Bölgemizde yaşanan gelişmeler Emperyalizm tarafından
dünyanın yeni güç dengesine uygun biçimde şekillendirilmesi
istemiyle doğrudan bağlıdır. Bu şekillenmenin
odak noktalarından birinde Ortaasya ve Ortadoğu
bulunmaktadır. Emperyalizm, dünyanın yeni ilişkiler
çerçevesinde düzenlemesine 1991’de Irak’la başladı;
Balkanlar’la devam etti; Afganistan savaşıyla
süreç Ortaasya’ya kaydırıldı; şimdi ise yeniden
Ortadoğu’ya kaydırıldı. Ve öyle görünüyor ki önümüzdeki
süreçte Ortaasya ve Ortadoğu dünya gündeminin
birinci sırasında yer almaya devam edeceklerdir.
Bu bölgelerden Ortaasya 19 yy’ın sonu ve 20 yy
başlarında topraklarının paylaşılması noktasında
İngilizlerle Ruslar arasında yoğun çatışmalara
neden oldu ve bunun sonucu bu iki gücün çöküşünü
hazırladı. Sonrasında bölgeye egemen olan emperyalist
güçlere (Fransa, ABD, Japonya, ...) yönelik anti
emperyalist, anti feodal mücadeleler 1930’lardan
1980’lere kadar yükseliş seyri izledi ve emperyalizmin
bölgedeki gücünü önemli ölçüde darbeledi.
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra emperyalizm
-ve özellikle ABD emperyalizmi- yaşadığı gerileme
ve tıkanmayı bölgesel hamlelerle dengelemeyi hedeflemektedir.
Son on beş yılda yoğunlaştırdığı hamlelerin ifadesi
budur. Öncelikle dizayn edilmesi istenen bölgeler
doğalgaz ve petrol konusunda dünyanın en zengin
bölgeleridir. ABD’de Bush’un iktidara gelmesinden
sonra saldırganlık daha da yoğunlaştı.
Bush’un iktidara gelmesinden sonra hazırlanan
ve başına Dick Chaney’in getirildiği “Ulusal Enerji
Raporu” ekonomik boyutta yapılmak istenenleri
dile getirmektedir. Bunları üç cümle ile özetlemek
mümkün: ABD ekonomisi esas olarak doğal gaz ve
petrole dayanacaktır. ABD’deki doğal gaz ve petrol
kaynakları yetersizdir. ABD ekonomisinin ihtiyaç
duyduğu kaynakların denetlenmesi gereklidir.
ORTADOĞU
Ortadoğu’nun jeo-stratejik açıdan taşıdığı tarihsel
önem, petrolün öneminin anlaşılmasından sonra
daha da arttı ve bu konumuyla Ortadoğu, 19 ve
20.yy’da emperyalizmin iştahını en fazla kabartan
bölgelerden biri haline geldi.
Emperyalist kapitalist ülke sanayilerinin petrole
bağımlı bir şekilde geliştirilmesi, petrolün önemini
artırdı ve petrol bölgelerinin denetim altına
tutulması (ki Ortadoğu’daki petrol rezervi, dünyadaki
tüm petrol rezervinin 2/3 ünü oluşturmaktadır.
Sadece Suudi Arabistan’daki petrol miktarı, dünya
petrol rezervinin ¼ ünü oluşturmaktadır) emperyalistler
açısından yaşamsal önem taşımaya başladı. Emperyalistler,
petrol bölgelerinin denetimini sağlayabilmek noktasında
halkların uluslaşma süreçlerine müdahale ederek
parçalamışlardır. Aynı dil, kültür, gelenek vb
özelliklere sahip halkların ortak uluslaşmaları
yerine onlarca devletin oluşturulması emperyalist
çıkarların gereği olarak gündeme geldi.. 19. yy’da
Ortadoğu’ya egemen olan İngilizlerin meşhur “böl,
parçala, yönet” taktiğinin bu düzeyde işlediği
ikinci bir coğrafya bulunmamaktadır. Bu acımasız
taktik sonucunda, petrol kuyuları üzerinde aşiretsel
yapay devletler oluşturulmuştur. Bugün Ortadoğu’daki
halkların bölünmüşlüğünün boyutu ve var olan istikrarsızlığın
tarihsel etkenleri burada yatmaktadır ve bunun
sonucu Ortadoğu, 19 ve 20. yy’da huzur yüzü görmedi;
21. yy.’a da savaşlarla girdi. Emperyalizmin ve
onun ileri karakolu İsrail Siyonizm’inin Filistin
halkına yönelik katliamları ve Irak’a dayatılan
savaş bunun açık göstergesidir.
Reel Sosyalizmin Yıkılmasından Sonra Emperyalizmin
Ortadoğu Politikası
Emperyalizmin 1970’li yıllardan itibaren yeni
bir sürece girdiği ve bu sürecin reel sosyalizmin
yıkılmasıyla birlikte tamamlandığı genel kabul
gören bir yaklaşımdır. Bu süreci adlandırma noktasında
önemli farklılıklar bulunsa da, girilen sürecin
öncekilerden farklı olduğu tartışma götürmeyen
bir durumdur.
Reel sosyalizmin yıkılmasıyla dünya hakimiyetini
ilan eden emperyalizm, bölgemize yönelik yeni
düzenlemelere girmekte gecikmedi. Emperyalizmin
yeni düzenlemeleri, reel sosyalist ülkelerin hızla
kapitalizme geçişlerini sağlamak, onun etkisinde
olan bölge ülkelerin pazarlarını emperyalist tekellere
açmak, onların boşalttıkları siyasal boşluğu doldurmak
ve devrimci dinamikleri söndürmek olarak ifade
edilebilir.
ABD tarafından resmen açıklanmış olan Ortadoğu
düzenlemesi 6 Şubat 1991’de ABD temsilciler Meclisi
Dış komitesinde şu ilkeleri dile getirmişti:
1. Yeni güvenlik düzenlemeleri
2. Silahlanmanın denetlenmesi
3. Ekonomik işbirliği
4. İsrail-Filistin-Arap anlaşmazlığının çözümü
bölgedeki ABD inisiyatifine yol gösterecekti.
Yeni güvenlik düzenlemeleri ABD emperyalizminin
‘Amerikan barışı’nın (Pax Americano) işlevsellik
kazanması açısından Ortadoğu coğrafyasındaki ‘istikrarın’
sağlanması gerekmektedir. ‘İstikrar’ın da yapılandırılması
ve koruyuculuğunu ise ABD, İsrail, TC ittifakı
üstlenmiştir. ABD’nin emperyalizminin saldırganlığı
tüm çıplaklığıyla ortadayken, TC’nin Kürt, Siyonizm’in
de Filistin mücadelesi karşısındaki vahşi tutumu,
nasıl bir güvenlik düzenlemesi olacağını gösterdi,
gösteriyor
Silahların denetlenmesi sorunu, nükleer silahların,
biyolojik ve kimyasal silahların bölge ülkelerin
eline geçmesinin önlenmesidir. Şüphesiz ki bu,
dost ülkeler için geçerli değildir. Örneğin, İsrail
bundan muaftır. İsrail dost güç olduğu için kendi
güvenliğini sağlamak doğrultusunda nükleer ya
da kimyasal başlıklı silahları üretebilir ve geliştirebilir.
1991’lerden bu yana müdahale edilmek istenen her
ülke ile ilgili şu sözleri sık duymaktayız: “nükleer,
biyolojik, kimyasal silahlar yapıyorlar”. Suçlanan
ülke yapılmadığını belirttiği anda da “o zaman
denetim için ya izin verin ya da karışmayız” denilmektedir.
Böylece bu ülkeler baskı altına alınmakta ve olası
saldırı meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Ekonomik işbirliği: Ekonomik işbirliği, bir yandan
kapitalizme yeni geçmeye başlayan eski reel sosyalist
ülkelerdeki pazarların ele geçirilmesi, öte yanda
pazarlarını uluslararası sermayeye yeterli ölçüde
açmayan Irak, İran ve Suriye gibi ülkelerin gerektiğinde
güç kullanılarak hizaya getirilmesi ve pazarlarını
uluslararası sermayeye açması sağlanacaktır.
İsrail-Filistin, Arap anlaşmazlığının çözümü bölgedeki
ABD inisiyatifine yol gösterecekti: Aslında bu,
sadece İsrail, Filistin, Arap sorununun çözümü
değildir, resmi belgede yer almasa da Kürt sorununu
da içermektedir.
Benzeri projeler NATO’nun 1997 Toplantısında da
gündeme getirildi.
Emperyalistlerin ortak kılıcı olan NATO’nun, 1997’de
Londra’da gerçekleştirdiği toplantıda Ortadoğu’yu
ilgilendiren çeşitli kararlar almıştır. Bu kararlar
şöyle özetlenebilir:
— Önümüzdeki süreçlerde emperyalistlerin olası
bir krizini engellemek doğrultusunda petrol rezervlerini
kontrol edilmesi. Petrol rezervleri demek Ortadoğu
demekle eş anlamlıdır. Zira dünya petrollerinin
%65’i Ortadoğu’dadır.
— Ortadoğu ve Latin Amerika’da uç vereceği düşünülen
devrimci dinamiklerin bastırılması.
— ‘Öngörülebilir bir gelecekte’ Çin, Rusya ve
Hindistan gibi ülkeler AB ve ABD için tehlike
olarak görüldüğünden bunların çevrelenmesi ve
özellikle de Çin’in önünün kesilmesi. Bu nedenle
en geç 2020 yılına kadar NATO’nun Kafkaslar, Ortadoğu
ve Ortaasya’ya yerleşmesi hedefi konuldu.
— NATO ‘Dijital terör’ü de yeni tehdit olarak
algılamaya başladı. Bu nedenle NATO dünyadaki
tüm iletişim kanallarını ve Internet ağının çok
daha sıkı denetlenmesi, şifre ve güvelik sistemlerinin
geliştirilmesi görevini tüm Batılı ülkelerin önüne
koymuştur.
EMPERYALİZMİN BÖLGESEL DÜZENLEMESİNDE TC’NİN
ROLÜ VE KONUMU
TC’nin 1980’lerle birlikte bölgede aktif bir politika
izlemeye çalıştığı görülmektedir. Reel sosyalizmin
yıkılmasıyla bu politika daha da aktifleşerek
devam etmiştir. Bu politika “ulusal çıkarımızı
olumsuz etkileyebilecek her gelişmeye sınırlarımızın
ötesinde de olsa müdahale etmeliyiz” söylemleriyle
güncellik kazanmaktadır. Bunun anlamı, TC’nin
1980’lerden itibaren, iç ve dış gelişmelerin sonucu
olarak geleneksel dış politikasını terk ettiğidir.
