Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

41. Sayı - Mayıs 2006

Bölgemizde yaşanan gelişmeler Emperyalizm tarafından dünyanın yeni güç dengesine uygun biçimde şekillendirilmesi istemiyle doğrudan bağlıdır. Bu şekillenmenin odak noktalarından birinde Ortaasya ve Ortadoğu bulunmaktadır. Emperyalizm, dünyanın yeni ilişkiler çerçevesinde düzenlemesine 1991’de Irak’la başladı; Balkanlar’la devam etti; Afganistan savaşıyla süreç Ortaasya’ya kaydırıldı; şimdi ise yeniden Ortadoğu’ya kaydırıldı. Ve öyle görünüyor ki önümüzdeki süreçte Ortaasya ve Ortadoğu dünya gündeminin birinci sırasında yer almaya devam edeceklerdir.
Bu bölgelerden Ortaasya 19 yy’ın sonu ve 20 yy başlarında topraklarının paylaşılması noktasında İngilizlerle Ruslar arasında yoğun çatışmalara neden oldu ve bunun sonucu bu iki gücün çöküşünü hazırladı. Sonrasında bölgeye egemen olan emperyalist güçlere (Fransa, ABD, Japonya, ...) yönelik anti emperyalist, anti feodal mücadeleler 1930’lardan 1980’lere kadar yükseliş seyri izledi ve emperyalizmin bölgedeki gücünü önemli ölçüde darbeledi.
Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra emperyalizm -ve özellikle ABD emperyalizmi- yaşadığı gerileme ve tıkanmayı bölgesel hamlelerle dengelemeyi hedeflemektedir. Son on beş yılda yoğunlaştırdığı hamlelerin ifadesi budur. Öncelikle dizayn edilmesi istenen bölgeler doğalgaz ve petrol konusunda dünyanın en zengin bölgeleridir. ABD’de Bush’un iktidara gelmesinden sonra saldırganlık daha da yoğunlaştı.
Bush’un iktidara gelmesinden sonra hazırlanan ve başına Dick Chaney’in getirildiği “Ulusal Enerji Raporu” ekonomik boyutta yapılmak istenenleri dile getirmektedir. Bunları üç cümle ile özetlemek mümkün: ABD ekonomisi esas olarak doğal gaz ve petrole dayanacaktır. ABD’deki doğal gaz ve petrol kaynakları yetersizdir. ABD ekonomisinin ihtiyaç duyduğu kaynakların denetlenmesi gereklidir.

ORTADOĞU
Ortadoğu’nun jeo-stratejik açıdan taşıdığı tarihsel önem, petrolün öneminin anlaşılmasından sonra daha da arttı ve bu konumuyla Ortadoğu, 19 ve 20.yy’da emperyalizmin iştahını en fazla kabartan bölgelerden biri haline geldi.
Emperyalist kapitalist ülke sanayilerinin petrole bağımlı bir şekilde geliştirilmesi, petrolün önemini artırdı ve petrol bölgelerinin denetim altına tutulması (ki Ortadoğu’daki petrol rezervi, dünyadaki tüm petrol rezervinin 2/3 ünü oluşturmaktadır. Sadece Suudi Arabistan’daki petrol miktarı, dünya petrol rezervinin ¼ ünü oluşturmaktadır) emperyalistler açısından yaşamsal önem taşımaya başladı. Emperyalistler, petrol bölgelerinin denetimini sağlayabilmek noktasında halkların uluslaşma süreçlerine müdahale ederek parçalamışlardır. Aynı dil, kültür, gelenek vb özelliklere sahip halkların ortak uluslaşmaları yerine onlarca devletin oluşturulması emperyalist çıkarların gereği olarak gündeme geldi.. 19. yy’da Ortadoğu’ya egemen olan İngilizlerin meşhur “böl, parçala, yönet” taktiğinin bu düzeyde işlediği ikinci bir coğrafya bulunmamaktadır. Bu acımasız taktik sonucunda, petrol kuyuları üzerinde aşiretsel yapay devletler oluşturulmuştur. Bugün Ortadoğu’daki halkların bölünmüşlüğünün boyutu ve var olan istikrarsızlığın tarihsel etkenleri burada yatmaktadır ve bunun sonucu Ortadoğu, 19 ve 20. yy’da huzur yüzü görmedi; 21. yy.’a da savaşlarla girdi. Emperyalizmin ve onun ileri karakolu İsrail Siyonizm’inin Filistin halkına yönelik katliamları ve Irak’a dayatılan savaş bunun açık göstergesidir.

Reel Sosyalizmin Yıkılmasından Sonra Emperyalizmin Ortadoğu Politikası

Emperyalizmin 1970’li yıllardan itibaren yeni bir sürece girdiği ve bu sürecin reel sosyalizmin yıkılmasıyla birlikte tamamlandığı genel kabul gören bir yaklaşımdır. Bu süreci adlandırma noktasında önemli farklılıklar bulunsa da, girilen sürecin öncekilerden farklı olduğu tartışma götürmeyen bir durumdur.
Reel sosyalizmin yıkılmasıyla dünya hakimiyetini ilan eden emperyalizm, bölgemize yönelik yeni düzenlemelere girmekte gecikmedi. Emperyalizmin yeni düzenlemeleri, reel sosyalist ülkelerin hızla kapitalizme geçişlerini sağlamak, onun etkisinde olan bölge ülkelerin pazarlarını emperyalist tekellere açmak, onların boşalttıkları siyasal boşluğu doldurmak ve devrimci dinamikleri söndürmek olarak ifade edilebilir.
ABD tarafından resmen açıklanmış olan Ortadoğu düzenlemesi 6 Şubat 1991’de ABD temsilciler Meclisi Dış komitesinde şu ilkeleri dile getirmişti:
1. Yeni güvenlik düzenlemeleri
2. Silahlanmanın denetlenmesi
3. Ekonomik işbirliği
4. İsrail-Filistin-Arap anlaşmazlığının çözümü bölgedeki ABD inisiyatifine yol gösterecekti.
Yeni güvenlik düzenlemeleri ABD emperyalizminin ‘Amerikan barışı’nın (Pax Americano) işlevsellik kazanması açısından Ortadoğu coğrafyasındaki ‘istikrarın’ sağlanması gerekmektedir. ‘İstikrar’ın da yapılandırılması ve koruyuculuğunu ise ABD, İsrail, TC ittifakı üstlenmiştir. ABD’nin emperyalizminin saldırganlığı tüm çıplaklığıyla ortadayken, TC’nin Kürt, Siyonizm’in de Filistin mücadelesi karşısındaki vahşi tutumu, nasıl bir güvenlik düzenlemesi olacağını gösterdi, gösteriyor
Silahların denetlenmesi sorunu, nükleer silahların, biyolojik ve kimyasal silahların bölge ülkelerin eline geçmesinin önlenmesidir. Şüphesiz ki bu, dost ülkeler için geçerli değildir. Örneğin, İsrail bundan muaftır. İsrail dost güç olduğu için kendi güvenliğini sağlamak doğrultusunda nükleer ya da kimyasal başlıklı silahları üretebilir ve geliştirebilir.
1991’lerden bu yana müdahale edilmek istenen her ülke ile ilgili şu sözleri sık duymaktayız: “nükleer, biyolojik, kimyasal silahlar yapıyorlar”. Suçlanan ülke yapılmadığını belirttiği anda da “o zaman denetim için ya izin verin ya da karışmayız” denilmektedir. Böylece bu ülkeler baskı altına alınmakta ve olası saldırı meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Ekonomik işbirliği: Ekonomik işbirliği, bir yandan kapitalizme yeni geçmeye başlayan eski reel sosyalist ülkelerdeki pazarların ele geçirilmesi, öte yanda pazarlarını uluslararası sermayeye yeterli ölçüde açmayan Irak, İran ve Suriye gibi ülkelerin gerektiğinde güç kullanılarak hizaya getirilmesi ve pazarlarını uluslararası sermayeye açması sağlanacaktır.
İsrail-Filistin, Arap anlaşmazlığının çözümü bölgedeki ABD inisiyatifine yol gösterecekti: Aslında bu, sadece İsrail, Filistin, Arap sorununun çözümü değildir, resmi belgede yer almasa da Kürt sorununu da içermektedir.
Benzeri projeler NATO’nun 1997 Toplantısında da gündeme getirildi.
Emperyalistlerin ortak kılıcı olan NATO’nun, 1997’de Londra’da gerçekleştirdiği toplantıda Ortadoğu’yu ilgilendiren çeşitli kararlar almıştır. Bu kararlar şöyle özetlenebilir:
— Önümüzdeki süreçlerde emperyalistlerin olası bir krizini engellemek doğrultusunda petrol rezervlerini kontrol edilmesi. Petrol rezervleri demek Ortadoğu demekle eş anlamlıdır. Zira dünya petrollerinin %65’i Ortadoğu’dadır.
— Ortadoğu ve Latin Amerika’da uç vereceği düşünülen devrimci dinamiklerin bastırılması.
— ‘Öngörülebilir bir gelecekte’ Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkeler AB ve ABD için tehlike olarak görüldüğünden bunların çevrelenmesi ve özellikle de Çin’in önünün kesilmesi. Bu nedenle en geç 2020 yılına kadar NATO’nun Kafkaslar, Ortadoğu ve Ortaasya’ya yerleşmesi hedefi konuldu.
— NATO ‘Dijital terör’ü de yeni tehdit olarak algılamaya başladı. Bu nedenle NATO dünyadaki tüm iletişim kanallarını ve Internet ağının çok daha sıkı denetlenmesi, şifre ve güvelik sistemlerinin geliştirilmesi görevini tüm Batılı ülkelerin önüne koymuştur.

