık ve özgürlük davasını belli bir istikrar ve ısrarla karşı tarafa dayatıyor ve ağır bedeller altında da olsa bundan vazgeçmiyorsa; b) Meşru yollar ve yöntemlerle derdini, haklılığını hem karşı tarafa, hem de bütün dünyaya anlatabiliyorsa; c) Ve nihayet sömürgeci güç artık ağır kayıplar vermeye başlamışsa, yani yaygın deyimle işin “astarı yüzünden pahalı gelmeye” başlamışsa… Bütün bunlar metropoldeki yekpare tutumları çözmeye ve katı ırkçı-faşist çekirdeklerle daha zayıf halkalar arasındaki mesafeyi artırmaya başlar. Bu arada kendi haklı davalarını savunan insanlara karşı uygulanan vahşet de artık daha fazla göze batmaya başlar, vs… Evet, bu noktada da şovenizm bitmez ama abartılı bir dalga halinden aşağıya doğru düşmeye başlar ve solun daha önceleri söyleyip de toz duman arasında duyuramadığı gerçekler bu kez toplumda daha anlaşılabilir hale gelir.
Kuşkusuz Türkiye’deki sorun daha kendisine özgü yanlar içermektedir. İç-sömürge denebilecek bir durumdan ötürü Kürt halkı ile metropolün durumu özgün bir tablo göstermekte; her şey iç içe geçerek durumu karmaşıklaştırmaktadır. Durum, Cezayir-Fransa örneğindeki gibi çırılçıplak değildir. Bu, bir yandan sömürgeci ilişkinin ve dolayısıyla UKH’nin bağımsızlık isteğinin anlaşılmasını zorlaştırırken, diğer yandan da daha değişik bir şovenizm türünü ortaya çıkarır. Bir yandan kendisi de emperyalizmin ve işbirlikçi kapitalizmin pençesinde köle olan insanlar, diğer yandan da çarpılmış tepkilerinin akacağı yeni bir milliyetçi kanal bulmuş olurlar. Üstelik, bu kez iç içe geçmiş nüfuslardan ötürü ekonomik-tarihsel-kültürel gerekçeler de sürece eklenir. Yoksulluk ve savaş nedeniyle metropollere yığılan Kürt halkı, her göçmen topluluğu gibi hırsla hayata tutunmaya, kendisini var etmeye çalışırken, diğer yandan kök saldığı her yerde zaten krizlerle sarsılmakta olan yerli halkın ekmeğine ortak olur ve yeni husumetlerin kapısı açılır. Birbirinin geçim kaynaklarını tehdit eden, birbiriyle kültürel olarak çatışan topluluklar arasında kıvılcımlar çakmaya başlar. Bu arada, savaş bölgelerinden yoksul-emekçi gençlerin cenazeleri gelmekte ve faşist çete kışkırtıcılık için hiçbir fırsatı kaçırmamaktadır. Ve tabii, bütün bunların solun özellikle taşra illerinde çok gerilemiş olduğu koşullarda gerçekleştiği de unutulmamalıdır.

B) Kırılma Noktası ve Şovenizmin Tırmanışı
Ama yine de, her ne olursa olsun, şovenist tırmanışın bir kader gibi algılanması ya da sorunun bütünüyle metropol solunun gevşekliğine bağlanması doğru değildir.
Açıkça söylemek gerekir ki, Kürt ulusal hareketinin önderliği, esasında geçmişten beri bünyesinde taşıdığı eğilimleri 1990’ların sonundan itibaren açıkça ortaya koyduğunda ve düzen içinde bir çözüm arayışını öne çıkardığında, bu politika yukarıda sözünü ettiğimiz üç alanda da ciddi zaaflara yol açmıştır.
Birincisi, postmodern önderlik, kendi hedeflerindeki ısrar ve istikrarını kaybederek karşı tarafta yarattığı “özgürlük isteyen ve bundan asla vazgeçmeyecek olan güç” imajını zedelemiştir. Sanıldığının aksine bu “geri adım” şovenist çekirdeği daha da güçlendirmiş, cesaretlendirmiştir; çünkü tipik bir sokak köpeği refleksine sahip olan ırkçı-şoven linç kitlesi her zaman ancak karşısında dik bir duruş gördüğünde geri adım atmaktadır; tersi durum ise “kaçanı kovalama”nın mantığına uygun olarak ekstra bir “cesarete” neden olmaktadır.
İkincisi, 1990’ların belli bir noktasından itibaren metropollere yönelen ve “Kürt gerçeğini ve savaşın dehşetini batıya taşıma”yı hedefleyen bir anlayışla davranan Kürt Ulusal Hareketi meşru savaş araçlarının dışındaki araçları öne çıkarmış ve bir anlamda metropol insanıyla arasındaki zaten çok zayıf olan köprüleri atmıştır. Bir yandan “Türkiye halkıyla bütünleşme” politikalarını formüle eden Kürt hareketi diğer yandan da sömürgeciler dışındaki hedeflere de ayrım gözetmeksizin yönelmiş ve sonuçta Kürtlerin istekleri ve amaçlarının anlaşılması konusunda zaten yaratılmış bulunan muğlaklığa doğrudan katkıda bulunmuştur. Ki, aynı eğilim, şu anda da varlığı inkâr edilmeyen örgütlenmeler aracılığıyla sürdürülmektedir.
Ve nihayet üçüncüsü, savaşın belli bir noktasından sonra durumu yeniden değerlendirerek bir sıçrama yaratamayan, bunu yapamadığında da geri adıma yönelen Kürt hareketi, karşı tarafı gerçekten artık katlanılamaz kayıplar verme noktasına sürükleyememiştir. Savaşın zararları ile sağladığı rantlar ve politik avantajlar arasındaki denge, birincisi lehine bozulamamış, karşı taraftaki homojen tutum kırılamamıştır. Tersine şoven çekirdek, bu süreçte etrafındaki halkaları -emekçileri de kapsayacak biçimde- daha fazla genişletmiştir.
Bugün gelinen noktada, postmodern önderlik, sürekli dalgalanan, sürekli ileri ve geri adımlar atan tutumuyla ortamı daha da kaotik hale getirmiş, barış söylemiyle karışık bir savaş, özgürlük söylemiyle karışık vazgeçişler, diplomatik görüşmeler için “zorlayıcı” olarak kullanılan gerilla, bir yandan yumuşak mesajlar vermeye çalışırken diğer yandan milyonlarca yoksul göç insanının öfkesine tercüman olmak durumunda kalan açık örgütlenmeler, vb. sürecin karakteristik unsurları olmuştur.

