Türkiye devrimci hareketinin yayın organlarında
çok yaygın bir yazı geleneği vardır. "Kâbus
Yazı" ya da "Karamsar Yazı" diye
adlandırabileceğimiz bu yazı biçiminin özelliği,
bir konuyu etraflıca, rakamlar ve verilerle destekleyerek
ortaya koyması ama sorunun çözümü konusunda çoğu
kez zayıf bir bölümle sona ermesidir. Örneğin
"küreselleşme" üzerine uzun ve ayrıntılı
bir yazı kaleme alınır, ABD önderliğindeki emperyalist
kampın ortalığı nasıl kasıp kavurduğu, dünya halklarına
nasıl acılar çektirdiği ve en önemlisi dünyada
nasıl güçlü ve pervasız bir hegemonya kurduğu
anlatılır. Ama yazı, kendi seyri içersinde bezen
öyle bir noktaya ulaşır ki, okuyucu şöyle düşünmeye
başlar: "İyi o zaman, gidip bileklerimizi
keselim; çünkü bu kadar güçlü bir düşman karşısında
hiç şansımız yok!"
Ya da düşmanın kontr-gerilla gibi baskı ve cinayet
örgütleri anlatılırken aynı şey olur: Komplocu
düşünme tarzı ile de birleşen anlatım, biraz da
abartıldığında aslında mücadele eğilimini değil,
böyle bir karmaşık mekanizmaya karşı ne yapılabileceği
konusunda kuşkuları beslemeye başlar. Evet, çoğunlukla
bu yazılar "düşmanı yeneceğiz" sloganlarıyla
biter ama yine de bu kadarı zayıf kalır.
Günlük sol basında da tipik örnekler vardır. Örneğin
bir yerde koca bir miting yapılmıştır ama bakarsınız
ki X gazetesi, mitingin taleplerini ve görkemini
değil, polisin saldırısını ve gözaltıları manşete
çıkarmış. Ya da yine bazen bir televizyon kanalı,
göstericilerin dövülmesini bütün ayrıntılarıyla
dakikalarca gösterdiğinde ilk anda bunun iyi bir
habercilik olduğunu, bizim lehimize olduğunu düşünürüz;
ama aslında bu "vatandaşa devletin yüzünü
gösteren" bir görüntü değil, onun ruhunu
ezen, devletin gücünü abartan bir görüntüdür ve
bütün bu haberlerin toplamından mücadele azmi
değil, geriye çekilme ve yılgınlık psikolojisi
çıkar.
Sonuçta bütün bunlar, çözümü ve mücadeleyi, iyimserliği
değil, sıkıntı ve kaygıyı, karamsarlığı besleyen
tutumlardır.
Artık sanırız fark ediliyordur; Sosyalist Barikat,
uzunca bir süredir kendisini bu eğilimin dışında
tutmaya, salt olguyu ve düşmanın, sistemin durumunu
değil, o olguyla, o durumla ilgili devrimci sosyalist
çözüm ve mücadele yöntemlerini de ortaya koymaya
çalışıyor. Bunu yalnızca teorik-politik yazılarında
değil, haber sayfalarında ve "tarih",
"portre", vb. gibi özel bölümlerde de
uyguluyor. Örneğin bu özel bölümlerde emperyalizmin
ve faşizmin kıyımlarını değil, bütün bu kıyımlara
rağmen halkların göstermiş olduğu direnişleri
ve kazandığı zaferleri işliyor.
Bu boş bir iyimserlik değil; gerçek dışı bir atmosfer
yaratma, tabiri caizse "gaz verme" çabası
da değil. Birincisi, bunun dünyanın dört bir köşesinde
artık çok ciddi temelleri var. Artık 1990'ların
başında değiliz; henüz tam bizim istediğimiz düzeyde
ve biçimde olmasa da (ki olup biten her şeyi bizim
sübjektif isteklerimiz biçimlendirmiyor) dünyanın
çeşitli bölgelerinde ezilen halkların mücadele
performansı her geçen gün daha fazla artıyor.
