Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

40. Sayı - Mayıs 2006

Metropol kapitalist ülkelerde 1870'lerde başlayan tekelleşme ve dünyanın yeniden paylaşımı 1903'lerde tamamlandı ve kapitalizm yeni bir aşama olan emperyalist aşamaya geçti. Lenin'le birilikte emperyalizmin, kapitalizmin en üst ve son aşaması olduğu biliniyor. O günden bu yana emperyalizme karşı mücadele devrimci sosyalizmin önemli bir hedefi olagelmiştir. 1930'lara kadar metropollerdeki devrimci hareketler, Ekim devrimi, Ekim devrimi sonrasında sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde gelişen ve özelikle 1945'ler sonrasında yeni-sömürgelerde hız kazanan ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri anti-emperyalist mücadelenin kilometre taşları olagelmiştir.
Reel sosyalizmin yıkılmasıyla iki kutuplu dünya yerini farklı merkezlerin olduğu tek kutuplu bir dünyaya (emperyalist-kapitalist) bıraktı. Bu aşamadan itibaren emperyalizmin ideolojik, politik, kültürel ve askeri saldırıları hız kazandı. Tarihin sonunu ilan ederek kapitalizmi kutsayıp ebedileştirdi; ilerici ve gerici kavramlarını tersyüz ederek anlamlarını değiştirdi. Ekonomik anlamda küreselleşmeye, siyasal anlamda liberalizme karşı çıkmanın modası geçmiş bir gericilik olduğu vurgulandı. Emperyalistlere göre artık, 'ya yeni düzenlemenin bir parçası olursun yada yok edilmeyi hakkeden bir gericisin.' Emperyalizm 11 Eylül saldırısından sonra saldırganlığını daha küstahça yürütmeye başladı. Ancak bu saldırılar emperyalistler arası çelişkileri ve emperyalist saldırganlığın gücünün boyutlarını göstermeye yetti. Güç (emperyalizme karşı gelinemeyeceği) vurgusunu pekiştirmek için Irak savaşını naklen yayımladı… Ancak geçen üç yıl bu gücün güçsüzlüğünü gözler önüne serdi. Bu devasa güç küçük bir kasaba olan Umm Kasır'a, Felluce'ye … takıldı.
Ancak emperyalizm -bunun başını ABD emperyalizmi çekiyor- saldırganlığından bir şey yitirmedi. Bu nedenle günümüzde anti-emperyalist mücadele büyük bir önem taşıyor. Günümüz koşullarında anti-emperyalist mücadeleden ne anlaşılmalı? Yazımızda ayrıntılara girmeden kısa notlarla emperyalizme karşı mücadeleden ne anlaşılması gerektiği üzerine durmaya çalıştık.
İlk olarak; tarihsel boyutlarıyla anti-emperyalist mücadele bir devrim sorunu olarak gündeme gelmiştir. Kapitalizmin emperyalizme dönüşmesiyle birlikte, emperyalist-kapitalist ülkelerde mücadele siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla sosyalizmi kurmayı hedeflemiştir.
Emperyalizmle birlikte tekelciliğin ve mali oligarşinin egemen oluşu ve orta sınıfları tekellere ve mali oligarşiye bağlaması, emperyalizme karşı mücadeleyi, kapitalizme ve emperyalizme karşı bir mücadele ekseninde alınmasını gündeme getirdi.
1.Emperyalist savaş, işçi aristokrasisinin de egemen sınıf bloğuna bağlandığını gösterdi. Emperyalist savaşta silahları kendi burjuvazilerine doğrultmayı reddeden işçi aristokrasisinin siyasal temsilcileri emperyalist yağma noktasında kendi burjuvazilerinin yanında yer almışlardır.
Siyasal bir akım olarak Bolşevikler, sınıf işbirliğine karşı "sınıfa karşı sınıf" ve "baş düşman kendi ülkendedir" şiarlarıyla silahları öncelikle kendi burjuvazilerine çevirdiler ve anti-emperyalist mücadelenin çerçevesini belirlediler.
