2006 1 Mayıs’ı coğrafyamızda ve tüm dünyada işçi
sınıfının ve emekçilerin diri güçlerini mücadele
alanlarına çekti.
Coğrafyamız bağlamında baktığımızda İstanbul’da
30 bin işçi ve emekçi Kadıköy meydanını doldururken,
diğer kentlerde de onbinler alanlardaydı. Rakamlar
geçtiğimiz yıllara nazaran nispeten daha düşük
katılımlar olduğunu gösteriyor. Hiç kuşkusuz bunda
1 Mayıs’ın hafta içine denk gelmesi önemli bir
faktördü. Bu ve benzeri faktörleri de dikkate
alarak baktığımızda aslında devrimci ve demokratik
hareketlerin ciddi bir gerileme yaşamasalar da,
genel bir durgunluk tablosunun olduğunu tespit
etmek gerekiyor. Latin Amerika başta olmak üzere
tüm dünyada büyümekte olan genel devrimci, demokratik
mayalanmanın henüz coğrafyamızda karşılığını üretemediği
açıkça görülüyor.
Hiç kuşkusuz, bu tablodan hareketle karamsar senaryolar
üretmek gerekmiyor. Devrimci sosyalizm genel tablonun,
sınıflar arası güç dengesinin nasıl köklü biçimde
değiştirilebileceği konusunda net düşüncelere
sahiptir. Proletarya ve geniş emekçi kitlelerin
devrimci politik partisi-cephesi süreci stratejik
mücadele hattı yoluyla müdahale etmeden bu tablonun
köklü biçimde değişmesini beklemek sadece bir
hayal olabilir. Bu bağlamda esas olan devrimci
stratejik çizgiyi yaşamda somutlaştırmak, bu yoldan
tüm toplumsal yaşamı proletarya ve emekçi halk
sınıfları ile oligarşi ve destekçisi sınıf ve
tabakalar olarak ayrıştıracak politik-askeri pratik
çizgiyi hayata güçlü biçimde yansıtmaktır. Bu
saflaşmayı yaratacak pratik çizgiyi güncel ve
somut bir olgu haline getirmeden militan ve kitlesel
bir emek hareketinin yaratılamaz.
Elbette, bu pratik çizginin yaratılması kendiliğinden
ya da yarım yamalak pratik müdahaleler yoluyla
değil, bütün cephelerde sağlam bir biçimde örülmüş
devrimci parti-cephe önderliğindeki merkezi bir
müdahaleyle mümkün olabilir. Devrimci sosyalizm
yeniden inşa süreciyle önüne bu büyük hedefi koymuştur.
Bu noktada, tüm iniş çıkışlara karşın, yeniden
inşanın temel hedeflerinden sapmadan, devrimci
pratik çizginin temellerinin örülmesi büyük önem
taşıyor.
Tam da bu noktada, stratejik çizgimize uygun bir
devrimci pratik izlenmeden militan bir kitle mücadelesinin
örülemeyeceği biçimindeki kestirmeci, sol (aslında
sağcı) söylemler karşısında da net olmak gerekiyor.
Evet, mücadelenin bütün cephelerinde büyük devrimci
kitlesel mücadeleler ancak stratejik çizgimize
uygun bir pratik hat yarattığımızda mümkündür.
Öte yandan, stratejik çizginin uygulanması ve
büyük devrimci kitlesel mücadelelerin kaynağı
haline gelebilmesi, ancak bugünden bütün mücadele
cephelerinde küçük küçük de olsa mevziler yaratmamıza,
bu mevzileri militan ve kitlelerle buluşma yönünde
kesin bir pratik kararlılığa sahip hale getirmemize
bağlıdır. Yeniden inşa sürecimizin özü de budur.