Özellikle anti-emperyalist temelde şekillenen
yeni bir direniş dalgası, kendisini artık neredeyse
izlediğimiz her haber bülteninde duyuruyor. Arjantin'den
Fransa'ya ve hatta kamuoyuna daha az yansıyan
Güney Afrika, Hindistan, vb. gibi ülkelere dek
artık önümüzde başka bir tablo var. Bütün bunların
henüz neoliberal vahşete karşı savunma çizgisini
aşmadığını söyleyebilir ve iktidara yönelik girişimlerin
azlığından dem vurabiliriz. Zaman zaman masa başında
ahkâm kesebiliriz, zaman zaman da gerçekten ciddi
incelemelere dayanan eleştirel tutumlar geliştirebiliriz.
Ama ne olursa olsun, sonuç olarak bütün bu olup
bitenlerin, "sanal" olmadığı da kesindir.
Olup bitenler gerçektir. Ve bu gerçekler, yakın
geleceğe artık daha iyimser bakmamız için yeterli
verileri bize sunmaktadır. Çünkü biz, diyalektik
aklımızla biliyoruz ki, nerede kitlelerin sisteme
karşı hareketi gelişiyorsa, orada politik tartışmaların
"sahici" zeminlere oturması ve kendi
yolunu bulması için en azından nesnel zeminler
vardır.
Evet, özellikle 1990'lı yılların bir bölümündeki
içi boş "iyimserlik"(!) gösterilerine,
yarın devrim olacakmış havasındaki dergi manşetlerine
karşı reel durumu ortaya koymak cesurca ve önemli
bir girişimdi. Aslında dogmatizmden ve düşünsel
üretimden kaçıştan kaynaklanan bu kof çığlıklar,
çoğu kez sola sempati duyan kitlelerdeki gerçeklik
duygusunu zedeliyor, devrimcilerin gerçek hayat
dışında kapalı devre bir alanda yaşadığı izlenimi
yaratıyor ve sonuç olarak devrime karşı güveni
törpülüyordu. Bunun yerine dünya ve ülke tablosunu
gerçekliğe uygun biçimde ortaya koymak, gerileme
unsurlarının altını çizmek, manzaranın elverişsizliği
ve solun yetersizliği üzerine çözümlemeler yapmak
ve bu tablo üzerinden giderek sempatizanlardan
yeni ve yüksek bir devrimci performans talep etmek
doğruydu. Ancak bugün durum ciddi biçimde değişmeye
başlamıştır; bu değişimi görmeksizin yalnızca
durum tespitleri yapmak, artık yetersiz ve geriletici
bir yaklaşımdır.
İkincisi, devrimci sosyalist hareketimiz açısından
da böyle bir atak tutumun zeminleri artık daha
fazla mevcuttur. Ne abartmak ne de küçümsemek
gerekiyor: Hareketimiz, yeni sürecinde belli bir
emek ve çaba ortaya koymuş ve bunun sonucunda
düne göre oldukça farklı bir noktaya gelmiştir.
Daha düzenli işleyen bir yapılanma, programlı
bir çalışma ortaya çıkmış ve artık hayatın içindeki
sorunlara müdahale edebilme olanakları genişlemiştir.
Bütün bunların henüz bizim istediğimiz düzeyde
olup olmadığı, kuşkusuz ufkumuzla ve mücadele
anlayışımızla ilgili bir tartışmadır. Siyasi yelpazenin
boy sırasında kendinize belli bir yer edinmek
istiyorsanız gelişmelere bir yerden bakarsınız;
bir devrim hareketi yaratmak istiyorsanız, başka
bir yerden! Biz bu ikinci noktadan bakıyoruz ve
bugün yapılanların ve yarın yapılacakların hiçbirini
yeterli bulmuyoruz. Birkaç küçük adım, belki kimilerine
"bugünkü elverişsiz koşullarda ulaşılabilecek
en iyi nokta" gibi görünebilir; ama bizim
için yalnızca bir kilometre taşıdır. Çünkü biz,
başka bir yoldan yürümeye karar verdik ve o yol
sürekli, sürdürülebilir bir gelişme yoludur. Yani
evet, eksiğiz, zayıflıklarımız var; ama bütün
eksikliklerimize karşın, bugün gelmiş olduğumuz
nokta, dilimizin ve tutumumuzun değişmesi için
yeterli zemini sağlamaktadır. Artık yalnızca işsizlik
ve yoksulluktan söz etmekle yetinme durumunda
değiliz; buna karşı (bütün eksikliklerine karşın)
örgütlü bir faaliyet de yürütebilir haldeyiz.