İkinci olarak; Sovyet devriminin gerçekleştirilmesi ve emperyalist ülkelerde devrimlerin güncel hale gelmesi, emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı kriz, bu ülkelerde siyasal gericiliğin faşizme kaymasına neden olur. Tam bu noktada faşizme ve emperyalizme karşı mücadele sorunu gündemleşti. Bir süre emperyalizme ve faşizme karşı mücadele kapitalizme karşı mücadelelerden koparılmadan ele alındı. Ancak devrim dalgasının geriye çekilmesi ve devrim olasılığının düşmesi, Sovyet devriminin savunmacı pozisyona dönüşmesi, faşizme ve emperyalizme karşı mücadelede yeni tartışmaları ve yeni bir anlayışı gündeme getirdi. Bu tartışmalarda dikkat çeken yan emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin anti-kapitalist mücadeleden ayrılmasıydı. Özellikle 2. emperyalist savaş sürecinde bu anlayış pratik politika durumuna gelince, iktidar perspektifinin yitirilmesine neden oldu.
"Anti-tekel, anti-faşist mücadele" tarzında programlaştırılan bu yaklaşım yeni sürecin temel anlayışı haline geldi. Bu yaklaşımın en sorunlu yanı, iktidar mücadelesinin, olabilecek taktik ittifaklara feda edilmesiydi.
Tekellere bin bir bağla bağlanmış tekel dışı burjuva sınıflar, faşizme ve tekellere karşı tutarlı bir mücadele yürütemezlerdi. Oysa SBKP'nin de desteklediği bir çok KP (en başta Fransa, İtalya ve Yunanistan KP'leri-ki bunları örnek göstermemizin nedeni savaş sürecinde ciddi bir güç haline gelmeleridir-) bu anlayış çerçevesinde hareket ettiklerinden birkaç bakanlık ya da ödün karşılığında devrim perspektiflerini yitirmişlerdir. Bu anlayış 2. Emperyalist Paylaşım savaşı sonrasında Avrupa'daki KP'ler tarafından da egemen anlayış halini almıştır..
Üçüncü olarak; Kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaşmasıyla birlikte dünyanın, emperyalist güçler tarafından paylaşılması tamamlanmıştı. 1. emperyalist savaşla birlikte dünya emperyalist güçler tarafından yeniden paylaşılmıştı.
Dünya; coğrafya ve nüfusunun önemli bir kesimi sömürge ve yarı-sömürge ülkeler konumundaydı. Ve özellikle 1. emperyalist paylaşım savaşı ve bu savaş sürecinde gerçekleşen Ekim devrimi, sömürge ve yarı-sömürgelerde devrimci bir hareketlenmeyi gündeme getirdi.
Sömürge ve yarı-sömürgelerde emperyalizme karşı mücadelenin nasıl olacağı sorunu yoğun bir tarzda tartışıldı. Bu sorun Komünist Enternasyonal'in 2. kongresinde de (1920) gündeme gelmişti. Lenin'le, o dönemde komünist olan Hintli delege Roy arasındaki tartışma sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde emperyalizme karşı mücadelenin çerçevesini belirlemişti. Lenin, Roy'un eleştirilerini haklı görerek burjuva kurtuluş hareketlerinin, gerçekten devrimci olmaları, komünistlerin çalışmalarını engellememeleri halinde destekleneceğini belirtir.
Ancak kısa bir zaman içinde yaşanan gelişmeler bu ilkenin ihlal edildiğini gösterir. Kemalist burjuvazinin 15'leri katletmesi ve komünistleri kovuşturmasından sonra takınılan tavır ve Çin'de 1927'lerde yaşananlar sorunu daha da karmaşıklaştırmıştır.
Burada yaşanan temel sorun "anti-emperyalist mücadeleyi yürüten "milli burjuvazi"nin anti-emperyalistliği ve devrimciliği sorunudur. Sömürge ve yarı-sömürgelerde anti-emperyalist mücadele anti-işgal çerçevesinde değerlendirilmiştir. Devrimci mücadele açısından kesintisiz devrim yerine aşamacılığın ikame edilmesi, devrim mücadelesinin sosyalizm mücadelesinden koparılması anlamı taşır. Komünist hareket açısından bu ciddi bir kırılmadır. Çin devriminin gerçekleşmesinden sonra yaşanan gelişmeler bunun belirgin örneğidir. Halen Çin bayrağında yer alan dört yıldızdan biri, milli burjuvaziyi temsil etmektedir. (Diğer üç yıldız İşçi sınıfı, köylülük ve küçük burjuvazidir) Çin komünistleri işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi ve orta burjuvaziyle sosyalizme geçmeyi hedeflemişlerdi. Oysa sosyalizme geçişin en belirgin özelliği sömürücü sınıfların tasfiyesidir.