Bu sıkıntılı, küçük ilerlemelerin bile büyük emekleri
gerektirdiği çalışmaların, yani yeniden inşanın
üstünden atlayarak büyük mücadelelere ulaşmak
mümkün değildir. Büyük atılımlar geçmişin deneyimlerini
de içeren ve aşan küçük ama sağlam mücadele zeminleri
üzerinden yükselecektir. Devrimci sosyalizm bu
noktada önemli bir yerde durmaktadır. Yeni tarihsel
sürece ilişkin açık bir fikre sahiptir, stratejik
mücadele çizgisinin yaşama geçirilmesi noktasında
net ve kesin bir iradeye sahiptir, yani neyi,
nasıl yapacağı konusunda nettir. İrade bulanıklığı,
karamsar nesnelcilik, büyük adımlar için kitle
hareketinin yükselmesini beklemek gibi kuyrukçu
tezler bizden uzaktır. Genel-geçer ve günlük olgulardan
hareketle bir mücadele sürecinden söz etmiyoruz.
Somut bir hedef ve çalışma olarak yeniden inşa
ve bütün mücadele cephelerinde devrimci yenilenme
ve stratejik mücadele çizgisi temelinde devrimci
atılım hedefiyle-planıyla pratiğimizi örüyoruz.
Bu doğrultuda ilmek ilmek örülen mücadele mevzileri
yaratıyoruz. Elbette, yeterince hızlı değiliz,
sahip olduğumuz potansiyele uygun bir tempo ve
tarzı istikrarlı biçimde henüz tutturamıyoruz.
Önümüzdeki süreç kendimizi bu tempoyu ve tarzı
yakalama süreci olmalıdır/olacaktır. 1 Mayıs tablosu
bunun salt kendi gerçeğimiz açısından değil, tüm
devrimci ve demokratik hareketin gerçeğinden baktığımızda
ne denli zorunlu olduğunu açıkça gösteriyor.
Bu bağlamda, güncel gelişmelere ve somut görevlere
güçlü biçimde yüklenirken, bu pratik içinde yeniden
inşa sürecimizin temel hedeflerine daha sağlam
biçimde yaklaşmamızı sağlayacak düzenleme ve açılımları
yapma göreviyle karşı karşıyayız. 1 Mayıs’ın çok
açık ve somut biçimde gösterdiği gerçek budur.
Kürt Coğrafyasında Büyük Saldırı
Bu noktada en önemli güncel gelişmelerden birini
Kürt coğrafyasının bütün bütün bölgelerinde birden
sömürgeci devletlerin özellikle PKK’yi hedef alarak
başlattıkları saldırı oluşturuyor. Başını TC’nin
çektiği İran ve Suriye koalisyonu yüzbinlerce
asker ve korucuyla büyük bir kuşatma harekatı
başlatmış durumdalar. Hemen yanlarında ise bu
aşamada istihbarat desteğiyle katıldığını açıklayan
ABD bulunuyor. Özellikle İran ve Suriye ile ABD
ilişkileri düşünüldüğünde oldukça ilginç bir bileşim.
Elbette buradan hareketle komplo teorileri kurmaya
gerek yok. Her devletin bu harekattan farklı beklentileri
ve çıkarları bulunuyor.
TC, yeniden başlayan sınırlı gerilla hareketliliğini
köşe sıkıştırmaya, büyük bir operasyon yoluyla
PKK’nin zaten politik olarak zayıf olan savaşma
iradesini önemli ölçüde kırmayı, en azından daha
da zayıflatmayı hedefliyor. Biraz açarsak; PKK’nin
savaş-barış söylemleri arasında sallanan politik
iradesini ve pratik çizgisini büyük bir saldırıyla
zorlamak, kırmak, hem örgütsel gücünde, hem de
politik iradesinde istikrarsızlık yaratmak, barış
söylemleri ile savaş pratiği arasındaki paradoksu
iç ayrışmaya dönük çatlaklara dönüştürmek, TC
açısından başlıca saldırı hedefleri arasındadır.
Yaklaşık 250 bin asker yani kara gücünün neredeyse
yarısı bölgeye yığılmış durumda. Kara Kuvvetlerinin
karargahının operasyon için bölgeye taşınmasının
düşünüldüğü ifade ediliyor. Böylece operasyon
bir tür prestij operasyonuna da dönüşmüş durumda.