Artık yalnızca emperyalizmin ülkemizdeki egemenliğinden
söz etmekle yetinemeyiz; bu işgale karşı planlı
bir kampanya örebilme olanağına sahibiz, bunu
yapıyoruz da zaten. Bugün artık insanlarımız bir
afişi ya da pankartı tartışırken klasik yakınmacı
ya da salt karşı çıkıcı sloganlar yerine daha
kararlı ve çözüm işaret eden, adres gösteren sloganlar
bulmaya çalışıyorlar; emekçi insanların ne kadar
yozlaştırıldığını tartışırken buna karşı ne yapılabileceği
üzerine de kafa yoruyorlar, yollar arıyorlar,
vb. vb...
Dolayısıyla salt olguları tespit eden, bu olgular
konusunda okurlarda bir bilinç oluşturmaya çalışan
bir yazı politikası artık bizim açımızdan geride
kalmıştır. Kuşkusuz yeni bir dili ne kadar tutturabildiğimiz,
Sosyalist Barikat'ın ilk sayısındaki "Yeni
Bir Dil İnşa Etmek" yazısında ele aldığımız
genel yakınmacı havadan ne kadar kurtulabildiğimiz
konusunda eleştirilere de açığız; zaman zaman
bu genel eğilimimize uygun olmayan yazılarımız
da oluyor; ama rota budur, bu yoldan yürümek istediğimiz
kesindir.
Yakınmadan, Sızlanmadan,
Çözüm Bularak...
Yani, somut örneklerle ortaya koyarsak, mesele
şudur: Örneğin 12 Eylül'ün yıldönümünde cuntanın
baskı ve dehşeti üzerine bilgiler vermek tabii
ki tarih bilinci ve bellek açısından önemlidir;
ama hepsi bu kadar. Eğer siz hâlâ 12 Eylül yenilgisi
ve onun Türkiye devrimci hareketinin gerilemesindeki
rolü üzerine uzun uzun laflar ediyorsanız, orada
bir sakatlık vardır. 12 Eylül kıyımının yarattığı
geriletici etki elbette bir veridir ama siz mevcut
durumu artık bununla açıklayamazsınız. En önemlisi
de, aradan geçen 25 yılda Türkiye devrimci hareketi
nasıl hatalar ya da eksiklikler yaptı ki bu silindirin
etkilerini üzerinden atamadı sorusunun karşılığını
insanlara anlatamazsınız. Siz artık, gelecekle
ilgili nasıl bir perspektifinizin olduğunu, nasıl
bir stratejik anlayışla bugünkü süreci aşmak ve
bir devrimci atılım yaratmak istediğinizi insanlara
anlatacaksınız. Burada, geçmişe ait olguların
eleştirel bir gözle irdelenmesi artık yalnızca
bir yan olgudur; siz esasa gelmek, esas derdinizi
ortaya koymak zorundasınız. 12 Eylül'ün sınıf
hareketini nasıl çökerttiği sorusu, "çökmeyecek
bir sınıf hareketini nasıl inşa ederiz" sorusuyla
birlikte anlamlıdır; 1980 restorasyonunun toplumsal
yapıda neleri bozduğu sorusu, "bu bozulmuşluk
koşullarında biz nasıl ilerleriz" sorusunu
arkasından getiriyorsa işe yarar, vb. vb...
Aynı şey, 1990 çöküşü için de geçerlidir. Reel
sosyalizmin çöküşünün bütün dünya devrimci hareketi
üzerinde yarattığı olağanüstü geriletici etki
tartışılmaz bir olgudur. Bu, yalnızca tek tek
sosyalist ülkelerin düşüşü anlamına gelmemiş,
genel olarak insanlığın geleceğe bakışında ciddi
ve kapsamlı bir daralma yaratmıştır. Gerek sol
ve emekten yana örgütler cephesinde, gerekse de
tek tek emekçilerin dünyasında böylece büyük bir
erozyon gerçekleşmiş ve bu bizim şu andaki günlük
pratik devrimci çalışmamıza dek uzanan yıpratıcı
etkiler ortaya çıkmıştır.