EMPERYALİZMİN BÖLGESEL DÜZENLEMESİNDE TC’NİN ROLÜ VE KONUMU
TC’nin 1980’lerle birlikte bölgede aktif bir politika izlemeye çalıştığı görülmektedir. Reel sosyalizmin yıkılmasıyla bu politika daha da aktifleşerek devam etmiştir. Bu politika “ulusal çıkarımızı olumsuz etkileyebilecek her gelişmeye sınırlarımızın ötesinde de olsa müdahale etmeliyiz” söylemleriyle güncellik kazanmaktadır. Bunun anlamı, TC’nin 1980’lerden itibaren, iç ve dış gelişmelerin sonucu olarak geleneksel dış politikasını terk ettiğidir. TC’nin geleneksel politikası ‘Yurtta sulh (barış), dünyada sulh (barış)’tır. Geleneksel politikada yer alan yurtta sulh, başta Kürt ulusal sorununun, ulusal azınlıkların, işçi ve emekçi sınıfların sorunlarının zor kullanılarak bastırılması ve inkar edilmesi üzerine kurulu bir sulh (barış)tır. TC’nin egemen olduğu coğrafyada kaynaşmış tek ulus, tek sınıf vurgusu bunu ifade eder. Dış politika alanındaki sulh ise, en başta bölge ülkelerinin var olan statükoya uymalarını istemektir.

TC’’nin Dış Politikasını Değiştirmesinde Dış Etkenler
TC’nin dış politikasını değiştirmesinde dış etken olarak üç önemli gelişme yaşanmıştır: 1978 İran İslam devrimi, 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a girmesi ve reel sosyalizmin yıkılışıdır.
İslam devrimi öncesinde İran, Siyonist İsrail ve TC ile birlikte emperyalizmin Ortadoğu’daki en önemli müttefikiydi. Bu dönemde emperyalizm, TC’ye bölgede emperyalizm adına daha çok ekonomik sızma görevi verirken, İsrail ve İran’a denetim ve müdahale işlevi yüklemiştir. İran İslam Devrimi, Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yi devirerek ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarına önemli bir darbe indirmiştir.
Bir yıl sonra SB’nin Afganistan’a girmesi emperyalizm açısından bölgesel dengeyi iyice sarstı. Yaşanan bu iki gelişme karşısında emperyalizm, durumu dengelemek doğrultusunda Pakistan ve Türkiye’de askeri darbeler tezgahladı, olası yeni kopuşları engellemek doğrultusunda TC’yi bölgesel vurucu bir güç haline getirmeyi hedefledi. İran’dan boşalan yerin TC ile doldurulması hedeflendi. Bu konsept çerçevesinde TC, uluslararası role soyunmaya başladı. Yeni konsept çerçevesinde Balkanlar, Kafkaslar ve Ortaasya’daki Türki Cumhuriyetlere yönelik aktif bir politika izlemeye başladı. Özellikle 1980’li yılların ortalarında Bulgaristan’daki Türk sorununu kaşıdıktan sonra, Sovyetler Birliğinde açıklık ve yeniden yapılanmayla birlikte çevre ulusların (özellikle Azerbaycan ve Orta Asya’daki Türki cumhuriyetlerin) SB ile sorunlarının artmasıyla TC, bu ülkelerin merkezden kopmalarını kışkırtan aktif bir dış politika izlemiştir.

***
Reel sosyalizmin çözülüp yıkılması, bölgede paylaşılmamış yeni pazar ve siyasal hegemonya alanlarının ortaya çıkması anlamına geliyordu. Emperyalizm başta eski SB’ni oluşturan ülkeler olmak üzere, bölgede yer alan ve SB ile yakın ilişkiler içinde olan ülkelerdeki (Irak, Filistin, Suriye, Güney Yemen) durumunu yeniden düzenlemeyi hedefliyordu. Bu çerçevede TC’ye yeni roller biçildi. Buna göre TC, bu ülkelerin hızla kapitalizme geçişlerinde emperyalizmin taşeronu işlevini üstlenecekti. İkinci olarak, bölgedeki gelişmelere doğrudan müdahale edebilecek askeri bir yapılanmaya girmeliydi. İç savaşa göre oluşturulmuş bir orduyla bu işlevi yerine getiremeyeceği için hareketli ve modern bir yapıya kavuşturulmalıydı. 1990’ların başında buna uygun gelişmeler yaşanmaya başlandı.
TC’nin dış politikasını değiştirmesinde, 24 Ocak 1980’le birlikte izlenmeye başlayan neo-liberal politikalar da etkili olmuştur.

TC’nin Dış Politikasını Değiştirmesinde Bir Başka Temel Etken de Neo liberal
Ekonomik Politikalardır

Yazılarımızda sık sık 24 Ocak ve bunun siyasal üst yapısını oluşturan 12 Eylül’le birlikte TC’nin yeni bir ekonomik politika (neo liberal bir ekonomik politika) izlediğine ve bu politikanın gerekleri çerçevesinde de dış politikasında daha aktif ve saldırgan bir dış politika izlediğine ilişkin atıfta bulunuyoruz.
İthal ikameci sanayileşme modelinin 1970’li yılların sonlarına doğru tıkanması emperyalizm ve işbirlikçi sermayede yeni arayışları gündeme getirmiş ve ihracata dayalı bir politika, ithal ikameci sanayileşme politikanın yerine ikame edilmiştir. 24 Ocak 1980’de dayatılan yeni politikaya göre: İhracata dayalı ekonomi politikalarının geliştirilmesinin temel alındığı uygulamaların ana noktası, gümrük engellerinin kaldırılması, ihracatın teşvik edilmesi, döviz kurlarının serbest bırakılması, vergilerin düşürülmesi ve kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi gibi düzenlemeler temel vurgular oldu.
Daha önceleri emperyalizm tarafından Arjantin, Şili, Güney Kore, ... gibi ülkelere dayatılan bu model, sınıf hareketinin ve devrimci muhalefetinin bastırılması halinde uygulanabilecekti. Çünkü ihracata dayalı büyüme, yoğun emek süreçlerine dayanır ve bu süreçte sermaye birikimi ve büyüme emek üzerindeki baskıları artırır. Buna bağlı olarak işçi ve emekçiler üzerindeki baskılar daha da artırılır. Emperyalist sermaye dışa dönük ihracatı temel alan programla daralan dünya ticaretinin önünü açmak ve bizim gibi bağımlı ülkelerin pazarından pay almayı amaçlamaktadır. Böylece ihraç mallarını daha da ucuzlaştırarak emperyalist ülkelerdeki ücret taleplerini gerileterek, işçi sınıfının ekonomik yönde gelişen mücadelesinin önüne geçmeye çalışır. Bağımlı ülkelerde neo liberal ekonomik programların askeri faşist cuntalarla yaşama geçirilmesinin anlamı budur. Türkiye’de de, 24 Ocak 1980 ile dayatılmış ve 12 Eylül’le birlikte fiilen yaşam bulmuştur.
Bu çerçevede Türkiye ekonomisi, hızla dünya pazarlarına açılmıştır.
Küreselleşme ile birlikte emperyalist tekeller, sömürülerini katmerleştirmek doğrultusunda sermaye birikimlerini himayelerine alırlar; daha ucuz iş gücüyle az maliyetle üretim yapmayı amaçlarlar. Bunun anlamı hammaddelerin yoğun, ücretlerin ise düşük olduğu alanlarda üretim yapmalarıdır. Bu yeni sömürgecilik ilişkilerinin derinleştirilmesidir. 1945-70’lerde uygulanan politikadan temel farkı üretim sürecinin parçalanması ve her parçanın en uygun ülkede üretilmesidir. Daha önceleri malın tümü işgücünün ucuz ve hammaddelerin yoğun olduğu ülkede yapılırken, şimdi aynı ürünün farklı parçaları farklı ülkelerde üretilebilmektedir. Bu anlamıyla dünyadaki ekonomik sisteme entegre olmak, uluslar arası emperyalist tekellerin ülkemizdeki sömürülerinin derinleştirilmesini istemek demektir. Küreselleşmeyle birlikte tekellerin zenginliğinin, işçi ve emekçilerin derinleştirilen yoksullaştırılmalarıyla paralellik gösterdiğini tüm veriler gösteriyor. Son yıllarda gündeme getirilen GATT anlaşması, Tahkim Yasası ve Gümrük anlaşması emperyalist tekellerin sömürüsünün önündeki engellerin kaldırılmasını ifade etmektedir.