İran’ın bir yandan kendi devlet sınırları içinde
kalan Kürdistan parçasında giderek güçlenen PKK’yi
sınırlamayı hedefliyor. PKK’nin İran sınırları
içinde olan Doğu Kürdistan’da giderek güçlenmesi
saldırı için başlı başına bir gerekçe. Ancak saldırının
tek nedeninin bu olduğunu düşünmek de gerçekçi
değil. PKK’nin geçen yıllarda ABD’nin desteğini
sağlamak için yaptığı İran’a ilişkin açıklamalar
da bu noktada önemli bir role sahip. Hatırlanacağı
üzere, PKK, ABD’ye İran’a dönük planlarında yararlanabileceği
en önemli toplumsal muhalefet dinamiğinin kendisi
ve İran’daki Kürtler olduğunu açıklamıştı. İran,
PKK’ye yönelik saldırıları harekatına katılarak
aslında bu yönlü bir gelişme için daha baştan
tedbir alıyor. Bunun yanı sıra, İran, PKK’ye saldırı
ile TC ile ilişkileri de derinleştirmek istiyor.
Bu yoldan, TC’nin ABD ile birlikte kendisine karşı
harekete geçmesinin önünü sınırlı ölçülerde de
olsa almak istiyor.
Suriye’nin saldırıya katılmasının gerekçeleri
de aşağı yukarı İran’ınkilerle benzer nitelikte.
ABD’nin güçlü basıncı altındaki Suriye rejimi
bir yandan tüm toplumsal muhalefet dinamiklerini,
bu arada da Kürtleri baskı altına almaya çalışıyor,
öte yandan, TC ile yakınlaşmayı hedefliyor.
Hiç kuşkusuz, bu belirleyici faktörlerin yanı
sıra, her üç sömürgeci devleti saldırıya yönelten
bir diğer önemli faktörde Güney Kürdistan’da kurulmuş
olan federe Kürt devletidir. PKK’ye saldırı ve
Güney Kürdistan topraklarına değişik düzeylerden
girişler yoluyla Güney’deki devletsel oluşuma
açık mesajlar veriliyor. Kürt ulusunun bağımsızlığa
giden yolunda tüm sömürgeciler olarak ortak hareket
edecekleri mesajını veriyorlar. Nihayetinde İran’lı
bir bakan bunu “Kürt sorununda Türkiye ile İran’ın
çıkarları birdir” mealindeki sözleriyle açıkça
ifade etmiştir.
ABD emperyalizmi ise bir yandan TC’nin PKK’ye
ilişkin ısrarlı talepleri karşısında TC’yi sınırlı
ölçüde rahatlatmayı, öte yandan orta vadede ise
PKK’nin gücünün zayıflatılması yoluyla sisteme
entegrasyonunun daha kolay olacağı tespitinden
hareket etmektedir.
Saldırı harekatını güdüleyen hiç kuşkusuz daha
pek çok faktör bulunmaktadır. Ancak ana faktörler
özetle esas olarak bunlardır.
Saldırı sadece PKK üzerinden Kürt ulusuna değildir.
Saldırı tüm devrimci ve demokratik güçlere göz
dağı vermeyi, gerici kuşatmayı güçlü biçimde tahkim
etmeyi hedeflemektedir.
Bu sürecin ayrılmaz bir parçası tüm TC sınırları
içinde gerici saldırıların tüm devrimci ve demokratik
güçlere karşı yoğunlaşması olacaktır. Cephe geriside
boş bırakılmayacaktır. Son 1 yıldır bayrak provakasyonuyla
başlayan süreç faşist saldırılar için gereken
politik-toplumsal atmosferin yaratılmasına dönük
olmuştur.
PKK’ye dönük bu kapsamlı harekatın ve daha da
ötesinde son bir yıldır ısıtılan şovenist saldırıların
oligarşinin siyaset alanındaki güçler arasındaki
mücadele açısından da büyük önemi bulunuyor. Saldırı
genel kurmay başkanlığı’na gelmesine kesin gözüyle
bakılan Yaşar Büyükanıt’ın bozulan imajını düzeltme
operasyonudur bir yanıyla. Saldırılara doğrudan
komuta edeceği ifade ediliyor. Böylece büyük savaşçı
komutan olarak geçmeyi planlıyor koltuğuna. Hükümetin
ise “bitmiş terörü kontrol edemeyen, tekrar hortlatan
hükümet” olarak lanse edilip sıkıştırılması hedefleniyor.
