İşçi sınıfının oluşumu tüm dünya çapında eş zamanlı
değildir. İşçi sınıfının oluşum süreci her coğrafyada,
farklı zamanlarda ve sanayinin gelişim aşamalarına
göre değişmektedir. Türkiye İşçi Sınıfının tarihi
genç bir sınıf olmasına karşın önemli gelişmelere
sahne olmuştur.
Türkiye işçi sınıfı Avrupa İşçi sınıfından farklı
özgünlükler barındırmaktadır. Türkiye İşçi sınıfının
bu özgünlükleri bulunduğu coğrafyanın etkisinin
olmasının yanında geç kapitalistleşmenin de etkilerini
ve sancılarını yaşamıştır. Bu yazımızda Türkiye
işçi sınıfının önemli dönemeçlerini incelemeye
çalışırken, sınıfın bir takım özgünlüklerini de
ortaya koymaya çalışacağız.
Sanayileşme İşçi Sınıfının Nicel Olarak Çoğalması
Ve İlk Grevler
Osmanlı imparatorluğu I. Emperyalist Paylaşım
savaşında Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında geniş
topraklara sahipti. Bu geniş topraklarda kendi
içine kapanmış bir yapısı vardı. Diğer Avrupa
devletleriyle siyasal ve ekonomik ilişkileri olmasına
karşın ülkede kapitalizm diğer Avrupa ülkelerinden
çok sonra gelişmiştir.
Osmanlı imparatorluğunun askeri feodal sınıf yapısı
ve İslam felsefesi gereği sistemde yeniliklere
ve değişikliklere yol açacak olanak ve sosyal
reformlara kapalı durumdaydı. Gelişen batı kapitalizmi
bir yandan yeni sömürgeler yaratırken diğer taraftan,
Avrupa ülkelerinde gelişen sanayileşme atılımları,
modern silah üretimi, bir anlamda tek gelir kaynağı
savaş ve savaş ganimetleri olan Osmanlı İmparatorluğunu
tarihsel gelişim karşısında bir takım atılımlara
zorlamaya başladı.
Modern silahlara karşı savaşmak ancak modern silah
üretmekle mümkün olabilirdi. Osmanlıda askeri
feodal sınıf büyük bir tüketici konumundaydı ve
ihtiyaçlarının karşılanması gerekiyordu. Ordunun
ihtiyaçlarının karşılanması zorunlu silah, maden,
dokuma, dericilik ve gıda sanayinin gelişmesine
ve ticaretin gelişmesine imkân tanımıştır.
Bu ihtiyaçların karşılanması zanaatkârlar tarafından
el emeğiyle yapılmaktaydı. Bu durum ordunun ihtiyaçlarına
cevap veremeyince daha büyük üretim alanlarına
ihtiyaç duyuldu. İstanbul, Bursa, Selanik, İzmir
ve Şam gibi büyük şehirlerde birçok atölyeler
kuruldu.
Ancak bu üretim sürecinde milli burjuvazinin varlığından
söz edemeyiz. Çünkü Osmanlı döneminde ticaret
ve sanayi Rum, Ermeni, Slav ve Yahudi gibi Müslüman
olmayan kesimin tekelindeydi. Sanayinin gelişmesiyle
birlikte işçi sınıfı kendi varlığını dayatmaya
başladı.
1908-1913 yılları arasında sanayinin ağır gelişimi
işçi sınıfının da nicel olarak çoğalmasını sağlamıştır.
Araştırmalara göre 1913 yılında fabrikalarda çalışan
işçi sayısının 50 bine ulaştığı yönündedir. İşçi
sınıfının nicel olarak çoğalması aynı zamanda
kendi sınıf çıkarlarını korumak için işçi kuruluşları
etrafında toplanmalarını da beraberinde getirmiştir.