Tam bu noktada sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki milli (orta) burjuvaziler hakkında bir iki noktaya değinmek gerekiyor. Birincisi, işgal altındaki sömürge ve yarı-sömürgelerde kapitalizm egemen bir üretim biçimi değildir ve ulusal burjuvazi güçlü bir konumda değildir. Gelişmekte olan mili burjuvazi daha işin başında emperyalizmle ve komprador burjuvaziyle karşılaşır. Üretim ve pazar noktasında onlarla rekabet edebilecek durumda değildir. Milli burjuvazinin gelişimi emperyalist işgalin ve komprador burjuvazinin yokluğuyla bağlantılıdır. Oysa bu ülkelerde işgal somuttur ve pazara esas olarak bunlar hakimdir ve milli burjuvazi bu anlamıyla anti-işgalci bir özellik taşır. İkincisi, Kapitalizmden emperyalizme geçişle birlikte burjuvazi gericileşmiştir ve artık kendi devrimini sonuçlarına vardırabilecek bir güce sahip değildir. İktidarı ele geçirdiği yerlerde bir tarafta sınıf düşmanlarına saldırır öte tarafta 'ülkesinden kovduğu emperyalizmle' yeniden ilişki kurmaya çalışır. Kemalist 'devrim' bunun ilk örneğidir. Cezayir devrimi Kemalist 'devrim'le karşılaştırılmayacak düzeyde güçlü demokratik karakterine rağmen bir başka örnektir. Üçüncüsü; Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde komünistlerin emperyalist işgale karşı ortak cephe kurmalarında yadırganacak bir durum yoktur. Komünist Enternasyonal'de durum şöyle formüle edilir: "Yabancı egemenlik, iktisadi güçlerin özgürce gelişimini köstekler. Bu nedenle bu egemenliğin yıkılması, sömürgelerdeki devrimin ilk adımıdır; bu nedenle sömürgelerde yabancı egemenliğin yıkılması için yürütülen mücadeleye verilen destek, yerli burjuvazinin milliyetçi hareketine sunulan bir destek değil, kendisi de ezilen proletaryanın önündeki yolun açılması demektir." (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, c.1, s, 214-215, Tohum Yayıncılık. 1. baskı, Mart 1997) Sorun oluşturulacak cephenin önderliğini kimin alacağı ve ortak hedeflerin nereye kadar sürdürüleceğinin net olup olmamasıdır. Milli burjuvazi işgale karşı anti-emperyalist cephede yer alabilir; ama, siyasal iktidarın ele geçirilmesiyle birlikte devrimin kesintisiz olarak sosyalizme geçiş net olarak ortaya konulmalıdır. Ve sosyalizme milli burjuvalar korunarak ulaşılmayacağı açıktır. Lenin'in yaklaşımları ve yaşanan deneyimler de bunu açıkça göstermiştir.
Dördüncü olarak; 2. emperyalist paylaşımından sonra klasik sömürgecilik büyük oranda tasfiye edilerek yeni-sömürgecilik ilişkileri geliştirilmeye başlandı. Dönemin CIA Başkanı J. Foster Dulles bunun nedenini şu sözlerle özetlemiştir: "İkinci dünya savaşı sona ererken, en büyük siyasal sorun sömürgelerdeki durumdu. Eğer Batı, sömürgeciliğin, statükonun devamıyla böylece sürüp gitmesinin isteseydi şiddetli bir devrimi kaçınılmaz kılacak ve kaçınılmaz bir yenilgiye uğrayacaktı. Başarı kazanabilecek tek politika, 700 milyon bağımlı insanın daha ileri durumda olanlarına barış içinde bağımsızlıklarını tanımaktı." Evet, emperyalizm, yeni-sömürge ülkelere göstermelik bir bağımsızlık vermişlerdir; buna göre sömürgelerin de bir sınırı ve bir bayrağı vardı artık; ama ekonomik, siyasal, askeri ve kültürel anlamda bağımlı hale getirdi.