C) Siyaset Alanlarının Tıkanışı ve Şovenizm…
Bütün bunların pratikteki sonuçlarından biri ise, şovenist dalganın tırmanışı olmuştur. Daha doğrusu, bu dalganın tırmandırılması için çaba harcayan güçler, kendilerine daha uygun bir ortam bulmuşlardır.
Bu noktada, hiçbir yanlış anlamaya izin vermemek için şunu söylemek gerekiyor: Herhangi bir ülkedeki herhangi bir devrimci hareket, kendi devletine karşı yürütülen bir ulusal savaşın yarattığı şovenizmden şikayet edemez. “Bu savaş bir şovenizm yaratıyor ve benim işimi yapmamı engelliyor” diyemez; bu, son derece açık bir sosyal-şoven yaklaşımdır. Ülkemizde başta liberal sol olmak üzere bir dizi sol çevrede açık veya örtük olarak bu sosyal şoven yaklaşım dile getirilmektedir. Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir ulusal hareket, özgürlük girişimi için metropol solunun iznini almak ya da onun için uygun olan zamanları beklemek zorunda değildir. Devrimci hareketler, kendi doğaları gereği enternasyonalist hareketlerdir ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı onlar için vazgeçilmez ilkelerden biridir. Ezilen ulusların özgürlük mücadelesini, günlük politik zararlar pahasına da olsa desteklemek, ezen ulus devrimcilerinin ertelenemez görevidir.
Ancak burada sorun, bizzat ulusal hareketin kendisinde yaşanan bir kaosla ilgilidir. Sorun, kendi durduğu noktadan geriye doğru adım atan ve şovenizmin gücünü kıracak unsurları kendi politikalarıyla zayıflatan ulusal hareketin, “ben bildiğim yoldan yürürüm, şovenizmi engellemek senin işin” deyip diyemeyeceğiyle ilgilidir. Bugünkü “savaş” hali artık kimseye 1984 sonrasının coşkusunu vermiyor ve yüzlerce zigzagtan oluşan politik çizgi karşı tarafın elini güçlendiriyorsa, bunun sorumlusu olarak “solun zayıflığı”nı ilan etmek, eksik, eksik olduğu için de yanlış bir değerlendirme olur.
Ama bütün bu tartışmaların ötesinde, şu bir gerçeklik olarak hayatımızın parçasıdır: Enternasyonalist olmaktan vazgeçmeyen ve vazgeçmeyecek olan devrimci hareket, emekçi kitlelerle olan ilişkisinde başka bir dizi politik-ekonomik-kültürel faktörün (ve en önemlisi kendi hatalarının) dışında şovenizm bağlamında da bir sıkışma yaşamaktadır. Şikayet edersiniz ya da mücadele edersiniz, ama sonuç olarak bu, günümüzün gerçekliklerinden biridir. Medyatik bombardıman ve daha bir dizi etkenin altında bilinçleri çarpıtılan emekçi kitlelerin düzene karşı olan tepkileri, (yalnızca dar nüfus gruplarını değil, emekçilerin bütününü kast ediyoruz) şovenizm çamuruyla bulanmakta ve özellikle politik ortamın zayıfladığı küçük yerleşim birimlerine doğru gidildikçe bu daralma daha da artmaktadır. Bir yandan enternasyonalist duruşunu zor koşullarda da korumak isteyen ve her durumda Kürtlerin yanında yer almayı görevi sayan, diğer yandan da kendisinin de bir parçası olduğu yerli halkın emekçi kesimleriyle birleşmek, bütünleşmek isteyen, onların IMF politikalarına ve sömürüye karşı olan nefretinin sözcüsü olmak isteyen devrimci güçler, bu konuda ciddi bir sıkıntı yaşamaktadırlar. Geçtiğimiz aylarda polisle son yılların en ateşli çatışmasını yaşayan Seydişehir işçilerinin ellerindeki Türk bayrakları (ki aynı işçiler aynı bayraklarla aynı gün bir “şehit cenazesi”nde de yer alabilirler!), günümüzün tablosunun adeta bir özeti gibidir.
Bütün bunlar, yakınmak için değil, gerçeğin tespiti için söyleniyor ve yazılıyor. Gerçeklik budur ve biz bu gerçekliği değiştirmek görevi ile karşı karşıyayız. Yazımızın sonlarına doğru, sürecin çıkış yolları üzerine tartışırken görülecektir ki devrimci sosyalist hareket, bu gerçekliğin değişimini “Kürtlerden kopmakta” ya da “Kürt hareketinin eklentisi olmakta” görmüyor; bu karanlığı yırtmanın devrimci ve enternasyonalist bir yolu kuşkusuz var ve devrimci sosyalizm bugün bu yolun adımlarını döşüyor.
Burada yaptığımız şey, devrimci öznenin kitlelerle temasına ilişkin bir daralma noktasının belirlenmesidir. Bu daralma noktası vardır ve üstelik her gün özellikle Genelkurmay merkezli provokasyonlarla daha da derinleştirilmektedir.

Neoliberal İş Düzeni, Sınıfın Parçalanması, Yeni Emekçi Katmanlar
ve Devrimci Güçlerin İlişki Zeminleri

Yeni tarihsel süreçte neoliberalizmin gündemleştirdiği yeni iş düzeni, esnek üretim, özelleştirme ve taşeronlaştırma gibi olgular artık solda yaygınca biliniyor; bu konularda yazılıyor, çiziliyor. Okurlarımızın hatırlayacağı gibi Sosyalist Barikat’ın 2. sayısı da neredeyse tümüyle bu konuya ayrılmıştı.
Ancak soruna bir kez daha devrimci özne ile emekçi sınıflar arasındaki ilişki açısından bakmak yine de gerekli. Böyle yaptığımızda ise ilk gözümüze çarpan gerçek, bu yeni iş düzeninin üretim maliyetlerini düşürerek kâr oranlarını artırmak dışında, sınıfın toplu hareket ve örgütlenme reflekslerini de hedeflediğini görürüz. Yeni katmanlarla kalabalıklaşan ama büyük üretim birimlerindeki toplu duruş noktasından uzaklaştırılan emekçiler, böylece bir araya gelme, örgütlenerek kısmi ya da genel başarılar elde etme imkânları bakımından da zayıflatılmışlardır. Küçük atölyelere, organize sanayi bölgelerine dağılan milyonlarca işçi, sınıfa ait olduğu kabul edilen davranış kalıplarını büyük ölçüde yitirmişlerdir.
Bu arada restorasyon dönemi boyunca uygulanan ama çoğu kez gözümüzden kaçan bir başka olgu da (üniversite eğitiminin taşraya yayılmasında olduğu gibi) büyük sanayi işletmelerinin de zamanla politik ortamı zayıf taşra illerine doğru kaydırılmasıdır. Geçmişin direnişleriyle ünlü fabrikalarını bugün Bozüyük’te görmek mümkündür; ya da aynı biçimde Vestel ve Bosch gibi devasa işletmeler tam bir köle cenneti olan Manisa gibi illeri tercih etmektedirler. Ekonomik gerekçelerin yanında bu politikada rol oynayan önemli faktörlerden biri, kuşkusuz üretim sürecini (en kötü dönemlerde bile şu ya da bu ölçüde politik ortama sahip olan) İstanbul gibi büyük metropollerin dışına çıkarmak, politik olarak zayıf olan taşra insanını yok pahasına çalıştırmaktır. Bu bölgelerin insanları doğal olarak (en azından bir süreliğine) bu kaydırmayı kendisine yapılmış bir “iyilik” olarak görmekte ve zaten işin geri kalan kısmı da gerici sendikalarla ve Kürt kartının oynanmasıyla garanti altına alınmaktadır. Herhangi bir devrimci sendikal çaba söz konusu olduğunda ise yerel ortamda etkisi daha fazla olan polis devreye girmekte, solun bölgedeki zayıflığı ya da tersine MHP’nin etkinliği başka faktörler olarak süreçte rol oynamaktadır.
Sonuç olarak, toplamda yapılan şey, Ekim Devrimi’ndeki her şeyi belirleyen Putilov fabrikaları gibi efsane örneklerin ortadan kaldırılması ya da zayıflatılması ve sınıfın direnip kazanma duygusundan giderek uzaklaştırılmasıdır. Bu, işçi sınıfının tarihinde ve bilincindeki en önemli unsurdur: Bütün genel kitle hareketlerinde olduğu gibi işçi sınıfı hareketinde de büyük ve kalabalık güçlerin bir araya gelerek kenetlenmesi, talepler öne sürerek kazanması, geleceğe taşınan büyük bir moral güçtür ve devrimci hareket her zaman kendi varlığını böylesi duyguları yaşamakta olan güçler üzerine daha kolaylıkla inşa eder. Bir kez kazanmış olan ya da bir kez yüz binleri bir alanda görmüş olan işçi, bunu asla unutmaz ve bu her zaman devrimci özne ile onlar arasındaki ilişkiyi kolaylaştıran, rahatlatan bir olgudur. Yani düzenin vurduğu nokta da işte tam burasıdır. Düzene tepki duyan, düzen kurumlarına güvenmeyen ama öte yandan kendisine ve düzene alternatif olanlara da güvenmeyen, böyle bir güvenin somut verilerine, tanıklıklarına sahip olmayan bir kitle… Dağınık, bir araya gelerek kazanmanın tadını hiç bilmeyen karmaşık bir yığın…
Üstelik bu kitle, kültürel ve ideolojik bozulmaya da en uygun kesim olarak önümüzde durmaktadır. Marx’ın klasik proletaryanın altında bir yerde “plebyen” olarak tanımladığı ve anarşistlerin kitle temeli olarak gördüğü lümpen-proletarya, bugün daha şekilsizleşirken bir yandan da daha fazla sınıfın içinde bir olgu haline geliyor. Nasıl karşı tarafta neoliberal ekonomi, klasik “üretme-satma-kâr etme” üzerinden sağlanan kapitalist birikime düpedüz hırsızlık ve uyuşturucu, vb. yollarından sağlanan hazır başlangıç sermayelerini ekliyorsa, beri tarafta da “yedek sanayi ordusu” tanımını artık aşan kalıcı ve sürekli bir kitle vardır ve bu kitle atölye işçiliğinin yanına rahatlıkla işportacılığı ya da oto hırsızlığını ekleyebilen bir yığın olarak önümüze çıkıyor.
Kuşkusuz bu, -geçerken değinmekte büyük yarar var- devrimci öznenin kadro ve sempatizan yapısını da bir ölçüde etkileyen bir şeydir. Çünkü, aynı toplumsal yapıdan gelmekte olan sempatizan da, büyük kapışmalar ve büyük zaferler-yenilgiler sürecinden geçmemiştir, ayrıca bizzat kendisi de parçalı üretim yapıları içinde dağınık bir hayat yaşamaktadır. İşsizlikle çalışma arasında salınıp duran, üç gün çalıştıysa beş gün işsiz gezen, yaşamında hiçbir istikrara sahip olmayan ve ayrıca yozlaşma ortamından da etkilenen bu insanlardan şüphesiz yakınacak değiliz; onları ve daha fazlasını örgütlemek, devrimin belkemiğini kurmak demektir. Ama bu dağınık yapının devrimci hareketin kitle ilişkilerinde bir sorun olduğu, bu ilişkilerin belli bir düzeyden değil de bazen tümüyle sıfırdan başladığı da açık bir gerçekliktir.