Bu dönemde Şark ve Anadolu demir yolları işçileri
"Şark Şimendiferleri Müstahdemin Teavün Cemiyeti"ni,
İstanbul'daki basın işçileri "Mürettibin-i
Osmaniye Cemiyeti"ni kurdular. 1908-1913
yılları arasında birçok grev gerçekleştirilmiş
ve 1 Mayıs kutlamaları yapılmıştır.
Bu dönemde işçi sınıfının gelişimini sağlayan
etkenlerden biri Osmanlı toprakları içinde olan
Balkanlarda, diğeri ise I. Emperyalist Paylaşım
savaşı öncesinde Avrupa'da esen sosyalist hareketlenmelerdir.
I. Emperyalist Paylaşım savaşı öncesinde Avrupa'da
yükselen politik atmosferle birlikte egemenlere
karşı işçi sınıfı mücadelesi de bir yükseliş gösterdi.
Bu dönemde Avrupa'da okuyan ve çalışan birçok
genç işçi mücadelesinin etkisinde kalmış ve bu
mücadeleye aktif katılmıştır. II. Meşrutiyet döneminde
ülkeye dönen bu gençler işçi sınıfını sosyalizm
doğrultusunda bilinçlendirme ve örgütleme faaliyetleri
yürüttüler.
Osmanlı topraklarında sanayinin gelişimi ve buna
bağlı olarak işçi sınıfının durumu kendine has
özgün bir duruma sahiptir. Şöyle ki Osmanlıda
kapitalistleşme süreci azınlıkların ağırlığıyla
sürmüştür. Sermaye sınıfını gayrimüslim burjuvazi
oluşturmaktaydı. Bu durum işçi sınıfı açısında
da geçerliydi. Rum, Ermeni, Yahudi ve yabancı
uyruklu işçiler işçi sınıfı içinde önemli bir
yer tutmaktaydılar. Doğal olarak bu durum örgütlenme
ve öncülük alanlarına da yansımaktaydı. Birçok
işçi örgütlenmelerin yönetimi de aynı şekilde
gayrimüslim işçilerden oluşmaktaydı.
İşçi sınıfının etnik farklılığı, sınıfın genç
olması ve mücadele deneyiminin yetersizliği işçi
sınıfını bölen ve savaşla birlikte milliyetçiliği
körükleyen ve ulusalcı bir temele oturtan bir
rol oynamıştır.
Savaş sırasında işgal bölgesinde kalan işçi sınıfı
daha çok azınlık halklardan oluşuyordu, işçi sınıfı
kendi ulusal hareketlerine katılmış ve dört yıl
süren savaşta önemli kayıplar vermiştir. Anadolu'da
nüfusun genç ve faal kesimini oluşturan 1 milyon
kişi Birinci Emperyalist Paylaşım savaşında hayatını
yitirmişti. (Kurtuluş savaşındaki kayıplar ise
19 bindi.) Bu durum işçi sınıfın gücünü zayıflatmış,
sınıfın proleterleşmiş kesiminin Balkanlar’da
kalması sınıf mücadelesini gerileten bir etken
olmuştur.
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı Ve Savaş Sonrası
Sınıfın Durumu
Savaş yıllarında sınıf varlığını gösterememiş
ve bu yıllarında farklı etnik kökende oluşan işçi
sınıfı savaşın başlamasıyla kendi ulusal mücadelelerinin
içinde yer almışlardır. Savaşın anti sömürgeci
bir tarzda gelişmesi işçi sınıfının bu savaşta
ulusal kimliklerinin peşinden gitmelerini sağlamış
ve sınıf temelinde bir hareketliliğin oluşmasını
engellemiştir. Dönemin verilerine göre 1919-1922
yıllarında, %30'u İstanbul'da olmak üzere 19 grev
gerçekleştirilmiştir. Ama bunlara rağmen işçi
sınıfı kurtuluş savaşı sırasında belirleyicilik
özelliği taşımamaktadır. Çünkü işçi sınıfı bu
yıllarda gerek nicel, gerekse nitel açıdan zayıf
bir durumdadır.