Emperyalizm, klasik sömürgecilikte esas olarak işgal ederek ve oradaki toprak ağalarına ve komprador burjuvaziye dayanarak varlıklarını sürdürüyordu. Yeni-sömürge ülkelerde ise kapitalizm, yukarıdan aşağıya ve emperyalizme bağımlı bir şekilde geliştirilerek egemen hale gelmiş, emperyalizmin esas müttefiki olarak işbirlikçi tekelcilik egemen olmaya başlamıştır. 20-25 yıllık süre içinde işbirlikçi tekelcilik egemen sınıf bloğu içinde (işbirlikçi tekelci sermaye, toprak ağaları ve tefeci tüccar sermaye) önce egemen olmuş sonraları da diğerleri fiilen tasfiye olmuş ve konum değiştirmiştir. Toprak ağalığı yerini toprak kapitalistlerine bırakırken, büyük bankalar aracı-tefeci kesimi bir sınıf olarak tasfiye etmiştir. Artık, küçük köylerde bile insanlar kredi vb. isteklerini köylerdeki tefecilerden değil, büyük bankalardan almaktadırlar. Bu arada emperyalizmin işbirlikçilerinden nispeten bağımsız üretim yapan orta (milli) burjuvazi bu süre içinde ya tasfiye edilmiş ya da ara mal üreten bir konuma getirilerek işbirlikçi tekelcilik tarafından yedeklenmiştir. Yedeklenen güçler hukuki açıdan bağımsız olsa da, üretimin bileşkeni açısından bağımlı hale gelmiştir. Bugün tekel dışı denilen gücün tarihi evriminde geldiği yer, üretim organizasyonunun tekellerle organik bağlar içinde bulunduğu bir yerdir. Artık onun varlık koşulu tekelci burjuvazidir. Tekelci burjuvazi çeşitli kaynakları kestiğinde orta burjuvazinin varlık koşulu tehlikeye girer.
Ekonomik, siyasal ve toplumsal yapıda yaşanan bu gelişmeler emperyalizme karşı olan sınıf kombinezonu da değiştirmiştir. Geçmişte 'anti-işgal' ekseninde de olsa ittifak gücü sayılan sömürücü orta sınıflar, yeni süreçte, tasfiye edilmesi gereken bir güç durumuna gelmişlerdir. Artık, sömürücü burjuva kesimleriyle ('milli', 'tekel dışı', 'orta' burjuvazi') ittifak kurma zemini ortadan kalkmıştır.
Çok net olarak şu vurgulanmalıdır ki: Artık yeni-sömürge ülkelerde anti-emperyalist mücadele denilince işçi sınıfının merkezde olduğu emekçi sınıflar bloğunun ülkede egemen olan hakim sınıflar bloğu oligarşiye ve onun başat gücü işbirlikçi tekelci burjuvaziye (sanayi, ticari ve toprak), işbirlikçi tekelci burjuvazinin yedeklediği tekel dışı burjuva kesimlerine ve işbirlikçi burjuvaziyi yedekleyen emperyalizmin ekonomik, siyasal, kültürel varlığına karşı bir mücadele anlaşılmalıdır. Daha açık bir deyişle yeni-sömürgelerde anti-emperyalist mücadele, devrim ve sosyalizm mücadelesinden ayrı olarak ele alınamaz.
Bunu sakatlayan her yaklaşım bilerek ya da bilmeyerek milliyetçiliğe ve sınıf işbirlikçiliğine hizmet eder; kapitalizmin ömrünü de uzatmış olur.
Beşinci olarak; 1970-'80'li yıllarda ulusal ve toplumsal kurtuluşu hedefleyen bazı hareketler, reel sosyalizmin yıkılmasından sonra milliyetçi ya da reformist bir çizgiye kaydılar. Ulusal kurtuluş, kültürel bir takım haklara (Kürt hareketinde görüldüğü gibi) ya da özerkliğe indirgenirken, toplumsal kurtuluş (Örneğin El Salvador'daki FMLN gibi) sistem içi bir mücadeleye kaydı. Gerçekte bu hareketler sosyalizm hedefinden vazgeçerek anti-emperyalist-toplumcu hareketler olmaktan küçümsenemeyecek ölçüde uzaklaşmışlardır. Bunlar emperyalistler arası çelişkilere ve bunun ülkelerine yansımasına göre politika üretmektedirler. Genellikle anti-emperyalistlik anti-Amerikancılığa indirgenmiştir. Latin Amerika'daki ve Ortadoğu'daki kimi hareketler bu özelliklere sahipler.
