Metropol kapitalist ülkelerde 1870'lerde başlayan
tekelleşme ve dünyanın yeniden paylaşımı 1903'lerde
tamamlandı ve kapitalizm yeni bir aşama olan emperyalist
aşamaya geçti. Lenin'le birilikte emperyalizmin,
kapitalizmin en üst ve son aşaması olduğu biliniyor.
O günden bu yana emperyalizme karşı mücadele devrimci
sosyalizmin önemli bir hedefi olagelmiştir. 1930'lara
kadar metropollerdeki devrimci hareketler, Ekim
devrimi, Ekim devrimi sonrasında sömürge ve yarı-sömürge
ülkelerde gelişen ve özelikle 1945'ler sonrasında
yeni-sömürgelerde hız kazanan ulusal ve sosyal
kurtuluş hareketleri anti-emperyalist mücadelenin
kilometre taşları olagelmiştir.
Reel sosyalizmin yıkılmasıyla iki kutuplu dünya
yerini farklı merkezlerin olduğu tek kutuplu bir
dünyaya (emperyalist-kapitalist) bıraktı. Bu aşamadan
itibaren emperyalizmin ideolojik, politik, kültürel
ve askeri saldırıları hız kazandı. Tarihin sonunu
ilan ederek kapitalizmi kutsayıp ebedileştirdi;
ilerici ve gerici kavramlarını tersyüz ederek
anlamlarını değiştirdi. Ekonomik anlamda küreselleşmeye,
siyasal anlamda liberalizme karşı çıkmanın modası
geçmiş bir gericilik olduğu vurgulandı. Emperyalistlere
göre artık, 'ya yeni düzenlemenin bir parçası
olursun yada yok edilmeyi hakkeden bir gericisin.'
Emperyalizm 11 Eylül saldırısından sonra saldırganlığını
daha küstahça yürütmeye başladı. Ancak bu saldırılar
emperyalistler arası çelişkileri ve emperyalist
saldırganlığın gücünün boyutlarını göstermeye
yetti. Güç (emperyalizme karşı gelinemeyeceği)
vurgusunu pekiştirmek için Irak savaşını naklen
yayımladı… Ancak geçen üç yıl bu gücün güçsüzlüğünü
gözler önüne serdi. Bu devasa güç küçük bir kasaba
olan Umm Kasır'a, Felluce'ye … takıldı.
Ancak emperyalizm -bunun başını ABD emperyalizmi
çekiyor- saldırganlığından bir şey yitirmedi.
Bu nedenle günümüzde anti-emperyalist mücadele
büyük bir önem taşıyor. Günümüz koşullarında anti-emperyalist
mücadeleden ne anlaşılmalı? Yazımızda ayrıntılara
girmeden kısa notlarla emperyalizme karşı mücadeleden
ne anlaşılması gerektiği üzerine durmaya çalıştık.
İlk olarak; tarihsel boyutlarıyla anti-emperyalist
mücadele bir devrim sorunu olarak gündeme gelmiştir.
Kapitalizmin emperyalizme dönüşmesiyle birlikte,
emperyalist-kapitalist ülkelerde mücadele siyasal
iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla
sosyalizmi kurmayı hedeflemiştir.
Emperyalizmle birlikte tekelciliğin ve mali oligarşinin
egemen oluşu ve orta sınıfları tekellere ve mali
oligarşiye bağlaması, emperyalizme karşı mücadeleyi,
kapitalizme ve emperyalizme karşı bir mücadele
ekseninde alınmasını gündeme getirdi.
1.Emperyalist savaş, işçi aristokrasisinin de
egemen sınıf bloğuna bağlandığını gösterdi. Emperyalist
savaşta silahları kendi burjuvazilerine doğrultmayı
reddeden işçi aristokrasisinin siyasal temsilcileri
emperyalist yağma noktasında kendi burjuvazilerinin
yanında yer almışlardır.
Siyasal bir akım olarak Bolşevikler, sınıf işbirliğine
karşı "sınıfa karşı sınıf" ve "baş
düşman kendi ülkendedir" şiarlarıyla silahları
öncelikle kendi burjuvazilerine çevirdiler ve
anti-emperyalist mücadelenin çerçevesini belirlediler.
İkinci olarak; Sovyet devriminin gerçekleştirilmesi
ve emperyalist ülkelerde devrimlerin güncel hale
gelmesi, emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı
kriz, bu ülkelerde siyasal gericiliğin faşizme
kaymasına neden olur. Tam bu noktada faşizme ve
emperyalizme karşı mücadele sorunu gündemleşti.