1923 yılında burjuva program temelinde burjuvazi
ve feodallerin ittifakı temelinde gelişen Anadolu
hareketinin yarattığı kapitalist karakterdeki
TC devletinin oluşumuyla birlikte burjuvazi kendi
kurumlaşmalarını ve toplumsal ağını hızla yaratma
yoluna koyulmuştur. Savaşla birlikte sanayi bölgelerin
ulusal sınırlar dışında kalması ve genç nüfusun
savaşta büyük kayıplara uğraması sınıfın varlığını
zayıflatmıştır. Bu durum büyük bir işgücü açığına
ve kalifiye işçi kaybına neden olmuştur. Oluşan
bu açığı kapatmak için, devlet eliyle Kamu İktisadi
Teşebbüsleri (KİT) kurulmuş ve buralarda çalışma
koşulları kısmi bir takım sosyal haklarla güçlendirilerek
işçilik özendirilmeye çalışılmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında sermayenin cılızlığı
ve iş gücünün zayıflığı, sürekli ve kalıcı olarak
çalışmayı cazip hale getirmeyi, bir takım maddi
özendiricilikle sürekli işçilik sağlanmaya çalışılırken,
diğer taraftan, toprağıyla meşgul köylü yılın
belli dönemlerinde işçilik yaparak, belli dönemlerde
ise toprağını işlemeye çalışan yarı işçi yarı
köylü mevsimlik işçiler oluşturmuştur. Mülksüzleşme
sürecinin yaşanmaması işçi sınıfının proleterleşme
sürecini de geciktiren bir etken olmuştur.
Savaş yıllarında ve sonrasında işçi sınıfı mücadele
deneyimlerinden yeterince yararlanamamış, bu deneyimler
yeterince Türkiye işçi sınıfına aktarılamamış
ve bu durum sınıfın mücadele gücünü zayıflatmıştır.
Savaş yıllarında sanayi bölgelerinin Balkanlar'da
kalması, sanayinin cılız olması, proleter bir
sınıfın gelişmesinden çok toprağa bağlı yarı işçi
konumunda olan mevsimlik işçi doğmuştur. Bu durum
sınıf bilincinden yoksun bir işçi topluluğunu
oluşturmuştur. Denilebilir ki savaş sonrasında
1940'lı yılların sonuna doğru yeniden bir işçi
sınıfı yaratılmıştır.
Savaştan sonra yapılan mübadele (değiş tokuş)
sonucunda sanayinin daha gelişmiş, sınıfın daha
bilinçli olduğu ve eğitim seviyesi daha yüksek
olan Balkanlardan gelen işçiler, kısmi anlamda
işçi sınıfını bilinçlendirme ve örgütlenme alanlarında
olumlu bir etki yaratmıştır.
Sınıfın ağırlıklı olarak KİT'lerde istihdam edilmesi,
sınıfın devlete bakış açısında bir zayıflık oluşturmuş
devlete "baba" unvanı atfetmiştir.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na kadar sınıf
önemli bir varlık göstermemekle birlikte bir takım
hareketlenmelere sahne olmuştur. İlk dönemin makine
kırıcılığı, sabotaj gibi eylemlilikler dışta tutulursa,
eylemler ağırlıkla grev biçiminde olmuş ve bu
eylemlerde temel bir çizgi olarak barışçıl yöntemlerin
kullanılmıştır.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı Ve Sonrası
Sınıfın Durumu
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı başlar başlamaz
dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye'de
de faşist rüzgâr esmeye başlar. Savaşla birlikte
tüm sol akımlar yasaklanır ve yaşam alanları ortadan
kaldırılır. Bırakalım marksist solu, liberal solun
bile yaşamasına izin verilmez.
Savaşa katılmayan ama savaşta Almanya'nın yanında
yer alan Türkiye bu savaşta savaş ihtiyaçlarını
karşılayarak önemli bir kâr elde etmeyi amaçlamıştır.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Alman faşizminin
Sovyet'lere yenilmesi gerek sol hareketler açısından,
gerekse işçi sınıfı açısından önemli bir kazanım
olmuştur.