Altıncı olarak; 1970'li yıllarından sonlarından günümüze kadar geçen süreçte yaşanan gelişmeler anti-emperyalizm sorununu yeniden irdelememizi zorunlu kılıyor. İlk önce belirtmemiz gereken nokta 1970'li yılların ortalarına doğru tüm emperyalist kapitalist sistemi saran bir kriz yaşanmıştır. Bu krizden çıkış yöntemi olarak metropollerde Keynesyen ekonomik politikaların yerine Neo liberal politikalar gündeme gelmiştir. Amerika'da Reagan, İngiltere'de Thatcher sonraki süreçlerde Almanya'da Kohl neo-liberal politikaların uygulayıcılarıydı. Bu politikanın özü işçi sınıfı ve emekçilere yönelik bir saldırı olmasıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin ücretleri düşürülmüş, işsizlik dayatılmış, sendikal örgütleri büyük oranda zayıflatılmış, sağlık, eğitim… gibi olanaklardan yararlanmalarına yönelik saldırılar yoğunlaştırılmıştır. Böylece sınıflar arası uçurum geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde artmıştır.
Emperyalistler, ülkelerindeki sömürüyü artırmakla kalmadılar yeni-sömürge ülkelere de bu politikayı dayatmışlardır. Doğrudan işçi sınıfı ve emekçileri hedefleyen böylesine bir saldırının normal yollarla yaşama geçmesi kolay görünmüyordu. Yeni-sömürge ülkelerde ardı sıra gelen darbelerle neo liberal politikaları uygulayabilmenin zemini oluşturdular. Askeri faşist darbelerle en başta devrimci güçlerle işçi ve emekçi sınıfların örgütlülükleri hedeflendi. Askeri zor kullanarak büyük oranda tasfiye ettiler. Neo liberal politikalarla başka bir şeyi daha hedeflemişlerdi: yeni-sömürge ülkelerdeki artı değerin bir kısmına el koyan aracı, tefeci ve tekel dışı burjuvaziyi tasfiye etmek ve onların el koydukları artı değeri almak. İhracata dönük bir ekonomik politika uygulanarak iç pazara yönelik üretim yapan üretim kompleksleri ya tasfiye edilmiş ya da işbirlikçi tekelci burjuvaziye yedek, ara mal üreten kurumlar haline getirilmiştir. Bunun siyasal dildeki karşılığı tekel dışı burjuvazinin tasfiyesi ya da tekelciliğe yedeklenmesi olarak okuyabiliriz. Emperyalizmin krizinin devam ettiği; metropollerde ve yeni-sömürgelerde neo liberal politikalarla aşmaya çalıştığı bir dönemde reel sosyalizm yıkıldı. Yıkım emperyalistler açısından büyük bir pazar anlamına geliyordu. Artık uluslararası sermayenin girmeyeceği pazar neredeyse kalmıyordu. Ancak açılacak pazarlarda kimin hakim olacağı sorunu yoğun bölgesel çatışmalara zemin hazırlıyordu. Yugoslavya'nın parçalanmasında Alman merkezli Avrupa emperyalizmi (ki Alman merkezli Avrupa emperyalizmi Hırvatlarla Slovenleri destekledi) ile ABD emperyalizminin çekişmesi çok net olarak kendini göstermiştir. Aynı çatışma yıkılan diğer reel sosyalist ülkelerde, Irak savaşlarında (1991 ve son savaş), İran, Suriye sorunlarındaki politikalarda da kendini göstermiştir.

***
Reel sosyalizmin yıkılmasıyla sosyalist hareketin dünya çapında yaşadığı fiziksel ve moral sorunlar, emperyalist sistemin ideolojik ve fiziksel saldırılarının yoğunlaşması, emperyalist metropollerde ve yeni-sömürgelerde uygulanan neo liberal politikaların sınıflar üzerindeki etkileri karşısında anti-emperyalist mücadele sol içinde yoğun tartışmalara neden olmuştur, olmaya devam etmektedir.