Bir süre emperyalizme ve faşizme karşı mücadele
kapitalizme karşı mücadelelerden koparılmadan
ele alındı. Ancak devrim dalgasının geriye çekilmesi
ve devrim olasılığının düşmesi, Sovyet devriminin
savunmacı pozisyona dönüşmesi, faşizme ve emperyalizme
karşı mücadelede yeni tartışmaları ve yeni bir
anlayışı gündeme getirdi. Bu tartışmalarda dikkat
çeken yan emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin
anti-kapitalist mücadeleden ayrılmasıydı. Özellikle
2. emperyalist savaş sürecinde bu anlayış pratik
politika durumuna gelince, iktidar perspektifinin
yitirilmesine neden oldu.
"Anti-tekel, anti-faşist mücadele" tarzında
programlaştırılan bu yaklaşım yeni sürecin temel
anlayışı haline geldi. Bu yaklaşımın en sorunlu
yanı, iktidar mücadelesinin, olabilecek taktik
ittifaklara feda edilmesiydi.
Tekellere bin bir bağla bağlanmış tekel dışı burjuva
sınıflar, faşizme ve tekellere karşı tutarlı bir
mücadele yürütemezlerdi. Oysa SBKP'nin de desteklediği
bir çok KP (en başta Fransa, İtalya ve Yunanistan
KP'leri-ki bunları örnek göstermemizin nedeni
savaş sürecinde ciddi bir güç haline gelmeleridir-)
bu anlayış çerçevesinde hareket ettiklerinden
birkaç bakanlık ya da ödün karşılığında devrim
perspektiflerini yitirmişlerdir. Bu anlayış 2.
Emperyalist Paylaşım savaşı sonrasında Avrupa'daki
KP'ler tarafından da egemen anlayış halini almıştır..
Üçüncü olarak; Kapitalizmin emperyalizm aşamasına
ulaşmasıyla birlikte dünyanın, emperyalist güçler
tarafından paylaşılması tamamlanmıştı. 1. emperyalist
savaşla birlikte dünya emperyalist güçler tarafından
yeniden paylaşılmıştı.
Dünya; coğrafya ve nüfusunun önemli bir kesimi
sömürge ve yarı-sömürge ülkeler konumundaydı.
Ve özellikle 1. emperyalist paylaşım savaşı ve
bu savaş sürecinde gerçekleşen Ekim devrimi, sömürge
ve yarı-sömürgelerde devrimci bir hareketlenmeyi
gündeme getirdi.
Sömürge ve yarı-sömürgelerde emperyalizme karşı
mücadelenin nasıl olacağı sorunu yoğun bir tarzda
tartışıldı. Bu sorun Komünist Enternasyonal'in
2. kongresinde de (1920) gündeme gelmişti. Lenin'le,
o dönemde komünist olan Hintli delege Roy arasındaki
tartışma sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde emperyalizme
karşı mücadelenin çerçevesini belirlemişti. Lenin,
Roy'un eleştirilerini haklı görerek burjuva kurtuluş
hareketlerinin, gerçekten devrimci olmaları, komünistlerin
çalışmalarını engellememeleri halinde destekleneceğini
belirtir.
Ancak kısa bir zaman içinde yaşanan gelişmeler
bu ilkenin ihlal edildiğini gösterir. Kemalist
burjuvazinin 15'leri katletmesi ve komünistleri
kovuşturmasından sonra takınılan tavır ve Çin'de
1927'lerde yaşananlar sorunu daha da karmaşıklaştırmıştır.
Burada yaşanan temel sorun "anti-emperyalist
mücadeleyi yürüten "milli burjuvazi"nin
anti-emperyalistliği ve devrimciliği sorunudur.
Sömürge ve yarı-sömürgelerde anti-emperyalist
mücadele anti-işgal çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Devrimci mücadele açısından kesintisiz devrim
yerine aşamacılığın ikame edilmesi, devrim mücadelesinin
sosyalizm mücadelesinden koparılması anlamı taşır.
Komünist hareket açısından bu ciddi bir kırılmadır.
Çin devriminin gerçekleşmesinden sonra yaşanan
gelişmeler bunun belirgin örneğidir. Halen Çin
bayrağında yer alan dört yıldızdan biri, milli
burjuvaziyi temsil etmektedir. (Diğer üç yıldız
İşçi sınıfı, köylülük ve küçük burjuvazidir) Çin
komünistleri işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi
ve orta burjuvaziyle sosyalizme geçmeyi hedeflemişlerdi.