Almanya'yı desteklemesine karşın savaşa girmeyen
Türkiye, Almanya'nın yenilgiye uğramasından sonra
ABD'ye yakın durmaya başlamıştır. Savaş sonrasında
Türkiye'de Avrupa ve ABD emperyalizmi (özellikle
ABD) destekli bir kapitalist gelişme sürecine
girer bu süreç aynı zamanda yeni sömürge ilişkilerin
başladığı dönemdir. Buna paralel olarak işçi sınıfı
nicel olarak çoğalmaya başlar.
Türk burjuvazisi gerek Ekim Devrimi deneyiminden
ve gerekse de Avrupa'da yükselen sınıf hareketinin
deneyiminden önemli dersler çıkartarak, ABD emperyalizmi
destekli geliştirilmeye başlanılan kapitalizm
ile birlikte, gelişmeye başlayan işçi sınıfı hareketi
karşısında bilinçli bir tavır sergilemiştir. Sınıf
hareketini ciddi bir güç olmadan bölmeye, sınıf
hareketini denetlemeye, etkisi altına almaya ve
gerektiğinde şiddet temelinde ezmeye çalışmıştır.
Burjuvazi, sınıf hareketini ağırlıklı olarak işçi
sınıfının örgütleri olan sendikalar üzerinden
denetleyip etkisizleştirmiştir. Sınıfı sendikalarla
denetim altına alarak sistem içinde uysallaştırmaya
çalışmış, aynı zamanda buralarda işçi sınıfına
Kemalist ideolojiyi şırınga ederek devlete bağlamaya
çalışmıştır.
1947'de çıkarılan sendikalar yasası, işçi sınıfının
bağımsız hareket etmesini engellemenin bir ürünü
olarak ortaya çıkmıştır. Bunu takip eden yıllarda
ABD emperyalizminin yeni sömürge ilişkileri diğer
alanlarda olduğu gibi sınıf hareketini de baştan
itibaren düzene bağlama çabalarının sonucu olarak
ABD sendikacılığının bir ürünü olarak Türk-İş
kurulur. Türk-İş Türkiye topraklarında kurulmuş
devlet sendikacılığına en iyi örnektir.
1950-60'lı yıllar emperyalizm destekli kapitalist
gelişmenin hız kazandığı yıllar olmuştur. Buna
paralel olarak da işçi sınıfı aynı oranda nicel
olarak bir büyüme içerisine girmiştir. Bu yıllarda
işçi sınıfı içerisinde yavaş yavaş bir ikinci
kuşak çekirdek bir proleter sınıfın oluşmaya başladığı
görülür. Ama diğer taraftan henüz mülksüzleşmemiş,
toprağından kopmamış ve sayıları azımsanmayacak
ve yılın belli dönemlerinde toprağını işleyen,
belli dönemlerinde işçilik yapan mevsimlik işçiler
(yarı proleter) oluşmaktaydı.
Gelişen kapitalizm karşısında nicel olarak çoğalan
işçi sınıfı bir takım hak arayışlarını da beraberinde
getirir. 1960'lı yıllar özellikle sendikal örgütlenmelerin
yaygınlaştığı yıllar olmuştur. İşçi hareketi bu
yıllarda adeta bir sıçrama dönemine girmiştir.
1963-71 tarihleri arasında 600 civarında işçi
eylemi gerçekleştirildiği belirtilmektedir. (Y.Akkaya,
2002: 65-70) Zira 1966'nın başlarında gerçekleştirilen
ve 85 gün süren Paşabahçe direnişi bu dönemin
ayırt edici özelliklerinden biridir. Aynı zamanda
Paşabahçe direnişi devlet sendikacılığına baş
kaldırmanın da bir ifadesi olmuş ve akabinde DİSK
doğmuştur.
