Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

KAVRAM

Bilindiği gibi, yaşadığımız dünya, özellikle de yeni-sömürge ve emperyalizme bağımlı ülkelerin devasa coğrafyası, koşulları birbirinin tümüyle aynı olan ülkelerden oluşmadığı gibi, birbirinden tümüyle yalıtılmış parçalardan da oluşmamaktadır. Zaten bu tarihsel ve iktisadi gelişim koşulları açısından mümkün de değildir. Bu büyük coğrafya, ekonomik, politik, sosyal ve kültürel açıdan birbiriyle benzeşen ve kaderleri az çok birbirine bağlı olan ülkelerin öbekleriyle karakterize olur. Genellikle aynı bölgede, birbirine fiziki bakımdan yakın olan (ki bu mutlaka şart değildir; örneğin Libya ve Irak coğrafi uzaklıklarına karşın birbirlerine tarihsel, ulusal, kültürel vb. bağlarla bağlıdır) bir dizi ülke, emperyalist dünya ile olan ilişkileri bakımından da benzerlik göstermektedirler. Ki, tarihsel süreç boyunca bu ülkelerin bazıları birbirlerinden koparak oluşmuşlardır; çoğu zaman da zaten bu “ayrışmalar” bizzat sömürgeciler ve emperyalistler tarafından planlanıp uygulanmış, haritaların, sınır çizgilerinin bir çoğu sömürge ofislerinde, emperyalist merkezlerde çizilip yaratılmıştır. Böylece, bir yandan farklı bayraklar altında yaşayan halkların birbiriyle olan özdeşlikleri ortadan kalkmamış, diğer yandan da bu yapay bölmeler, halklar arasındaki yeni sorunların kaynağı olmuştur.
Latin Amerika nasıl böyle bir öbek oluşturuyorsa, örneğin Hindiçini diye tabir edilen Güneydoğu Asya ya da Kara Afrika, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya gibi bölgeler de aşağı yukarı benzer bir durumdadırlar. Bu alanların en önemli özelliği, içinde barındırdığı ülkelerin çoğunun benzer sosyo-ekonomik yapılara sahip olması, kültürel yaşamlarının az çok birbiriyle benzeşmesi ve çoğu kez emperyalizmin bölgesel tasarımlarında da bir arada değerlendirilmesidir. Esasen bir bölgedeki iki ülke arasında bu saydığımız benzeşmelerin tümünün de bir arada görülmesi gerekmez; örneğin Filistin ile Türkiye coğrafyası, ekonomik gelişkinlik, sosyal hayat ve kültürel yapılar açısından oldukça farklılık göstermesine rağmen, politik olarak aynı bölgenin parçalarıdırlar ve Filistin devrimi ile Türkiye devrimi arasında kopmaz bağlar vardır.
Esasen Bölge Devrimi kavramı, belki bir anlamda 20. yüzyılın başındaki Avrupa’ya, hatta daha öncesine dek uzanan bir geçmişe sahiptir. Örneğin, 1848 devrimleri süreci böyle “kıtasal” bir niteliktedir ama dönemin koşulları kapitalist dünya zaten aşağı yukarı Avrupa’dan ibaret görülmektedir. Daha sonraları, 20. yüzyılın başında da açıkça telaffuz edilsin ya da edilmesin örneğin Kara Avrupası’ndaki devrimler, özellikle de Fransa, Almanya, Macaristan, Avusturya ve Polonya arasında böyle bir bağ hep var olmuştur; bu bağ söz konusu ülkelerin devrimci partileri ve militanları arasında da hep mevcuttur. Aynı biçimde Balkan coğrafyası da yüzlerce yıldır birbiriyle yakın bağlara sahip halklardan oluşmaktadır ve sonradan derin ideolojik ayrılıklarla parçalanmış olsa da bu coğrafyanın devrimci güçleri aşağı yukarı aynı kaynaklardan gelmişlerdir.
Ancak yine de kavram, açıkça ve somut olarak Che tarafından şekillendirilmiştir diyebiliriz.
“Mücadele kıtasal niteliktedir” diyor Che, “Latin-Amerika’nın kurtuluşunun bu yeni aşaması, belirli bir toprak parçası üzerinde iktidar için mücadele eden iki yerel gücün çarpışması olarak düşünülebilir mi? Elbette ki, hayır. Tüm halk güçleri ve tüm baskı güçleri arasındaki mücadele bir ölüm kalım savaşı olacaktır.