Oysa sosyalizme geçişin en belirgin özelliği sömürücü
sınıfların tasfiyesidir.
Tam bu noktada sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki
milli (orta) burjuvaziler hakkında bir iki noktaya
değinmek gerekiyor. Birincisi, işgal altındaki
sömürge ve yarı-sömürgelerde kapitalizm egemen
bir üretim biçimi değildir ve ulusal burjuvazi
güçlü bir konumda değildir. Gelişmekte olan mili
burjuvazi daha işin başında emperyalizmle ve komprador
burjuvaziyle karşılaşır. Üretim ve pazar noktasında
onlarla rekabet edebilecek durumda değildir. Milli
burjuvazinin gelişimi emperyalist işgalin ve komprador
burjuvazinin yokluğuyla bağlantılıdır. Oysa bu
ülkelerde işgal somuttur ve pazara esas olarak
bunlar hakimdir ve milli burjuvazi bu anlamıyla
anti-işgalci bir özellik taşır. İkincisi, Kapitalizmden
emperyalizme geçişle birlikte burjuvazi gericileşmiştir
ve artık kendi devrimini sonuçlarına vardırabilecek
bir güce sahip değildir. İktidarı ele geçirdiği
yerlerde bir tarafta sınıf düşmanlarına saldırır
öte tarafta 'ülkesinden kovduğu emperyalizmle'
yeniden ilişki kurmaya çalışır. Kemalist 'devrim'
bunun ilk örneğidir. Cezayir devrimi Kemalist
'devrim'le karşılaştırılmayacak düzeyde güçlü
demokratik karakterine rağmen bir başka örnektir.
Üçüncüsü; Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde komünistlerin
emperyalist işgale karşı ortak cephe kurmalarında
yadırganacak bir durum yoktur. Komünist Enternasyonal'de
durum şöyle formüle edilir: "Yabancı egemenlik,
iktisadi güçlerin özgürce gelişimini köstekler.
Bu nedenle bu egemenliğin yıkılması, sömürgelerdeki
devrimin ilk adımıdır; bu nedenle sömürgelerde
yabancı egemenliğin yıkılması için yürütülen mücadeleye
verilen destek, yerli burjuvazinin milliyetçi
hareketine sunulan bir destek değil, kendisi de
ezilen proletaryanın önündeki yolun açılması demektir."
(Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, c.1,
s, 214-215, Tohum Yayıncılık. 1. baskı, Mart 1997)
Sorun oluşturulacak cephenin önderliğini kimin
alacağı ve ortak hedeflerin nereye kadar sürdürüleceğinin
net olup olmamasıdır. Milli burjuvazi işgale karşı
anti-emperyalist cephede yer alabilir; ama, siyasal
iktidarın ele geçirilmesiyle birlikte devrimin
kesintisiz olarak sosyalizme geçiş net olarak
ortaya konulmalıdır. Ve sosyalizme milli burjuvalar
korunarak ulaşılmayacağı açıktır. Lenin'in yaklaşımları
ve yaşanan deneyimler de bunu açıkça göstermiştir.
Dördüncü olarak; 2. emperyalist paylaşımından
sonra klasik sömürgecilik büyük oranda tasfiye
edilerek yeni-sömürgecilik ilişkileri geliştirilmeye
başlandı. Dönemin CIA Başkanı J. Foster Dulles
bunun nedenini şu sözlerle özetlemiştir: "İkinci
dünya savaşı sona ererken, en büyük siyasal sorun
sömürgelerdeki durumdu. Eğer Batı, sömürgeciliğin,
statükonun devamıyla böylece sürüp gitmesinin
isteseydi şiddetli bir devrimi kaçınılmaz kılacak
ve kaçınılmaz bir yenilgiye uğrayacaktı. Başarı
kazanabilecek tek politika, 700 milyon bağımlı
insanın daha ileri durumda olanlarına barış içinde
bağımsızlıklarını tanımaktı." Evet, emperyalizm,
yeni-sömürge ülkelere göstermelik bir bağımsızlık
vermişlerdir; buna göre sömürgelerin de bir sınırı
ve bir bayrağı vardı artık; ama ekonomik, siyasal,
askeri ve kültürel anlamda bağımlı hale getirdi.