Daha da ötesi, toplumsal-politik atmosfer şovenist
temelde biçimlendirilerek hükümetin toplumsal
tabanının zayıflatılmaya çalışılıyor. Özellikle
giderek daha çok gündeme getirilen olası bir erken
seçimde “terör hortladı” vb. söylemlerle, faşist
milliyetçilik dalgasıyla hükümet köşeye sıkıştırılmaya
çalışılıyor. Daha şimdiden Erdoğan hükümetinin
de hizaya gelerek şovenist söylemi yoğunca kullanmaya
başladığı görülüyor.
Yoğunlaşan Faşist Saldırılar
Oligarşinin saldırganlığı sadece büyük askeri
operasyonla sınırlı değil. Bunun bir uzantısı
olarak özellikle Batı kentlerinde bir yandan,
sokak hakimiyetini kesin biçimde ele geçirmek
amacıyla faşist linç terörü, diğer yandan da üniversitelerde
devrimci ve demokrat gençlere karşı çeşitli düzeylerdeki
saldırılar artarak sürüyor. Devrimcilerin sokaktaki
eylem inisiyatifini kesin biçimde engellemek,
sokağı teslim almak hedefi Anadolu kentlerindeki
linç saldırılarıyla ortaya konuyor. Oligarşi devrimcileri
sokaktan çekilmeye ve faaliyet alanlarını bürolara,
binalara sıkıştırmaya çalışıyor.
Aynı zamanda tüm halk güçlerini sokak eylemi bağlamında
demoralize etmeyi hedefliyor. Devrimci ve demokrat
güçlerin önemli faaliyet alanlarında biri olan
üniversitelerdeki saldırılarda benzer amaçlar
taşıyor. Sokaktan ve üniversitelerden sökülmüş
bir devrimci ve demokratik hareketin yaşama şansı
olamayacağı açıktır. Bu saldırılar henüz 75-80
sürecindeki boyutlarda değildir. Ancak ivmesi
giderek artmaktadır. Denetimi ve planlaması ise
kesin biçimde genelkurmaydadır. Ön adımlar atılmakta,
devrimcilerin direnme potansiyeli anlaşılmaya
çalışılmaktadır. Bu saldırıların belki kısa sürede
daha büyük boyutlar kazanması beklenmeyebilir.
Açıktır ki, büyük boyutlar kazanacak sivil faşist
saldırıların genel toplumsal ilişkilerde ve siyasette
yankıları daha farklı olacaktır. Bu aşamada oligarşinin
bunu kesin biçimde istediğinden belki söz edilmeyebilir.
Ancak sürecin başladığı açıktır. Saldırıların
irili ufaklı adımlarla süreklileştiği ve sistematik
bir yan taşıdığı da açıktır.
Bu noktada, faşist saldırganlığın bir diğer bileşeni
yeni terörle mücadele yasasıdır.
İran Sorunu ve ABD’nin Türkiye’de Büyüyen
Etkinliği
Oligarşi içte saldırganlığını arttırırken, bir
yandan da Ortadoğu’daki emperyalist planların
batağına giderek daha fazla gömülüyor. ABD emperyalizminin
hedef tahtasına çaktığı İran’a dönük saldırı planlarına
Türkiye oligarşisi de her gün biraz daha fazla
dahil oluyor.
Sorun ne?
İran’ın tüm uluslar arası anlaşmalarla garanti
altında olan nükleer çalışmaları, emperyalistler
tarafından İran’ın baskı altına alınması ve geriletilmesi
için bir araç haline getirilmeye çalışılıyor.