Sendikal Bürokrasi: Artık Kesinlikle Masum Değil!
Tam da bu noktada, sürecin en bozucu faktörlerinden biri olan sendikal bürokrasiye değinmeden geçemeyiz. Çünkü bu kesim, sınıfın kendine güveninin zayıflamasında, dolayısıyla devrimci güçlerle sınıf arasındaki bağların sıkıntıya girmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Artık yüksek sesle söylenebilir ki, bu rolün bir bölümü artık hiç de temiz değildir. Yani devlet, açıkça bu sürecin bir bölümünde resmi olarak vardır! Bugün sendika bürokrasisinin en üst kesimlerindeki bir grup, açıkça “sarı” değil, “beyaz” sendikacıdır. Doğrudan manipüle edilen ve bir bölümü resmi olarak maaşa ve rüşvetlere bağlanmış olan bu kesim, neoliberal saldırılara karşı tepkilerin kontrol altında tutulması ve sönümlendirilmesi için her türlü görevi üstlenmiş durumdadırlar. Kimi zaman sahte kabadayılıklar, kimi zaman sınıfın havasını boşaltan eylem organizasyonları, bütün bunlar yetmediğinde Kürt fobisini kullanarak yığınların korkutulması, vs. vs… Bütün yollar bu kesim için mubahtır. Oligarşi için asli sorun her zaman aslında çok basittir: Sınıfın büyük topluluklar halinde bir araya gelmesi ve bu gücü fark etmesi engellenmelidir! Bu anlamda 1 Mayıs’larda bütün Türkiye için “tek bir miting” seçeneğinin üstünün hep çizilmesi, hatta İstanbul’un dibine, Kocaeli’ne, Adapazarı’na, vb. aynı gün için miting konulması, kesinlikle masumane bir “düşüncesizlik” değildir. Yüz bini aşan büyük güçlerin bir araya gelmesi halinde, bu mitinge katılan her emekçinin geriye muazzam bir moral güçle döneceğini, bunun uzun vadede solla onun arasında bir ilişki zemini olacağı efendiler ve onların sendikal alandaki taşeronları tarafından çok iyi bilinir!
İkincisi; yeni süreci ve sınıfın değişen yapısını, dolayısıyla yeni sınıf çalışmasını anlamayan, dar kafalılıkla sakatlanmış sendika bürokratlarıdır. Bazı hallerde fena halde “politik” olan, laiklikten Kürt sorununa kadar her meselede takır takır demeçler veren ama milyonlarca insandan oluşan emekçi katmanlarının nasıl örgütleneceği üzerine kafa yormayan bu tip, giderek elde olanı da tüketmekte, son zamanlarda görüldüğü gibi birçok yerde inisiyatifi ve resmi yetki pozisyonunu sağcı sendikalara kaptırmaktadır.
Ve nihayet, bu anda, sözü edilen süreçleri anlamaya çalışan ama etki gücü zayıf, politik arenada dayanabileceği sağlam devrimci alternatifler göremeyen, mevcut durumda bunlardan birine karşı aidiyet duygusu hissetse de diğer yandan umutsuzluk yaşayan iyi niyetli işçi önderlerinden söz edebiliriz.
Toplam olarak bu alana bakıldığında ise görülen şey, sınıfın kendine ve sola olan güvenini törpüleyen, bu zemini zorlaştıran bir etkidir. Devrimci güçlerin de çeşitli düzeylerdeki hatalarıyla birleştiğinde bu etki, süreçte kendisini irili ufaklı engeller halinde ortaya koymaktadır.

Neoliberal Restorasyon Sürecinde
Türkiye’nin Özgün Konumu: Belleğin Kırılması

Ve nihayet, işçi sınıfı ile ilgili olarak konuşurken değinmemiz gereken bir başka faktör, neoliberal restorasyon sürecinin Türkiye’de geçirdiği kendine özgü evrimle ilgilidir. Bu restorasyonun ilk ve en önemli adımlarının atıldığı süreç, bilindiği gibi Türkiye’de 12 Eylül Cuntası dönemine gelmiş, 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan uygulamaların temelleri en sert baskı ve katliam koşullarında atılmıştır. Daha sonra yine cunta koşullarını aratmayan yıllar olan 1983-1987 arasında bir dizi önemli adım atılırken politik-ideolojik bombardıman da ihmal edilmemiştir. 1980’lerin sonundaki kaynaşma ise sol tarafından değerlendirilememiş ve zaten bir süre sonra da reel sosyalizmin büyük çöküşü moral bir faktör olarak gericilerin imdadına yetişmiştir.
Üstelik aynı süreçte Kürt ulusal hareketinin ve dolayısıyla savaşın yükselmesi denk düşmüş, böylece militarize bir ortam ve siyasette, sokakta ordunun ağırlığının artışı hiç hızını kesmeden bugüne dek gelmiştir.
Sonuçta ortaya, neoliberal uygulama adımları açısından adeta bir yerleşiklik ve artık “geri dönülemezlik” duygusu çıkmıştır. Başka bir deyişle söylersek, medya tekellerinin de yoğun basıncı altında emekçilerin ve toplumun önemli bir bölümünün zihni sakatlanmış, özelleştirmelerin, taşeronlaştırmaların, “artık olup bittiği ve bu noktadan sonra geriye dönüşün mümkün olmadığı” kanısı toplumda yaygınlaştırılmıştır. Yalnızca bu alanda değil, IMF, dış borçlar, istikrar paketleri, borsa oyunları, terörle mücadele yasaları gibi bir çok konuda yoğun bir “olağanlaştırma” operasyonu yapılmış, bütün bu olgular modern hayatın “doğal” ve “kaçınılamaz”, “değiştirilemez” bileşenleri gibi sunulmuştur.
Yazımızın başından beri sözünü ettiğimiz bütün diğer faktörlerle (ve tabii hep vurguladığımız gibi solun hatalarıyla da) birlikte bu durum, sınıfın harekete geçerek kendine güven kazanmasını zorlaştıran bir unsur olmuş, dolayısıyla devrimci hareketin onlarla ilişki zeminlerini de belli ölçülerde daraltmıştır.