Emperyalizm, klasik sömürgecilikte esas olarak
işgal ederek ve oradaki toprak ağalarına ve komprador
burjuvaziye dayanarak varlıklarını sürdürüyordu.
Yeni-sömürge ülkelerde ise kapitalizm, yukarıdan
aşağıya ve emperyalizme bağımlı bir şekilde geliştirilerek
egemen hale gelmiş, emperyalizmin esas müttefiki
olarak işbirlikçi tekelcilik egemen olmaya başlamıştır.
20-25 yıllık süre içinde işbirlikçi tekelcilik
egemen sınıf bloğu içinde (işbirlikçi tekelci
sermaye, toprak ağaları ve tefeci tüccar sermaye)
önce egemen olmuş sonraları da diğerleri fiilen
tasfiye olmuş ve konum değiştirmiştir. Toprak
ağalığı yerini toprak kapitalistlerine bırakırken,
büyük bankalar aracı-tefeci kesimi bir sınıf olarak
tasfiye etmiştir. Artık, küçük köylerde bile insanlar
kredi vb. isteklerini köylerdeki tefecilerden
değil, büyük bankalardan almaktadırlar. Bu arada
emperyalizmin işbirlikçilerinden nispeten bağımsız
üretim yapan orta (milli) burjuvazi bu süre içinde
ya tasfiye edilmiş ya da ara mal üreten bir konuma
getirilerek işbirlikçi tekelcilik tarafından yedeklenmiştir.
Yedeklenen güçler hukuki açıdan bağımsız olsa
da, üretimin bileşkeni açısından bağımlı hale
gelmiştir. Bugün tekel dışı denilen gücün tarihi
evriminde geldiği yer, üretim organizasyonunun
tekellerle organik bağlar içinde bulunduğu bir
yerdir. Artık onun varlık koşulu tekelci burjuvazidir.
Tekelci burjuvazi çeşitli kaynakları kestiğinde
orta burjuvazinin varlık koşulu tehlikeye girer.
Ekonomik, siyasal ve toplumsal yapıda yaşanan
bu gelişmeler emperyalizme karşı olan sınıf kombinezonu
da değiştirmiştir. Geçmişte 'anti-işgal' ekseninde
de olsa ittifak gücü sayılan sömürücü orta sınıflar,
yeni süreçte, tasfiye edilmesi gereken bir güç
durumuna gelmişlerdir. Artık, sömürücü burjuva
kesimleriyle ('milli', 'tekel dışı', 'orta' burjuvazi')
ittifak kurma zemini ortadan kalkmıştır.
Çok net olarak şu vurgulanmalıdır ki: Artık yeni-sömürge
ülkelerde anti-emperyalist mücadele denilince
işçi sınıfının merkezde olduğu emekçi sınıflar
bloğunun ülkede egemen olan hakim sınıflar bloğu
oligarşiye ve onun başat gücü işbirlikçi tekelci
burjuvaziye (sanayi, ticari ve toprak), işbirlikçi
tekelci burjuvazinin yedeklediği tekel dışı burjuva
kesimlerine ve işbirlikçi burjuvaziyi yedekleyen
emperyalizmin ekonomik, siyasal, kültürel varlığına
karşı bir mücadele anlaşılmalıdır. Daha açık bir
deyişle yeni-sömürgelerde anti-emperyalist mücadele,
devrim ve sosyalizm mücadelesinden ayrı olarak
ele alınamaz.
Bunu sakatlayan her yaklaşım bilerek ya da bilmeyerek
milliyetçiliğe ve sınıf işbirlikçiliğine hizmet
eder; kapitalizmin ömrünü de uzatmış olur.
Beşinci olarak; 1970-'80'li yıllarda ulusal ve
toplumsal kurtuluşu hedefleyen bazı hareketler,
reel sosyalizmin yıkılmasından sonra milliyetçi
ya da reformist bir çizgiye kaydılar. Ulusal kurtuluş,
kültürel bir takım haklara (Kürt hareketinde görüldüğü
gibi) ya da özerkliğe indirgenirken, toplumsal
kurtuluş (Örneğin El Salvador'daki FMLN gibi)
sistem içi bir mücadeleye kaydı. Gerçekte bu hareketler
sosyalizm hedefinden vazgeçerek anti-emperyalist-toplumcu
hareketler olmaktan küçümsenemeyecek ölçüde uzaklaşmışlardır.
Bunlar emperyalistler arası çelişkilere ve bunun
ülkelerine yansımasına göre politika üretmektedirler.