***
1980’lerle birlikte uygulanan ekonomik politika nedeniyle dışa açılım yapabilecek büyük tekeller dışındaki kesimler, konumlarını hızla yitirdiler. Yatırımlardaki düşüşler ve üretim alanında emperyalist tekellerle rekabet edilememesi, tekstil-inşaat-turizm sektörlerin teşvikini gündeme getirdi. Tekstil alanında ihracata konu olan mamul mallar küçük ve orta boy işletmelerce (KOBİ) fason imal edildi ve buna devlet teşviki verildi.
***
İhracata yönelik politika 1989-90’lara gelindiğinde sınırlarına geldi. Bu dönemde Türkiye ekonomisi durgunluğa girdi. Dışa açılma politikası sadece sanayi alanında değil, finans ve kambiyo hizmetlerinde de başladı. Türkiye ulusal mali piyasalarını dünya finans sistemine entegre edecek bir biçimde ödemeler dengesi ve sermaye hareketleri önündeki tüm kısıtlamaları kaldırarak kambiyo rejimini serbestleştirdi.
Türkiye ekonomisinin tıkandığı süreçlerde onu rahatlatacak iki gelişme yaşandı. Birincisi reel sosyalizm yıkıldı. İkincisi Arap ülkeleriyle yeni ilişkiler geliştirildi. Özellikle reel sosyalizmin yıkılması tekelci sermayenin ayaklarının dibine serilen büyük bir fırsattı. Yıkılan reel sosyalist ülkelerle olan tarihi bağlar çıkış noktası yapılarak bu ülkelerin kapitalist ekonomiye açılmaları, bu ülkelerdeki ucuz hammaddeler, tüketim pazarları ve ucuz işgücü, bavul ticareti gibi gelişmeler önemli fırsatlardı. Aynı dönemde ‘Müslüman ülkelerle’ de önemli bir ilişki geliştirdi. Böylece işbirlikçi tekelci sermayenin dışa açılması ve emperyalizmle yeni ilişkilere uygun şekilde entegre olma süreci gündeme geldi. O günden bu yana izlenilen bu politika tüm hükümetlerin ortak programıdır. Bu programın karşısında olmak tekelci talanın önünü kesmek anlamına gelir ki, hiç bir hükümetin bunu yapabilecek gücü yoktur.
***
Görülebileceği gibi TC, gerek emperyalizmin ve gerekse Türkiye işbirlikçi tekelci burjuvazisinin beklentilerini karşılamak doğrultusunda aktif, saldırgan bir dış politika izlemeye başlamıştır. Başlangıç olarak Özal’da ifadesini bulan bu politikada Özal, ABD’nin bölgedeki istemleriyle işbirlikçi tekelci sermayenin istemlerini örtüştürmeye çalışacak bir dış politikaya önem veriyordu. Bu nedenle de sürecin ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda devletin yeniden yapılandırılmasını istiyordu. Bu çerçevede devletin ‘demokratikleşmesi’, ‘Kürt sorunu’ ve ordunun modernizasyonu konuları tartıştırarak sürecin ihtiyaçlarına tekelci sermaye cephesinden çözmeye çalışıyordu. Bu ara başlığı bitirmeden bir küçük parantez açalım: Özal’la başlayan bu politika sonraki hükümetlerin de politikasıdır. Örneğin 2003’lerde Irak’a yönelik saldırı gündemdeyken dönemin başbakanı, bugünün dışişleri bakanı Abdullah Gül şunları söylüyordu: “Türkiye’nin potansiyeli resmi sınırlarıyla sınırlanmış değildir. Türkiye’nin etkinliği, çıkarları kendi sınırlarını çok aşmaktadır... Oradaki petrolden Türkiye hakkını hukuki bir düzen içerisinde alacaktır... Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya bizi yakından ilgilendirir. Türkiye Anadolu’ya hapsedilemez.!” (vurgular bizim)(Evrensel gazetesi 23 Ağustos, 2003)

Ordunun Yeniden Yapılandırılması:
1984’lerde Kürt ulusal hareketinin yükselttiği mücadele ve 1990’ların başında yaşanan Irak savaşı, iç savaşa göre örgütlenmiş Türk Silahlı Kuvvetlerinin, hareketli savaş ve bölgede yaşanabilecek gelişmeler karşısında emperyalizmin istemlerini yerine getiremeyeceği ortaya çıkmıştı. Bu aşamadan itibaren ordunun modernizasyonu ile hareketli ve profesyonel orduya geçiş süreci başlatılmıştır. Bu çerçevede askerliğin süresinin azaltılması, ordunun ana çekirdeğin hareketli ve profesyonel hale getirilmesi, geri kalan kısmının daha çok lojistik vd. alanlarda değerlendirilmesine yönelik çalışmalara başlanmıştır.
Ordunun modernizasyonunu sağlamak doğrultusunda, son model helikopterler, tanklar ve diğer teknik araçlar alınmıştır, alınmaya devam edilmektedir. TSK’nin modernizasyonu için 2025 yılına kadar 150 milyar dolar tutarında bir harcama yapılacağı ilan edildi.
TSK’nin hareket kabiliyetinin artırılması ve profesyonelleştirilmesi doğrultusunda İsrail’le olan ilişkilerini hızla geliştirmiştir. Bu ilişkilerin kısa bir kronolojisini vermekte yarar var:
“22 Şubat 1996 Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması, 28 Ağustos 1996 Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması.
Askeri anlaşmaların kapsadığı işbirliği konuları şunlardır:
a- Askeri eğitim alanında karşılıklı bilgi ve deneyimlerin değişimi, b-Askeri akademiler ve karargahlar arası karşılıklı ziyaretlerin yapılması,
c- Savaş gemilerinin karşılıklı “ziyareti”,
d-Askeri, sosyal ve kültürel alanlarda bilgi ve personel değişimi ile askeri tarih ve arşiv konularında işbirliği,
e- Ortak eğitim yapılması.
Bu arada iki ülke arasında istihbarat konusundaki işbirliği, iki ülke donanmalarının Akdeniz’de ortak tatbikat düzenlemeleri, İsrail savaş uçaklarının Türk hava sahasını kullanması olarak ortaya çıkan anlaşma, iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik derinliğini göstermektedir.”
Şubat 1996’da Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’le İsrail Savunma Bakanı arasında imzalanan “savunma işbirliği” anlaşmasıyla gerçek anlamda stratejik boyuta gelmiştir. Ki bu aynı zamanda ordunun ABD emirlerini yerine getirmekte aldığı inisiyatifi göstermesi bakımından da ilginç bir anlaşmadır. Anlaşmada aslında Türkiye Milli Savunma Bakanı’nın imzası olması gerekirken maddelerin içeriği hükümete bile bildirilmemiş ve daha sonra Ocak 1998’de yapılan Türk-İsrail ortak tatbikatı da tamamen ordunun inisiyatifiyle gerçekleştirilmiştir. Öyle ki, dönemin Savunma Bakanı Çakmakoğlu, “İsrail’le yapılan anlaşmaların tümü gizli, gizlilik dereceli anlaşmalar olup TBMM’nin onayına sunulmamıştır” diyerek bu durumu kabullenmiştir.
1996 yılında imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği çerçevesinde askeri ve savunma amaçlı ortak sanayi üretiminde bulunmaları ve bu doğrultuda ortak araştırmalar yapmaları kararlaştırılmıştır. Bu anlaşma uyarınca İsrail’den Türkiye’ye füzeler, erken uyarı sistemleri, plastik ve konvansiyonel mayınları belirleyen radar sistemleri ve askeri mühimmat satışı gerçekleştirilmiştir.
Yine Türkiye, 1998’de İsrail’den Popeye 1 füzelerinden 100 adet almış, İsrail Türkiye’nin yirmi beş yıllık süre için yapacağı 150 milyar dolarlık askeri modernizasyon programına dahil bazı önemli ihaleleri de kazanmıştır. Türk F-4 savaş uçaklarının modernizasyonunu öngören 670 milyon dolarlık proje işin diğer bir yanını göstermektedir. Yine buna benzer bir anlaşma ile 170 adet M-60 A-1 tank modernizasyonu için Mart 2002’de 668 milyon dolarlık ihale İsrail’in IMI şirketine verilmiştir.” (Sosyalist Barikat sayı:38)
Modern teçhizatlarla donatılmış, hareketli, profesyonel bir kontra ordusu oluşturmakta belirli bir mesafe kat etmiştir. Kürt ulusal hareketine karşı yürüttüğü savaşın yanında Somali, Bosna, Kosova ve son olarak Afganistan’da üstlendiği rol emperyalistlere güven vermektedir. Irak savaşında ona rol verilmemiş olması Kürt sorunuyla bağlantılıdır.