İşbirlikçi Medya Tekellerinin Artan
Etkisi ve Devrimci Araçların Sınırlanışı

Aynı süreçte, işbirlikçi medya tekellerinin oligarşi bünyesine de dahil olarak kazandıkları hakimiyet alanı olağanüstü bir düzeye erişmiştir. Denilebilir ki, Türkiye tarihinde burjuva ideolojisinin çeşitli versiyonlarının coğrafyamızdaki insanların zihninde bu kadar etkili olduğu ve alternatif bilgi kaynaklarının bu kadar etkisiz kaldığı bir başka dönem yoktur. Bu, hem iletişim araçlarının artışı, çeşitlenişi ve etki gücüyle ilgilidir; hem de alıcı kitlenin, yani emekçilerin politik zayıflığı ile ilgilidir.
Son yirmi yılda medya dünyası yoğun bir tekelleşme yaşamış, ekonominin başka dallarında da diğer tekellerle iç içe olan medya patronları sistemin sağlam unsurları haline gelmişler, bu arada burjuva cephede bile olsa bir ölçüde aykırı olabilecek medya kurumları cılızlaştırılmıştır. Bugün artık Türkiye’deki haber ve bilgi akışının neredeyse tümü, belli tekellerin elinden geçmekte; ama bunun da ötesinde milyonlarca emekçinin günlük yaşamının ritmi de yalnızca haberlerle değil, eğlence programları ve dizilerle biçimlendirilmektedir. Bu ölçüde yoğun tekelleşme, oligarşiye gündemi belirleme ayrıcalığını da sağlamıştır. Herkesin bildiği gibi bu ülkede gazete manşetleri hiçbir zaman zayıf ve küçük harflerle atılmaz. Her zaman kocaman harfler, her zaman heyecan! Her gün gündemi canlandırıp ayağa kaldıran, ertesi gün başka bir şey icat eden, büyük gazetelerle aynı tekele bağlı tetikçi bulvar gazeteleri arasındaki işbölümünü tamamlamış, esnek işleyen bir mekanizma vardır karşımızda. Ve üstelik artık bu mekanizma ile CIA ve MOSSAD arasındaki ilişkiler de gizli saklı değildir. Uluslararası ajanslara göbeğinden bağlı olan tekel medyası, bir yandan emperyalist propagandayı her gün gözümüze sokarken, diğer yandan da iç provokasyonları, şovenizmi tetiklemekte, sonuçta büyük bir zihin karışıklığı ile insanları serseme çevirmektedir.
Marks’ın “yanlış bilinç” diye tanımladığı durum, burada oldukça masumane kalır. Burada, zaten bilincinin oluşumuna katkı sağlayacak başka etki mekanizmalarından mahrum olan çıplak emekçi, korkunç bir bombardımana maruz kalmakta, deyim yerindeyse her sabah ve her akşam damardan zehir almakta ve tam bir sürüklenme içersinde olguları anlamaya çalışmaktadır. Solun kitlelerle ilişki kurma alanı ise en çok bu zeminde daralmıştır. Devrimci basın araçları, sınırlıdır, etki gücü ise nicel anlamda da içerik anlamında da zayıftır. Bu organların doğrusal bir biçimde nicel olarak geliştirilmesi ve çoğaltılması da çok fazla çözücü değildir; çünkü aynı tekeller dağıtım alanına da fazlasıyla hakimdir ve onların büyük gücü karşısında devrimci yayın organı örneğin 1960’lara göre çok daha zayıf bir konumdadır. 1960’larda tek bir devlet radyosu ve ajansı ile yürütülen düzen propagandası, bugün onlarca kanaldan akan bir lağım gibi emekçilerin dünyasına boşalmakta, buna karşın alternatif bilgi kaynaklarının sesi daha fazla kısılmaktadır. Dolayısıyla bu alanda da devrimci güçlerin kitlelerle ilişki kurma, onlara gerçekleri açıklama olanakları çok sınırlıdır. Daha doğrusu burada, devrimci propagandanın hedef kitlesi açısından da ciddi bir problem vardır: Bu kitle de, somut bir güce ve eylem çizgisine yaslanmayan devrimci iletişim araçlarına ilgi duymamaktadır. Bu konuda tersinden bir örnek, Kürt televizyonlarıdır; bu araçların alıcı kitlesi coşkuludur, isteklidir, çünkü araçların arkasında özgürlük için yürütülen bir savaş vardır. Dolayısıyla, iletişim tıkanmasını çözmenin yolu daha fazla sayıda araç üretmek değil; bir yandan bunu yaparken bir yandan da esas olarak politik atılımı gerçekleştirmektir.

Oligarşi İçindeki-Dışındaki İnisiyatif
Savaşları, Sahte Gündemlerle Emekçilerin Zihninin Köreltilmesi

Ve tabii, medya tekellerinin böyle bir etki düzeyine ulaşması, Türkiye’de oligarşi içindeki-dışındaki güçlerin siyaset yapma biçimini de hızla değişen gündemlere ve provokasyonlar-karşı provokasyonlardan oluşan bir karmaşaya yaslamaktadır. Özellikle ordunun başını çektiği kesimlerin yürüttüğü inisiyatif alma, karşı tarafı hizaya getirme operasyonları, bütün politik gündemi dar laiklik-şeriat gibi parantezlere sıkıştırmakta, her yenisi bir öncekinin üzerine binen kaygan çatışma zeminleri ortalığı toz dumana boğmaktadır. Bütün bunlar başka açılardan tartışılabilir, Türkiye oligarşisinin kırılgan dengeleri, hükümetin pozisyonu üzerine çözümlemeler yapılabilir; ama olguya konumuz açısından bakılırsa durum şudur: Bu dar parantezler ve inisiyatif savaşlarının kitlelerin bilinci üzerindeki etkisi tam bir bulanıklık ve dumura uğrama halidir. Bir yandan emekçilerin ve yoksulların hayli önemli bir bölümü, CHP’de ve “anayasal kurumlar” denilen güruhta ifadesini bulan eğilimin yabansı ve yoksullara dost olmayan bir yaklaşım olduğunu sezmektedir. Diğer yanda ise riyakar, işbirlikçi olan ve bütün bunları da çok gizlemeyen, Özalvari bir tutumla ezilenlere hakaret etmeyi alışanlık haline getirmiş bir hükümet ekibi vardır. Gerçi, yapılan basit anketler bile kitlelerin aslında bu kör dövüşünü çok da fazla birinci mesele olarak ele almadığını, onların her şeye karşın asli sorunları olan yoksulluk ve işsizliği daha fazla dert edindiklerini ortaya koymaktadır ama yine de bu karmaşa belli bir kafa karışıklığı yaratmakta ve ortalığı kaplayan komplolar-karşı komplolar fırtınası insanları serseme çevirmektedir. SSK kuyruğunda ilaç bekleyen adam, herhangi bir Danıştay üyesine herhangi bir özel yakınlık duymamaktadır elbette ama sürekli tekrarlanan provokasyonlar zinciri sonuçta onun gündemini de etkilemekte, kendi kaderi üzerine düşünmesini erteleyen bir faktör olmaktadır.
Daha da önemlisi, bir süre sonra, siyaset alanının komplo savaşları alanı olduğu kanısı genel olarak toplumda yaygınlaşmakta, çatışan taraflara hiçbir yakınlık duymayan sıradan insanlar, bu tepişme alanını ve sonuçta siyasetin kendisini tümüyle kirli bir iş olarak görmektedir. Komplocu düşünme tarzının böylece yayılması, “her işin arkasında başka bir dolap var” şeklindeki mantık kurgusu, devrimci faaliyetin ve eylemliliğin de geleceğini sakatlamaktadır. Sonuç olarak, medya tekellerinin üzerine yüklenerek büyüttüğü bu karmaşa, devrimci güçlerin kitlelerle ilişki zeminleri açısından bir sorun alanı olarak önümüze çıkmaktadır.