Genellikle anti-emperyalistlik anti-Amerikancılığa
indirgenmiştir. Latin Amerika'daki ve Ortadoğu'daki
kimi hareketler bu özelliklere sahipler.
Altıncı olarak; 1970'li yıllarından sonlarından
günümüze kadar geçen süreçte yaşanan gelişmeler
anti-emperyalizm sorununu yeniden irdelememizi
zorunlu kılıyor. İlk önce belirtmemiz gereken
nokta 1970'li yılların ortalarına doğru tüm emperyalist
kapitalist sistemi saran bir kriz yaşanmıştır.
Bu krizden çıkış yöntemi olarak metropollerde
Keynesyen ekonomik politikaların yerine Neo liberal
politikalar gündeme gelmiştir. Amerika'da Reagan,
İngiltere'de Thatcher sonraki süreçlerde Almanya'da
Kohl neo-liberal politikaların uygulayıcılarıydı.
Bu politikanın özü işçi sınıfı ve emekçilere yönelik
bir saldırı olmasıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin
ücretleri düşürülmüş, işsizlik dayatılmış, sendikal
örgütleri büyük oranda zayıflatılmış, sağlık,
eğitim… gibi olanaklardan yararlanmalarına yönelik
saldırılar yoğunlaştırılmıştır. Böylece sınıflar
arası uçurum geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde artmıştır.
Emperyalistler, ülkelerindeki sömürüyü artırmakla
kalmadılar yeni-sömürge ülkelere de bu politikayı
dayatmışlardır. Doğrudan işçi sınıfı ve emekçileri
hedefleyen böylesine bir saldırının normal yollarla
yaşama geçmesi kolay görünmüyordu. Yeni-sömürge
ülkelerde ardı sıra gelen darbelerle neo liberal
politikaları uygulayabilmenin zemini oluşturdular.
Askeri faşist darbelerle en başta devrimci güçlerle
işçi ve emekçi sınıfların örgütlülükleri hedeflendi.
Askeri zor kullanarak büyük oranda tasfiye ettiler.
Neo liberal politikalarla başka bir şeyi daha
hedeflemişlerdi: yeni-sömürge ülkelerdeki artı
değerin bir kısmına el koyan aracı, tefeci ve
tekel dışı burjuvaziyi tasfiye etmek ve onların
el koydukları artı değeri almak. İhracata dönük
bir ekonomik politika uygulanarak iç pazara yönelik
üretim yapan üretim kompleksleri ya tasfiye edilmiş
ya da işbirlikçi tekelci burjuvaziye yedek, ara
mal üreten kurumlar haline getirilmiştir. Bunun
siyasal dildeki karşılığı tekel dışı burjuvazinin
tasfiyesi ya da tekelciliğe yedeklenmesi olarak
okuyabiliriz. Emperyalizmin krizinin devam ettiği;
metropollerde ve yeni-sömürgelerde neo liberal
politikalarla aşmaya çalıştığı bir dönemde reel
sosyalizm yıkıldı. Yıkım emperyalistler açısından
büyük bir pazar anlamına geliyordu. Artık uluslararası
sermayenin girmeyeceği pazar neredeyse kalmıyordu.
Ancak açılacak pazarlarda kimin hakim olacağı
sorunu yoğun bölgesel çatışmalara zemin hazırlıyordu.
Yugoslavya'nın parçalanmasında Alman merkezli
Avrupa emperyalizmi (ki Alman merkezli Avrupa
emperyalizmi Hırvatlarla Slovenleri destekledi)
ile ABD emperyalizminin çekişmesi çok net olarak
kendini göstermiştir. Aynı çatışma yıkılan diğer
reel sosyalist ülkelerde, Irak savaşlarında (1991
ve son savaş), İran, Suriye sorunlarındaki politikalarda
da kendini göstermiştir.
***
Reel sosyalizmin yıkılmasıyla sosyalist hareketin
dünya çapında yaşadığı fiziksel ve moral sorunlar,
emperyalist sistemin ideolojik ve fiziksel saldırılarının
yoğunlaşması, emperyalist metropollerde ve yeni-sömürgelerde
uygulanan neo liberal politikaların sınıflar üzerindeki
etkileri karşısında anti-emperyalist mücadele
sol içinde yoğun tartışmalara neden olmuştur,
olmaya devam etmektedir.