Devletin ‘Demokratikleşmesi’ ve Kürt Sorunu
1990’lı yılların başlarında ABD dışişleri bakanı olan James Backer bizzat Özal’a: “Türkiye’nin bölgede ‘demokrasiyle, serbest piyasa ekonomisiyle ve laik devlet yönetimiyle’ model oluşturmasını arzuladığını” belirtiyordu.
Özal ve çevresinin 2. Cumhuriyet söylemi bu role soyunmanın adıdır. Özal TC’nin emperyalizmin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin bölgesel rolünü oynayabilmesi için devletin dünyadaki gelişmelere uygun yeniden yapılandırılmasını istiyordu. Bu politikanın esası iç muhalefeti ‘demokratik’ zeminlerle zayıflatarak dışta daha güçlü rol almasını sağlamak olarak okunabilir. Bu istem tamamıyla emperyalizmin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin istem ve özlemlerini dile getiren bir seçenekti.
Emperyalizmin ifade ettiği serbest piyasa ekonomisini TC, 24 Ocak 1980’den itibaren yaşama geçiriyordu. Bu konuda emperyalizm açısından bir sorun yoktu. Monotarist Şikago okuluna mensup Özal, bu politikanın mimarlarından biriydi. Özal diğer istemleri de (‘demokrasi’ ve ‘laiklik’) yerine getirmek istiyordu. Bunun sonucunda direnç noktalarıyla karşılaştı. Direnç noktası siyasal İslam’a ilişkin olmaktan çok Kürt sorunuyla ilgiliydi.
Türkiye’de esas itibarıyla siyasal İslam hiçbir zaman için sistemin dışına çıkmadı. Milli Nizam partisinden, Milli Selamet’e, Saadet Partisi’nden AKP’ye kadar tüm ‘İslami partiler’ sistem dışına taşma olasılığı olan İslami tepkiyi sistem içine çekmişlerdir. 12 Eylül sonrası süreçte devrimcilerden boşalan yoksul, emekçi semtlerinin devlet eliyle siyasal İslam’a nasıl açtığı biliniyor. Emperyalizmin de, komünizmin yeşil kuşakla sarmalanması doğrultusunda siyasal İslam’ın önünü açtığı biliniyor. Ayrıca Türkiye’de Hizbullah Kürt mücadelesine karşı benzeri bir işlev oynadı.
Esas sorun Kürt sorununda düğümleniyordu. TC’nin dış politikada emperyalizmle en ciddi sorunu Kürt sorunudur. Kürt sorunu konusunda emperyalizmin uzun vadeli çıkarlarıyla TC’nin istemleri birebir çakışmamaktadır. Emperyalizm, uzun vadede Ortadoğu’nun en önemli ve karmaşık sorununu kendi çıkarları temelinde çözmek istiyor. Bu sorunun kısmen de olsa çözümlenebilmesi, Kürt ulusunun çeşitli haklarını iade etmekten geçiyor: dilini, kültürünü kullanması ve geliştirmesi ile topraklarındaki zenginliklerden yararlandırmasıyla bağlantılıdır. Oysa Kürdistan’ın çeşitli parçalarını elinde tutan devletler -bunların başında TC gelmektedir- en geri çözümü bile “ulusal çıkar”larının zedelenmesi olarak görmektedirler.
Emperyalizm Kürt sorununu çıkarlarına uygun bir tarzda çözmek istiyordu. Bunu siyasal boyutta ifade ederken Türkiye’deki Kürtlere kültürel özerklik, Irak Kürdistan’ındaki Kürtlere de otonomi olarak ifade ediyordu. Ortadoğu’yu kendi çıkarları ekseninde ‘YDD’ ne bağlamak isteyen ABD emperyalizmi, 1991 koşullarında bu düzenlemeyi yaşama geçirme olanağına sahip değildi. 1991 Körfez savaşında emperyalizm Şiilerin gösterdiği performans nedeniyle (İran’ın bölgedeki gücünün artması olasılığı karşısında) Saddam Hüseyin’i kanatları kırılmış bir tarzda iktidarda tuttu. Aynı dönemde Türkiye Kürdistan’ındaki hareketin duruşu ve tuttuğu yer de, önemli bir direnç noktası oluşturmaktaydı. Ayrıca, TC’nin geleneksel politikası da tüm ağırlığıyla kendini hissettiriyordu.
Bu aşamadan itibaren emperyalizmin Kürt politikası çizilen çerçeveye uygun tarzda geliştirildi. 1991 Irak savaşından sonra 36. paralel kırmızı hat ilan edildi ve Saddam güçlerinin bunu aşmalarını engelledi. Kısacası, Irak Kürdistanı, Saddam hükümranlığının dışında bırakıldı.
Aynı dönemde PKK’nin önderliğini çektiği Kürt ulusal hareketi, özgür, demokratik ve sosyalist bir Kürdistan mücadelesi veriyordu. Kürt hareketi açısından 1990’ların başı kritik bir süreçti. 84’te gerçekleştirilen atılım, Kürt halkında önemli yankısını buldu. Birkaç yıl içinde Kürt hareketi kırsal alanda askeri anlamda ulaşabileceği en iyi noktayı yakaladı. 1989’larda serhıldanlar başlamasına karşın, ideolojik, politik ve önderlik zaafları nedeniyle geliştirilemedi.
1990’ların başlarında gündeme getirilen ‘bir avuç kurtarılmış vatan toprağı’ politikasının ağır sonuçları Kürt hareketini bir yol ayırımına getirdi. Türkiye devrimci hareketinin yaşadığı sorunlar nedeniyle ikinci bir cephe açamayışı, kırsal alanda sıkışan savaşın serhıldanlarla şehirlere taşınamaması ve aynı dönemde reel sosyalizmin çöküşü Kürt hareketinin sorunlarını iyice ağırlaştırmıştı. İlk defa bu dönemde taktik düzlemde siyasal çözüm dillendirilmeye başlandı.
Aynı dönemde kendini emperyalizmin yeni politikalarına göre düzenlemeye çalışan Özal, silahlı mücadele dışındaki çözümlerin tartışılması gerektiğini belirtti. Böylece belki de TC tarihinde ilk kez geleneksel politikanın dışında yeni arayışlara gidildi. Özal, Kürtlerle yürüttüğü yoğun bir savaştan sonra dil ve kültürel haklar konusunda adım atılmasının gerektiğini söylüyor ve Kürt sorunu noktasında devletin yeniden revizyonunu istiyordu. Şüphesiz Özal’ın bu istemi Kürtleri sevdiğinden kaynaklanmıyordu. Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra böylesi bir açılımın TC’nin bölgesel duruşu ve açılımı açısından güç kazandıracağını düşünüyordu. Ancak Özal tasfiye edildi.
Özal sonrasında devletin kullandığı tüm şiddet yöntemlerine karşın PKK’nin ayakta durabilmesi ve hatta gelişmesi sorununun burjuva cephede yeniden tartışılmasına neden oldu. Emekli generaller ve kimi parlamenterlerle başlatılan tartışma, burjuva cephesinde giderek yaygınlaşmaya başlamıştı. SHP’nin hazırladığı rapor, Yeni Demokrasi Hareketi (YDH)’nın radikal tavrı, Refah’ın Kürt raporu, TOBB’un Kürt raporu, TÜSİAD’ın Kürt Raporu, Sabancı’nın Kürt raporu… Bu raporlarda dilendirilen yaklaşımların ana eksenini Bask modeli oluşturmaktaydı. ( )
İşbirlikçi tekelci sermaye bununla yetinmedi; en has adamlarından birine parti kurdurtarak (Cem Boyner önderliğinde Yeni Demokrasi Hareketini -YDH-) soruna müdahale etmeye çalıştı. Ancak, savaşın Çiller-İnönü zamanında tırmandırılması milliyetçilik rüzgarını arkasına alan ve daha çok savaş ağalarına dayanan geleneksel politikanın galibiyetiyle sonuçlandı.
Emperyalizmin baskısı ve çözümsüzlüğün derinleştirdiği sorunlar yeni arayışları kaçınılmaz kılıyordu. Ancak arayışların karşılık bulması savaşın geriletilmesine bağlıydı. Emperyalizm-işbirlikçi tekelci sermaye ortaklığında Öcalan bilinen komployla Türkiye’ye teslim edildi.
Bunun karşılığında TC’den Kürt sorunu konusunda adım atılmasını dayattı. TC göstermelik birkaç adım attı. ‘Avrupa ile uyum’ ve ‘keskin demokrasi söylemleri altında Dil yasası ve İdamların kalkması yasallaştı.
Kürt hareketinin liderinin yakalanıp TC’ye teslim edilmesinden sonra, ideolojik ve politik alanda ciddi bir kırılma yaşadı. Bu aşamadan itibaren bağımsız Kürdistan istemlerinden vazgeçildi, Kürt sorunu ‘Demokratik Cumhuriyet’ içinde dil ve kültür sorununa indirgendi. Yani emperyalizmin bölge politikası açısından kabul edilebilir bir noktaya getirildi.

***

Kürt sorununun çözümü konusunda emperyalizmle TC’nin aynı düşünmediğini yukarıda belirttik. Emperyalizm Kürtleri arkasına alarak bölgesel projelerini gerçekleştirmek istiyor. Bunun için Irak Kürdistanı için özerklik, Türkiye Kürdistanı için kültürel özerkliği savunuyor. TC ise geleneksel politikasında (inkar ve imha) ısrar ediyor. 2003’te ABD’nin başını çektiği koalisyon güçlerinin Irak’a saldırmasından sonra bu yaklaşım farklılığı daha net görüldü. Bu savaşta ABD emperyalizminin TC’nin savaşa fiili olarak katılmasını istememesinin nedeni Kürt sorunuydu.
Barzani ve Talabani ABD’nin çözümüne dünden razıydı. Zaten Irak Kürdistanı 1990’ların başındaki savaşla birlikte fiilen özerk konumdaydılar. Savaş, onların konumunu güçlendireceğinden sonuna kadar savaştan yanaydılar. PKK ise doğrudan savaşın taraftarı olmasa da, savaşa da karşı çıkmadı. ‘mevcut statüko savunulamaz’, ‘savaşı engelleme durumumuz da yok’ diyerek savaştan yararlanabileceğini düşündü. ‘İki arada bir derede’ politikası, Osman Öcalan’ın başını çektiği bölünmenin yaşanmasını gündeme getirdi. Osman Öcalan doğrudan ABD’nin yanında, ABD projelerinin bir parçası olarak yer almayı talep etti ve ayrıldı... Özellikle Irak savaşından bu yana ABD emperyalizmi, Kürtleri yedeklemiş durumda.
TC’nin doğrudan savaşa katılmış olması ABD emperyalizmi açısından ciddi bir sorun yaratabilirdi. Olası provokasyon ve saldırılar, Kürt halkı nezdinde anti ABD’ciliği ve anti emperyalizmi güçlendirebilirdi.

***
ABD’nin Irak’ı işgal etmesinde Kürtlerin oynadıkları rol ve sonrasında güçlenen konumları TC’yi endişelendirmektedir. Bilindiği gibi ABD emperyalizminin Irak işgalini en fazla Kürtler alkışlamışlardır/desteklemişlerdir. Kürtler, Saddam’ın düşürülmesiyle değişecek dengelerde hemen “bağımsız” devlet kurmasalar da konumlarının güçleneceğinden hareketle savaşta ABD’den yana aktif tavır takınmışlardır. Konjonktürel düzeyde bakıldığında Irak’ta oluşan yönetimde belli bir yer almaları ile Musul ve Kerkük petrollerinden pay almaları konumlarını güçlendirmiştir. Bugün için Talabani Irak devletinin Cumhurbaşkanı, Barzani ise Kürt bölgesinin başkanıdır.
Halihazırda Kürt bölgesi fiilen ‘bağımsız’ devlet konumundadır. Kendi bağımsız askeri olduğu gibi uluslararası platformlarda kendi temsilcileri olacaktır. Bu anlamıyla federatif cumhuriyetlerden kimi noktalarda farklıdır. Federatif cumhuriyetlerde savunma ve dış siyaset merkezi cumhuriyet tarafından yürütülür. Bunun dışındaki konularda otonomdur. Bugünkü Irak’ta ise her iki nokta Kürt bölgesi açısından geçersizdir.
Birkaç gün önce Türkiye’ye gelen ABD dışişleri bakanı Condaleezze Rice’la görüşülen konulardan biri de bu gelişmelerdi. Türkiye dışişleri bakanı Abdullah Gül, Irak savaşından bu yana Irakta egemen olan ABD emperyalizmden PKK’ye yönelik operasyonlar yapılmasını, ayrıca 250 binin üzerinde askerle başlattıkları yeni operasyonda, Irak’ın içlerine doğru girip ‘PKK’nin işini bitirmek’ isteklerini dile getirdi. Ancak Rice, PKK’ye yönelik verilen mücadelede Türkiye’yi desteklediklerini, istihbari yardımda da bulunacaklarını belirtti. Diplomatik dilde bu açıklama ret anlamına geliyordu.
İran’a yönelik tehditlerin ve diplomatik saldırganlığın had safhada olduğu bir dönemde bile ABD, Kürtleri karşısına almayı istemiyor. ABD’nin PKK’ye yönelik olası bir operasyonu, Irak’ta zaten başı belada olan ABD’nin, yeni bir cephe açması anlamına gelecek. Bu hem mevcut süreç açısından ve hem de ABD emperyalizminin Kürtler üzerinde kurduğu projeler açısından ciddi riskler taşıması anlamına gelir.