Yeşil Kuşak Projesinin Devamı Olarak Tarikat Örgütlenmesi ve Emekçi
Gençliğin Enerjisinin Emilmesi

Öte yandan yaygın “laiklik” çığırtkanlığına kendimizi kaptırmamak uğruna, emekçi kitleler ve yoksullar arasında sinsi ve kalıcı adımlarla mesafe kat eden gericiliği de göz ardı etmemek gerekir. Bugün artık daha büyük bir açıklıkla anlaşılmaktadır ki, 1960’lar ve 70’lerde “komünizmi yeşil kuşakla boğmak” şeklinde ifade edilen emperyalist strateji, aslında bir milimetre bile değişikliğe uğramaksızın şu anda da yürürlüktedir. Emperyalizm, yalnızca bir zamanlar besleme ihtiyacı duyduğu silahlı gerici grupları tasfiye etmiş ya da onlarla bağını kesmiştir; yoksa, genel olarak İslami gericilikle herhangi bir sorun yaşamamakta, kontrol altında tutulabilen ya da bizzat organize edilen neoliberal dincilik biçimlerini bütün gücüyle desteklemektedir. Hem Ortadoğu genelinde, hem de Türkiye’de, kontrol altına alınmış, radikal kesimleri desteklemesi önlenmiş büyük cemaatler, emperyalist politikaların en sağlam müttefikleridir.
Bunun siyasi hayattaki pratik karşılığı, büyük parasal kaynaklara sahip tarikatların emekçi semtlerinde ve özellikle gençler arasında zemin kazanmasıdır. Bugün, dersaneler ve özel okullar alanında özellikle Fetullahçı güçlerin yaygın bir güce sahip olduğu bilinmektedir. Doğrudan CIA bağlantılarıyla etkisini özellikle eski Sovyet cumhuriyetlerine dek yayan bu ajan örgütlenmesi, taşrada ve metropollerde öncelikle yoksul emekçi çocuklarının üzerine yüklenmekte, taşrada kurduğu örgütlenmesiyle her yıl bu kesimlerin çocuklarının içinden en zeki ve yetenekli olanları seçerek üzerinde çalışmaktadır. Sahip oldukları büyük ekonomik güce dayanan bu örgütlenmeler, eğitim alanında her türlü “fiyat kırma” ve özel kontenjan olanaklarına sahiptirler ve her yıl binlerce genç beyin böylece uzlaşmacı-uysal bir noktaya çekilerek bertaraf edilmektedir. IMF ve Dünya Bankası kanallarından gelerek ekonominin kilit noktalarına yerleşen prenslerinin çoğunun bu yurtlar ve okullardan yetişmiş olması rastlantı değildir.
Bu alan, kuşkusuz dıştan görüldüğü kadar sağlam değildir; iyi bir örgütlenmeye dayandığı kesindir ama devrimci bir yükseliş ortamına dayanabilecek sağlamlığa da sahip değildir. Gerçekten doğru halkalara yüklenen ve bütünlüklü bir anlayışla inşa edilmiş bir müdahale bu örgütlenmelerin altını boşaltabilir ve boşaltacaktır. Ancak, solun bugünkü zayıflık ortamında bu güçlerin emekçi mahallelerinde ve gençlik alanında yaygın bir etkiye sahip oldukları kesindir. Bu etki, devrimci güçlerin çalışma ortamını daraltmakta, hatta zaman zaman kimi emekçi mahallelerinin ve taşradaki ilçelerin, vb. tümüyle “kapalı alan” haline gelmesine yol açmaktadır.

Emekçilerin Günlük Hayatının Yozlaştırılması ve Devrimci Çalışmanın Güçleştirilmesi
Aslında özellikle (devrimci hareketin can damarı olan) emekçi gençlik açısından düşünüldüğünde, bu gerici-dinci eğilim ve örgütlenme ile onun tam tersi gibi görünen çürütme-yozlaştırma mekanizmaları birlikte iş görmekte, bir madalyonun farklı yüzlerini yansıtmaktadır. “İyi huylu” ve “iyi ahlaklı olma” çağrıları yapan riyakar dincilik ile esrar ve eroini okul kapısına dek “servis” yaparak gençliği bütün geleneksel-ahlaki değerlerden kopmaya davet eden devlet güçleri, aslında sonuç olarak emekçi gençleri aynı yere çağırmaktadırlar: Mücadelenin dışına ve düzen cephesine!
Bugün emekçi mahalleleri, boydan boya derin ve kapsamlı bir çürütme-yozlaştırma politikasının odağındadır ve devrimci güçlerin zayıflığı koşullarında düzen cephesi bu konuda epey mesafe kat etmiştir. Hatta geleneksel olarak solun zemini sayılan mahalleler bu konuda daha berbat durumdadırlar. Bir zamanlar koca Çin ülkesini afyon bağımlılığıyla mahveden ve örneğin Harlem’deki siyah öfkeyi uyuşturucu ile bastırdıklarını açık açık itiraf eden emperyalistler, bu konuda ciddi deneyimlere sahiptirler; onlar, uyuşturucu, fuhuş, kumar gibi işlerin basit araçlar olmadığını, giderek kültürel formlar yarattıklarını bilirler ve asıl önemsedikleri de zaten bu kültürel yozlaşmadır. Böylece zaten yeni iş düzeni yüzünden üretimle ilişkileri ve hayatları parçalanarak dayanışmacı reflekslerden uzaklaştırılan genç emekçiler, bütünüyle bataklığa çekilmekte, devrimci müdahalenin etki alanı dışında kalmaları sağlanmaktadır. Bugün emekçi mahallelerinde ve yeni işçi katmanları arasında yürütülen devrimci çalışmanın önündeki en büyük güçlük, kuşkusuz bu yozlaşma ortamıdır. Bu durum, her tek emekçinin devrimci davaya kazanılmasını başlı başına bir uğraş haline getirmekte, devrimci eğilimlere sahip olanların kültürel eğitimi ve arındırılması ise ciddi bir sorun olmaktadır. Öyle ki, bugün emekçi mahallelerinden devrimci harekete gelmiş olan insanların çoğunun bir ayağı hala orada, bataklığın içindedir. Ve maalesef bu alandaki devrimci yapıların çoğu, geride, bataklık içinde kalmış olan bu ayağı görmezlikten gelmekte, pragmatik kaygılarla davranarak yeni insan yaratma uğraşını sürekli biçimde ertelemektedir.