TC’nin geleneksel politikası ‘Yurtta sulh (barış),
dünyada sulh (barış)’tır. Geleneksel politikada
yer alan yurtta sulh, başta Kürt ulusal sorununun,
ulusal azınlıkların, işçi ve emekçi sınıfların
sorunlarının zor kullanılarak bastırılması ve
inkar edilmesi üzerine kurulu bir sulh (barış)tır.
TC’nin egemen olduğu coğrafyada kaynaşmış tek
ulus, tek sınıf vurgusu bunu ifade eder. Dış politika
alanındaki sulh ise, en başta bölge ülkelerinin
var olan statükoya uymalarını istemektir.
TC’’nin Dış Politikasını Değiştirmesinde Dış
Etkenler
TC’nin dış politikasını değiştirmesinde dış etken
olarak üç önemli gelişme yaşanmıştır: 1978 İran
İslam devrimi, 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a
girmesi ve reel sosyalizmin yıkılışıdır.
İslam devrimi öncesinde İran, Siyonist İsrail
ve TC ile birlikte emperyalizmin Ortadoğu’daki
en önemli müttefikiydi. Bu dönemde emperyalizm,
TC’ye bölgede emperyalizm adına daha çok ekonomik
sızma görevi verirken, İsrail ve İran’a denetim
ve müdahale işlevi yüklemiştir. İran İslam Devrimi,
Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yi devirerek ABD emperyalizminin
bölgesel çıkarlarına önemli bir darbe indirmiştir.
Bir yıl sonra SB’nin Afganistan’a girmesi emperyalizm
açısından bölgesel dengeyi iyice sarstı. Yaşanan
bu iki gelişme karşısında emperyalizm, durumu
dengelemek doğrultusunda Pakistan ve Türkiye’de
askeri darbeler tezgahladı, olası yeni kopuşları
engellemek doğrultusunda TC’yi bölgesel vurucu
bir güç haline getirmeyi hedefledi. İran’dan boşalan
yerin TC ile doldurulması hedeflendi. Bu konsept
çerçevesinde TC, uluslararası role soyunmaya başladı.
Yeni konsept çerçevesinde Balkanlar, Kafkaslar
ve Ortaasya’daki Türki Cumhuriyetlere yönelik
aktif bir politika izlemeye başladı. Özellikle
1980’li yılların ortalarında Bulgaristan’daki
Türk sorununu kaşıdıktan sonra, Sovyetler Birliğinde
açıklık ve yeniden yapılanmayla birlikte çevre
ulusların (özellikle Azerbaycan ve Orta Asya’daki
Türki cumhuriyetlerin) SB ile sorunlarının artmasıyla
TC, bu ülkelerin merkezden kopmalarını kışkırtan
aktif bir dış politika izlemiştir.
***
Reel sosyalizmin çözülüp yıkılması, bölgede paylaşılmamış
yeni pazar ve siyasal hegemonya alanlarının ortaya
çıkması anlamına geliyordu. Emperyalizm başta
eski SB’ni oluşturan ülkeler olmak üzere, bölgede
yer alan ve SB ile yakın ilişkiler içinde olan
ülkelerdeki (Irak, Filistin, Suriye, Güney Yemen)
durumunu yeniden düzenlemeyi hedefliyordu. Bu
çerçevede TC’ye yeni roller biçildi. Buna göre
TC, bu ülkelerin hızla kapitalizme geçişlerinde
emperyalizmin taşeronu işlevini üstlenecekti.
İkinci olarak, bölgedeki gelişmelere doğrudan
müdahale edebilecek askeri bir yapılanmaya girmeliydi.
İç savaşa göre oluşturulmuş bir orduyla bu işlevi
yerine getiremeyeceği için hareketli ve modern
bir yapıya kavuşturulmalıydı. 1990’ların başında
buna uygun gelişmeler yaşanmaya başlandı.
TC’nin dış politikasını değiştirmesinde, 24 Ocak
1980’le birlikte izlenmeye başlayan neo-liberal
politikalar da etkili olmuştur.
TC’nin Dış Politikasını Değiştirmesinde Bir
Başka Temel Etken de Neo liberal
Ekonomik Politikalardır
Yazılarımızda sık sık 24 Ocak ve bunun siyasal
üst yapısını oluşturan 12 Eylül’le birlikte TC’nin
yeni bir ekonomik politika (neo liberal bir ekonomik
politika) izlediğine ve bu politikanın gerekleri
çerçevesinde de dış politikasında daha aktif ve
saldırgan bir dış politika izlediğine ilişkin
atıfta bulunuyoruz.
İthal ikameci sanayileşme modelinin 1970’li yılların
sonlarına doğru tıkanması emperyalizm ve işbirlikçi
sermayede yeni arayışları gündeme getirmiş ve
ihracata dayalı bir politika, ithal ikameci sanayileşme
politikanın yerine ikame edilmiştir. 24 Ocak 1980’de
dayatılan yeni politikaya göre: İhracata dayalı
ekonomi politikalarının geliştirilmesinin temel
alındığı uygulamaların ana noktası, gümrük engellerinin
kaldırılması, ihracatın teşvik edilmesi, döviz
kurlarının serbest bırakılması, vergilerin düşürülmesi
ve kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi gibi düzenlemeler
temel vurgular oldu.
Daha önceleri emperyalizm tarafından Arjantin,
Şili, Güney Kore, ... gibi ülkelere dayatılan
bu model, sınıf hareketinin ve devrimci muhalefetinin
bastırılması halinde uygulanabilecekti. Çünkü
ihracata dayalı büyüme, yoğun emek süreçlerine
dayanır ve bu süreçte sermaye birikimi ve büyüme
emek üzerindeki baskıları artırır. Buna bağlı
olarak işçi ve emekçiler üzerindeki baskılar daha
da artırılır. Emperyalist sermaye dışa dönük ihracatı
temel alan programla daralan dünya ticaretinin
önünü açmak ve bizim gibi bağımlı ülkelerin pazarından
pay almayı amaçlamaktadır. Böylece ihraç mallarını
daha da ucuzlaştırarak emperyalist ülkelerdeki
ücret taleplerini gerileterek, işçi sınıfının
ekonomik yönde gelişen mücadelesinin önüne geçmeye
çalışır. Bağımlı ülkelerde neo liberal ekonomik
programların askeri faşist cuntalarla yaşama geçirilmesinin
anlamı budur. Türkiye’de de, 24 Ocak 1980 ile
dayatılmış ve 12 Eylül’le birlikte fiilen yaşam
bulmuştur.
Bu çerçevede Türkiye ekonomisi, hızla dünya pazarlarına
açılmıştır.
Küreselleşme ile birlikte emperyalist tekeller,
sömürülerini katmerleştirmek doğrultusunda sermaye
birikimlerini himayelerine alırlar; daha ucuz
iş gücüyle az maliyetle üretim yapmayı amaçlarlar.
Bunun anlamı hammaddelerin yoğun, ücretlerin ise
düşük olduğu alanlarda üretim yapmalarıdır. Bu
yeni sömürgecilik ilişkilerinin derinleştirilmesidir.
1945-70’lerde uygulanan politikadan temel farkı
üretim sürecinin parçalanması ve her parçanın
en uygun ülkede üretilmesidir. Daha önceleri malın
tümü işgücünün ucuz ve hammaddelerin yoğun olduğu
ülkede yapılırken, şimdi aynı ürünün farklı parçaları
farklı ülkelerde üretilebilmektedir. Bu anlamıyla
dünyadaki ekonomik sisteme entegre olmak, uluslar
arası emperyalist tekellerin ülkemizdeki sömürülerinin
derinleştirilmesini istemek demektir. Küreselleşmeyle
birlikte tekellerin zenginliğinin, işçi ve emekçilerin
derinleştirilen yoksullaştırılmalarıyla paralellik
gösterdiğini tüm veriler gösteriyor. Son yıllarda
gündeme getirilen GATT anlaşması, Tahkim Yasası
ve Gümrük anlaşması emperyalist tekellerin sömürüsünün
önündeki engellerin kaldırılmasını ifade etmektedir.
***
1980’lerle birlikte uygulanan ekonomik politika
nedeniyle dışa açılım yapabilecek büyük tekeller
dışındaki kesimler, konumlarını hızla yitirdiler.
Yatırımlardaki düşüşler ve üretim alanında emperyalist
tekellerle rekabet edilememesi, tekstil-inşaat-turizm
sektörlerin teşvikini gündeme getirdi. Tekstil
alanında ihracata konu olan mamul mallar küçük
ve orta boy işletmelerce (KOBİ) fason imal edildi
ve buna devlet teşviki verildi.
***
İhracata yönelik politika 1989-90’lara gelindiğinde
sınırlarına geldi. Bu dönemde Türkiye ekonomisi
durgunluğa girdi. Dışa açılma politikası sadece
sanayi alanında değil, finans ve kambiyo hizmetlerinde
de başladı. Türkiye ulusal mali piyasalarını dünya
finans sistemine entegre edecek bir biçimde ödemeler
dengesi ve sermaye hareketleri önündeki tüm kısıtlamaları
kaldırarak kambiyo rejimini serbestleştirdi.
Türkiye ekonomisinin tıkandığı süreçlerde onu
rahatlatacak iki gelişme yaşandı. Birincisi reel
sosyalizm yıkıldı. İkincisi Arap ülkeleriyle yeni
ilişkiler geliştirildi. Özellikle reel sosyalizmin
yıkılması tekelci sermayenin ayaklarının dibine
serilen büyük bir fırsattı. Yıkılan reel sosyalist
ülkelerle olan tarihi bağlar çıkış noktası yapılarak
bu ülkelerin kapitalist ekonomiye açılmaları,
bu ülkelerdeki ucuz hammaddeler, tüketim pazarları
ve ucuz işgücü, bavul ticareti gibi gelişmeler
önemli fırsatlardı. Aynı dönemde ‘Müslüman ülkelerle’
de önemli bir ilişki geliştirdi. Böylece işbirlikçi
tekelci sermayenin dışa açılması ve emperyalizmle
yeni ilişkilere uygun şekilde entegre olma süreci
gündeme geldi. O günden bu yana izlenilen bu politika
tüm hükümetlerin ortak programıdır. Bu programın
karşısında olmak tekelci talanın önünü kesmek
anlamına gelir ki, hiç bir hükümetin bunu yapabilecek
gücü yoktur.