Siyonizm ve Filistin Sorunu
Siyonizm fikri, Yahudilerin ulus oluşturması ve bu ulusun Filistin’de bir devlet kurmasına dayanır. Siyonistlerin 1897 Basel kongresi, “Filistin’de resmi yasal güvenceye sahip bir yurdun yaratılması”nı karar altına alır.
Siyonizm, toplumsal mücadeleyi çarpıtarak Yahudi emekçilerinin bulundukları ülkelerdeki emekçilerle ortak kurtuluşu bölmeye çalışıyordu. Ancak uzun bir dönem ciddi bir güç elde edemedi.
Siyonizm’in ideolojik ve teorik oluşumunu Theodor Herzl sağladı. Buna göre çözüm “Yahudilerin Filistin’e geri dönmeleri ve ulusal yurdun yaratılmasındaydı.”
1. Dünya Savaşına kadar bu siyasal istek gerçekleşmedi. Bu süreçten önce çoğunluğu Siyonist olan küçük bir Yahudi göçü ve Siyonist olmayan bir kaç tarımsal koloni vardı.
1. Dünya Savaşından sonra İngiltere, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına kolaylık gösteren vaadini yerine getirdi ve böylece Siyonizm ile emperyalizmin aktif ittifakı başladı. Gerçi Siyonistler ancak bir emperyalist güce dayanarak amaçlarını yerine getirebileceklerinin farkındaydılar. Bu durum, Siyonist hareketin Arap ulusal kurtuluş hareketlerine karşı bir araç olarak kullanılmasını gündeme getirdi.
2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu bunun hukuki temellerini attı. Deklarasyonda şunlar belirtilir: “...Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasından yanadır ve bu amacın gerçekleşmesi için çaba harcayacaktır. Filistin’deki Yahudi olmayan toplulukların medeni ve dini haklarına ya da Yahudilerin herhangi bir başka ülkede sahip oldukları haklara ve siyasal statülere halel getirebilecek hiç bir şeyin yapılmayacağı açıkça kavranılmalıdır.” (I. Rennap, Anti Semitizm ve Yahudi Sorunu, s. 83, İnter yayınları) Deklarasyon Yahudilere, bir Avrupalı güç tarafından Avrupa’da olmayan bir toprak parçası hakkında o toprak parçasında yaşayan yerli çoğunluğun varlığı ve istemleri tamamen kulak arkası edilerek vaatte bulunuyordu.
Balfour Deklarasyonu 24 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti’nin Filistin’i İngiltere’ye manda statüsüyle vermesinde cisimleşti.
Bağımsızlık savaşı veren Arap halkının karşı çıkmasına karşın, İngiltere, İsrail devletinin kuruluşuna kadar Filistin’i yönetmeye ve Siyonist Yahudileri buraya getirerek Siyonist hareketi güçlendirmeye çalıştı; böylece Siyonizmi Arap ulusal hareketine karşı tampon ve denge unsuru olarak kullandı.
Eski Kudüs valisi Sir Ronald Storrs, “...bir Yahudi devleti kurmak için olmasa bile, potansiyel olarak düşman bir Arapçılık deryasında İngiltere için ‘küçük sadık bir Yahudi ulsteri’ (İngiltere’ye bağlı Kuzey İrlanda) kurarak, girişimin alanı da vereni de kutsayan bir girişim olduğunu kanıtlamak üzere yeteri kadar (Yahudinin) dönmesinin...”(age, s.84) umulduğunu belitti.
Görüldüğü gibi Siyonist hareketin amaçları İngiltere’nin dönemsel ve bölgesel amaçları tamamıyla çakışıyordu. Sonuç itibarıyla 1948 yılında emperyalistlerin desteğiyle Siyonistler, Filistin topraklarında Siyonist devletlerini kurdular. Siyonist devletin kuruluşunun öncesinde ve sonrasında ‘Haganah’, ‘İrgun’, ‘Stern’ gibi Siyonist örgütleri aracılığıyla binlerce Filistinli katledildi ve yüz binlercesi Filistin’den göç ettirildi. İsrail devleti kurulduğunda Filistin’in %11’i işgal edilerek kurulmuştu. 1956’da Süveyş, 1967’lerde Batı Şeria ve Gazze Şeridi yitirildi. Bugün Filistin topraklarının % 78’i Siyonist İsrail’in işgali altında bulunmaktadır.
Siyonist İsrail devletinin Filistin topraklarını işgal ederek kurulması, buradaki Filistin Arap halkını sürmesi ve dünyanın bir çok yerinden Siyonistlerin gelmesini sağlamasıyla birlikte çatışmalar yoğunlaşmaya başladı. Ve o günden bugüne değin zaman zaman yükselen, zaman zaman da düşen bir seyir izleyerek çatışmalar devam ede gelmiştir.
İsrail devleti kurulduğu andan itibaren bütün emperyalist güçlerin desteğini topladı. 1948-68 arasında İsrail 7.5 milyar dolarla Amerikan yardımı alan ülkeler arasında birinci sırayı aldı. Kısacası kurulduğundan bu yana Siyonist İsrail devleti, emperyalizmin Ortadoğu’daki ‘bekçi köpeği’ işlevini gördü/görmeye devam etmektedir.

***
Emperyalizm destekli Siyonist devlet, 1982 de bir yanda Demokratik Filistin hareketini Lübnan’dan çıkartarak askeri gücünü kırmak, siyasal olarak zayıf düşürerek kitleler nezdinde umut olmaktan çıkararak teslimiyet planlarını onamaya zorlamak ve Siyonizm’in sınırlarını bir tampon bölgeyle güvenceye almayı hedeflerken öte yandan işgal ettiği bölgelerde siyasal İslam’ın önünü açtı.
Yükseltilen onurlu direnişe karşın, 82 kuşatması teslimiyetçi eğilimlerin beyaz bayraklara sarılmasına yetti. Filistin ulusal burjuvazisinin temsilcisi El Fetih karargahını Tunus’a taşıdı. 82 Beyrut kuşatması sonrasında hızlandırılan teslimiyet süreci, FKÖ’yü tıkanıklığa sürükledi. Bu aşamadan itibaren El Fetih yönetimi, Filistin sorununun çözümünü emperyalizm ve Siyonizm’le yapılacak görüşmelere bağlamaya başlar.

***
Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra ABD, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek doğrultusunda bir plan geliştirdi. Bu plan Filistin ve İsrail arasında ‘barış’ yapılmasını öngörüyordu. “Barış planı” esas itibarıyla Filistinlileri Filistinliler aracılığıyla etkisizleştirmekti. Bazı bölgelere verilecek sınırlı özerklik üzerinden radikal Filistin hareketinin (devrimci, komünist güçlerle, radikal İslamcı hareketler), ılımlı Filistinliler tarafından kontrol edilmesini amaçlıyordu. (Aslında bu bir yanıyla İran’ın bölgedeki gücünün zayıflatılmasını içeriyordu) İlk olarak Gazze’de başlanılması bununla bağlantılıydı. Gazze bölgesi radikal İslam’ın kalesi gibiydi; HAMAS ve İslam-ı Cihadın en güçlü oldukları yerdi.
Amerika’nın bu planı Filistin hareketini ikiye böldü. ‘Barış’ görüşmelerine FKÖ içinde Marksist olarak bilinen hareketlerle -Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Demokratik Cephe gibi-, dinci hareketler -HAMAS, İslam-ı Cihad gibi- ile 1983’te El Fetih’ten ayrılan Filistin İntifada grupları ve Suriye yanlısı gruplar -Saika gibi- FKÖ’nün stratejisine karşı çıkıyor ve çözümün ancak bağımsız Filistin devletinde olduğunu vurgulayıp konferansa karşı çıkarken ılımlı Filistinliler konferansa katılınması gerektiğini savunuyordu. Sonuçta Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Konseyi Ekim’de yapılması planlanan Ortadoğu Barış Konferansına katılma kararı aldı.
Görüşmelerin devamından yana Filistinlilerin amacı işgale son vererek Ürdün’le konfederasyon şeklinde veya ayrı olarak bağımsız bir yönetim oluşturmaktı.
Sonuçta çeşitli aşamalardan geçerek 13 Eylül 1993’te Beyaz Sarayda FKÖ ile İsrail arasında barış anlaşması imzalandı ve 13 ekim 1993’te yürürlüğe girdi.
Anlaşmada FKÖ, İsrail’in barış ve güvenlik içinde var olma hakkını tanırken, İsrail de FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi olarak kabul etti. Gazze ve Eriha bölgesinde Filistin halkına geçici özerklik tanıyordu.
4 Mayıs 1994’te Kahire’de prensip anlaşmasına varıldı ve 1 Temmuz 1994’te Arafat Gazze’yi ziyaret etti. Ocak 1996’da Filistin ulusal Konseyi ve Filistin yönetimi için yapılan seçimleri İslamcılarla muhalifler boykot etti. Arafat % 88.6 oy oranıyla devlet başkanı ilan edildi. 88 sandalyelik Ulusal Konsey’in 50 sandalyesini El Fetih kazandı.
“Barış planının imzalanmasından hemen sonra -5 Ağustos 1993’te-10 Filistinli örgüt (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-PFLP-, Filistin Halk kurutuluş Cephesi Genel Komutanlık-PFLP-GL-, Devrimci Komünist Partisi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi -DELP-, Filistin Halk Mücadele Cephesi -PPSF-, Halk Kurtuluş Cephesi -PLP-, Saika, Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi FATAH-İNTİFADA, HAMAS ve İslam-ı Cihat) ortak bir açıklama yaparak FKÖ’nün uzlaşmasına karşı tavır aldılar. Bu grupların hepsi Filistin davasına ihanet olarak görülen planı engellemek için tüm olanakları kullanacaklarını açıkladılar. Ancak yapacakları eylem biçimleri konusunda farklı düşüncelere sahiptiler. Radikal İslamcı HAMAS ve İslam-ı Cihat asker sivil ayırımı yapmayan fedai eylemlerini ön plana çıkarırken, kendilerini Marksist olarak gören Halk Cephesi, Demokratik Cephe, Devrimci Komünist Partisi... askeri hedeflerle, paramiliter güçlere yönelik askeri eylemleri ön plana çıkarıyorlardı. İntifada konusunda ise hemen hemen aynı şeyleri savunuyorlardı. Daha doğrusu İslamcı örgütler intifadaya sonraları katıldılar ve kimi yerlerde etkili de oldular.
Bu durumda “barış planının” yaşama şansı pek yoktu; emperyalistlerin ve Siyonistlerin ılımlı Filistinlilerden istediklerinin yerine gelebilmesi pek mümkün değildi. Örneğin El-Fetih’in denetlemediği eylemlerin yapılmasından sonra tutuklamalara girişmesi, Filistin halkı ve örgütleri tarafından tepkiyle karşılanıyordu ve zaman zaman çatışmalara varıyordu. Giderek Arafat ve ekibinin “truva atı” işlevi üstlendikleri görünümü ağırlık kazanmaya başlıyordu. Bunun sonucunda özellikle İslamcı Filistin hareketi gücünü artırıyordu.
Amerikancı “barış planı”, en ufak bir ‘taviz’i ihanet olarak gören Siyonistler tarafından tepkiyle karşılandı.
Anlaşmaya göre işgal altındaki bölgelerden -en başta Gazze ve Batı Şeria’dan- çekileceklerini belirtmelerine karşın, Siyonistler tersini yaptılar. Bir yanda Filistin şehirlerin çevirecek tarzda askeri kuşatma altında tutarken öte yanda Filistin şehirlerini çevreleyecek şekilde yerleşim bölgeleri kurmaya ve buralara da özellikle eski SB ve Doğu Avrupa’dan gelen Yahudileri yerleştirmeye devam ettiler.
11 Eylül saldırısından sonra oluşan ABD konsept’ine göre Filistin hareketi hizaya getirilmesi gereken bir hareket olarak alınarak, düşmanlar hanesine kaydedildi.
ABD’nin verdiği startla harekete geçen Siyonistler, saldırılarını yoğunlaştırdı. İşgallerden, nokta suikastlarına kadar her türlü terör yöntemini kullandı, kullanılmaya devam ediyor.