Ama artık 2000'lerin ortalarında hiç kimse bu
olup bitenlere ah vah etmekle vakit harcayamaz;
ya da pratik görevleri askıya alarak salt bu sorun
üzerine bir tartışma yürütemez. Sosyalist deneyimler,
üst ve yan kameralardan tekrar tekrar ağır çekimlerle
izlenen futbol maçları gibi değildirler; yeniden
ve yeniden ekrana bakıp kaçırdığınız pozisyonlara
ve pas hatalarına, vs. ağlayıp duramazsınız. Kuşkusuz
geleceğe dersler çıkarmak amacıyla bütün bu süreç
daha uzun yıllar boyu tartışılacaktır; ama bunu
yaparken yürümek, yeni bir sosyalizm anlayış ve
programını adım adım inşa etmek ve bunu kitlelerin
arasında somut, elle tutulur bir pratik haline
getirmek zorundayız. Sovyet deneyinin şu ya da
bu aşamasındaki bütün tartışmalara hâkim olan
ama organize sanayi bölgesindeki atölye işçilerinin
yaşamı üzerine hiçbir şey bilmeyen bir devrimci
sosyalist düşünülemez. Devrimci sosyalist, bütün
bu deneyimleri geleceğe ışık tutmak için tekrar
tekrar dönüp ele alan ama asla orada kalmayan,
yeni bir anlayışla yeni devrimler için gücünü
ve iradesini ortaya koyan, kitlelerde yeni bir
güven duygusunu adım adım inşa eden insandır.
Yalnızca geçmişteki olgularla ilgili de değil,
bugünkü gelişmeler ve emperyalist-kapitalist politikalar
konusunda da durum böyledir. Örneğin. "Yeni
Dünya Düzeni", emperyalist hegemonyanın günümüzdeki
pervasızlığı üzerine koca bir kitap yazabilirsiniz.
Yüzlerce veriyi art arda dizersiniz. Bunların
hepsi önemli ve anlamlıdır. Bütün bu gerçekleri
ve bu gerçeklerin iç bağlantılarını hiç durmaksızın
kitlelere anlatmak zorundayız. Ama bir yere kadar!
Bir yerden sonra, karşımızdaki insanın her akşam
televizyonda izlediği bir gerçekliği, (emperyalizmin
acımasızlığı, kendi çıkarları için bütün değerleri
hiçe sayması, vb.) ona tekrarlamak noktasına gelir
takılırız. Oysa aslında Leninist literatürde "siyasi
gerçekleri açıklama" denilen görev, yalnızca
emperyalizmin (oligarşinin, burjuvazinin, vs.
vs.) "yüzünü açığa çıkarma" gibi bir
çabayla sınırlı değildir; kitlelere bu güçlerin
nasıl yenilebileceğini anlatmak ve tabii ki göstermek
gereklidir. Şüphesiz, bu görev değişik mücadele
biçim ve araçlarını gerekli kılar ama bugün bulunduğumuz
eksikli noktada bile elverişli araçlardan tamamen
yoksun değiliz. Yüzlerce değişik yoldan kitlelere
başka bir dili, mücadele dilini yansıtabiliriz;
emperyalizmle ilgili olarak kitlelerin zihnindeki
"her şeye hâkim imparatorluk" imajını
sarsabiliriz. Yani emperyalist hegemonya somut
bir veri ise eğer, veridir. Artık bu gerçeğin
basit tekrarıyla yetinemeyiz; bu hegemonyanın
iç bağlantılarını yüzlerce kez tekrarlayarak kitlelere
anlatırız ama öte yandan o gücün dünyanın her
köşesinde sarsılmakta olduğunu örneklerle ortaya
koymak, bu güce karşı bizim de direnebileceğimizi,
direnmekten başka yolumuzun olmadığını anlatmak
zorundayız. Üstelik bunları anlatmak, somut gerçeğin
tahrifi de değildir; çünkü emperyalizmin gücü
her zaman taktik plandaki bir güçtür, stratejik
planda, yani uzun ve orta vadede kitlelere söylediklerimiz
tümüyle gerçeğe uygundur, bunlar hayat tarafından
kanıtlanmıştır. Mao'nun emperyalizmle ilgili yaptığı
"kağıt kaplan" benzetmesi asla düşmanı
hafife almak değildir; bu özgün Çin deyişi bugün
önümüzde bütün vahşetiyle duran gücün gerçekte
tarihsel anlamda kof olduğunun vurgulanmasıdır.