Anti-Emperyalist Tepkilerin Saptırılması ve Sahte Ulusalcılık
Bütün bu yollarla sorunun üstesinden gelinemediğinde ise oligarşinin elinde başka seçenekler mevcuttur.
Bugün genç insanlar arasında özellikle emperyalizm konusunda gerçekten büyük bir kafa karışıklığı vardır. Kuşkusuz kendisine “ulusalcı” diyen güçler büyük ölçüde MİT ve devletin başka organları tarafından organize edilmektedir; işin MHP kanadı ise zaten doğrudan emperyalizm tarafından kurgulanmış bir örgütlenmedir. Ama öte yandan kafa karışıklığı da gerçek bir kafa karışıklığıdır, üstünden kolayca atlayıp geçemeyeceğimiz bir şeydir. İçinde barındırdığı yoğun Kürt düşmanlığı nedeniyle çoğu kez bir kalemde elimizin tersiyle silip attığımız bu eğilim, aslında toplumsal gerçekliğin bir ürünüdür. Emekçi insanlar, özellikle de gençler, bu kadar açıkça uygulanan bir emperyalist sömürü ve tahakküm karşısında özellikle ABD’ye yönelik olarak gerçekten bir tepki ve nefret duygusu hissediyorlar. Bölgede ve dünyada olup bitenler onları yaralıyor, Türkiye’nin ayyuka çıkmış bağımlılığı ve yöneticilerin işbirlikçiliği de artık kimsenin görmediği şeyler değil. Sonuç olarak devrimci güçlerin kendi gündemleriyle oyalandığı bir ortamda, bu tepkinin kompleksli bir milliyetçiliğe, giderek şovenizme ve en kolay ve en tehlikesiz yer olan Kürt düşmanlığına kayması şaşırtıcı olmamalıdır.
Burada MHP kanalını çok abartmak, onlara gereğinden fazla bir etki gücü atfetmek de doğru değildir. Ayrıca, her milliyetçilikten söz edeni faşist olarak görmek de fazlasıyla kolaycılık gibi görünmektedir. Bu, bir kanaldır ve bu kanalda akan insan topluluğu, özünde emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı tepki duyan bir topluluktur. Ama bu kanal, son derece eklektik fikirlerin toplamıyla yürümekte ve büyük ölçüde yönlendirilmektedir. Ağır medya bombardımanı altında oluşan bu tepki ve fikirler, özellikle (kahvehanelerin tercih ettiği) fiyatı ucuz tetikçi gazetelerin manşetlerinde kendi ruh halini bulmaktadır. Ve sonuçta medya tekelleri tarafından bir dizi “işlemden geçirilerek” biçimlendirilen bu şekilsiz fikirler yığını, en kolay ve en ucuz tepki biçimine yönelmektedir: Kürde düşmanlık! ABD ve dış güçler bizi mahvetmek istiyor, Kürtler de memleketi bölmeye uğraşıyor, öyleyse vurun Kürtlere! Bu arada İncirlik durduğu yerde durmakta, IMF ayda bir gelip rapor istemektedir ama kolay hedef olan Kürt, daha yakında, daha vurulabilir bir yerdedir… Zaman zaman buna (kirli bir geçmişe sahip olan ) emperyalist ülkelerin Ermeni soykırımı konusundaki sahtekarlığı ve AB memurlarının küstahlıkları da eklenmekte, tepkiler iyice zemin kaymasına uğramaktadır.
İşin en karmaşık ve problemli yanı, bu insan topluluklarının tümüyle düşman ilan edilecek bir durumda olmamasıdır. Zaten devrimcilerin her önüne geleni “düşman” ilan etmesi de düşünülemez; çünkü böyle yapıldığında ortada devrim yapılacak insan kalmamaktadır! Bu karmaşık ve şekilsiz yığın, çok açıkça söylenmeli, solun günahlarının bir ürünüdür. Dolayısıyla sol, şovenizme karşı savaş adı altında bu kitlelerden, onlara yönelmekten kaçınamaz, kaçınmamalıdır. Gerçek gündem maddeleri üzerinden yapılacak bir müdahale, bu yığının içindeki faşist çekirdeklerle dürüst emekçilerin birbirinden kopmasını sağlayabilir ve düzene karşı tepkileri gerçek rayına oturtabilir. Bu da devrimci sosyalist hareketin yakıcı görevlerinden biri olarak önümüzde durmaktadır.