Bu tartışmaların iki odak noktası bulunuyor: Ortadoğu ve Latin Amerika. Ortadoğu'daki tartışmalarda Afganistan ve özellikle Irak'taki direniş akla gelmektedir. Son olarak Hamas'ın durumu tartışmayı yeniden gündemleştirdi. Afganistan, Filistin ve Irak'taki direniş nasıl tanımlanmalı? Gerek coğrafyamızda ve gerekse bölgemizdeki kendini Marksist olarak gören solun bu konuda ortak bir paydasının olmadığı biliniyor. Kimileri bu hareketleri -ya da bazılarını- anti-emperyalist ulusal kurtuluşçu hareketler olarak görürken, kimileri devrimci ve ulusal bir özellik taşımadığını düşünmektedir. Konu bölgesel ittifaklar açısından önem taşımaktadır.

***
Hemen belirtmek gerekiyor; bu hareketler (Taliban, Irak direniş güçlerinin küçümsenemeyecek bir bölümü ve Hamas) anti-emperyalist değil, anti-işgalci bir konumdadır. Bu direnişlerde başı çekenlerin şeceresinin de pek temiz olmadığı bilinen bir gerçektir.
Afganistan'daki direnişin başını çeken Taliban, SSCB'nin Afganistan'a girişinden sonra emperyalizm tarafından örgütlenen, askeri, teknik vb. konularda CIA ve diğer emperyalist istihbarat kurumlarınca eğitilen ve desteklenen bir örgüttür. Taliban, SSCB destekli Necibullah iktidarının düşürülmesi sürecinden sonra iktidara gelen islamcı gerici güçlerin yaşadığı iç kargaşaların ardından özellikle ABD emperyalizminin desteğiyle iktidar oldu. İktidar olduğu dönemde gericiliğin ve emperyalist işbirlikçiliğin merkezi konumundaydı… 11 Eylül'den sonra iktidardan düşürülmesi ve direnişe geçmesi onu ulusal bir güç yapmadığı gibi ilerici olarak atfetmemizde söz konusu olmaz.
Irak'taki direniş Afganistan'daki direnişten kimi farklılıklar içerse de direnişin önemli bir bölümünü oluşturan Baas'cılar ve siyasal İslamcılar açısından da benzeri şeyleri söylemek mümkündür. Irak'taki direniş daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Direnişin içinde Baasçılar ve siyasal İslamcıların yanında zayıf da olsa sosyalist güçler bulunmaktadır. Baas'çıları ve siyasal İslamcıları anti-emperyalist olarak değerlendiremeyiz. Şu anda her ikisi de anti-işgalcidir ama anti-emperyalist değildir. Baas'çıların iktidarı emperyalizmin ve özellikle de ABD emperyalizmin hizmetinde bir iktidar olarak tarihe geçmiştir. İran İslam devriminin durdurulmasında emperyalizmin ileri karakolu işlevini görmüştür. Kürt halkının ulusal mücadelesinin bastırılmasında emperyalizmin hediye ettiği kimyasal silahları kullanmaktan çekinmemiştir; yakın bir dönemde de ilerici, devrimci ve komünistleri katletmekten de çekinmediği bilinmektedir. Baasçılarla siyasal İslam'ın emperyalizmle çelişkisi ülkenin nasıl yağmalanacağı konusundaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Şii direnişinin işgalcilerle uzlaşması çok yakın bir dönemin gerçekliğidir. Irak işgalinde anti-emperyalist tek güç vardır: O da direnişteki sosyalistlerdir.