Hiç kuşkusuz, gerici İran rejiminin nükleer olanaklarını
sadece barışçıl amaçlar için kullanacağını beklemek
fazlaca saf bir yaklaşım olur. Açıktır ki, bugün
enerji vb. gibi barışçıl hedeflerle yürütülen
çalışmaların kısa sürede askeri amaçlarla kullanılması
mümkündür. Ancak ortada koskaca bir emperyalist
yalan bulunmaktadır. Sözde İran’ın nükleer silahlara
sahip olması Ortadoğu ve dünya barışını tehlikeye
sokacaktır. Her şeyden önce, bölgede zaten iki
tane nükleer güç bulunmaktadır; bunların başında
da dünyada nükleer silahları kullanmış tek güç
olan ABD emperyalizmi bulunmaktadır. Hemen yanında
ise bölgede işgalci ve yayılmacı emellerini hiçbir
zaman saklamamış olan İsrail bulunuyor. İsrail
halen bölgede bir çok devletle savaş hali devam
eden ve elinde 300’ün üzerinde nükleer bomba bulunan
bir saldırgan, korsan devlettir. Bu gerçekler
apaçık ortadayken İran’ın nükleer silah üretmesinin
bölge barışını tehlikeye atacağını iddia etmek,
herkesi aptal yerine koymaktır. İstenen şey açıktır;
ABD’nin ve İsrail’in elindeki nükleer ve diğer
askeri güçlerle bölgeyi adeta rehin alması durumunun
hiçbir biçimde bozulmamasıdır.
İran’ın gerici rejiminin bölgede hegamon güç olma
iddiası ve anti-Amerikan söylemi ile nükleer güce
ulaşma çabası birleşince doğal olarak, başta ABD
emperyalizmi olmak üzere Batılı emperyalistler
için kabul edilemez bir durum ortaya çıkmaktadır.
Süreç adım adım İran’a dönük emperyalist bir saldırıya
doğru ilerlemektedir. Saldırının boyutlarının
büyük bir işgale dönüşmesi belki mümkün değil,
ancak ekonomik yaptırımlardan başlayarak, sınırlı
askeri saldırılara değin uzanan bir sürecin başlamakta
olduğu da açık.
Tam da bu noktada, Türkiye kritik bir önem taşımaktadır.
Güney Batı’da Irak üzerinden, doğu’sunda Afganistan
ve Pakistan üzerinden kuşatma altında olan İran’ın
Batı’da da Türkiye üzerinden kuşatılması nefes
borularının ciddi biçimde tıkanması anlamına geliyor.
Türkiye’nin saldırı planlarına sağlam biçimde
angaje edilmesi için ABD emperyalizmi özel olarak
son süreçte ciddi bir performans sergiliyor. Hükümete
dönük direkt ve dolaylı basınç arttırılıyor. Erdoğan
hakkında ABD gazetelerinde yazılan eleştiri dozu
yüksek yazılar aslında onu kıvama getirmeye dönüktür.
Bunlar sonuçlarını da vermiştir. Erdoğan’ın danışmanı
C. Zapsu’nun hemen ABD’ye koşması ve Erdoğan için
“lağıma atacağınıza, Erdoğan’ı kullanın” tavsiyesi
hükümetin içine girdiği psikolojinin açık ifadesidir.
Öte yandan, ABD emperyalistlerinin üst düzey temsilcilerinin
Türkiye geliş gidiş trafiğindeki yoğunluk dikkat
çekici ölçüdedir. Denilebilir ki, birkaç ay gibi
kısa sürede ABD emperyalizminin üst düzey temsilcilerinin
bu denli yoğun biçimde Türkiye’ye geldikleri başka
bir dönem zor bulunur. CIA, FBI ve Askeri İstihbarat
başkanları, Genelkurmay başkanı, Dışişleri Bakanı
adeta bir resmi geçit haline arzı endam eylediler.
Ancak ABD emperyalizminin Türkiye’deki etkinliğinin
yoğunlaşması sadece bu geliş-gidişlerle sınırlı
değil. Yeni üsler bağlamında kalıcı askeri yerleşimler
yaratılarak Türkiye bir savaş alanına giderek
daha fazla ölçüde dönüştürülüyor. Antakya Kisecik’de
yapımı sürmekte olan üssün, yanı sıra İskenderun,
Urla ve bir başka bölge de daha askeri üs yapmak
için yerler-planlar hazırlanıyor.