Bu tartışmaların iki odak noktası bulunuyor: Ortadoğu
ve Latin Amerika. Ortadoğu'daki tartışmalarda
Afganistan ve özellikle Irak'taki direniş akla
gelmektedir. Son olarak Hamas'ın durumu tartışmayı
yeniden gündemleştirdi. Afganistan, Filistin ve
Irak'taki direniş nasıl tanımlanmalı? Gerek coğrafyamızda
ve gerekse bölgemizdeki kendini Marksist olarak
gören solun bu konuda ortak bir paydasının olmadığı
biliniyor. Kimileri bu hareketleri -ya da bazılarını-
anti-emperyalist ulusal kurtuluşçu hareketler
olarak görürken, kimileri devrimci ve ulusal bir
özellik taşımadığını düşünmektedir. Konu bölgesel
ittifaklar açısından önem taşımaktadır.
***
Hemen belirtmek gerekiyor; bu hareketler (Taliban,
Irak direniş güçlerinin küçümsenemeyecek bir bölümü
ve Hamas) anti-emperyalist değil, anti-işgalci
bir konumdadır. Bu direnişlerde başı çekenlerin
şeceresinin de pek temiz olmadığı bilinen bir
gerçektir.
Afganistan'daki direnişin başını çeken Taliban,
SSCB'nin Afganistan'a girişinden sonra emperyalizm
tarafından örgütlenen, askeri, teknik vb. konularda
CIA ve diğer emperyalist istihbarat kurumlarınca
eğitilen ve desteklenen bir örgüttür. Taliban,
SSCB destekli Necibullah iktidarının düşürülmesi
sürecinden sonra iktidara gelen islamcı gerici
güçlerin yaşadığı iç kargaşaların ardından özellikle
ABD emperyalizminin desteğiyle iktidar oldu. İktidar
olduğu dönemde gericiliğin ve emperyalist işbirlikçiliğin
merkezi konumundaydı… 11 Eylül'den sonra iktidardan
düşürülmesi ve direnişe geçmesi onu ulusal bir
güç yapmadığı gibi ilerici olarak atfetmemizde
söz konusu olmaz.
Irak'taki direniş Afganistan'daki direnişten kimi
farklılıklar içerse de direnişin önemli bir bölümünü
oluşturan Baas'cılar ve siyasal İslamcılar açısından
da benzeri şeyleri söylemek mümkündür. Irak'taki
direniş daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Direnişin
içinde Baasçılar ve siyasal İslamcıların yanında
zayıf da olsa sosyalist güçler bulunmaktadır.
Baas'çıları ve siyasal İslamcıları anti-emperyalist
olarak değerlendiremeyiz. Şu anda her ikisi de
anti-işgalcidir ama anti-emperyalist değildir.
Baas'çıların iktidarı emperyalizmin ve özellikle
de ABD emperyalizmin hizmetinde bir iktidar olarak
tarihe geçmiştir. İran İslam devriminin durdurulmasında
emperyalizmin ileri karakolu işlevini görmüştür.
Kürt halkının ulusal mücadelesinin bastırılmasında
emperyalizmin hediye ettiği kimyasal silahları
kullanmaktan çekinmemiştir; yakın bir dönemde
de ilerici, devrimci ve komünistleri katletmekten
de çekinmediği bilinmektedir. Baasçılarla siyasal
İslam'ın emperyalizmle çelişkisi ülkenin nasıl
yağmalanacağı konusundaki farklılıktan kaynaklanmaktadır.
Şii direnişinin işgalcilerle uzlaşması çok yakın
bir dönemin gerçekliğidir. Irak işgalinde anti-emperyalist
tek güç vardır: O da direnişteki sosyalistlerdir.
Hamas'ın önü 1980'lerin başında açılmıştır. Bu
dönemde emperyalizm destekli Siyonist devlet Lübnan'daki
Filistin devrimci demokratik hareketinin, Lübnan'ı
terk etmesini zorlarken Hamas'ın Filistin'de siyaset
yapmasının önünü açmıştır. Hamas; Filistin'in
en yoksul ve direnişçi kesimlerinin yaşadığı Gazze
ve Batı Şeria'da kısa zamanda güç haline gelmiştir.
Filistin'de yoksul tabana oturması, El Fetih'in
Oslo süreci ile birlikte kurtuluşu emperyalizm
ve Siyonizm'le uzlaşmada bulması, El Fetih yönetiminin
rüşvet ve skandallara karışması ve 2. intifada
Hamas'ı hem güçlendirmiş, hem de Siyonist işgale
karşı radikalaştırmıştır. Hamas şimdi iktidar
oldu ve yaptığı ilk açıklamalarda Siyonist İsrail
devleti dışında tüm emperyalist ülkelerle müzakereye
hazır olduğunu belirtti. Şüphesiz bu yönelim bile
Hamas'ın anti-emperyalistliğinden çok anti-işgalci
bir konumda olduğunu gösterir.