***
El Fetih’in çözümü Siyonizm’le ve ABD emperyalizmle görüşmelerde görmesi, El Fetih yönetiminin ikide bir rüşvet skandalıyla sarsılması, 11 Eylül sonrasında Siyonizm’in saldırılarını artırması karşısında El Fetih yönetiminin tavrı ve direnişçi gruplara karşı izlediği politika, HAMAS’ın etkili olduğu bölgelerde, sağlık, yardımların dağıtımı gibi toplumsal sorunları çözmede gösterdiği başarılar, 2. İntifada’daki durumu…gibi bir çok etken El Fetih’i geriletirken, HAMAS’ın güçlenme zeminini yaratmıştır.
Son seçimlerde Filistin halkı uzlaşmacı-işbirlikçi çizgiyi cezalandırırken, direnişten yana oyunu kullanmıştır. Seçim öncesinde El Fetih’in kazanacağı düşünülerek seçimlerle ilgili yapılan ayarlamalar (daha az oyla daha fazla milletvekili çıkarma doğrultusundaki düzenleme), HAMAS’ın parlamentodaki gücünü artırmıştır.
Ancak HAMAS gibi örgütlenmelerin Filistin sorununu çözme güçleri yoktur. Filistin’deki Yahudileri kapsama olanağına sahip olmadığı gibi, başka dinden Arapları da (Hıristiyan) kapsayamaz. Oysa Filistin sorunun çözümü, farklı din ve mezheplerden Arapları ve Yahudi halkları birleştiren demokratik bir devletle olabilir. Böylesine bir programa sahip olmayanların gelecekleri nokta ya iki devletli bir “çözüm”dür, ya da sadece Filistin’deki Arap ve Müslümanlardan oluşan (Filistin’deki Yahudileri ve Arap Hiristyanları kapsamayan) bir devlettir; her ikisi de çözümsüzlüktür. Şu anda emperyalizmin dayattığı ve El Fetih’in kabul ettiği iki devletli çözüm bir aldatmacadır. Filistin topraklarının %78’i Siyonist işgal altındayken ‘oluşacak Filistin devleti’ göstermelik olmanın ötesinde bir anlam taşımayacaktır. Bu nedenle Filistin sorununun yakın bir gelecekte çözümlenebileceği düşünülmemelidir.
Filistin sorununun çözümü demokratik bir Filistin içinde olabilir. Demokratik Filistin devleti, Filistin’de yaşayan Yahudilerin ve farklı dinlere mensup tüm Arapların birleşik mücadelesini ve devletini ifade eder. Geçmişte El Fetih’in sahip olduğu program, burjuva demokratik bir çözümü ifade ediyordu. Bu Filistin ulusal sorununun burjuva çözümüydü. Oysa Filistin sorununun bir başka ve gerçek çözümü var: O da, Filistin’deki halkların işçi ve emekçilerine dayanan birleşik, demokratik, sosyalist bir Filistin devletinde ifadesini bulan çözümdür.

BÖLGESEL DÜZENLEMEDE EMPERYALİZM AÇISINDAN SORUNLU VE DÜZLENMESİ GEREKEN ÜLKELER:

IRAK:
Şüphesiz bu devletlerin başında Irak gelmekteydi. Irak’ın önem kazanmasının üç nedeni üzerinde durulabilir:
a) Irak, İran devriminin gerçekleşmesinden sonra, emperyalizm tarafından İslami devrimin bölgeye yayılmasının başlıca barikatı haline getirilmişti. Saddam Hüseyin emperyalizm adına İran’a savaş açarak 8 yıl boyunca savaştı. Ve İran devriminin durdurulmasında önemli bir işlev gördü. Bu süre içerisinde emperyalizm Saddam’dan hiç bir yardımı -kimyasal, biyolojik silahlar da dahil- esirgemedi. Böylece Saddam’lı Irak, bölgenin önemli bir askeri gücü haline geldi. Irak-İran savaşı başladığında 10 tümene sahip olan Irak, Ağustos 1988’de barış imzalandığında 55 tümene sahipti. 1 milyon asker, 800’e yakın uçak, 5000’in üzerinde tank, kimyasal, biyolojik silahlar ve yüzlerce füzeye sahip duruma gelmişti. Bir anda Irak dünyanın sayılı askeri güçleri arasına girdi. İran devrimi karşısında bir savaş makinesi durumuna getirilen Irak’ın misyonunu tamamlamasından sonra ihtiyaç kalmamıştı. Hatta, bu düzeyde güçlü bir askeri güç emperyalizmin bölgesel çıkarları açısından önemli bir potansiyel tehlikeyi ifade ediyordu. Özellikle ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki olan İsrail ve bölgedeki diğer gerici güçler açısından önemli bir tehdit olarak görülmekteydi. Dolayısıyla Irak’ın İsrail açısından bir tehdit unsuru olmaktan çıkarılması, emperyalizm açısından önemliydi. Irak’ın sahip olduğu Saddam füzelerinin doğrudan doğruya İsrail’i vurabilecek konumda olması bir an önce ortadan kaldırılmasının da zeminini oluşturmaktaydı.
b) Irak-İran savaşı sonucunda Irak ekonomisi büyük oranda tahrip olmuştu. Irak-İran savaşı öncesi 30 milyar dolar borcu olan Irak’ın, savaşın bitiminde borcu 70-80 milyar dolara fırlamıştı. Irak böylesi bir darboğaz içindeyken Kuveyt’in OPEC ülkeleri olarak imzalanmış bütün antlaşmaları çiğneyerek petrol üretimini artırma kararı, Irak’ın nefes borularının kesilmesi anlamına geliyordu. Gelirlerinin %90’nı petrole bağlı olan Irak, petrol gelirleri düşünce, ‘ülkeyi imar’ edip borcunu ödeyebilme bir yana, ancak borcunun faizini ödeyebilecek hale geldi. Oysa İran’la sürdürdüğü 8 yıllık savaşın derin izleri vardı. Milliyetçilik coşkusuyla ülkeyi eski haline getirmesi olanaksızdı. Sonuçta bu gelişmeler Irak devletinin Kuveyt’i işgaline ve petrol üzerindeki etkinliğini artırmayla sonuçlandı.
c) Irak’ın SB ve ABD dışında Almanya ve Fransa ile yakın ilişkileri vardı. Reel sosyalizmin yıkılmasıyla değişen güç ilişkilerinde bölgenin petrol açısından Suudi Arabistan’dan sonra en zengin petrol rezervlerine sahip ülkesi Irak’tır. Ülkedeki tablonun ABD’ye uygun şekilde düzenlenmek istenmesi “YDD”in ilk provasının Irak’ta gerçekleşmesinin zeminini oluşturuyordu.
ABD emperyalizmi amaçlarını gerçekleştirmek doğrultusunda BM kılıfını geçirerek Irak’a savaş açtı. Son ana kadar askeri müdahaleye karşı çıkan Fransa son anda savaşa girdi. Almanya ve Japonya ise askeri müdahaleye girmediler ama müdahaleye ekonomik olarak destek verdiler. Savaşla birlikte Irak önce Kuveyt’ten çekildi sonra yenilgiyi ve savaş tazminatı ödemeyi kabul etti. Ödenmesi istenen tazminat Irak’ın sahip olduğu tüm petrollerin 25 yıl süreyle ABD ve müttefiklere çalışmasıyla karşılanabilirdi.
Kuveyt’ten çekilmeye ve tazminat ödemeye mahkum edilen Saddam yönetimi düşürülmedi. En başta ülkenin güneyinde Şiiler ayaklanmıştı. Bunun yanı sıra Türkiye Kürdistanı’nda da güçlü ve devrimci bir Kürt hareketi bulunuyordu. Saddam’ın düşürülmesiyle oluşabilecek boşlukta Şii radikalizmi ve bu anlamıyla İran’ın bölgedeki konumu güçlenebilirdi. Devrimci Kürt hareketinin, oluşan özerk bölgeyi ne düzeyde etkileyebileceği de soru işaretliydi. Bu koşullarda ABD emperyalizmi alternatif yaratamadığı için Saddam’ı iktidarda tuttu ama politik gücünü önemli ölçüde zayıflattı. Şii muhalefetini ezmesine izin verirken Kuzeyde Kürt bölgesine girmesini engelleyerek ‘özerk bölge’ oluşturdu.
Savaş sürecinde Irak’ın güneyinde İran yanlısı Şii ayaklanmaların gündeme gelmesi, Saddam’ın ayakta tutulmasının nedenini oluşturmuştu; askeri ve politik olarak beli kırılmış bir Saddam Şii radikalizmine tercih edildi.
1991’den son işgale kadar geçen zaman diliminde ABD açısından Irak’ın pozisyonu ciddi olarak değişmedi. Yani hala azımsanmaması gereken bir askeri güç ve çok uluslu tekellere (özellikle petrol tekelleri) yeterli ölçüde açık olmayan bir pazar. ABD merkezli ittifak güçlerinin Irak’a yönelik gerçekleştirdikleri son işgal (2003) esas olarak bu noktaların çözümünü hedefledi. Ama beklenmeyen bir şey daha vardı: DİRENİŞ.
Savaşın başında Baas, İslami Sünni güçler ve komünistlerle birlikte Şii’ler de aktif bir direniş gösterdiler. İlerleyen süreç içinde Şii muhalefeti önemli ölçüde denetim altına alındı. Şiilerin en güçlü lideri Sistani’ye daha fazla pay verilerek susturuldu. Kürtler ise emperyalizmin bölgesel düzenlemesine dünden razıydılar…
Geçen 3 yıllık süre içinde yaygınlaşan direnişin çeşitli sonuçları çıktı. En başta Bush ve ekibi Amerikan halkı nezdinde inanırlığını büyük oranda yitirdiler. Bir ay kadar önce Gallup araştırma şirketinin yaptığı araştırmada Amerikan halkının %64’nün Irak’tan alınanların verilenlere değmediğini ve savaşın sürdürülmesinin doğru olmadığını belirtti.
Bir savaşın kaybedilmesinin ilk koşulu halk nezdinde meşruluğunu yitirmesidir. Amerika’da yapılan kamuoyu yoklamaları, Amerikan halkı açısından Irak savaşının meşruluğunu yitirdiğini göstermektedir. Savaşın devamıyla kayıpların artmasının yaratacağı meşruiyet ve destek sorunu Bush ve ekibini daha da zorlayacaktır.
Direniş, öncelikle Irak ve bölge halkları açısından emperyalist işgale karşı direnilebileceğini somut olarak göstermiştir. Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra emperyalistlerin yaydıkları mit (kendilerine karşı kimsenin direnemeyeceği) direniş sayesinde yıkılmıştır. Irak ve bölge halkları açısından bakıldığında moral ve kendine güven boyutu direnişten, direnmeden yanadır. Bu da emperyalizm açısından savaşın kaybedilmekte olduğunun açık göstergesidir.
Savaşın kaybedilmekte olduğunun bir başka göstergesi de savaşan tarafların konumlarının değişmesidir. Üç yıllık süre içinde direniş hem yayıldı ve hem de merkezileşme eğilimi gösterdi. Kürt bölgesi dışında işgalciler için güvenlikli hiçbir yer kalmadı. Artık işgalci güçler zırhlı araçlar ve hava desteği olmaksızın inlerinden çıkamıyorlar. Direnişçiler açısından güven, emperyalistler açısından korku egemen duruma gelmiştir

***
Irak direnişi kozmopolit bir yapıya sahiptir. Direniş içinde Baasçılar, Siyasal İslam’ın farklı renkleri ve komünistler bulunmaktadır; ama direnişin ana gövdesini Basçılar ve siyasal İslamcılar oluşturmaktadır. Bu gelecek açısından ciddi bir sorundur. Direnişe öncülük edenlerin ideolojik ve sınıfsal konumları emperyalizmle uzlaşmaya yatkındır. Şu anki işgale karşıdırlar ama anti emperyalist değildirler.

***
İşgalciler açısından ciddi bir sorun bulunuyor: İşgali olduğu gibi devam ettirmek her gün yeni kayıpların olması, tüm desteklerini yitirmeleri anlamına geliyor. Çekilmeleri ise hukuk diliyle söyleyecek olursak bir emsal oluşturacak ve adına “Yeni Dünya Düzeni dedikleri” projelerinin suya düşmesi anlamına gelecek. Bunu savaşa katılsın, katılmasın hiçbir emperyalist ülkenin istemeyeceği açıktır.

SURİYE
Suriye; reel sosyalizmin yıkılmasından önce ilişkilerini esas olarak -askeri, siyasi ve ticari anlamda- Sovyetler Birliği ile yürütüyordu. SB’nin dışında Fransa, Almanya ve Japonya gibi emperyalist ülkelerle de ticari ilişkileri bulunuyordu.
Suriye devlet tekelleri dışında tekelciliğe bazı sınırlamalarda bulunuyordu. Özel işletmelerde belirli bir sınırın üzerinde (20) işçi çalıştırılması yasaktı bu anlamıyla Suriye pazarı çok uluslu tekellere büyük oranda kapalıydı.
Öte yandan Suriye; Siyonist İsrail’le komşuydu ve onunla uzun zamandır savaş halindeydi. Golan tepeleri işgal edilmişti. BM kararlarına rağmen Siyonist İsrail devleti Golan’dan çekilmeyi reddediyordu.
Suriye; SB’nin de desteği ile Lübnan’ın bir kısmını denetliyordu. Suriye’nin denetlediği bu bölge zaman zaman ilerici ve devrimci güçler açısından kısmen özerk bir alan oluşturuyordu. Filistin devrimci hareketinin yanı sıra dünyanın bir çok yerinden gelen devrimci güçler burada eğitim görebiliyorlardı.
Suriye, siyasal anlamda da ABD emperyalizmine yakın duran bir ülke konumunda değil.
Kısacası ABD emperyalizmi açısından Suriye’de;
— Devlet tekellerinin tasfiye edilerek iç pazarın çok uluslu tekellere açılması,
— İsrail’le olan ilişkilerinin İsrail açısından tehdit oluşturmayacak bir duruma getirilmesi,
— Lübnan’ın bir kısmını denetlemesine bağlı olarak dünyanın farklı yerlerinden gelen devrimci dinamiklerin bu bölgeyi değerlendirmesinin önüne geçilmeliydi.
Bu nedenle SB’nin yıkılmasından sonra ABD emperyalizmi tarafından şer ülkesi olarak ilan edildi ve tehdit edilmeye başlandı.
SB’nin yıkılmasının ardından Suriye’de değişiklikler yapılmaya/yaşanmaya başlandı. En başta tekelleşmenin önündeki engeller kaldırıldı. Ancak bundan en büyük payı ABD tekelleri değil, Fransız, Alman ve Japon tekelleri yararlandı. ABD merkezli tekeller açısından sorun devam ediyordu.
İkincisi, dayatmalar sonucu Lübnan’dan çekildi. Bu arada Kürtlerle olan ilişkisini yeniden tanımlamak durumunda kaldı. Esat yönetiminin hassas dengelere oturması (Esat yönetimi esas olarak Nusayri Alevilerine dayanıyor ancak Kürtlerden ve Hiristyanlardan önemli bir destek alıyordu) Kürtlerle olan ilişkileri belirliyordu.
Suriye’nin Golan tepeleri nedeniyle Siyonizm’le olan sorunları ortada duruyor. Bu nedenlerle Suriye ABD emperyalizmi açısından mutlaka düzlenmesi gereken bir ülke durumundadır.