***
Görülebileceği gibi TC, gerek emperyalizmin ve
gerekse Türkiye işbirlikçi tekelci burjuvazisinin
beklentilerini karşılamak doğrultusunda aktif,
saldırgan bir dış politika izlemeye başlamıştır.
Başlangıç olarak Özal’da ifadesini bulan bu politikada
Özal, ABD’nin bölgedeki istemleriyle işbirlikçi
tekelci sermayenin istemlerini örtüştürmeye çalışacak
bir dış politikaya önem veriyordu. Bu nedenle
de sürecin ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda devletin
yeniden yapılandırılmasını istiyordu. Bu çerçevede
devletin ‘demokratikleşmesi’, ‘Kürt sorunu’ ve
ordunun modernizasyonu konuları tartıştırarak
sürecin ihtiyaçlarına tekelci sermaye cephesinden
çözmeye çalışıyordu. Bu ara başlığı bitirmeden
bir küçük parantez açalım: Özal’la başlayan bu
politika sonraki hükümetlerin de politikasıdır.
Örneğin 2003’lerde Irak’a yönelik saldırı gündemdeyken
dönemin başbakanı, bugünün dışişleri bakanı Abdullah
Gül şunları söylüyordu: “Türkiye’nin potansiyeli
resmi sınırlarıyla sınırlanmış değildir. Türkiye’nin
etkinliği, çıkarları kendi sınırlarını çok aşmaktadır...
Oradaki petrolden Türkiye hakkını hukuki bir düzen
içerisinde alacaktır... Ortadoğu, Balkanlar, Orta
Asya bizi yakından ilgilendirir. Türkiye Anadolu’ya
hapsedilemez.!” (vurgular bizim)(Evrensel gazetesi
23 Ağustos, 2003)
Ordunun Yeniden Yapılandırılması:
1984’lerde Kürt ulusal hareketinin yükselttiği
mücadele ve 1990’ların başında yaşanan Irak savaşı,
iç savaşa göre örgütlenmiş Türk Silahlı Kuvvetlerinin,
hareketli savaş ve bölgede yaşanabilecek gelişmeler
karşısında emperyalizmin istemlerini yerine getiremeyeceği
ortaya çıkmıştı. Bu aşamadan itibaren ordunun
modernizasyonu ile hareketli ve profesyonel orduya
geçiş süreci başlatılmıştır. Bu çerçevede askerliğin
süresinin azaltılması, ordunun ana çekirdeğin
hareketli ve profesyonel hale getirilmesi, geri
kalan kısmının daha çok lojistik vd. alanlarda
değerlendirilmesine yönelik çalışmalara başlanmıştır.
Ordunun modernizasyonunu sağlamak doğrultusunda,
son model helikopterler, tanklar ve diğer teknik
araçlar alınmıştır, alınmaya devam edilmektedir.
TSK’nin modernizasyonu için 2025 yılına kadar
150 milyar dolar tutarında bir harcama yapılacağı
ilan edildi.
TSK’nin hareket kabiliyetinin artırılması ve profesyonelleştirilmesi
doğrultusunda İsrail’le olan ilişkilerini hızla
geliştirmiştir. Bu ilişkilerin kısa bir kronolojisini
vermekte yarar var:
“22 Şubat 1996 Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması,
28 Ağustos 1996 Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması.
Askeri anlaşmaların kapsadığı işbirliği konuları
şunlardır:
a- Askeri eğitim alanında karşılıklı bilgi ve
deneyimlerin değişimi, b-Askeri akademiler ve
karargahlar arası karşılıklı ziyaretlerin yapılması,
c- Savaş gemilerinin karşılıklı “ziyareti”,
d-Askeri, sosyal ve kültürel alanlarda bilgi ve
personel değişimi ile askeri tarih ve arşiv konularında
işbirliği,
e- Ortak eğitim yapılması.
Bu arada iki ülke arasında istihbarat konusundaki
işbirliği, iki ülke donanmalarının Akdeniz’de
ortak tatbikat düzenlemeleri, İsrail savaş uçaklarının
Türk hava sahasını kullanması olarak ortaya çıkan
anlaşma, iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik
derinliğini göstermektedir.”
Şubat 1996’da Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik
Bir’le İsrail Savunma Bakanı arasında imzalanan
“savunma işbirliği” anlaşmasıyla gerçek anlamda
stratejik boyuta gelmiştir. Ki bu aynı zamanda
ordunun ABD emirlerini yerine getirmekte aldığı
inisiyatifi göstermesi bakımından da ilginç bir
anlaşmadır. Anlaşmada aslında Türkiye Milli Savunma
Bakanı’nın imzası olması gerekirken maddelerin
içeriği hükümete bile bildirilmemiş ve daha sonra
Ocak 1998’de yapılan Türk-İsrail ortak tatbikatı
da tamamen ordunun inisiyatifiyle gerçekleştirilmiştir.
Öyle ki, dönemin Savunma Bakanı Çakmakoğlu, “İsrail’le
yapılan anlaşmaların tümü gizli, gizlilik dereceli
anlaşmalar olup TBMM’nin onayına sunulmamıştır”
diyerek bu durumu kabullenmiştir.
1996 yılında imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği
çerçevesinde askeri ve savunma amaçlı ortak sanayi
üretiminde bulunmaları ve bu doğrultuda ortak
araştırmalar yapmaları kararlaştırılmıştır. Bu
anlaşma uyarınca İsrail’den Türkiye’ye füzeler,
erken uyarı sistemleri, plastik ve konvansiyonel
mayınları belirleyen radar sistemleri ve askeri
mühimmat satışı gerçekleştirilmiştir.
Yine Türkiye, 1998’de İsrail’den Popeye 1 füzelerinden
100 adet almış, İsrail Türkiye’nin yirmi beş yıllık
süre için yapacağı 150 milyar dolarlık askeri
modernizasyon programına dahil bazı önemli ihaleleri
de kazanmıştır. Türk F-4 savaş uçaklarının modernizasyonunu
öngören 670 milyon dolarlık proje işin diğer bir
yanını göstermektedir. Yine buna benzer bir anlaşma
ile 170 adet M-60 A-1 tank modernizasyonu için
Mart 2002’de 668 milyon dolarlık ihale İsrail’in
IMI şirketine verilmiştir.” (Sosyalist Barikat
sayı:38)
Modern teçhizatlarla donatılmış, hareketli, profesyonel
bir kontra ordusu oluşturmakta belirli bir mesafe
kat etmiştir. Kürt ulusal hareketine karşı yürüttüğü
savaşın yanında Somali, Bosna, Kosova ve son olarak
Afganistan’da üstlendiği rol emperyalistlere güven
vermektedir. Irak savaşında ona rol verilmemiş
olması Kürt sorunuyla bağlantılıdır.
Devletin ‘Demokratikleşmesi’ ve Kürt Sorunu
1990’lı yılların başlarında ABD dışişleri bakanı
olan James Backer bizzat Özal’a: “Türkiye’nin
bölgede ‘demokrasiyle, serbest piyasa ekonomisiyle
ve laik devlet yönetimiyle’ model oluşturmasını
arzuladığını” belirtiyordu.
Özal ve çevresinin 2. Cumhuriyet söylemi bu role
soyunmanın adıdır. Özal TC’nin emperyalizmin ve
işbirlikçi tekelci burjuvazinin bölgesel rolünü
oynayabilmesi için devletin dünyadaki gelişmelere
uygun yeniden yapılandırılmasını istiyordu. Bu
politikanın esası iç muhalefeti ‘demokratik’ zeminlerle
zayıflatarak dışta daha güçlü rol almasını sağlamak
olarak okunabilir. Bu istem tamamıyla emperyalizmin
ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin istem ve özlemlerini
dile getiren bir seçenekti.
Emperyalizmin ifade ettiği serbest piyasa ekonomisini
TC, 24 Ocak 1980’den itibaren yaşama geçiriyordu.
Bu konuda emperyalizm açısından bir sorun yoktu.
Monotarist Şikago okuluna mensup Özal, bu politikanın
mimarlarından biriydi. Özal diğer istemleri de
(‘demokrasi’ ve ‘laiklik’) yerine getirmek istiyordu.
Bunun sonucunda direnç noktalarıyla karşılaştı.
Direnç noktası siyasal İslam’a ilişkin olmaktan
çok Kürt sorunuyla ilgiliydi.
Türkiye’de esas itibarıyla siyasal İslam hiçbir
zaman için sistemin dışına çıkmadı. Milli Nizam
partisinden, Milli Selamet’e, Saadet Partisi’nden
AKP’ye kadar tüm ‘İslami partiler’ sistem dışına
taşma olasılığı olan İslami tepkiyi sistem içine
çekmişlerdir. 12 Eylül sonrası süreçte devrimcilerden
boşalan yoksul, emekçi semtlerinin devlet eliyle
siyasal İslam’a nasıl açtığı biliniyor. Emperyalizmin
de, komünizmin yeşil kuşakla sarmalanması doğrultusunda
siyasal İslam’ın önünü açtığı biliniyor. Ayrıca
Türkiye’de Hizbullah Kürt mücadelesine karşı benzeri
bir işlev oynadı.
Esas sorun Kürt sorununda düğümleniyordu. TC’nin
dış politikada emperyalizmle en ciddi sorunu Kürt
sorunudur. Kürt sorunu konusunda emperyalizmin
uzun vadeli çıkarlarıyla TC’nin istemleri birebir
çakışmamaktadır. Emperyalizm, uzun vadede Ortadoğu’nun
en önemli ve karmaşık sorununu kendi çıkarları
temelinde çözmek istiyor. Bu sorunun kısmen de
olsa çözümlenebilmesi, Kürt ulusunun çeşitli haklarını
iade etmekten geçiyor: dilini, kültürünü kullanması
ve geliştirmesi ile topraklarındaki zenginliklerden
yararlandırmasıyla bağlantılıdır. Oysa Kürdistan’ın
çeşitli parçalarını elinde tutan devletler -bunların
başında TC gelmektedir- en geri çözümü bile “ulusal
çıkar”larının zedelenmesi olarak görmektedirler.