Yankee’ler çıkarları gereği dayanışma için ve Latin-Amerika’daki savaş belirleyici olduğundan müdahale edeceklerdir. (...) Devrimci iktidarların güçlenmesine fırsat vermeyecek, bunlardan biri başarıya ulaşırsa yeniden saldırıya geçecek, bu yeni iktidarı tanımayacak, devrimci güçleri bölmeyi deneyecek, her çeşit bozguncuyu devreye sokacak, genç devleti kendi ekonomisi içinde boğmaya çalışacak, kısacası onu yok etmek için ne gerekliyse hepsini yapacaktır.
Bu koşullar altında, Latin-Amerika’da tek bir ülkede zafere ulaşmanın güç olduğuna inanıyoruz. Baskı güçlerinin birleşmesine, halk güçlerinin birleşmesiyle karşılık verilmesi zorunludur. Baskının dayanılmaz olduğu tüm ülkelerde, isyan bayrağı dalgalandırılmalıdır. Bu bayrak, tarihin zorunlu kıldığı biçimde, kıtasal bir anlam kazanacaktır. Fidel’in dediği gibi And Sıradağları, Latin-Amerika’nın Sierra Maestra’sı olmaya adaydır ve kıtanın uçsuz bucaksız topraklarının tümünün kaderi, emperyalist güce karşı verilecek ölüm kalım mücadelesinde savaş alanına dönüşmektedir.”
Şüphesiz Che, burada öncelikle kendi yaşadığı bölge üzerine çözümlemeler yapmaktadır. Çünkü, Latin Amerika, gerçekten de çok tipik bir ortak özellikler havuzudur. Che’nin deyimiyle ifade edersek, “bu ülkelerin sınıflarının benzerliği o kadar büyüktür ki, bunlar öteki kıtalarda olduğundan çok daha bütünsel bir ‘uluslararası-Amerikan’ ortaklığa ulaşmaktadırlar. Dil, gelenekler, din ve ortak efendi onları birleştirmektedir. Sömürünün derecesi ve biçimleri, Amerika’mız ülkelerinin büyük bir bölümünde, sömürenlerle sömürülenler için meydana gelen sonuçlarında benzeşmektedir. Ve isyan onun kucağında gittikçe hızlanarak olgunlaşmaktadır.”
Ama özellikle OLAS ve Üç Kıta Konferansı konuşmalarında Che, dünyanın başka köşeleri üzerine de benzer çözümlemeler yapar ve Uzak Asya, Kara Afrika ve Ortadoğu’yu da bu çerçevede sayar.
Aslında bu, bir yanıyla özel bir teorik formülasyon halinde ifade edilmesi gerekmeyecek ölçüde açık ve somut bir gerçekliktir. Çünkü, “bölge” diye tarif ettiğimiz coğrafya parçaları, genellikle zaten emperyalizm tarafından da böyle bütünlüklü bir anlayışla değerlendirilmektedir. Che’nin “ortak efendi” deyişi bunu ifadesidir. Örneğin, 1950’lerden 1980’lere dek Ortadoğu’da Türkiye, İsrail, İran, Pakistan gibi ülkelerdeki gerici rejimlerin birbirine paktlarla, özel anlaşmalarla bağlanması bunun ifadesidir. Günümüzdeki Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ise emperyalizmin nasıl bir bütünlüklü tasarıma sahip olduğunu en açıkça gösteren örnektir. Aynı biçimde neredeyse yüz yıldır Latin Amerika’da kuklalardan oluşan örgütlerin yaratılmaya çalışılması, kıtanın bütününü kapsayan sömürü ve baskı organizasyonlarının yapılması, Afrika, Uzak Asya, Balkanlar, Kafkasya gibi kıta ve bölgelere özgü politikaların saptanması, emperyalist politika merkezlerinde bu bölgelere yönelik özel temsilci ve ofislerin yaratılması, hep emperyalizmin bölgesel stratejilerinin kanıtlarıdır.
Dolayısıya, bu bölgelerdeki devrimci uyanışların da eş zamanlı değilse bile birbirinden etkilenen ve birbirini geliştiren bir biçimde ortaya çıkması, mantikidir. Ve tabii, zafere ulaşacak devrimlerin korunması da aynı bölge devrimi anlayışı çerçevesinde mümkün olabilecektir.
Bütün bunların ötesinde asıl mesele şudur: Che, aslında böylece, revizyonizm tarafından bozulmuş ve “devlet politikası” haline getirilerek diplomatik bir gösteriye dönüştürülmüş olan klasik “enternasyonalizm” anlayışının karşısına aktif ve devrimci bir enternasyonalist anlayışı dikmektedir. Burada, bölgedeki-kıtadaki devrimlerin “eşzamanlılığı” gibi basit bir anlayış değil, ama bu devrimlerin birbirini zincirleme depremler gibi etkileyip güçlendirmesi ve önden gidenlerin daha geride kalanlara kardeşçe, yoldaşça yardımı, hatta fiilen katılılmı öngörülmektedir. Bizzat Che’nin kendi yaşam pratiğinde gösterdiği gibi bu enternasyonalizm, başka halkları “sevme” ya da onlarla kuru kuruya “dayanışma” ilan etme tutumu değil, onlar için ve onlarla birlikte savaşma, onları pratik olarak destekleme tutumudur.