Kısaca Özet ve Bir Benzetme: Irmak ve Deniz…
Sonuç olarak bu kısa gezintinin bize gösterdiği gerçek, Türkiye devrimci hareketinin bugün emekçi kitlelerle ilişkiler açısından ciddi bir sıkışma ve daralma yaşadığıdır. Yirmi yıllık neoliberal süreçten kaynaklanan ve daha önce çeşitli yazılarımızda irdelediğimiz bir dizi ekonomik-sosyal-kültürel etkenin de üst üste binmesiyle sorun derinleşmiş, yakıcı bir hal almıştır. 1970’lerin başında kitlelerin düzene olan tepkilerinin önünün kesilmesi halini anlatmak için Mahir Çayan tarafından kullanılan suni-denge kavramı, bir kez daha kendi gerçekliğini ortaya koymaktadır. Ancak bu defa karşımızda olan şey, 1960’lara göre çok daha karmaşık ve gelişkin araçlarla yaratılan bir durumdur.
Kitlelerle devrimci güçler arasında son derece açık, gözle görünür bir mesafe vardır ve bu mesafe oligarşi tarafından yüzlerce değişik araç kullanılarak artırılmak ve kalıcılaştırılmak istenmektedir.
Ama burada asıl sorun bu mesafenin kendisi değildir. Tarihin belli aşamalarında devrim güçleri ile emekçi kitleler arasında belli mesafe açılmaları olabilir; devrimci hareketin kitlelerle buluşması zaten uzun ve zorlu bir sürecin işidir. Ayrıca bu mesafe, bir med-cezir gibi zaman zaman dalgalanmalar da gösterebilir. Ancak, 2000’lerin Türkiyesi’ndeki asıl mesele iki noktada düğümlenmektedir: Birincisi, bu konuda devrimci güçler artık 12 Eylül, 1990 çöküşü, vs. gibi dışsal olguları suçlayamayacak durumdadırlar; çünkü bu mesafenin hayli önemli bir bölümü bizzat devrimci güçlerin kendi içine kapanmışlığı ve dar kafalılığı tarafından yaratılmıştır, yaratılmaktadır.
İkincisi, devrimci güçlerin en azından bir bölümü, süreç içersinde yavaş yavaş bu durumu kabullenmekte ve “kendi halinden memnun” bir noktaya doğru savrulmaktadır. Elbette bu yüksek sesle söylenen bir şey değildir; ama hayatın içinde yaşanan bunun ifadesidir.
Sorunu daha iyi anlatmak için “ırmak” ve “deniz” benzetmelerine başvurabiliriz.
Bugün Türkiye’de, belli nüfus kesimleri (geçmişten beri sola eğilimli bazı kentlerin insanları, Kürtlerin ve Alevilerin bir bölümü, vb.) ve belli dar yerleşim alanları (mahalleler, vb.) çerçevesinde akan bir “ırmak” vardır. Devletle bir biçimde çekişme içinde yaşayan, düzen tarafından tümüyle emilememiş, çoğu durumda kendisi ya da yakınları zulme uğramış, öldürülmüş, işkence görmüş, mevcut sistem içinden dışlanmış, vb. olan bu kesim, doğası gereği devrimci fikirlere (“bir devrimin mümkün olduğu” fikrine değilse de düzen karşıtı fikirlere!) yakın durmakta, devrimci çalışma yapılabilir bir zemin oluşturmaktadır. Devrimci hareketlerin kadro yapılarının neredeyse tümünün bu “ırmak” içinden gelmiş olması bu açıdan şaşırtıcı değildir.
Ancak bu coğrafya yalnızca sözünü ettiğimiz bu kesimden ibaret değildir ve diğer yanda emekçilerin geri kalan bölümünden oluşan bir “deniz” vardır. Milyonlarca emekçiden oluşan bu deniz, “ırmak” gibi homojen değil, karmaşık ve şekilsizdir. Düzen tarafından iliğine kadar sömürülen ve baskı altında tutulan bu milyonlarca insan, çeşitli dinsel-manevi etkilerin altında, çeşitli gerici, faşist, vs. politik akımların yönlendirmesine açık, kolayca tanımlanamayacak bir topluluktur. Büyük çoğunluğuyla gerici düzen partilerinin peşinden sürüklenmiş, defalarca kandırılmaktan bezmiş ve artık geleceğin daha iyi olabileceğinden de pek umutlu olmayan bu insanlar, sanal değil gerçek bir güçtür. Biz görsek de görmesek de, milyonlarca emekçiden oluşan bu güç, bu topraklarda mevcuttur ve bu topraklarda herhangi bir şey yapmak isteyenler (yalnızca dar bir toplulukla değil) bu güçle de yürümek zonundadırlar.
Tam da bu noktada devrimci güçlerin hayli önemli bir bölümünün en ciddi problemi, uzun yıllardır kendilerini var ettikleri bu “ırmak” içinde yüzmekten giderek hoşnut olmaya başlamaları ve bu kapalı devre ilişkiler ağını az çok sabit veri olarak ele almalarıdır. Daha da önemlisi bu ırmak, zamanla içinde yüzenlere rengini vermeye başlamakta, düşünme ve davranış kalıplarını, politik gündemlerini, önceliklerini, vs. biçimlendirmeye başlamaktadır. Bu, aynı zamanda bir ufuk daralmasının da zeminidir. Dar bir çerçeve üzerinden yapılan siyaset, mahallelerin ve belli kesimlerin ufku, devrim perspektifini kıran bir etken olarak iş görmekte, milyonlarca emekçi giderek bakış açısının dışında kalmakta ve “şimdilik bu kadarının memnun edici olduğu” fikri, resmen ilan edilmeksizin yaşamda karşılığını bulmaktadır. Hatta öyle ki, belki biraz abartılı bir benzetmeyle postmodernizmin “büyük anlatılar öldü” iddiasının adeta devrimci çalışma alanında “büyük stratejik planlar öldü” şeklinde hükmünü sürdürdüğü söylenebilir. 70’li yıllarda dergi sayfalarını ve üniversite kantinlerini kasıp kavuran “strateji tartışmaları”nın şimdilerde yerini günlük atışmalara bırakmış olması herhalde rastlantı değildir.
Burada, çok açıkça şunu söyleyerek devam etmek gerekiyor: Evet, “ırmak” önemlidir. Her ülkede böyle “ırmak”lar vardır; her ülkede devrimci fikirlerin yayılması eşitsiz bir tablo gösterir ve her zaman bir yerlerden başlanır. Ayrıca, tersinden bakıldığında, bazen belli yerleşim alanları ve emekçi toplukları da çeşitli tarihsel-kültürel etkenlerden ötürü uzun süre devrimci çalışmanın kör noktaları olarak kalabilirler. Ama bu, büyük toplulukların giderek katılaşan, kalıcılaşan bir konum kazanması anlamına geliyorsa, son derece tehlikelidir. Bu durumun yavaş yavaş kabullenilmesi ve devrimcilerin kapalı-devre hayatlar sürdürmeye başlaması ise iki kat tehlikelidir.
Oysa bu coğrafyadaki milyonlarca emekçiyi tam orta noktasından kesen çok temel sorunlar ve tepkiler vardır. Ve bu tepki ve sorunlar hiç de sanıldığı gibi burjuva siyasetinin komploları üzerinden şekillenmemektedir. Tersine, bunlar son derece basit ve yalındır; tam da devrim hareketinin programının maddelerine denk düşmektedirler.
Birincisi, bu milyonlarca ezilen insanın neredeyse tamamının asli sorunlarından biri olan işsizlik ve yoksulluktur.
İkincisi, yine bu milyonlarca insan, sezgileriyle bu ülkenin bir avuç zengin tarafından yönetilmekte olduğunu, bu kaymak tabakanın kendi yoksul yaşamlarıyla kıyaslanamayacak bir hayat sürdürdüklerini bilmektedirler.
Üçüncüsü, bu ezilen insanlar, adil ve dürüst bir ülkede yaşamadıkları konusunda yeterince deneyim sahibidirler. Bizzat kendi hayatlarından ve izledikleri bütün rezilliklerden bilmektedirler ki, bu topraklarda her türlü hırsızlık ve soygunculuk yalnızca zenginlerin imtiyazıdır ve yoksulların adalet talebinin karşılığı her zaman zulüm olmuştur.
Ve nihayet dördüncüsü, bu büyük topluluk, dini, milliyetçi ya da başka hangi güdüyle olursa olsun açık bir Amerikan düşmanlığına sahiptir. Çerçevesi belirsiz, bizim anti-emperyalizm tanımlarımıza pek sığmayan bu ortak duygu, bir yandan özellikle son süreçte ortaya konulan son derece acımasız ve haksız saldırganlığa tepki duymakta, diğer yandan ise saldırgan gücün büyüklüğü karşısında ezik bir ruh haline saplanmaktadır.
Bütün bu damarlar, açık ve müdahale edilebilir damarlardır. Gözümüzü dar alanlardan ayırıp daha zor ama daha önemli olan bu alana diktiğimizde kolaylıkla görebileceğimiz şeylerdir. Oysa, yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi devrimci güçlerin hayli önemli bir bölümü, gözünü daha dar bir zeminden ayırmamaktadırlar.

Bu Tıkanıklıktan Çıkmak Mümkün müdür?
Peki bütün bunlar ne anlama geliyor? Ya da daha açıkça ve cesaretle soralım: Bütün bunlar devrimci hareketin üstesinden gelemeyeceği bir çözümsüzlük durumunu mu ifade ediyor? Devrimci hareket, böyle gitgide daralarak ve kaos ortamlarında debelenerek enerjisini tüketirken ve bu topraklar her zaman sistemin “uysallığı övülen” bir parçası mı olacak?
Böyle bir seçeneğe mahkum olmadığımızı düşünüyorsak eğer, ne yapmalıyız?
* Örneğin, Türkiye’de devrimci güçlerin eline rahatlatacak küçük burjuva bir sol dalga beklenebilir mi? O kadarını beklemesek bile, hiç olmazsa geçici bir “rahatlama” yaratabilecek, uzun yıllar boyunca temel devlet kurumlarında yerleşik hale gelmiş olan gerici-faşist yapılanmayı birazcık çözebilecek, örneğin üniversiteleri birazcık hapishane olmaktan kurtarabilecek, kitlelere ulaşma yollarını tümüyle birazcık açabilecek, vs. vs. bir esinti mümkün müdür? İyi midir kötü müdür sorularının ötesinde, bu mümkün müdür?
Yanıt son derece açık: Ufukta bu yönde küçük bir belirti bile mevcut değildir… Bu konuda sözü edilebilecek tek siyasi odak olan Türkiye sosyal-demokrasisi, ya da adı her neyse işte o, artık böyle bir niyete de, böyle bir yapıya da sahip değildir. Genel işbirlikçilik bataklığında zaten yüzüyor olması bir yana, bu kesim boylu boyunca şovenizmin çukuruna saplanmış, orada debelenip durmaktadır. Sonuçta şöyle ya da böyle iktidar yüzü görseler de, yukarıdaki ham hayalin kenarına bile yaklaşmayacakları kesindir.
* Örneğin, kitle ilişkilerinin en çok daraldığı alana radikal bir çözüm bulmak adına enternasyonalizmden geri çekilmek, “şovenizmden kurtulmak için Kürtlerden de kurtulmak” ve onlarla olan ilişkilerimizi mümkün olduğunca keserek, onlarla bir arada görünmekten sakınmak çoğalmanın ve genişlemenin bir yolu mudur?
Aslında bu yol bugün deneniyor ve belki ürkek aydın çevreler açısından biraz işe yarar gibi görünüyor! Ama sosyal-şovenizmin faturasının ağır olduğunu da tarihten yüzlerce kez öğrendik ve yeniden keşfetmemiz gerekmiyor. Enternasyonalizmden vazgeçerek şovenizmden kurtulmak isteyenler, her zaman sosyal-şovenizmin batağına saplanırlar ve kaçınılmaz olarak devrimci hareketin uzağına düşerler.
* Ya da tersini yapmak, yani “Kürt sorunu bu memleketin ön önemli sorunudur” diye söze başlayıp “Kürt sorunu çözülmeden bu topraklarda ciddi hiçbir şeyin olamayacağını” ilan etmek ve daha sonra da Kürt önderliğinin bütün yönelimlerinin altına gözü kapalı imza atarak bütün siyasi hayatı “dayanışma” eylemlerine endekslemek, bir çıkış yolu olabilir mi?
Açıkça söylemek gerekirse bu yol da bugün deneniyor… Ancak bunun anlamı çok açıktır. Bu, devrim perspektifinden ve devrimin güncelliği fikrinden vazgeçmektir. Böylece varılacak yer, bir “ahlaki dayanışma” hareketine dönüşmektir ki, zaten böyle bir faaliyet için parti kurmanız da gerekmez, herhangi bir insan hakları derneği de bu kadarı için yeterlidir.
* Daha klasik bir yol da vardır kuşkusuz: Örneğin büyük bir ayaklanma günü için arı gibi çalışarak emekçiler içinde hazırlık yapmayı sürdürmek, zaman zaman Brezilya’ya, Arjantin’e bakarak bize de bahar gelmesini ummak ve sonra eninde sonunda kapımıza dayanacak olan büyük bir krizin üstüne binerek sıçrama yapmak…
Ancak seçeneklerin en makulü gibi görünen bu olasılık açısından da durum pek parlak değildir. Çok yaygın olan bu siyasi anlayışın en önemli kusuru, her şeyden önce bir kriz durumunun sürekli olarak mevcut olduğunu görmezden gelmek ve kendisini bitmez tükenmez bir hazırlık sürecine hapsetmektir ve bu topraklarda şu ana kadar böylesi bir yolla güç biriktirmek de mümkün olmamıştır.