Emperyalizm Kürt sorununu çıkarlarına uygun bir
tarzda çözmek istiyordu. Bunu siyasal boyutta
ifade ederken Türkiye’deki Kürtlere kültürel özerklik,
Irak Kürdistan’ındaki Kürtlere de otonomi olarak
ifade ediyordu. Ortadoğu’yu kendi çıkarları ekseninde
‘YDD’ ne bağlamak isteyen ABD emperyalizmi, 1991
koşullarında bu düzenlemeyi yaşama geçirme olanağına
sahip değildi. 1991 Körfez savaşında emperyalizm
Şiilerin gösterdiği performans nedeniyle (İran’ın
bölgedeki gücünün artması olasılığı karşısında)
Saddam Hüseyin’i kanatları kırılmış bir tarzda
iktidarda tuttu. Aynı dönemde Türkiye Kürdistan’ındaki
hareketin duruşu ve tuttuğu yer de, önemli bir
direnç noktası oluşturmaktaydı. Ayrıca, TC’nin
geleneksel politikası da tüm ağırlığıyla kendini
hissettiriyordu.
Bu aşamadan itibaren emperyalizmin Kürt politikası
çizilen çerçeveye uygun tarzda geliştirildi. 1991
Irak savaşından sonra 36. paralel kırmızı hat
ilan edildi ve Saddam güçlerinin bunu aşmalarını
engelledi. Kısacası, Irak Kürdistanı, Saddam hükümranlığının
dışında bırakıldı.
Aynı dönemde PKK’nin önderliğini çektiği Kürt
ulusal hareketi, özgür, demokratik ve sosyalist
bir Kürdistan mücadelesi veriyordu. Kürt hareketi
açısından 1990’ların başı kritik bir süreçti.
84’te gerçekleştirilen atılım, Kürt halkında önemli
yankısını buldu. Birkaç yıl içinde Kürt hareketi
kırsal alanda askeri anlamda ulaşabileceği en
iyi noktayı yakaladı. 1989’larda serhıldanlar
başlamasına karşın, ideolojik, politik ve önderlik
zaafları nedeniyle geliştirilemedi.
1990’ların başlarında gündeme getirilen ‘bir avuç
kurtarılmış vatan toprağı’ politikasının ağır
sonuçları Kürt hareketini bir yol ayırımına getirdi.
Türkiye devrimci hareketinin yaşadığı sorunlar
nedeniyle ikinci bir cephe açamayışı, kırsal alanda
sıkışan savaşın serhıldanlarla şehirlere taşınamaması
ve aynı dönemde reel sosyalizmin çöküşü Kürt hareketinin
sorunlarını iyice ağırlaştırmıştı. İlk defa bu
dönemde taktik düzlemde siyasal çözüm dillendirilmeye
başlandı.
Aynı dönemde kendini emperyalizmin yeni politikalarına
göre düzenlemeye çalışan Özal, silahlı mücadele
dışındaki çözümlerin tartışılması gerektiğini
belirtti. Böylece belki de TC tarihinde ilk kez
geleneksel politikanın dışında yeni arayışlara
gidildi. Özal, Kürtlerle yürüttüğü yoğun bir savaştan
sonra dil ve kültürel haklar konusunda adım atılmasının
gerektiğini söylüyor ve Kürt sorunu noktasında
devletin yeniden revizyonunu istiyordu. Şüphesiz
Özal’ın bu istemi Kürtleri sevdiğinden kaynaklanmıyordu.
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra böylesi bir
açılımın TC’nin bölgesel duruşu ve açılımı açısından
güç kazandıracağını düşünüyordu. Ancak Özal tasfiye
edildi.
Özal sonrasında devletin kullandığı tüm şiddet
yöntemlerine karşın PKK’nin ayakta durabilmesi
ve hatta gelişmesi sorununun burjuva cephede yeniden
tartışılmasına neden oldu. Emekli generaller ve
kimi parlamenterlerle başlatılan tartışma, burjuva
cephesinde giderek yaygınlaşmaya başlamıştı. SHP’nin
hazırladığı rapor, Yeni Demokrasi Hareketi (YDH)’nın
radikal tavrı, Refah’ın Kürt raporu, TOBB’un Kürt
raporu, TÜSİAD’ın Kürt Raporu, Sabancı’nın Kürt
raporu… Bu raporlarda dilendirilen yaklaşımların
ana eksenini Bask modeli oluşturmaktaydı. ( )
İşbirlikçi tekelci sermaye bununla yetinmedi;
en has adamlarından birine parti kurdurtarak (Cem
Boyner önderliğinde Yeni Demokrasi Hareketini
-YDH-) soruna müdahale etmeye çalıştı. Ancak,
savaşın Çiller-İnönü zamanında tırmandırılması
milliyetçilik rüzgarını arkasına alan ve daha
çok savaş ağalarına dayanan geleneksel politikanın
galibiyetiyle sonuçlandı.
Emperyalizmin baskısı ve çözümsüzlüğün derinleştirdiği
sorunlar yeni arayışları kaçınılmaz kılıyordu.
Ancak arayışların karşılık bulması savaşın geriletilmesine
bağlıydı. Emperyalizm-işbirlikçi tekelci sermaye
ortaklığında Öcalan bilinen komployla Türkiye’ye
teslim edildi.
Bunun karşılığında TC’den Kürt sorunu konusunda
adım atılmasını dayattı. TC göstermelik birkaç
adım attı. ‘Avrupa ile uyum’ ve ‘keskin demokrasi
söylemleri altında Dil yasası ve İdamların kalkması
yasallaştı.
Kürt hareketinin liderinin yakalanıp TC’ye teslim
edilmesinden sonra, ideolojik ve politik alanda
ciddi bir kırılma yaşadı. Bu aşamadan itibaren
bağımsız Kürdistan istemlerinden vazgeçildi, Kürt
sorunu ‘Demokratik Cumhuriyet’ içinde dil ve kültür
sorununa indirgendi. Yani emperyalizmin bölge
politikası açısından kabul edilebilir bir noktaya
getirildi.
***
Kürt sorununun çözümü konusunda emperyalizmle TC’nin
aynı düşünmediğini yukarıda belirttik. Emperyalizm
Kürtleri arkasına alarak bölgesel projelerini gerçekleştirmek
istiyor. Bunun için Irak Kürdistanı için özerklik,
Türkiye Kürdistanı için kültürel özerkliği savunuyor.
TC ise geleneksel politikasında (inkar ve imha)
ısrar ediyor. 2003’te ABD’nin başını çektiği koalisyon
güçlerinin Irak’a saldırmasından sonra bu yaklaşım
farklılığı daha net görüldü. Bu savaşta ABD emperyalizminin
TC’nin savaşa fiili olarak katılmasını istememesinin
nedeni Kürt sorunuydu.
Barzani ve Talabani ABD’nin çözümüne dünden razıydı.
Zaten Irak Kürdistanı 1990’ların başındaki savaşla
birlikte fiilen özerk konumdaydılar. Savaş, onların
konumunu güçlendireceğinden sonuna kadar savaştan
yanaydılar. PKK ise doğrudan savaşın taraftarı olmasa
da, savaşa da karşı çıkmadı. ‘mevcut statüko savunulamaz’,
‘savaşı engelleme durumumuz da yok’ diyerek savaştan
yararlanabileceğini düşündü. ‘İki arada bir derede’
politikası, Osman Öcalan’ın başını çektiği bölünmenin
yaşanmasını gündeme getirdi. Osman Öcalan doğrudan
ABD’nin yanında, ABD projelerinin bir parçası olarak
yer almayı talep etti ve ayrıldı... Özellikle Irak
savaşından bu yana ABD emperyalizmi, Kürtleri yedeklemiş
durumda.
TC’nin doğrudan savaşa katılmış olması ABD emperyalizmi
açısından ciddi bir sorun yaratabilirdi. Olası provokasyon
ve saldırılar, Kürt halkı nezdinde anti ABD’ciliği
ve anti emperyalizmi güçlendirebilirdi.
***
ABD’nin Irak’ı işgal etmesinde Kürtlerin oynadıkları
rol ve sonrasında güçlenen konumları TC’yi endişelendirmektedir.
Bilindiği gibi ABD emperyalizminin Irak işgalini
en fazla Kürtler alkışlamışlardır/desteklemişlerdir.
Kürtler, Saddam’ın düşürülmesiyle değişecek dengelerde
hemen “bağımsız” devlet kurmasalar da konumlarının
güçleneceğinden hareketle savaşta ABD’den yana
aktif tavır takınmışlardır. Konjonktürel düzeyde
bakıldığında Irak’ta oluşan yönetimde belli bir
yer almaları ile Musul ve Kerkük petrollerinden
pay almaları konumlarını güçlendirmiştir. Bugün
için Talabani Irak devletinin Cumhurbaşkanı, Barzani
ise Kürt bölgesinin başkanıdır.
Halihazırda Kürt bölgesi fiilen ‘bağımsız’ devlet
konumundadır. Kendi bağımsız askeri olduğu gibi
uluslararası platformlarda kendi temsilcileri
olacaktır. Bu anlamıyla federatif cumhuriyetlerden
kimi noktalarda farklıdır. Federatif cumhuriyetlerde
savunma ve dış siyaset merkezi cumhuriyet tarafından
yürütülür. Bunun dışındaki konularda otonomdur.
Bugünkü Irak’ta ise her iki nokta Kürt bölgesi
açısından geçersizdir.
Birkaç gün önce Türkiye’ye gelen ABD dışişleri
bakanı Condaleezze Rice’la görüşülen konulardan
biri de bu gelişmelerdi. Türkiye dışişleri bakanı
Abdullah Gül, Irak savaşından bu yana Irakta egemen
olan ABD emperyalizmden PKK’ye yönelik operasyonlar
yapılmasını, ayrıca 250 binin üzerinde askerle
başlattıkları yeni operasyonda, Irak’ın içlerine
doğru girip ‘PKK’nin işini bitirmek’ isteklerini
dile getirdi. Ancak Rice, PKK’ye yönelik verilen
mücadelede Türkiye’yi desteklediklerini, istihbari
yardımda da bulunacaklarını belirtti. Diplomatik
dilde bu açıklama ret anlamına geliyordu.
İran’a yönelik tehditlerin ve diplomatik saldırganlığın
had safhada olduğu bir dönemde bile ABD, Kürtleri
karşısına almayı istemiyor. ABD’nin PKK’ye yönelik
olası bir operasyonu, Irak’ta zaten başı belada
olan ABD’nin, yeni bir cephe açması anlamına gelecek.