İRAN:
İran, 2500 yıllık devlet geleneğine sahip bölgenin önemli bir aktörü olagelmiştir. Zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına, önemli bir nüfus ve askeri güce sahip bölgesel bir güçtür. Şah’ın iktidarı döneminde ABD emperyalizminin bölgedeki en önemli müttefiklerinden/ dayanaklarından biriydi.
1978 Şubat’ında Ayetullah Humeyni’nin başını çektiği İran İslam devrimi bölgedeki taşları yerinden oynattı. Bir yıl sonra SB’nin Afganistan’a girişi ABD emperyalizminin bölgesel gücünü zayıflatan gelişmelerdi. ABD emperyalizmi bu gelişmeler karşısında Pakistan ve Türkiye’de darbeler tezgahladı; Afganistan’daki mücahitlere önemli bir destek verdi ve İran’a yönelik saldırılar düzenledi. Gerçekleşen saldırıların başarısızlığa uğramasından sonra Irak’ı devreye soktu. İran’a savaş dayatıldı ve savaş 8 yıl sürdü. Savaşın sonlarına doğru İran, savaşın ilk yıllarının aksine inisiyatifi ele geçirmeye başladı…
İran devriminin anti amerikancı karakteri, gerçekleşen saldırılar ve Irak’ın emperyalizm adına İran’a savaşı dayatması, bölge düzeyinde Şii radikalizminin ABD emperyalizmine, Siyonizm’e ve kukla hükümetlere karşı öfkesini şaha kaldırdı. İran’a yakınlığı ile bilinen örgütlenmeler özellikle Lübnan’da militan eylemler gerçekleştirirler.
Sonuçta, 1978 İslam devriminden sonra İran’ın anti emperyalist olmasa da anti Amerikancı politikası ağır basmıştır. ABD açısından bu bile İran’a girmek için yeterlidir.
ABD emperyalizmi, Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra İran’ı, ilk olarak düzlenmesi gereken şer odaklarından biri olarak göstermeye başladı. O günden bu yana ABD emperyalizmi, İran’da doğrudan kargaşalıklar yaratmaya çalıştı ya da son zamanlardaki gibi nükleer enerjiyi bahane ederek tehdit etmeye yöneldi.
Şüphesiz ABD emperyalizminin İran’a girmek istemesi duygusal nedenlerden kaynaklanmıyor. ABD emperyalizminin İran’a girmek istemesinin birkaç nedeni üzerinde durulabilir:
Bu nedenlerin başında diğer emperyalist ülkelerin (Özellikle Almanya, Fransa, Rusya ve Çin’in) İran’daki etkinliğini kırmaktır.
İkinci olarak İran pazarı bölgenin en önemli pazarlarından biridir ve bu büyük pazar büyük oranda ABD tekellerine kapalıdır.
Üçüncüsü, İran zengin doğal kaynaklara sahip bir ülkedir. Ve değişen dünya koşullarında bu zenginlik ABD emperyalizminin iştahını kabartmaktadır. Zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olmasının yanında Kafkaslardan sıcak denizlere yapılacak sevkıyat konusunda da kilit bir noktada durmaktadır.
Dördüncüsü, İran bölgenin önemli politik aktörlerinden biridir. 1978’lerden bu yana ülke içinde (etkisi zaman zaman yükselip azalsa da) güçlü bir anti amerikancılık bulunmaktadır. Bunun yanı sıra İran devriminin bölgesel etkisi de ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarına darbe indirmiştir. Özellikle 1980’li yılların başlarında Lübnan Hizbullah’ı ve İslami Cihat’ı ABD emperyalizmi ve Siyonizme güç anlar yaşatmışlardır. Şu anda da Şii nüfusunun etkin olduğu yerlerde İran’ın siyasi etkisi azımsanmayacak bir güce sahiptir.
Tüm bu etkenler ABD emperyalizmi açısından İran’ın yeniden şekillenmesini zorunlu kılmaktadır. Ancak İran, ne Irak’a benzer ne de Suriye’ye. Irak’tan bile çıkamayan ABD’nin İran’a girebilmesi kolay görülmemektedir.
En başta rakiplerini ikna etmesi ya da onlara rağmen girmesi sorunu bulunuyor. İkna; politik ve ekonomik çıkarların karşılanmasıdır. ABD emperyalizmi, çok kolay olmasa da bunu bir noktaya kadar karşılayabilir? Onlara rağmen girmesi ise kolay görünmemektedir. Bilindiği gibi ABD, Irak’a rakiplerine rağmen girdi ama karşılaştığı tablodan sonra onları ortak etmeye (Türkiye’de yapılan GOP toplantılarında) çalıştı; ama diğer emperyalistlerin buna sıcak yaklaşmadıkları biliniyor. İran’da benzeri bir tablonun ortaya çıkması kolay görülmüyor. Zira, İran ‘pastası’, hem daha büyük hem de yutulması daha zor bir ‘pasta’.
ABD emperyalizminin İran’a yönelik olası saldırısını engelleyecek en önemli etken, İran’daki direnişin Irak’a göre daha güçlü ve bölgesel bir boyut kazanabileceği gerçeği durmaktadır. ABD emperyalizmi uzun bir zamandır İran’da kendisinden yana güçlerle iç karışıklık yaratma çabalarına rağmen, bunu başaramamıştır.
Kısacası emperyalizm açısından, bir yanda İran’ın çıkarlarına uygun yeniden şekillendirilmesi zorunluluğu, öte yanda ise bu şekillendirme girişiminin faturasının çok ağır olma olasılığı duruyor.

SONUÇ
1. Emperyalizmin ve bölgemizdeki uşaklarının bölgemizi çıkarları ekseninde yeniden düzenlemeye çalıştıkları bir dönemde, bölgemizin devrimci ve komünist hareketi tarihinin en geri dönemini yaşamaktadır.
Bölgemizdeki devrimci, komünist hareket geçmişte bir iki istisna dışında SB ile yakın ilişkiler halindeydi. Bu nedenle SB’nin 1991’deki yıkılışı bu hareketleri ideolojik, politik ve örgütsel olarak ciddi sorunlarla karşı karşıya bıraktı. Reel sosyalizmin yıkılışının yarattığı boşluk bölgemiz devrimci, komünist hareketlerinde iç gerilimin artmasına ve politik etkilerinin zayıflamasına neden olmuştur. Aynı dönemde TC’nin egemen olduğu Coğrafyadaki devrimci sol hareket 12 Eylül, reel sosyalizmin çöküşü, Kürt Hareketinin kırılışı ve 19 Aralık sonrasında ciddi bir kırılma ve tasfiye süreçleri yaşadı. Bölgemizde devrimci komünist hareket geriye çekilirken Siyasal İslam ön plana çıkmaya başladı. Coğrafyamızda ise bu durum 12 Eylül sürecinde yaşandı. Siyasal İslam’ın emperyalizm tarafından önünün açılması, emperyalizmin “komünizmi yeşil kuşakla sarmak” girişiminin yoğunlaştığı 1970’li yılların sonlarına rastlar.
Bu dönemden itibaren Siyasal İslam, geçmişte devrimcilerin örgütlendikleri alanlarda hızla gelişmeye başladı. Ancak siyasal İslam’ın kimi yerlerde yoksul tabana oturmasıyla radikalleşmesi ve reel sosyalizmin yıkılışından sonra özellikle ABD emperyalizmi tarafından tasfiye edilmek istenmesi, anti Amerikancı eğilimlerin gelişmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla bugün bölgemizdeki direnişin en önemli gücü siyasal İslam tarafından temsil edilmektedir. Şüphesiz bu durum, bölgemizdeki direniş açısından önemli handikabı da oluşturmaktadır. Siyasal İslam’ın ideolojik ve sınıfsal konumunda ifadesini bulan gerilik, bölgemiz sorunlarına köklü çözüm üretemez. İdeolojik ve sınıfsal konumundan bağımsız olarak bugün Siyasal İslam’ın geliştirdiği direniş (Örneğin Irak’ta) ABD emperyalizminin bölgesel düzenlemelerine darbe vurmakla birlikte, geliştirdiği politikalar sorunu çözmekten uzaktır.
2. Türkiye sol hareketinin önemli bir kısmı gerek tarihsel nedenlerle ve gerekse de günümüzde yaşadıkları ağır sorunlar nedeniyle bölgemizdeki gelişmeleri kavramaktan ve buna uygun bir ilişki geliştirmekten uzak konumdadır. Kemalist hareketin iktidara gelmesinden sonra gündeme getirilen “harf devrimi”, hem coğrafyamızdaki halkların kendi tarihlerinden ve hem de bölgemizdeki halklarla olan ilişkilerinden kopmasını gündeme getirmiştir.
Coğrafyamız halklarına dayatılan batıcılık, bölgemiz halklarıyla olan ilişkilerin büyük oranda kopmasına neden olmuştur. Devrimci, komünist hareketleri de etkileyen bu kopuş, Enternasyonal’in önce yanlış politikaları ve sonrasında dağılması, ardından dünya komünist hareketinde yaşanan bölünmenin etkisi… gibi etkenler bu kopukluğun tarihsel çerçevesini gündeme getirmiştir.
1970’li yıllarda Filistin hareketiyle kurulan ilişkiler önemli olmakla birlikte sorunu çözmede yeterli olmamıştır. Türkiye solunun önemli bir kısmı açısından Ortadoğu’daki devrimci hareket belki de dünyada en az bilinen hareketler olmaya devam etmiştir. Emperyalizmin bölgemize yönelik müdahalesi gündeme geldiğinde devrimci, komünist güçlerin hem iç sorunları ve hem de bölgemizdeki devrimci komünist güçlerle olan kopuklulukları, ortak bir direnişin örülmesini engellemiştir.
3. Bugün ve yakın bir gelecek için emperyalizme karşı mücadele ve direnişlerin merkezlerinden birisinin bölgemiz olacağını tüm gelişmeler gösteriyor. Bölgemizin sahip olduğu zenginliğe rağmen, nüfusun ezici bir çoğunluğunun ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlarının çözümlenememesi ve emperyalizmin sömürüsünü artırmak doğrultusundaki kural tanımaz saldırganlığı bölgemizi pimi çekilmiş bombaya çevirmektedir. Tüm bu gerçekler bölge düzeyinde devrimci bir direnişin nesnel koşullarını yaratmaktadır. Ve yine bu durum, bölgemizdeki devrimcilere ve komünistlere önemli yükümlülükler getirmektedir.
4. Bölgemiz Ortadoğu’daki devrimci komünist hareketlerin şöylesi olumlu bir geleneği bulunuyor. Bölgedeki bir çok devrimci ve komünist parti, belirli aralıklarla bir araya gelmekte, bölgenin mevcut sorunlarını tartışmakta ve çözümler üretmeye çalışmaktadırlar. Bu tarz toplantılar günümüzde de devam ediyor. Bölgemizdeki devrimci komünist güçleri tanımak ve birlikte ne yapılabileceğini görmek açısından bu toplantılar işlevsel olabilir.
5. Bölgemizdeki devrimci, komünist parti ve hareketlerle hemen bir Enternasyonal kurmak zor olsa da, öncelikle devrimci eksende direniş esas alınarak, bölgesel düzeyde bir güç birliği yaratabilme zemini araştırmak gerekiyor. Ondan sonra Enternasyonal hedefi konulmalıdır. Özellikle ideolojik açıdan daha yakın olan kesimlerle, daha uzun vadeli ve Enternasyonal merkezli ilişki geliştirmenin zemini zorlanabilir.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19