Öyle görülüyor ki, Ortadoğu bağlamında yapılacak
işbirliği yeniden organize ediliyor. Bunun güncel
boyutu İran ve Suriye’ye dönük saldırılar için
hazırlıktır. Ancak orta ve kısa vadede ise Türkiye
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bağlamında daha büyük
savaş planlarına hazırlanıyor.
Bu hummalı emperyalist faaliyet karşısında sözde
milliyetçi vatanseverlerin, sözde ABD karşıtlarının
ise çıtı çıkmıyor. Milliyetçi ve vatansever TC
Ordusu Irak’da kafasına geçirilen çuvalın üzerine
bir de üslerin geçirilmesini sessiz sedasız kabullenmiş
durumda.
Gözümüzü Yeniden İnşanın Hedeflerinden Ayırmadan
Güncel Görevlere Daha Güçlü Sarılalım!
Bu tablo karşısında elbette proletaryanın ve emekçi
sınıfların yegane sesi ve gücü devrimci ve demokratik
güçler olabilir. Başka hiçbir gücün bu tablo karşısında
tutarlı ve anlamlı bir direniş geliştirmesi mümkün
değildir.
Kürt ulusuna yönelik saldırılar karşısında netiz.
Ne PKK’nin bugünkü sallantılı ve postmodern milliyetçi
duruşu, ne de giderek genel gerici atmosferin
etkisiyle sol ve demokratik güçlerin saflarına
sızmakta olan sosyal şovenist basınç bizi geriletmeyecektir.
Kürt ulusunun ulusal özgürlük taleplerini sahiplenmek,
Kürt ulusuna dönük saldırıların gerçekte Kürdüyle,
Türküyle tüm halklarımıza yapılmış saldırılar
olduğu bilinciyle tavır geliştirmek güncel görevlerimizin
başlıcalarındadır.
Genel saldırganlık dalgasının bir parçası olan
ve şimdilik sokaklardaki ve üniversitelerdeki
devrimci güçlere yönelmiş olan sivil faşist saldırganlık
karşısında tavizsiz bir meşru savunma hattı örmek
bir diğer güncel mücadele görevidir. Bu noktada
daha çok çaba ve emek gerekmektedir ve devrimci
sosyalizm bu konuda net olacaktır.
Emperyalistlerin bölgemiz Ortadoğu’da giderek
artan saldırganlıkları karşısında net bir anti-emperyalist
duruşla karşı durmak bir diğer güncel görevdir.
Önümüzdeki yaz ayları emperyalist üretimi kentsel
dönüşüm projeleri temelinde geliştirilen yıkım
saldırılarının yoğunlaşacağı aylar olacak. Emekçi
semtlerinde halkın somut sorunları temelinde kökleşmek
için bu saldırılara karşı durmak güncel görevlerimiz
arasındadır ve bu göreve hazır olmalıyız.
Bütün bu görevlere hazırlanmada ve halen yürütmekte
olduğumuz anti-emperyalist kampanyamızı güçlü
bir adımla büyütmede önümüzde önemli bir fırsat
olarak Haziran başındaki Halk Konseri çalışmamız
bulunuyor. Bu çalışmayı basitçe bir halk etkinliğinin
ötesinde yukarıdaki görevlerimize hazırlanmada,
bu düşüncelerimizi emekçilere taşımada bir fırsat
olarak değerlendirmek gerekiyor. Kitle çalışmamızın
ivmelendirilmesinde, açık çalışmamızın güçlendirilmesinde
ve yeni çalışmalara daha güçlü bir moral ve kitle
ilişkileriyle girmesinde bu çalışmanın hakkını
vermeliyiz.
Devrimci sosyalizm proletarya önderliğinde halkın
devrimci potansiyellerini eyleme ve örgütlülüğe
dönüştürmek için yeniden inşa sürecini, devrimci
yenilenmeyi daha da ivmelendirerek yürüyecektir.
Güncel görevlere bu bilinçle yaklaşacağız ve ilerleyeceğiz.
|