Bu hem mevcut süreç açısından ve hem de ABD emperyalizminin
Kürtler üzerinde kurduğu projeler açısından ciddi
riskler taşıması anlamına gelir.
Siyonizm ve Filistin Sorunu
Siyonizm fikri, Yahudilerin ulus oluşturması ve
bu ulusun Filistin’de bir devlet kurmasına dayanır.
Siyonistlerin 1897 Basel kongresi, “Filistin’de
resmi yasal güvenceye sahip bir yurdun yaratılması”nı
karar altına alır.
Siyonizm, toplumsal mücadeleyi çarpıtarak Yahudi
emekçilerinin bulundukları ülkelerdeki emekçilerle
ortak kurtuluşu bölmeye çalışıyordu. Ancak uzun
bir dönem ciddi bir güç elde edemedi.
Siyonizm’in ideolojik ve teorik oluşumunu Theodor
Herzl sağladı. Buna göre çözüm “Yahudilerin Filistin’e
geri dönmeleri ve ulusal yurdun yaratılmasındaydı.”
1. Dünya Savaşına kadar bu siyasal istek gerçekleşmedi.
Bu süreçten önce çoğunluğu Siyonist olan küçük
bir Yahudi göçü ve Siyonist olmayan bir kaç tarımsal
koloni vardı.
1. Dünya Savaşından sonra İngiltere, Filistin’de
bir Yahudi devletinin kurulmasına kolaylık gösteren
vaadini yerine getirdi ve böylece Siyonizm ile
emperyalizmin aktif ittifakı başladı. Gerçi Siyonistler
ancak bir emperyalist güce dayanarak amaçlarını
yerine getirebileceklerinin farkındaydılar. Bu
durum, Siyonist hareketin Arap ulusal kurtuluş
hareketlerine karşı bir araç olarak kullanılmasını
gündeme getirdi.
2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu bunun
hukuki temellerini attı. Deklarasyonda şunlar
belirtilir: “...Majestelerinin hükümeti, Filistin’de
Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasından
yanadır ve bu amacın gerçekleşmesi için çaba harcayacaktır.
Filistin’deki Yahudi olmayan toplulukların medeni
ve dini haklarına ya da Yahudilerin herhangi bir
başka ülkede sahip oldukları haklara ve siyasal
statülere halel getirebilecek hiç bir şeyin yapılmayacağı
açıkça kavranılmalıdır.” (I. Rennap, Anti Semitizm
ve Yahudi Sorunu, s. 83, İnter yayınları) Deklarasyon
Yahudilere, bir Avrupalı güç tarafından Avrupa’da
olmayan bir toprak parçası hakkında o toprak parçasında
yaşayan yerli çoğunluğun varlığı ve istemleri
tamamen kulak arkası edilerek vaatte bulunuyordu.
Balfour Deklarasyonu 24 Temmuz 1922’de Milletler
Cemiyeti’nin Filistin’i İngiltere’ye manda statüsüyle
vermesinde cisimleşti.
Bağımsızlık savaşı veren Arap halkının karşı çıkmasına
karşın, İngiltere, İsrail devletinin kuruluşuna
kadar Filistin’i yönetmeye ve Siyonist Yahudileri
buraya getirerek Siyonist hareketi güçlendirmeye
çalıştı; böylece Siyonizmi Arap ulusal hareketine
karşı tampon ve denge unsuru olarak kullandı.
Eski Kudüs valisi Sir Ronald Storrs, “...bir Yahudi
devleti kurmak için olmasa bile, potansiyel olarak
düşman bir Arapçılık deryasında İngiltere için
‘küçük sadık bir Yahudi ulsteri’ (İngiltere’ye
bağlı Kuzey İrlanda) kurarak, girişimin alanı
da vereni de kutsayan bir girişim olduğunu kanıtlamak
üzere yeteri kadar (Yahudinin) dönmesinin...”(age,
s.84) umulduğunu belitti.
Görüldüğü gibi Siyonist hareketin amaçları İngiltere’nin
dönemsel ve bölgesel amaçları tamamıyla çakışıyordu.
Sonuç itibarıyla 1948 yılında emperyalistlerin
desteğiyle Siyonistler, Filistin topraklarında
Siyonist devletlerini kurdular. Siyonist devletin
kuruluşunun öncesinde ve sonrasında ‘Haganah’,
‘İrgun’, ‘Stern’ gibi Siyonist örgütleri aracılığıyla
binlerce Filistinli katledildi ve yüz binlercesi
Filistin’den göç ettirildi. İsrail devleti kurulduğunda
Filistin’in %11’i işgal edilerek kurulmuştu. 1956’da
Süveyş, 1967’lerde Batı Şeria ve Gazze Şeridi
yitirildi. Bugün Filistin topraklarının % 78’i
Siyonist İsrail’in işgali altında bulunmaktadır.
Siyonist İsrail devletinin Filistin topraklarını
işgal ederek kurulması, buradaki Filistin Arap
halkını sürmesi ve dünyanın bir çok yerinden Siyonistlerin
gelmesini sağlamasıyla birlikte çatışmalar yoğunlaşmaya
başladı. Ve o günden bugüne değin zaman zaman
yükselen, zaman zaman da düşen bir seyir izleyerek
çatışmalar devam ede gelmiştir.
İsrail devleti kurulduğu andan itibaren bütün
emperyalist güçlerin desteğini topladı. 1948-68
arasında İsrail 7.5 milyar dolarla Amerikan yardımı
alan ülkeler arasında birinci sırayı aldı. Kısacası
kurulduğundan bu yana Siyonist İsrail devleti,
emperyalizmin Ortadoğu’daki ‘bekçi köpeği’ işlevini
gördü/görmeye devam etmektedir.
***
Emperyalizm destekli Siyonist devlet, 1982 de
bir yanda Demokratik Filistin hareketini Lübnan’dan
çıkartarak askeri gücünü kırmak, siyasal olarak
zayıf düşürerek kitleler nezdinde umut olmaktan
çıkararak teslimiyet planlarını onamaya zorlamak
ve Siyonizm’in sınırlarını bir tampon bölgeyle
güvenceye almayı hedeflerken öte yandan işgal
ettiği bölgelerde siyasal İslam’ın önünü açtı.
Yükseltilen onurlu direnişe karşın, 82 kuşatması
teslimiyetçi eğilimlerin beyaz bayraklara sarılmasına
yetti. Filistin ulusal burjuvazisinin temsilcisi
El Fetih karargahını Tunus’a taşıdı. 82 Beyrut
kuşatması sonrasında hızlandırılan teslimiyet
süreci, FKÖ’yü tıkanıklığa sürükledi. Bu aşamadan
itibaren El Fetih yönetimi, Filistin sorununun
çözümünü emperyalizm ve Siyonizm’le yapılacak
görüşmelere bağlamaya başlar.
***
Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra ABD, Ortadoğu’yu
yeniden şekillendirmek doğrultusunda bir plan
geliştirdi. Bu plan Filistin ve İsrail arasında
‘barış’ yapılmasını öngörüyordu. “Barış planı”
esas itibarıyla Filistinlileri Filistinliler aracılığıyla
etkisizleştirmekti. Bazı bölgelere verilecek sınırlı
özerklik üzerinden radikal Filistin hareketinin
(devrimci, komünist güçlerle, radikal İslamcı
hareketler), ılımlı Filistinliler tarafından kontrol
edilmesini amaçlıyordu. (Aslında bu bir yanıyla
İran’ın bölgedeki gücünün zayıflatılmasını içeriyordu)
İlk olarak Gazze’de başlanılması bununla bağlantılıydı.
Gazze bölgesi radikal İslam’ın kalesi gibiydi;
HAMAS ve İslam-ı Cihadın en güçlü oldukları yerdi.
Amerika’nın bu planı Filistin hareketini ikiye
böldü. ‘Barış’ görüşmelerine FKÖ içinde Marksist
olarak bilinen hareketlerle -Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi, Demokratik Cephe gibi-, dinci hareketler
-HAMAS, İslam-ı Cihad gibi- ile 1983’te El Fetih’ten
ayrılan Filistin İntifada grupları ve Suriye yanlısı
gruplar -Saika gibi- FKÖ’nün stratejisine karşı
çıkıyor ve çözümün ancak bağımsız Filistin devletinde
olduğunu vurgulayıp konferansa karşı çıkarken
ılımlı Filistinliler konferansa katılınması gerektiğini
savunuyordu. Sonuçta Cezayir’de toplanan Filistin
Ulusal Konseyi Ekim’de yapılması planlanan Ortadoğu
Barış Konferansına katılma kararı aldı.
Görüşmelerin devamından yana Filistinlilerin amacı
işgale son vererek Ürdün’le konfederasyon şeklinde
veya ayrı olarak bağımsız bir yönetim oluşturmaktı.
Sonuçta çeşitli aşamalardan geçerek 13 Eylül 1993’te
Beyaz Sarayda FKÖ ile İsrail arasında barış anlaşması
imzalandı ve 13 ekim 1993’te yürürlüğe girdi.
Anlaşmada FKÖ, İsrail’in barış ve güvenlik içinde
var olma hakkını tanırken, İsrail de FKÖ’yü Filistin
halkının temsilcisi olarak kabul etti. Gazze ve
Eriha bölgesinde Filistin halkına geçici özerklik
tanıyordu.
4 Mayıs 1994’te Kahire’de prensip anlaşmasına
varıldı ve 1 Temmuz 1994’te Arafat Gazze’yi ziyaret
etti. Ocak 1996’da Filistin ulusal Konseyi ve
Filistin yönetimi için yapılan seçimleri İslamcılarla
muhalifler boykot etti. Arafat % 88.6 oy oranıyla
devlet başkanı ilan edildi. 88 sandalyelik Ulusal
Konsey’in 50 sandalyesini El Fetih kazandı.
“Barış planının imzalanmasından hemen sonra -5
Ağustos 1993’te-10 Filistinli örgüt (Filistin
Halk Kurtuluş Cephesi-PFLP-, Filistin Halk kurutuluş
Cephesi Genel Komutanlık-PFLP-GL-, Devrimci Komünist
Partisi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi
-DELP-, Filistin Halk Mücadele Cephesi -PPSF-,
Halk Kurtuluş Cephesi -PLP-, Saika, Filistin Ulusal
Kurtuluş Hareketi FATAH-İNTİFADA, HAMAS ve İslam-ı
Cihat) ortak bir açıklama yaparak FKÖ’nün uzlaşmasına
karşı tavır aldılar. Bu grupların hepsi Filistin
davasına ihanet olarak görülen planı engellemek
için tüm olanakları kullanacaklarını açıkladılar.