Şüphesiz DİSK Türkiye topraklarında doğmuş dönemin
en ileri sendika olması itibarıyla işçi sınıfı
hareketine bir ivme kazandırmıştır. Ama sınıfın
1968-70 yılları açısından en önemli çıkışı olan
15-16 Haziran direnişi karşısında bu ilericiliğini
koruyamamış sınıfı hayal kırıklığına uğratmıştır.
15-16 Haziran kalkışması dönemin eylemliliklerinin
tam da tepe noktasıdır. Ayrıca 1970'li yıllar
ekonomik ve politik eylemlerin iç içe geçtiği
yıllar olmuştur. Kutlanan 1 Mayıslarda DGM'leri
protesto, faşizme ihtar eylemi, İTÜ'de öldürülen
öğrencilere sahip çıkma, Kahramanmaraş olaylarını
protesto etmek gibi politik atmosferi yüksek eylemlilikler
yaşanmıştır. 1960'lı yıllarda işçi eylemliliklerinin
en büyük özelliği eylemlerin direniş ve işgal
şeklinde geçmesidir.
1970-80 yılları arasında gene bir takım işçi eylemlilikleri
yaşandı. 1970'li yılların sonunda eylemlilikler
gene işgal ve direniş şeklinde gelişmekteydi.
Bu yıllarda TARİŞ direnişi dönemin en son ve en
etkili eylemi olmuştur. Bu dönemde yaşanan ekonomik
kriz ve siyasal hükümetlerin sürekli el değiştirmesi
sonucunda kamuda toptan işten çıkarılmalar kamu
emekçilerini de harekete geçirmeye başladı.
1980 Göç Dalgasından Sonra Sınıfın Durumu
1980 sonrası 1945'lerden sonra başlayan yeni-sömürge
ilişkiler içinde olan Türkiye'nin, ABD emperyalizmiyle
bütünleşme sürecinin tamamlanması için uygulanan
ekonomik ve sosyal yaptırımların sınıf hareketini
belirleyen bir kaç noktası üzerinde durulabilir:
Birincisi, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin
24 Ocak 1980'lerde dayattıkları politikanın en
önemli amaçlarından biri sınıf hareketinin etkisizleştirilmesiydi.
24 Ocak kararlarının bir ayağı sınıfın mücadele
ile kazandığı ekonomik ve çalışmayla ilgili hakların
gasp edilmesini hedefliyordu. İşçi sınıfı 12 Eylül
1980'lere kadar bu politikalar karşısında önemli
direnişler sergilemiştir. Tariş, Adana Tekel,
Mersin Soda grevleri bu dönemin önemli direnişleriydi.
Ancak 12 Eylül askeri faşist cuntasının iktidara
el koymasından sonra ülke çapında başta grevler
olmak üzere her türlü direniş ve hak isteme yasaklanmıştır.
İşçi sınıfının ücret ve çalışma koşullarının belirlenmesi
noktasında 9 kişiden oluşan Yüksek Hakem Kurulu
oluşturulmuştur. Bunların üç tanesi sermaye örgütleri,
3 tanesi hükümet ve kalan üç tanesi de cunta işbirlikçisi
Türk-iş tarafından belirlenmiştir. Böylece işçi
sınıfı önemli hak gasplarına maruz kalmıştır.
İkincisi, işçi sınıfının öncü kadroları cunta
tarafından biçilmiştir. Türk-İş dışındaki sendikalar
kapatılmış, yöneticileri gözaltına alınmış, ilerici
devrimci öncüler ya işten atılmış ya da gözaltına
alınarak cezaevlerine atılmıştır. Genel baskı
ve yasaklamaların öncü işçilerin biçilmesiyle
tamamlanması sınıf hareketini olumsuz etkilemiştir.
Bu gelişmeler sonucu 1980 12 Eylül ile 1984 arasında
herhangi bir grev yaşanmamıştır. 24 Ocak'ı siyaseten
tamamlayan 12 Eylül döneminde dayatılan özelleştirmeler
de öncü işçilerin biçilmesinde etkili olmuştur.