Daha somut olgulara baktığımızda da durum böyledir.
Örneğin özelleştirmeler, taşeronlaştırma ve esnek
üretimle işçi sınıfının yapısının parçalanışını
uzun uzadıya inceleyebilir, böylesi koşullarda
sınıfın örgütlenmesinin ne kadar zorlaştığına
değinebiliriz. Bütün bu belirlemelerden hareketle
özelleştirmelere, taşeronlaştırma ve üretimin
parçalanmasına yönelik sloganlar ve eylemler örgütleyebiliriz.
Bunu yapmak kesinlikle gerekli ve zorunludur.
Emekçilerde neoliberal politikalara yönelik bir
bilinç oluşturmak yeni sürecin önemli görevlerindendir.
Ama öte yandan, bütün bu olguları veri olarak
kabul eden bir başka programa da ihtiyacımız vardır.
Yani "Özelleştirmelere hayır" sloganı,
"özelleştirilmiş işletmelerdeki emekçileri
nasıl örgütlemeliyiz" sorusunun üzerini örtemez.
"Taşerona hayır" sloganı altında sınıfa
gidebilir ve onun bu çok yakıcı talebinin altını
çizebiliriz; ama diğer yandan "taşeronlaşmış
işletmelerde sınıfı nasıl birleştirip mücadeleye
yöneltebiliriz" sorusu üzerine de kafa patlatmak
gerekiyor. "Üretimin yapısı ve sınıfın bütünlüğü
parçalandı" diye bir belirlemede bulunduğumuzda,
emekçilerin bu parçalanmış dünyasına nasıl gireceğimizi,
atölyelerde, ev işlerinde, vs. çalışan insanları
nasıl örgütleyeceğimizi düşünmek zorundayız. Zaman
zaman kelli felli sendikacıların sınıfı örgütlemenin
zorluklarından yakınması tuhaf bir durum değil
midir? Bir insan, yapmaya soyunduğu işe çözümler
ve araçlar bulur, yoksa o işin "zorlaştığından"
yakınarak nereye varabilir? Sınıf atölyelere gittiyse
sen de oraya gideceksin; sınıf parçalandıysa sen
onu nasıl birleştirebileceğini düşünüp uygun yöntem
ve araçlar bulacaksın; sınıfın belleği ve örgütsel
refleksleri zayıfladıysa ben bunu nasıl beslerim
ve güçlendiririm diye düşünüp yollar arayacaksın.
Başka bir yol yok! Devrimciysen eğer, bir kabus
manzarası çizip kendine bahane arayacağına, çözümlemelerini,
düşüncelerini yenileyip yeni araçlarla sürece
yüklenirsin, tersi tam bir bataklık ve karamsarlık
tablosudur.
Örneğin, emekçi mahallelerinin "yozlaştığı"
üzerine de çok konuşulur. "Bizim zamanımızda..."
diye başlayan boş muhabbetler en çok bu alanda
yapılır. Doğrudur, oligarşinin bilinçli politikalarının
da katkısıyla bugün gerçekten emekçi mahalleleri
ve genç insanlar korkunç bir kişiliksizleşme,
çürüme ve bozulma atmosferi içindedirler. Pratikte
çalışan her devrimci, insan örgütlemenin ne kadar
zor bir iş olduğunu, nasıl hayal kırıklıkları
ve trajediler yaşadığını bize anlatabilir. Bugün
emekçi mahallelerindeki devrimci kurumların tümü
bu sorunlarla boğuşmakta, genç insanları bir yerden
bir yere taşımak için adeta iğneyle kuyu kazmaktadır.