Ancak yapacakları eylem biçimleri konusunda farklı
düşüncelere sahiptiler. Radikal İslamcı HAMAS
ve İslam-ı Cihat asker sivil ayırımı yapmayan
fedai eylemlerini ön plana çıkarırken, kendilerini
Marksist olarak gören Halk Cephesi, Demokratik
Cephe, Devrimci Komünist Partisi... askeri hedeflerle,
paramiliter güçlere yönelik askeri eylemleri ön
plana çıkarıyorlardı. İntifada konusunda ise hemen
hemen aynı şeyleri savunuyorlardı. Daha doğrusu
İslamcı örgütler intifadaya sonraları katıldılar
ve kimi yerlerde etkili de oldular.
Bu durumda “barış planının” yaşama şansı pek yoktu;
emperyalistlerin ve Siyonistlerin ılımlı Filistinlilerden
istediklerinin yerine gelebilmesi pek mümkün değildi.
Örneğin El-Fetih’in denetlemediği eylemlerin yapılmasından
sonra tutuklamalara girişmesi, Filistin halkı
ve örgütleri tarafından tepkiyle karşılanıyordu
ve zaman zaman çatışmalara varıyordu. Giderek
Arafat ve ekibinin “truva atı” işlevi üstlendikleri
görünümü ağırlık kazanmaya başlıyordu. Bunun sonucunda
özellikle İslamcı Filistin hareketi gücünü artırıyordu.
Amerikancı “barış planı”, en ufak bir ‘taviz’i
ihanet olarak gören Siyonistler tarafından tepkiyle
karşılandı.
Anlaşmaya göre işgal altındaki bölgelerden -en
başta Gazze ve Batı Şeria’dan- çekileceklerini
belirtmelerine karşın, Siyonistler tersini yaptılar.
Bir yanda Filistin şehirlerin çevirecek tarzda
askeri kuşatma altında tutarken öte yanda Filistin
şehirlerini çevreleyecek şekilde yerleşim bölgeleri
kurmaya ve buralara da özellikle eski SB ve Doğu
Avrupa’dan gelen Yahudileri yerleştirmeye devam
ettiler.
11 Eylül saldırısından sonra oluşan ABD konsept’ine
göre Filistin hareketi hizaya getirilmesi gereken
bir hareket olarak alınarak, düşmanlar hanesine
kaydedildi.
ABD’nin verdiği startla harekete geçen Siyonistler,
saldırılarını yoğunlaştırdı. İşgallerden, nokta
suikastlarına kadar her türlü terör yöntemini
kullandı, kullanılmaya devam ediyor.
***
El Fetih’in çözümü Siyonizm’le ve ABD emperyalizmle
görüşmelerde görmesi, El Fetih yönetiminin ikide
bir rüşvet skandalıyla sarsılması, 11 Eylül sonrasında
Siyonizm’in saldırılarını artırması karşısında
El Fetih yönetiminin tavrı ve direnişçi gruplara
karşı izlediği politika, HAMAS’ın etkili olduğu
bölgelerde, sağlık, yardımların dağıtımı gibi
toplumsal sorunları çözmede gösterdiği başarılar,
2. İntifada’daki durumu…gibi bir çok etken El
Fetih’i geriletirken, HAMAS’ın güçlenme zeminini
yaratmıştır.
Son seçimlerde Filistin halkı uzlaşmacı-işbirlikçi
çizgiyi cezalandırırken, direnişten yana oyunu
kullanmıştır. Seçim öncesinde El Fetih’in kazanacağı
düşünülerek seçimlerle ilgili yapılan ayarlamalar
(daha az oyla daha fazla milletvekili çıkarma
doğrultusundaki düzenleme), HAMAS’ın parlamentodaki
gücünü artırmıştır.
Ancak HAMAS gibi örgütlenmelerin Filistin sorununu
çözme güçleri yoktur. Filistin’deki Yahudileri
kapsama olanağına sahip olmadığı gibi, başka dinden
Arapları da (Hıristiyan) kapsayamaz. Oysa Filistin
sorunun çözümü, farklı din ve mezheplerden Arapları
ve Yahudi halkları birleştiren demokratik bir
devletle olabilir. Böylesine bir programa sahip
olmayanların gelecekleri nokta ya iki devletli
bir “çözüm”dür, ya da sadece Filistin’deki Arap
ve Müslümanlardan oluşan (Filistin’deki Yahudileri
ve Arap Hiristyanları kapsamayan) bir devlettir;
her ikisi de çözümsüzlüktür. Şu anda emperyalizmin
dayattığı ve El Fetih’in kabul ettiği iki devletli
çözüm bir aldatmacadır. Filistin topraklarının
%78’i Siyonist işgal altındayken ‘oluşacak Filistin
devleti’ göstermelik olmanın ötesinde bir anlam
taşımayacaktır. Bu nedenle Filistin sorununun
yakın bir gelecekte çözümlenebileceği düşünülmemelidir.
Filistin sorununun çözümü demokratik bir Filistin
içinde olabilir. Demokratik Filistin devleti,
Filistin’de yaşayan Yahudilerin ve farklı dinlere
mensup tüm Arapların birleşik mücadelesini ve
devletini ifade eder. Geçmişte El Fetih’in sahip
olduğu program, burjuva demokratik bir çözümü
ifade ediyordu. Bu Filistin ulusal sorununun burjuva
çözümüydü. Oysa Filistin sorununun bir başka ve
gerçek çözümü var: O da, Filistin’deki halkların
işçi ve emekçilerine dayanan birleşik, demokratik,
sosyalist bir Filistin devletinde ifadesini bulan
çözümdür.
BÖLGESEL DÜZENLEMEDE EMPERYALİZM AÇISINDAN
SORUNLU VE DÜZLENMESİ GEREKEN ÜLKELER:
IRAK:
Şüphesiz bu devletlerin başında Irak gelmekteydi.
Irak’ın önem kazanmasının üç nedeni üzerinde durulabilir:
a) Irak, İran devriminin gerçekleşmesinden sonra,
emperyalizm tarafından İslami devrimin bölgeye
yayılmasının başlıca barikatı haline getirilmişti.
Saddam Hüseyin emperyalizm adına İran’a savaş
açarak 8 yıl boyunca savaştı. Ve İran devriminin
durdurulmasında önemli bir işlev gördü. Bu süre
içerisinde emperyalizm Saddam’dan hiç bir yardımı
-kimyasal, biyolojik silahlar da dahil- esirgemedi.
Böylece Saddam’lı Irak, bölgenin önemli bir askeri
gücü haline geldi. Irak-İran savaşı başladığında
10 tümene sahip olan Irak, Ağustos 1988’de barış
imzalandığında 55 tümene sahipti. 1 milyon asker,
800’e yakın uçak, 5000’in üzerinde tank, kimyasal,
biyolojik silahlar ve yüzlerce füzeye sahip duruma
gelmişti. Bir anda Irak dünyanın sayılı askeri
güçleri arasına girdi. İran devrimi karşısında
bir savaş makinesi durumuna getirilen Irak’ın
misyonunu tamamlamasından sonra ihtiyaç kalmamıştı.
Hatta, bu düzeyde güçlü bir askeri güç emperyalizmin
bölgesel çıkarları açısından önemli bir potansiyel
tehlikeyi ifade ediyordu. Özellikle ABD’nin bölgedeki
en önemli müttefiki olan İsrail ve bölgedeki diğer
gerici güçler açısından önemli bir tehdit olarak
görülmekteydi. Dolayısıyla Irak’ın İsrail açısından
bir tehdit unsuru olmaktan çıkarılması, emperyalizm
açısından önemliydi. Irak’ın sahip olduğu Saddam
füzelerinin doğrudan doğruya İsrail’i vurabilecek
konumda olması bir an önce ortadan kaldırılmasının
da zeminini oluşturmaktaydı.
b) Irak-İran savaşı sonucunda Irak ekonomisi büyük
oranda tahrip olmuştu. Irak-İran savaşı öncesi
30 milyar dolar borcu olan Irak’ın, savaşın bitiminde
borcu 70-80 milyar dolara fırlamıştı. Irak böylesi
bir darboğaz içindeyken Kuveyt’in OPEC ülkeleri
olarak imzalanmış bütün antlaşmaları çiğneyerek
petrol üretimini artırma kararı, Irak’ın nefes
borularının kesilmesi anlamına geliyordu. Gelirlerinin
%90’nı petrole bağlı olan Irak, petrol gelirleri
düşünce, ‘ülkeyi imar’ edip borcunu ödeyebilme
bir yana, ancak borcunun faizini ödeyebilecek
hale geldi. Oysa İran’la sürdürdüğü 8 yıllık savaşın
derin izleri vardı. Milliyetçilik coşkusuyla ülkeyi
eski haline getirmesi olanaksızdı. Sonuçta bu
gelişmeler Irak devletinin Kuveyt’i işgaline ve
petrol üzerindeki etkinliğini artırmayla sonuçlandı.
c) Irak’ın SB ve ABD dışında Almanya ve Fransa
ile yakın ilişkileri vardı. Reel sosyalizmin yıkılmasıyla
değişen güç ilişkilerinde bölgenin petrol açısından
Suudi Arabistan’dan sonra en zengin petrol rezervlerine
sahip ülkesi Irak’tır. Ülkedeki tablonun ABD’ye
uygun şekilde düzenlenmek istenmesi “YDD”in ilk
provasının Irak’ta gerçekleşmesinin zeminini oluşturuyordu.
ABD emperyalizmi amaçlarını gerçekleştirmek doğrultusunda
BM kılıfını geçirerek Irak’a savaş açtı. Son ana
kadar askeri müdahaleye karşı çıkan Fransa son
anda savaşa girdi. Almanya ve Japonya ise askeri
müdahaleye girmediler ama müdahaleye ekonomik
olarak destek verdiler. Savaşla birlikte Irak
önce Kuveyt’ten çekildi sonra yenilgiyi ve savaş
tazminatı ödemeyi kabul etti. Ödenmesi istenen
tazminat Irak’ın sahip olduğu tüm petrollerin
25 yıl süreyle ABD ve müttefiklere çalışmasıyla
karşılanabilirdi.