Hamas'ın önü 1980'lerin başında açılmıştır. Bu dönemde emperyalizm destekli Siyonist devlet Lübnan'daki Filistin devrimci demokratik hareketinin, Lübnan'ı terk etmesini zorlarken Hamas'ın Filistin'de siyaset yapmasının önünü açmıştır. Hamas; Filistin'in en yoksul ve direnişçi kesimlerinin yaşadığı Gazze ve Batı Şeria'da kısa zamanda güç haline gelmiştir. Filistin'de yoksul tabana oturması, El Fetih'in Oslo süreci ile birlikte kurtuluşu emperyalizm ve Siyonizm'le uzlaşmada bulması, El Fetih yönetiminin rüşvet ve skandallara karışması ve 2. intifada Hamas'ı hem güçlendirmiş, hem de Siyonist işgale karşı radikalaştırmıştır. Hamas şimdi iktidar oldu ve yaptığı ilk açıklamalarda Siyonist İsrail devleti dışında tüm emperyalist ülkelerle müzakereye hazır olduğunu belirtti. Şüphesiz bu yönelim bile Hamas'ın anti-emperyalistliğinden çok anti-işgalci bir konumda olduğunu gösterir.
Tam burada şunun altını kalın çizgilerle çizmemiz gerekir. Bölgemizdeki direnişin lokomotifini işçi sınıfı ve emekçi sınıfların siyasal temsilcileri çekmemektedir. Yani direniş esas olarak sosyalizm merkezli ya da burjuva anlamda bile olsa demokratik güçlerin başını çektiği bir direniş değildir. Ancak sınıfsal konumundan ve bu güçlerin temel siyasi duruşlarından bağımsız olarak bu güçlerin direnişi, birinci olarak emperyalizmin gücünün propaganda edildiği gibi güçlü olmadığını, yükselecek mücadelenin bunu sınırlayabileceğini, ikinci olarak ABD emperyalizminin bölgesel düzenlemesine çomak sokulabileceğini göstermektedir. Eğer ABD emperyalizmi halen İran ve Suriye'ye saldırmadıysa, bölgesel düzenlemede işler istediği gibi gitmiyorsa bunun ana nedeninin direniş olduğunun görülmesi gerekir.
Bu bağlamda siyasal İslamcı güçlerin anti-işgal temeldeki direnişlerinin nesnel olarak emperyalizmin işini güçleştiren, onun planlarını kısmen de olsa bozan bir rol oynadığı açıktır.
***
Latin Amerika Marksist solunda da neo liberalizme ve emperyalizme karşı mücadelenin nasıl bir program ve hangi mücadele araçları ve örgütleriyle yapılması gerektiği konusunda tartışmalar yaşanmaktadır. Burada da üç farklı eğilim çıkmıştır. Birinci eğilim, solun merkezle ittifak kurmasını önermektedir. Bu yaklaşıma göre sol eşitsizliğe karşı çıkacak, merkez ise "orta sınıfları" harekete geçirecek. Aslında bu yaklaşım bize çok yabancı değil. Çeşitli yazılarımızda eleştirdiğimiz klasik/geleneksel komünist partilerin 'ilerici ulusal', "ilerici orta sınıflarla" olan ilişkilerine benzeyen bir yaklaşım geliştirilmesi önerilmektedir. İkinci eğilim; uluslar arası koşullar halk güçlerinden yana değişinceye kadar radikal bir anti-emperyalizmden çok, neo liberalizme karşı mücadele önermektedir. Üçüncü eğilim ise neo liberalizme karşı mücadeleyi anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm ekseninde yürütmeyi önermektedir. Bu yaklaşıma göre Latin Amerika'daki mücadele sosyalizmi bir kez daha gündeme getirmiştir.

***
Burada küreselleşme karşıtı hareketle ilgili bir iki cümle kurmak gerekir. Kürselleşme karşıtı hareket Seattle'de başlayıp Cenova'da doruk noktasına ulaştı. Önemli ve kitlesel eylemlilikler koydu. Ancak küreselleşme karşıtı hareket kozmopolit bir yapıya sahipti ve net hedeflere sahip değildi. İçinde komünistlerden yeşillere, liberallerden marjinal gruplara, etnik hareketlerden anarşistlere kadar bir çok kesimi kapsadı. Küreselleşme karşıtı hareketin en zayıf noktasını anti-kapitalist içeriğinin yeterince baskın hale getirilememesi ve iktidar mücadelesinden bağımsız olarak ele alınmasıdır.