Üçüncüsü, Çeşitli etkenlerin sonucu 1984'ler sonrasında
sınıf hareketinde bir canlanma yaşanmaya başlar.
1986 Bahar eylemlilikleri ve doruk noktası Zonguldak
ve hemen ertesinde yaşanan "genel grev"dir.
Ancak yükselmeye başlayan sınıf hareketinin kendiliğindenciliği
aşamaması ve aynı dönemlerde reel sosyalist ülkelerde
yaşanan gelişmeler sınıf hareketini büyük oranda
olumsuz etkilemiştir. Siyasi öznelerin mevcut
tabloyu etkilemekten uzak oluşları ve gelişmeye
başlayan tasfiyeciliğin sınıfı da etkilemesi sınıf
hareketinin zayıflamasına neden olmuştur.
Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan
biri de 1980 sonrası işçi sınıfının yapısıyla
ilgilidir. 1980'lerde oluşan işçi kuşağı büyük
oranda 12 Eylül'ün etkilerini yaşamış, bunun sonucu
örgütlülüğe mesafeli yaklaşan kesimlerden oluşmuştur.
Bu etken esnek üretim ve özelleştirme saldırılarıyla
bütünleşince sınıfın hareket alanı iyice daraltılmıştır.
12 Eylül sonrası yaşanan göç iki farklı etkenden
kaynaklandı. Birincisi izlenen ekonomik politikanın
ihracata dayalı olması, küçük ve orta üreticilerin
yaşamlarını çekilmez hale getirmiş, bunun sonucu
yeni bir göç dalgası yaşanmıştır. İkincisi, Kürt
hareketinin geliştirdiği atağı önlemek noktasında
binlerce köyün boşaltılması sonucu yaşanan göçtür.
Birincilerinin 12 Eylül'ü yaşamaları ve onun etkilenmesi
sonucu siyasete ve örgütlülüğe uzak durmaları,
İkincilerinin bir kısmı ulusal hareketin yaptığı
atılımdan etkilenmelerine karşın, etki ulusal
boyutla sınırlı kalmıştır.
Tüm bu gelişmeler sınıf hareketinin içinde bulunduğu
konumu anlamamız açısından önemli veriler sunmaktadır.
Sonuç
Osmanlılarda kapitalizm imparatorluğun son dönemlerinde
yoğunluklu olarak Balkanlarda gelişti. Gelişen
kapitalizm ulusal ve sınıfsal eksenli mücadeleyi
geliştirmiştir. Balkanlardaki ulusların Osmanlılardan
koparak kendi devletlerini kurmaları sınıfın önemli
bir kesiminin bu uluslarda kalmasını gündeme getirmiştir.
Türk ulusal sınırlarının netleşmesinden sonra
burada kalan sınıf ağırlıklı olarak devlet işletmelerinde
çalışıyordu. Ayrıca önemli bir kısmının toprakla
da ilişkileri devam ediyordu.
Savaştan hemen sonra yapılan mübadele ile karşılıklı
göç yaşanmış, göç ile Türkiye'ye gelenler üzerinden
sınıf hareketinde canlılık yaşanmıştır.
Ancak burjuvazi, kısa zamanda takrir-i sükûn yasası
ile komünist ve sınıf hareketine yönelik saldırıları
had safhaya ulaştırmış ve sınıf hareketini geriletmiştir.
Türkiye'deki sınıfın köyle/toprakla olan ilişkileri,
ağırlıklı olarak devlet işletmelerinde çalışıyor
olması ve komünist hareketin yediği ağır darbeler
sınıf hareketinin bundan sonraki sınırlarını belirler
hale gelmiştir. Burjuvazi bu durumdan yararlanarak
zaman zaman milliyetçi eğilimleri provoke ederek
kullanmıştır.