Devrimci Sosyalist Hareket Kararlıdır: Bu Tıkanıklıktan Çıkılabilir, Çıkılacak
Bu seçeneklere şöyle bir değinip geçtikten sonra, durup yeniden aynı soruyu sorabiliriz: Gerçekten, devrimimiz böyle bir tıkanma noktasına mahkum mudur?
Kuşkusuz değil.
Türkiye devrimi, bugünkü daralmayı aşabilecek potansiyele sahiptir ve aşacaktır.
Bunun için, yukarıda biraz karikatürize ederek sunduğumuz seçeneklerin dışında bir başka seçenek daha vardır: Dostu düşmanı, ezileni ezeni, yani bütün toplumsal yapıyı temellerinden sarsacak ve mevcut gündem maddelerini, tartışmaları, dövüşleri, savurup atarak emekçi halkın gerçek gündemini hayata dayatacak bütünlüklü bir politik-askeri müdahale…
Coğrafyamız ve Ortadoğu’nun bugün gelmiş olduğu karanlık noktada, bu keyfi bir tercih değil, apaçık bir zorunluluktur. Yazımızın en başında kullandığımız “kritik süreç” kavramının anlamı, işte tam da budur. Süreç, her bakımdan sıkışmakta ve daralmakta ama buna karşın doğru yerden doğru perspektifle müdahale edildiğinde içinde büyük sıçrama potansiyelleri barındırmaktadır. Sürekli olarak hükmünü sürdürmekte olan milli krizin üzerine yaslanacak ve onun derinleştirilmesiyle kitlelerin örgütlenmesini bir bütün olarak ele alacak olan bu müdahale, politik güçle devrimin fiziki gücünü birlikte büyütecektir.
Böyle bir müdahale, salt askeri bir olgu olarak düşünülemez; kitlelerin arasında kurumlaşmak ve kök salmaktan kültürel cepheye, sendikal alandan gençliğe dek bütün alanlarda bütün devrimci araçları kullanmak, bir devrimci militan hareket yaratmak esas amaçtır.
Böyle bir müdahale, düşmanın emekçilerin önüne sürdüğü kör dövüşlerini, yanılsamalı gündem maddelerini esas almayacak, doğrudan emperyalizme ve oligarşiye yönelerek, milyonlarca emekçinin gerçek sorunlarını getirip gündemin ilk maddesine yerleştirecektir. Böylece o, milyonlarca emekçiden oluşan denizde yüzmeye başlayacak ve kendisini onların sözcüsü ve öncüsü olarak inşa edecektir. Yukarıdaki bölümlerde emekçi kitlelerin hayatlarını boydan boya kesen temel sorunları anlatırken sıraladığımız dört madde; işsizlik-yoksulluk, sömürü, adaletsizlik ve emperyalizmin halklara yönelik vahşeti, bu müdahalenin başlıca hedef noktaları olacaktır.
Öte yandan böyle bir müdahale, kararlı bir anti-emperyalist anti-oligarşik savaşçılık ile sağa sola sapmayan bir enternasyonalizmi bir araya getirecek, Kürt halkına olan dostluğunu salt dayanışmacı bir yerden değil, kavga yoldaşlığı yolundan gösterecektir. Bu anlayış, Türkiye devriminin ayakları üzerine dikilmesini Kürt sorununun çözülmesine yapılabilecek en önemli katkı olacağını düşünmekte ve savunmaktadır. Bu anlamda şovenizme karşı mücadeleyi de salt protesto zemininde yürütmeyecek, şovenist provokasyonun malzemesi olarak kullanılan emekçi kitlelerin dönüştürülmesini ve devrim saflarına çekilmesini esas alacaktır. Bütün demagoji ve kışkırtıcı yaygaraları boşa çıkaracak bir devrimci politikayı ortaya koymak ve sonuna dek arkasında durmak; işte bütünlüklü müdahalenin özü budur.
En önemlisi de bu müdahale, doğrudan emperyalizme ve oligarşiye yönelen perspektifiyle, düşmanın Kürt fobisi üzerine kurduğu ideolojik kalkanları parçalayacak, kitlelerin gerçek gündemi üzerine kurulu politikasıyla onları provokasyonlara sürüklemek için kullanılan motivasyonu zayıflatacaktır.
Aynı biçimde böyle bir müdahale anlayışı, parçası olduğumuz Ortadoğu topraklarında sağlam bir enternasyonalist anti-emperyalist anti-siyonist dayanışmanın örülmesi için elverişli bir zemin yaratacaktır. Bu toprakları Ortadoğu dünyasına karşı bir saldırı üssü olarak emperyalizme sunan oligarşinin yarattığı utanç böylece temizlenecek ve emekçi halklarımız kardeş Ortadoğu halklarının yanı başında cesaretle yerini alan bir devrim hareketine sahip olmanın onurunu yaşacaklardır.
Gelecek üzerine spekülasyon yapmamız gerekmiyor; ama böyle bir müdahale kuşkusuz solda da çeşitli düzeylerde etkiler yaratacak, bugünkü kısır çatışma konularını önemsizleştirerek ortaya yeni koordinat noktaları koyacak, yeni bir harmanlanmanın kapılarını açacaktır.
Devrimci yenilenme ve bilimsel ideolojik aydınlanma süreçleri bu müdahalenin sağlam zeminleri ve ön adımlarıdır. Devrimci sosyalist hareket, kesintisiz bir mantık zinciri içinde sürecin politik-örgütsel diğer halkalarını örecek ve kendisini bu müdahalenin öznesi olarak kuracaktır. Devrimci sosyalist hareketin bütün örgütlü güçleri, kendilerini bu görev için biçimlendirmeli, bu görevin zorluklarını aşabilecek nitelikleri bir an önce kazanmalıdırlar.

Bu tarihsel görev, omuzlarımızdadır.
Sorumluluğumuzun bilincindeyiz…

 



 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19