Kuveyt’ten çekilmeye ve tazminat ödemeye mahkum
edilen Saddam yönetimi düşürülmedi. En başta ülkenin
güneyinde Şiiler ayaklanmıştı. Bunun yanı sıra
Türkiye Kürdistanı’nda da güçlü ve devrimci bir
Kürt hareketi bulunuyordu. Saddam’ın düşürülmesiyle
oluşabilecek boşlukta Şii radikalizmi ve bu anlamıyla
İran’ın bölgedeki konumu güçlenebilirdi. Devrimci
Kürt hareketinin, oluşan özerk bölgeyi ne düzeyde
etkileyebileceği de soru işaretliydi. Bu koşullarda
ABD emperyalizmi alternatif yaratamadığı için
Saddam’ı iktidarda tuttu ama politik gücünü önemli
ölçüde zayıflattı. Şii muhalefetini ezmesine izin
verirken Kuzeyde Kürt bölgesine girmesini engelleyerek
‘özerk bölge’ oluşturdu.
Savaş sürecinde Irak’ın güneyinde İran yanlısı
Şii ayaklanmaların gündeme gelmesi, Saddam’ın
ayakta tutulmasının nedenini oluşturmuştu; askeri
ve politik olarak beli kırılmış bir Saddam Şii
radikalizmine tercih edildi.
1991’den son işgale kadar geçen zaman diliminde
ABD açısından Irak’ın pozisyonu ciddi olarak değişmedi.
Yani hala azımsanmaması gereken bir askeri güç
ve çok uluslu tekellere (özellikle petrol tekelleri)
yeterli ölçüde açık olmayan bir pazar. ABD merkezli
ittifak güçlerinin Irak’a yönelik gerçekleştirdikleri
son işgal (2003) esas olarak bu noktaların çözümünü
hedefledi. Ama beklenmeyen bir şey daha vardı:
DİRENİŞ.
Savaşın başında Baas, İslami Sünni güçler ve komünistlerle
birlikte Şii’ler de aktif bir direniş gösterdiler.
İlerleyen süreç içinde Şii muhalefeti önemli ölçüde
denetim altına alındı. Şiilerin en güçlü lideri
Sistani’ye daha fazla pay verilerek susturuldu.
Kürtler ise emperyalizmin bölgesel düzenlemesine
dünden razıydılar…
Geçen 3 yıllık süre içinde yaygınlaşan direnişin
çeşitli sonuçları çıktı. En başta Bush ve ekibi
Amerikan halkı nezdinde inanırlığını büyük oranda
yitirdiler. Bir ay kadar önce Gallup araştırma
şirketinin yaptığı araştırmada Amerikan halkının
%64’nün Irak’tan alınanların verilenlere değmediğini
ve savaşın sürdürülmesinin doğru olmadığını belirtti.
Bir savaşın kaybedilmesinin ilk koşulu halk nezdinde
meşruluğunu yitirmesidir. Amerika’da yapılan kamuoyu
yoklamaları, Amerikan halkı açısından Irak savaşının
meşruluğunu yitirdiğini göstermektedir. Savaşın
devamıyla kayıpların artmasının yaratacağı meşruiyet
ve destek sorunu Bush ve ekibini daha da zorlayacaktır.
Direniş, öncelikle Irak ve bölge halkları açısından
emperyalist işgale karşı direnilebileceğini somut
olarak göstermiştir. Reel sosyalizmin yıkılmasından
sonra emperyalistlerin yaydıkları mit (kendilerine
karşı kimsenin direnemeyeceği) direniş sayesinde
yıkılmıştır. Irak ve bölge halkları açısından
bakıldığında moral ve kendine güven boyutu direnişten,
direnmeden yanadır. Bu da emperyalizm açısından
savaşın kaybedilmekte olduğunun açık göstergesidir.
Savaşın kaybedilmekte olduğunun bir başka göstergesi
de savaşan tarafların konumlarının değişmesidir.
Üç yıllık süre içinde direniş hem yayıldı ve hem
de merkezileşme eğilimi gösterdi. Kürt bölgesi
dışında işgalciler için güvenlikli hiçbir yer
kalmadı. Artık işgalci güçler zırhlı araçlar ve
hava desteği olmaksızın inlerinden çıkamıyorlar.
Direnişçiler açısından güven, emperyalistler açısından
korku egemen duruma gelmiştir
***
Irak direnişi kozmopolit bir yapıya sahiptir.
Direniş içinde Baasçılar, Siyasal İslam’ın farklı
renkleri ve komünistler bulunmaktadır; ama direnişin
ana gövdesini Basçılar ve siyasal İslamcılar oluşturmaktadır.
Bu gelecek açısından ciddi bir sorundur. Direnişe
öncülük edenlerin ideolojik ve sınıfsal konumları
emperyalizmle uzlaşmaya yatkındır. Şu anki işgale
karşıdırlar ama anti emperyalist değildirler.
***
İşgalciler açısından ciddi bir sorun bulunuyor:
İşgali olduğu gibi devam ettirmek her gün yeni
kayıpların olması, tüm desteklerini yitirmeleri
anlamına geliyor. Çekilmeleri ise hukuk diliyle
söyleyecek olursak bir emsal oluşturacak ve adına
“Yeni Dünya Düzeni dedikleri” projelerinin suya
düşmesi anlamına gelecek. Bunu savaşa katılsın,
katılmasın hiçbir emperyalist ülkenin istemeyeceği
açıktır.
SURİYE
Suriye; reel sosyalizmin yıkılmasından önce ilişkilerini
esas olarak -askeri, siyasi ve ticari anlamda-
Sovyetler Birliği ile yürütüyordu. SB’nin dışında
Fransa, Almanya ve Japonya gibi emperyalist ülkelerle
de ticari ilişkileri bulunuyordu.
Suriye devlet tekelleri dışında tekelciliğe bazı
sınırlamalarda bulunuyordu. Özel işletmelerde
belirli bir sınırın üzerinde (20) işçi çalıştırılması
yasaktı bu anlamıyla Suriye pazarı çok uluslu
tekellere büyük oranda kapalıydı.
Öte yandan Suriye; Siyonist İsrail’le komşuydu
ve onunla uzun zamandır savaş halindeydi. Golan
tepeleri işgal edilmişti. BM kararlarına rağmen
Siyonist İsrail devleti Golan’dan çekilmeyi reddediyordu.
Suriye; SB’nin de desteği ile Lübnan’ın bir kısmını
denetliyordu. Suriye’nin denetlediği bu bölge
zaman zaman ilerici ve devrimci güçler açısından
kısmen özerk bir alan oluşturuyordu. Filistin
devrimci hareketinin yanı sıra dünyanın bir çok
yerinden gelen devrimci güçler burada eğitim görebiliyorlardı.
Suriye, siyasal anlamda da ABD emperyalizmine
yakın duran bir ülke konumunda değil.
Kısacası ABD emperyalizmi açısından Suriye’de;
— Devlet tekellerinin tasfiye edilerek iç pazarın
çok uluslu tekellere açılması,
— İsrail’le olan ilişkilerinin İsrail açısından
tehdit oluşturmayacak bir duruma getirilmesi,
— Lübnan’ın bir kısmını denetlemesine bağlı olarak
dünyanın farklı yerlerinden gelen devrimci dinamiklerin
bu bölgeyi değerlendirmesinin önüne geçilmeliydi.
Bu nedenle SB’nin yıkılmasından sonra ABD emperyalizmi
tarafından şer ülkesi olarak ilan edildi ve tehdit
edilmeye başlandı.
SB’nin yıkılmasının ardından Suriye’de değişiklikler
yapılmaya/yaşanmaya başlandı. En başta tekelleşmenin
önündeki engeller kaldırıldı. Ancak bundan en
büyük payı ABD tekelleri değil, Fransız, Alman
ve Japon tekelleri yararlandı. ABD merkezli tekeller
açısından sorun devam ediyordu.
İkincisi, dayatmalar sonucu Lübnan’dan çekildi.
Bu arada Kürtlerle olan ilişkisini yeniden tanımlamak
durumunda kaldı. Esat yönetiminin hassas dengelere
oturması (Esat yönetimi esas olarak Nusayri Alevilerine
dayanıyor ancak Kürtlerden ve Hiristyanlardan
önemli bir destek alıyordu) Kürtlerle olan ilişkileri
belirliyordu.
Suriye’nin Golan tepeleri nedeniyle Siyonizm’le
olan sorunları ortada duruyor. Bu nedenlerle Suriye
ABD emperyalizmi açısından mutlaka düzlenmesi
gereken bir ülke durumundadır.
İRAN:
İran, 2500 yıllık devlet geleneğine sahip bölgenin
önemli bir aktörü olagelmiştir. Zengin petrol
ve doğalgaz kaynaklarına, önemli bir nüfus ve
askeri güce sahip bölgesel bir güçtür. Şah’ın
iktidarı döneminde ABD emperyalizminin bölgedeki
en önemli müttefiklerinden/ dayanaklarından biriydi.
1978 Şubat’ında Ayetullah Humeyni’nin başını çektiği
İran İslam devrimi bölgedeki taşları yerinden
oynattı. Bir yıl sonra SB’nin Afganistan’a girişi
ABD emperyalizminin bölgesel gücünü zayıflatan
gelişmelerdi. ABD emperyalizmi bu gelişmeler karşısında
Pakistan ve Türkiye’de darbeler tezgahladı; Afganistan’daki
mücahitlere önemli bir destek verdi ve İran’a
yönelik saldırılar düzenledi. Gerçekleşen saldırıların
başarısızlığa uğramasından sonra Irak’ı devreye
soktu. İran’a savaş dayatıldı ve savaş 8 yıl sürdü.
Savaşın sonlarına doğru İran, savaşın ilk yıllarının
aksine inisiyatifi ele geçirmeye başladı…
İran devriminin anti amerikancı karakteri, gerçekleşen
saldırılar ve Irak’ın emperyalizm adına İran’a
savaşı dayatması, bölge düzeyinde Şii radikalizminin
ABD emperyalizmine, Siyonizm’e ve kukla hükümetlere
karşı öfkesini şaha kaldırdı. İran’a yakınlığı
ile bilinen örgütlenmeler özellikle Lübnan’da
militan eylemler gerçekleştirirler.