Ve aslında bu, her şeyin yeniden keşfedilmesi, yeni bir şey icat edilmesi değil, gerçek proletarya enternasyonalizminin ayakları üzerine dikilmesidir. Reel sosyalist pratik boyunca statükocu anlayış tarafından resmi politika düzeyine indirilen ve “başka ülkelerin içişlerine karışmama” gibi ifadelerle devrimci özü törpülenen proletarya enternasyonalizmi gerçekte tam da bu aktif tutumu içerir. Kendi ülkesinde zafere ulaşan proletaryaya “diğer ülkelerin ezilen sınıflarını yanına çekerek, o ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmayı körükleyerek ve hatta gerekirse sümürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı askeri şiddete başvurarak” ayaklanma görevini yükleyen Lenin’in anlayışı da özünde aynıdır. Bu, başka ülkelerin dinamiklerini yok saymak ya da onun yerine dışsal müdahaleyi geçirmek değil ama her alanda ve her biçimde aktif devrimci dayanışmayı öne çıkarmak, pratik bir süreç olarak örmektir. “İnsanlığın kurtuluşu uğruna verilen savaşın bayrağı altında, uluslararası proleter ordularla gerçek bir proletarya enternasyonalizmi geliştirmeliyiz” diyor Che, “Vietnam’ın, Venezüella’nın, Guatemala’nın, Laos’un, Gine’nin, Kolombiya’nın, Bolivya’nın, Brezilya’nın -yalnızca silahlı mücadelenin bugünkü sahnelerini sayarsak- bayrakları ardında ölmek, bir Amerikalı, bir Asyalı, bir Afrikalı ve hatta Avrupalı için aynı ölçüde onur verici ve erişilmeye değer olacaktır.
İnsanın, bayrağı altında doğmadığı bir ülkede döktüğü her kan damlası, sonradan kendi halkının kurtuluş mücadelesinde kullanılmak için, hayatta kalanların birlikte götüreceği bir deneydir. Ve her bir ulusun kurtuluşu, kendi ülkesinin kurtuluş savaşında kazandığı bir aşamadır.”
Che açısından her şey bu kadar yalın ve açıktır. Ve yukarıda belirttiğimiz gibi, burada eşzamanlılığı zorunlu kılan bir yaklaşım yoktur; geçmişte Che’ye yönelik olarak yapılan Troçkizm imaları da bu bakımdan tümüyle yersizdir.
“Koşullar gerektirdiğinde” diyor Che, “öteki ülkelerdeki durumdan bağımsız olarak mücadeleye başlamak, her ülkedeki devrimci gücün görevidir. Mücadelenin gelişimi yavaş yavaş tüm stratejiyi belirleyecektir. Kıtasal nitelik öndeyişi, her iki yandaki güçlerin tahlilinden ortaya çıkmaktadır, ama bu, bağımsız hareketi asla dışında bırakmaz. Mücadelenin bir ülkenin bir noktasında başlaması, onun, tüm topraklardaki mücadeleyi geliştirmesini nasıl belirliyorsa, devrimci savaşın kızışması da komşu ülkelerde yeni koşulların gelişmesine yardımcı olur.”
Sonuç olarak, Bölge Devrimi ya da Kıtasal Devrim gibi kavramlarla ifade edilen anlayış, aslında proletarya enternasyonalizminin somut koşullar altında kendisine bulduğu karşılıktır. Bu, dünyanın en uzak ülkelerindeki devrimlerle dayanışmanın önemini hiç azaltmaz ama öte yandan emekçilerin önüne somut ve gerçekçi bi görev koyar.
Bu anlamda 1970’lerde devrimci güçler tarafından neredeyse doğal bir olgu gibi benimsenen ama 1990’lardan sonra Avrupa merkezci reformist eğilimler tarafından unutturulmuya çalışılan Ortadoğu Devrimi kavramı son derece yerinde ve gerçekçi bir kavramdır. Emperyalist hegemonya savaşının bütün Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdiği günümüzde, Bölge’ye yönelik böyle bir devrimci anlayışın güçlendirilmesi ve somut ilişkiler yoluyla temellerinin atılması olağanüstü önem taşımaktadır. Bu, geleceğin çok uluslu devrimci kuvvetlerinin oluşumu için şimdiden atılmış küçük ama önemli adımlardır.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19