Tam burada şunun altını kalın çizgilerle çizmemiz
gerekir. Bölgemizdeki direnişin lokomotifini işçi
sınıfı ve emekçi sınıfların siyasal temsilcileri
çekmemektedir. Yani direniş esas olarak sosyalizm
merkezli ya da burjuva anlamda bile olsa demokratik
güçlerin başını çektiği bir direniş değildir.
Ancak sınıfsal konumundan ve bu güçlerin temel
siyasi duruşlarından bağımsız olarak bu güçlerin
direnişi, birinci olarak emperyalizmin gücünün
propaganda edildiği gibi güçlü olmadığını, yükselecek
mücadelenin bunu sınırlayabileceğini, ikinci olarak
ABD emperyalizminin bölgesel düzenlemesine çomak
sokulabileceğini göstermektedir. Eğer ABD emperyalizmi
halen İran ve Suriye'ye saldırmadıysa, bölgesel
düzenlemede işler istediği gibi gitmiyorsa bunun
ana nedeninin direniş olduğunun görülmesi gerekir.
Bu bağlamda siyasal İslamcı güçlerin anti-işgal
temeldeki direnişlerinin nesnel olarak emperyalizmin
işini güçleştiren, onun planlarını kısmen de olsa
bozan bir rol oynadığı açıktır.
***
Latin Amerika Marksist solunda da neo liberalizme
ve emperyalizme karşı mücadelenin nasıl bir program
ve hangi mücadele araçları ve örgütleriyle yapılması
gerektiği konusunda tartışmalar yaşanmaktadır.
Burada da üç farklı eğilim çıkmıştır. Birinci
eğilim, solun merkezle ittifak kurmasını önermektedir.
Bu yaklaşıma göre sol eşitsizliğe karşı çıkacak,
merkez ise "orta sınıfları" harekete
geçirecek. Aslında bu yaklaşım bize çok yabancı
değil. Çeşitli yazılarımızda eleştirdiğimiz klasik/geleneksel
komünist partilerin 'ilerici ulusal', "ilerici
orta sınıflarla" olan ilişkilerine benzeyen
bir yaklaşım geliştirilmesi önerilmektedir. İkinci
eğilim; uluslar arası koşullar halk güçlerinden
yana değişinceye kadar radikal bir anti-emperyalizmden
çok, neo liberalizme karşı mücadele önermektedir.
Üçüncü eğilim ise neo liberalizme karşı mücadeleyi
anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm ekseninde
yürütmeyi önermektedir. Bu yaklaşıma göre Latin
Amerika'daki mücadele sosyalizmi bir kez daha
gündeme getirmiştir.
***
Burada küreselleşme karşıtı hareketle ilgili bir
iki cümle kurmak gerekir. Kürselleşme karşıtı
hareket Seattle'de başlayıp Cenova'da doruk noktasına
ulaştı. Önemli ve kitlesel eylemlilikler koydu.
Ancak küreselleşme karşıtı hareket kozmopolit
bir yapıya sahipti ve net hedeflere sahip değildi.
İçinde komünistlerden yeşillere, liberallerden
marjinal gruplara, etnik hareketlerden anarşistlere
kadar bir çok kesimi kapsadı. Küreselleşme karşıtı
hareketin en zayıf noktasını anti-kapitalist içeriğinin
yeterince baskın hale getirilememesi ve iktidar
mücadelesinden bağımsız olarak ele alınmasıdır.
SONUÇ:
Yaşadığımız coğrafya açısından öncelikle belirtmemiz
gereken nokta anti-emperyalist mücadelenin, anti-amerikancı
mücadeleye indirgenemeyeceğidir. Emperyalistler
arası çelişkilerin yarattığı yanılsamanın yanında,
AB ile olan ilişkiler de benzeri bir yanılsama
yaratmaktadır. İşbirlikçi tekelci sermayenin Avrupa
(daha zayıf olarak da Japon emperyalizmiyle ilişkileri)
emperyalizmiyle yoğun ilişkileri olan kesiminin
çıkarı gereği yarattığı ve reformistlerimizin
de soldan destek verdiği "AB"cilik havası
emperyalistler arası çelişmede birinin kanadına
sığınmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Anti-emperyalist
mücadeleyi anti-amerikancılığa indirgeyen her
yaklaşım bilerek yada bilmeyerek Avrupa emperyalizmiyle
diğer emperyalist ülkeleri temize çıkarma durumuyla
karşı karşıya kalır. ABD'nin dünyanın en güçlü
ve en saldırgan emperyalist ülkesi olduğu bir
gerçektir ve bu itibarla anti-emperyalist mücadelede
mızrağın sivri ucunun ABD emperyalizmine yönelmesi
doğru bir yaklaşımdır. Ancak bu gerçeklikten,
mızrağın diğer emperyalistlere yöneltilmeyeceği
sonucu çıkamaz.