Peki ama ne yapacağız? Ya da şöyle soralım: Bu
"yozlaşmış" çocuklar kim? Onlar bizim
devrimimizin çocukları değil mi? Devrim dediğimiz
şey, başka diyarlardan getirttiğimiz başka insanlarla
mı yapılacak? Tabii ki bu insanlar bizim insanlarımız
ve biz onları dönüştüren pratikleri ve araçları
bulacağız, böyle yürüyeceğiz.
Yaratıcılık ve Devrimci
Sosyalist Kadro
Artık doğrudan kendimize dönerek tartışmayı sürdürebiliriz.
Evet, böyle yapacağız. Bir devrimci sosyalist,
olguları tespit etmekle yetinemez; o, çözüm bulucu,
yenilik üretici bir kadrodur. Yozlaşmayı, parçalanmış
iş ve hayat ilişkilerini, vs. tümünü belirler,
bunlar üzerine çözümlemeler yapar; ama sonra mutlaka
harekete geçer! Elindeki örgütsel araçları ve
ilişki yöntemlerini, dilini, tavrını hayata uygular,
bunlarla sonuç alamadığında yenilerini "icat"
etmekte tereddüt göstermez. Belki devrimci sosyalizmin
kitlelerle ilişki için ortaya koyduğu temel örgütsel
yapılar yine çalışmanın belkemiği olarak kalır,
ama o, pratikteki çalışmanın ihtiyaçlarını düşünür,
yeni araçlara, yöntemlere yönelir. Futbol kulüpleri
bizim perspektifimizin dışında değildir; uyuşturucuya
karşı özel gençlik çalışmaları da, gecekondu yıkımlarına
karşı halk komiteleri de, sanayi bölgelerinde
işçi dernekleri de, evde çalışan kadınlar için
yaratılabilecek ortak işler de öyle... Afiş, bildiri,
vb. bir yoldur; ama ev ziyaretleri, duvar gazeteleri
de, film gösterimleri de başka yollardır. Süreç
geliştikçe kuşkusuz bunlara yüzlerce yeni yöntem
ve araç eklenecektir. Devrimci sosyalist, bütün
bu biçimlerin hiçbirini baştan reddetmez; zihnini
baştan kilitlemez. Bazı araçların bugün başka
siyasi hareketler tarafından yanlış ve verimsiz
kullanılıyor olmasına bakarak kendisini onlara
kapatmaz. Sonuçta parti örgütü ve temel alan yapılanmaları
dışında hiçbir örgütsel form kalıcı olmak zorunda
değildir. Devrimci sosyalist, yaratıcı ve çözüm
bulucudur. Önündeki olguya (atölye, mahalle, okul,
vb.) bakar, önsel olarak pratik bir çözümleme
yapar ve işe koyulur. Elle tutulur bir başarı
sağlayamıyorsa eğer, hem kullandığı araçları ve
yöntemleri, hem de kendisinin bu araçları-yöntemleri
kullanmaktaki yeterliliğini sorgular. Buradan
vardığı sonuçlarla kendisini de, kullandığı araçları-yöntemleri
de değiştirir, zenginleştirir. Ama durum ne olursa
olsun, koşulların elverişsizliği üzerine ağlayıp
sızlanmaz. Bir felaket tablosu çizip, karşısında
ah vah etmez. Devrimci sosyalistin iyimserliği,
bu anlamda boş bir iyimserlik değildir. Sahip
olduğu devrimci perspektif, ona yol gösterir ve
önünü açar; bu anlamda devrimci yenilenme süreci
de yalnızca iktisadi-siyasi tahlillerin ardarda
sıralanışından öte bir şeydir. Devrimci yenilenme,
yeni tarihsel süreçte yalnızca emperyalist sömürü
ve işleyiş biçimlerindeki değişimi tespit etmekle
yetinmez. O, aynı zamanda bu sürece yanıt verecek
yeni örgüt ve kadro biçimlerinin de yaratılması
gerektiğini ifade eder. Devrimci sosyalist kadro,
işte tam bu yeni biçim ve yöntemlerin bulucusudur.
Süreci çözümleyerek hayata yönelmek, hayattan
öğrenerek yeni ve yaratıcı yollar bulmak... Devrimci
sosyalistin işi budur.
Ancak bu yoldan yürüdüğümüzde kitlelerle buluşacak
ve zafere ulaşacağız.
|