Sonuçta, 1978 İslam devriminden sonra İran’ın
anti emperyalist olmasa da anti Amerikancı politikası
ağır basmıştır. ABD açısından bu bile İran’a girmek
için yeterlidir.
ABD emperyalizmi, Reel sosyalizmin yıkılmasından
sonra İran’ı, ilk olarak düzlenmesi gereken şer
odaklarından biri olarak göstermeye başladı. O
günden bu yana ABD emperyalizmi, İran’da doğrudan
kargaşalıklar yaratmaya çalıştı ya da son zamanlardaki
gibi nükleer enerjiyi bahane ederek tehdit etmeye
yöneldi.
Şüphesiz ABD emperyalizminin İran’a girmek istemesi
duygusal nedenlerden kaynaklanmıyor. ABD emperyalizminin
İran’a girmek istemesinin birkaç nedeni üzerinde
durulabilir:
Bu nedenlerin başında diğer emperyalist ülkelerin
(Özellikle Almanya, Fransa, Rusya ve Çin’in) İran’daki
etkinliğini kırmaktır.
İkinci olarak İran pazarı bölgenin en önemli pazarlarından
biridir ve bu büyük pazar büyük oranda ABD tekellerine
kapalıdır.
Üçüncüsü, İran zengin doğal kaynaklara sahip bir
ülkedir. Ve değişen dünya koşullarında bu zenginlik
ABD emperyalizminin iştahını kabartmaktadır. Zengin
petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olmasının
yanında Kafkaslardan sıcak denizlere yapılacak
sevkıyat konusunda da kilit bir noktada durmaktadır.
Dördüncüsü, İran bölgenin önemli politik aktörlerinden
biridir. 1978’lerden bu yana ülke içinde (etkisi
zaman zaman yükselip azalsa da) güçlü bir anti
amerikancılık bulunmaktadır. Bunun yanı sıra İran
devriminin bölgesel etkisi de ABD emperyalizminin
bölgesel çıkarlarına darbe indirmiştir. Özellikle
1980’li yılların başlarında Lübnan Hizbullah’ı
ve İslami Cihat’ı ABD emperyalizmi ve Siyonizme
güç anlar yaşatmışlardır. Şu anda da Şii nüfusunun
etkin olduğu yerlerde İran’ın siyasi etkisi azımsanmayacak
bir güce sahiptir.
Tüm bu etkenler ABD emperyalizmi açısından İran’ın
yeniden şekillenmesini zorunlu kılmaktadır. Ancak
İran, ne Irak’a benzer ne de Suriye’ye. Irak’tan
bile çıkamayan ABD’nin İran’a girebilmesi kolay
görülmemektedir.
En başta rakiplerini ikna etmesi ya da onlara
rağmen girmesi sorunu bulunuyor. İkna; politik
ve ekonomik çıkarların karşılanmasıdır. ABD emperyalizmi,
çok kolay olmasa da bunu bir noktaya kadar karşılayabilir?
Onlara rağmen girmesi ise kolay görünmemektedir.
Bilindiği gibi ABD, Irak’a rakiplerine rağmen
girdi ama karşılaştığı tablodan sonra onları ortak
etmeye (Türkiye’de yapılan GOP toplantılarında)
çalıştı; ama diğer emperyalistlerin buna sıcak
yaklaşmadıkları biliniyor. İran’da benzeri bir
tablonun ortaya çıkması kolay görülmüyor. Zira,
İran ‘pastası’, hem daha büyük hem de yutulması
daha zor bir ‘pasta’.
ABD emperyalizminin İran’a yönelik olası saldırısını
engelleyecek en önemli etken, İran’daki direnişin
Irak’a göre daha güçlü ve bölgesel bir boyut kazanabileceği
gerçeği durmaktadır. ABD emperyalizmi uzun bir
zamandır İran’da kendisinden yana güçlerle iç
karışıklık yaratma çabalarına rağmen, bunu başaramamıştır.
Kısacası emperyalizm açısından, bir yanda İran’ın
çıkarlarına uygun yeniden şekillendirilmesi zorunluluğu,
öte yanda ise bu şekillendirme girişiminin faturasının
çok ağır olma olasılığı duruyor.
SONUÇ
1. Emperyalizmin ve bölgemizdeki uşaklarının bölgemizi
çıkarları ekseninde yeniden düzenlemeye çalıştıkları
bir dönemde, bölgemizin devrimci ve komünist hareketi
tarihinin en geri dönemini yaşamaktadır.
Bölgemizdeki devrimci, komünist hareket geçmişte
bir iki istisna dışında SB ile yakın ilişkiler
halindeydi. Bu nedenle SB’nin 1991’deki yıkılışı
bu hareketleri ideolojik, politik ve örgütsel
olarak ciddi sorunlarla karşı karşıya bıraktı.
Reel sosyalizmin yıkılışının yarattığı boşluk
bölgemiz devrimci, komünist hareketlerinde iç
gerilimin artmasına ve politik etkilerinin zayıflamasına
neden olmuştur. Aynı dönemde TC’nin egemen olduğu
Coğrafyadaki devrimci sol hareket 12 Eylül, reel
sosyalizmin çöküşü, Kürt Hareketinin kırılışı
ve 19 Aralık sonrasında ciddi bir kırılma ve tasfiye
süreçleri yaşadı. Bölgemizde devrimci komünist
hareket geriye çekilirken Siyasal İslam ön plana
çıkmaya başladı. Coğrafyamızda ise bu durum 12
Eylül sürecinde yaşandı. Siyasal İslam’ın emperyalizm
tarafından önünün açılması, emperyalizmin “komünizmi
yeşil kuşakla sarmak” girişiminin yoğunlaştığı
1970’li yılların sonlarına rastlar.
Bu dönemden itibaren Siyasal İslam, geçmişte devrimcilerin
örgütlendikleri alanlarda hızla gelişmeye başladı.
Ancak siyasal İslam’ın kimi yerlerde yoksul tabana
oturmasıyla radikalleşmesi ve reel sosyalizmin
yıkılışından sonra özellikle ABD emperyalizmi
tarafından tasfiye edilmek istenmesi, anti Amerikancı
eğilimlerin gelişmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla bugün bölgemizdeki direnişin en önemli
gücü siyasal İslam tarafından temsil edilmektedir.
Şüphesiz bu durum, bölgemizdeki direniş açısından
önemli handikabı da oluşturmaktadır. Siyasal İslam’ın
ideolojik ve sınıfsal konumunda ifadesini bulan
gerilik, bölgemiz sorunlarına köklü çözüm üretemez.
İdeolojik ve sınıfsal konumundan bağımsız olarak
bugün Siyasal İslam’ın geliştirdiği direniş (Örneğin
Irak’ta) ABD emperyalizminin bölgesel düzenlemelerine
darbe vurmakla birlikte, geliştirdiği politikalar
sorunu çözmekten uzaktır.
2. Türkiye sol hareketinin önemli bir kısmı gerek
tarihsel nedenlerle ve gerekse de günümüzde yaşadıkları
ağır sorunlar nedeniyle bölgemizdeki gelişmeleri
kavramaktan ve buna uygun bir ilişki geliştirmekten
uzak konumdadır. Kemalist hareketin iktidara gelmesinden
sonra gündeme getirilen “harf devrimi”, hem coğrafyamızdaki
halkların kendi tarihlerinden ve hem de bölgemizdeki
halklarla olan ilişkilerinden kopmasını gündeme
getirmiştir.
Coğrafyamız halklarına dayatılan batıcılık, bölgemiz
halklarıyla olan ilişkilerin büyük oranda kopmasına
neden olmuştur. Devrimci, komünist hareketleri
de etkileyen bu kopuş, Enternasyonal’in önce yanlış
politikaları ve sonrasında dağılması, ardından
dünya komünist hareketinde yaşanan bölünmenin
etkisi… gibi etkenler bu kopukluğun tarihsel çerçevesini
gündeme getirmiştir.
1970’li yıllarda Filistin hareketiyle kurulan
ilişkiler önemli olmakla birlikte sorunu çözmede
yeterli olmamıştır. Türkiye solunun önemli bir
kısmı açısından Ortadoğu’daki devrimci hareket
belki de dünyada en az bilinen hareketler olmaya
devam etmiştir. Emperyalizmin bölgemize yönelik
müdahalesi gündeme geldiğinde devrimci, komünist
güçlerin hem iç sorunları ve hem de bölgemizdeki
devrimci komünist güçlerle olan kopuklulukları,
ortak bir direnişin örülmesini engellemiştir.
3. Bugün ve yakın bir gelecek için emperyalizme
karşı mücadele ve direnişlerin merkezlerinden
birisinin bölgemiz olacağını tüm gelişmeler gösteriyor.
Bölgemizin sahip olduğu zenginliğe rağmen, nüfusun
ezici bir çoğunluğunun ekonomik, sosyal ve siyasal
sorunlarının çözümlenememesi ve emperyalizmin
sömürüsünü artırmak doğrultusundaki kural tanımaz
saldırganlığı bölgemizi pimi çekilmiş bombaya
çevirmektedir. Tüm bu gerçekler bölge düzeyinde
devrimci bir direnişin nesnel koşullarını yaratmaktadır.
Ve yine bu durum, bölgemizdeki devrimcilere ve
komünistlere önemli yükümlülükler getirmektedir.
4. Bölgemiz Ortadoğu’daki devrimci komünist hareketlerin
şöylesi olumlu bir geleneği bulunuyor. Bölgedeki
bir çok devrimci ve komünist parti, belirli aralıklarla
bir araya gelmekte, bölgenin mevcut sorunlarını
tartışmakta ve çözümler üretmeye çalışmaktadırlar.
Bu tarz toplantılar günümüzde de devam ediyor.
Bölgemizdeki devrimci komünist güçleri tanımak
ve birlikte ne yapılabileceğini görmek açısından
bu toplantılar işlevsel olabilir.
5. Bölgemizdeki devrimci, komünist parti ve hareketlerle
hemen bir Enternasyonal kurmak zor olsa da, öncelikle
devrimci eksende direniş esas alınarak, bölgesel
düzeyde bir güç birliği yaratabilme zemini araştırmak
gerekiyor. Ondan sonra Enternasyonal hedefi konulmalıdır.
Özellikle ideolojik açıdan daha yakın olan kesimlerle,
daha uzun vadeli ve Enternasyonal merkezli ilişki
geliştirmenin zemini zorlanabilir.
|