Günümüz açısından anti-emperyalist mücadele, anti-kapitalist
mücadeleden ayrılamaz. Bundan çıkarılması gereken
temel sonuç kapitalizme karşı olmayan sınıf ve
katmanların tutarlı bir anti-emperyalist mücadele
vermelerinin söz konusu olamayacağıdır. Emperyalizme
karşı mücadele iktidar mücadelesinin ve bu anlamda
sosyalizm mücadelesinin bir parçasıdır. Emperyalizme
karşı mücadele ancak işçi sınıfı ya da işçi sınıfının
başını çektiği bir emekçi bloğu başarıya ulaştırabilir.
Günümüz dünyasında "Ulusal kesimleri",
"Orta sınıflar" anti-emperyalist mücadelenin
kararlı taraftarı olamazlar. Orta sınıflar bağlamında
büyük bir bölümünün sınıfsal konumlarının tekelcilik
tarafından belirlenmiş olmaları (tekelcilik için
ara mal üretmeleri) ve artı değer sömürüsüyle
yaşamlarını sürdürmeleri emperyalizme ve kapitalizme
karşı mücadele vermelerini engeller.
İşgal altındaki ülkelerde "ulusal",
"orta sınıflar" zaman zaman anti-işgalci
bir tavır takınsalar da, kapitalizmin emperyalizm
aşamasına geçişiyle birlikte gericileşmesi ve
kendi devrimi sonuna kadar götürecek takatinin
kalmaması, nedeniyle yüzünü hemen emperyalizme
çevirmektedir. Coğrafyamızda yeni-sömürgecilik
ilişkileri egemendir. Kapitalizm, emperyalistle
girişilen ilişkiler çerçevesinden egemen üretim
tarzı haline gelmiştir. Oligarşi siyasal ve ekonomik
zemine damgasını vurmaktadır. Yeni-sömürgecilik
ilişkilerinin başlamasıyla "milli",
geleneksel "orta sınıflar" ya tasfiye
edilmiş ya da işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından
yedeklenmiştir. Geçmişin iktidar bloğu (toprak
ağalığı, tefeci bezirganlar -ticaret burjuvazisi-
ve işbirlikçi tekelcilik) yerini işbirlikçi tekelciliğe
bırakmıştır.
Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele
en başta TC'nin emperyalist ülkelerle yaptığı
anlaşmaların (ekonomik, askeri, siyasi) feshedilip
geçersiz kılınması, coğrafyamız ve dünya kamuoyuna
açıklamayı içerir.
Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele,
emperyalizmin coğrafyamızda konuşlandırdığı tüm
üs ve askeri tesislerden kovulmasını içerir.
Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele
emperyalizmin oligarşinin ve dolaylı işbirlikçisi
(işbirlikçi sermaye için ara mal üreten ve varlığı
tekelcilere bağlı olan kesimler) sınıfların ekonomik,
siyasal, kültürel, … varlıklarının kırılmasını;
başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi kesimlerin
ekonomik siyasal yaşamda belirleyici olacağı bir
mücadeleden ayrı tutulamaz. Coğrafyamız açısından
emperyalizme karşı mücadele, TC'nin ilhak ve işgal
ettiği yerlerden çekilmesi ve bu halkların özgürlüklerine
kavuşması mücadelesinden ayrı tutulamaz.
Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele
kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamaz. Coğrafyamız
açısından emperyalizme karşı mücadele tüm dünya
işçi sınıfı ve emekçi halklarıyla, ezilenleriyle
birleşik bir devrimci savaşımın ve dayanışmanın
örgütlenmesi anlamına gelir. Coğrafyamız açısından
emperyalizme karşı mücadele devrim ve sosyalizm
mücadelesinden ayrı olarak ele alınamaz.
|