İkinci Paylaşım Savaşı’nın hemen sonrasında emperyalizmle
girilen yeni ilişkiler bir tarafta sınıfın nicel
ve nitel olarak hızla gelişmesine neden olurken
öte yanda örgütlü ve güçlü sınıf bilincine burjuvazinin
sınıf hareketini kontrol mekanizmaları geliştirmesine
neden oldu. Önce devlet güdümlü sendikalar ve
en son Türk-İş'te somutlaşan konfederatif sarı
sendikalar oluşturulmuştur. Ancak 2. I. Emperyalist
Paylaşım savaşı’ndan sonra değişen dünya dengeleri
ve kapitalizmin gelişmesiyle nicelik ve nitelik
olarak gelişmeye başlayan sınıf hareketi sarı
sendikacılığı geriletmeye başlamıştır. Sınıf hareketi
karşısında barikat işlevi gören Türk-iş aşılarak
DİSK oluşturulmuştur. DİSK, ekonomik mücadelede
militan ama eylemliliklerin siyasallaştırılması
noktasında sınıf sendikacılığı işlevini yerine
getirememiştir. DİSK, kendisiyle ilgili "sınıf
sendikacılığı" yaptığını belirtmesine karşın
gerçekte bundan hep uzak durmuş ve reformizmin
sendikal kolu olarak işlev görmüştür. Bu dönemin
devrimci hareketlerinin küçük burjuva bir zemin
üzerinde oturması sonucu DİSK, dönemin devrimci
güçleri tarafından aşılamamıştır.
12 Eylül Askeri faşist cuntası iktidara el koyduğu
gün, yaşanan bunalımın temel nedeni olarak sınıfı
göstermiş, DİSK'i kapatmış, her türlü grev ve
direnişi yasaklamış, sendikacıların teslim olmasını
istemiştir. 12 Eylül süreci boyunca on binlerce
işçi ve sendika yöneticisi gözaltına alınmış,
birçoğu ağır işkencelerden geçirilmiş bazıları
tutuklanmış bazılarına da işten el çektirilmiştir.
Bu süreç boyunca bir işçi öncü kuşağı tırpanlanmıştır.
1984'ler sonrası yükselmeye başlayan sınıf hareketi,
1989-1990'larda doruk noktasına ulaşmış (bunun
doruk noktası 5 Ocak 1991 'genel grevi'dir) ancak
devrimci hareketlerin sürece müdahale etmekten
uzak konumları ve bu dönemde reel sosyalizmin
çözülmesi sınıf hareketini hızla geriletmeye başlamıştır.
Yine bu dönemden sonra esnek üretimin dayatılması
ve bunun sonuçlarının açığa çıkmaya başlaması
(işsizlik, sendikasızlık vb.) sınıf hareketini
olumsuz etkilemiştir/etkilemektedir. Daha da önemlisi,
Sosyalist Barikat'ın 2. sayısında daha geniş biçimde
ele aldığımız; 1980 sonrası dayatılan neo liberal
politikalar temelinde kapitalist iş örgütlenmesinde
yaşanan esnek üretim vb.. Biçimlerde tanımlanan
kapsamlı değişimler sonucu işçi sınıfının yapısında,
bileşiminde, çalışma koşullarında yaşanan büyük
değişimler, sınıfın devrimci hareketini yaratmak
için onun nesnel durumu kavramada anahtar niteliğindedir..
Devrimci hareket bu değişen yapısal koşullara
uygun yeni bir devrimci sendikal çizgi ve sınıfın
en ileri kesimlerinin devrimci politik mücadeleye
akış kanallarını yaratamamıştır. Günümüzde sınıf
hareketinin devrimcileştirilmesi noktasında ana
halka bu sorundur. Genel geçer bir işçi sınıfı
devrimciliği söyleminden, devrimci hareketin işçi
sınıfının dinamik güçleriyle buluşmasına geçiş
bu noktada atılacak irili ufaklı adımların toplamı
üzerinden olacaktır.
Devrimci sosyalizmin yeniden inşa sürecindeki
ana hedeflerinden biri bu noktada ilk temel mevzileri
yaratmaktır.
|