SONUÇ:
Yaşadığımız coğrafya açısından öncelikle belirtmemiz gereken nokta anti-emperyalist mücadelenin, anti-amerikancı mücadeleye indirgenemeyeceğidir. Emperyalistler arası çelişkilerin yarattığı yanılsamanın yanında, AB ile olan ilişkiler de benzeri bir yanılsama yaratmaktadır. İşbirlikçi tekelci sermayenin Avrupa (daha zayıf olarak da Japon emperyalizmiyle ilişkileri) emperyalizmiyle yoğun ilişkileri olan kesiminin çıkarı gereği yarattığı ve reformistlerimizin de soldan destek verdiği "AB"cilik havası emperyalistler arası çelişmede birinin kanadına sığınmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Anti-emperyalist mücadeleyi anti-amerikancılığa indirgeyen her yaklaşım bilerek yada bilmeyerek Avrupa emperyalizmiyle diğer emperyalist ülkeleri temize çıkarma durumuyla karşı karşıya kalır. ABD'nin dünyanın en güçlü ve en saldırgan emperyalist ülkesi olduğu bir gerçektir ve bu itibarla anti-emperyalist mücadelede mızrağın sivri ucunun ABD emperyalizmine yönelmesi doğru bir yaklaşımdır. Ancak bu gerçeklikten, mızrağın diğer emperyalistlere yöneltilmeyeceği sonucu çıkamaz.
Günümüz açısından anti-emperyalist mücadele, anti-kapitalist mücadeleden ayrılamaz. Bundan çıkarılması gereken temel sonuç kapitalizme karşı olmayan sınıf ve katmanların tutarlı bir anti-emperyalist mücadele vermelerinin söz konusu olamayacağıdır. Emperyalizme karşı mücadele iktidar mücadelesinin ve bu anlamda sosyalizm mücadelesinin bir parçasıdır. Emperyalizme karşı mücadele ancak işçi sınıfı ya da işçi sınıfının başını çektiği bir emekçi bloğu başarıya ulaştırabilir.
Günümüz dünyasında "Ulusal kesimleri", "Orta sınıflar" anti-emperyalist mücadelenin kararlı taraftarı olamazlar. Orta sınıflar bağlamında büyük bir bölümünün sınıfsal konumlarının tekelcilik tarafından belirlenmiş olmaları (tekelcilik için ara mal üretmeleri) ve artı değer sömürüsüyle yaşamlarını sürdürmeleri emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele vermelerini engeller.
İşgal altındaki ülkelerde "ulusal", "orta sınıflar" zaman zaman anti-işgalci bir tavır takınsalar da, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçişiyle birlikte gericileşmesi ve kendi devrimi sonuna kadar götürecek takatinin kalmaması, nedeniyle yüzünü hemen emperyalizme çevirmektedir. Coğrafyamızda yeni-sömürgecilik ilişkileri egemendir. Kapitalizm, emperyalistle girişilen ilişkiler çerçevesinden egemen üretim tarzı haline gelmiştir. Oligarşi siyasal ve ekonomik zemine damgasını vurmaktadır. Yeni-sömürgecilik ilişkilerinin başlamasıyla "milli", geleneksel "orta sınıflar" ya tasfiye edilmiş ya da işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından yedeklenmiştir. Geçmişin iktidar bloğu (toprak ağalığı, tefeci bezirganlar -ticaret burjuvazisi- ve işbirlikçi tekelcilik) yerini işbirlikçi tekelciliğe bırakmıştır.
Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele en başta TC'nin emperyalist ülkelerle yaptığı anlaşmaların (ekonomik, askeri, siyasi) feshedilip geçersiz kılınması, coğrafyamız ve dünya kamuoyuna açıklamayı içerir.
Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele, emperyalizmin coğrafyamızda konuşlandırdığı tüm üs ve askeri tesislerden kovulmasını içerir.
Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele emperyalizmin oligarşinin ve dolaylı işbirlikçisi (işbirlikçi sermaye için ara mal üreten ve varlığı tekelcilere bağlı olan kesimler) sınıfların ekonomik, siyasal, kültürel, … varlıklarının kırılmasını; başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi kesimlerin ekonomik siyasal yaşamda belirleyici olacağı bir mücadeleden ayrı tutulamaz. Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele, TC'nin ilhak ve işgal ettiği yerlerden çekilmesi ve bu halkların özgürlüklerine kavuşması mücadelesinden ayrı tutulamaz.
Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamaz. Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele tüm dünya işçi sınıfı ve emekçi halklarıyla, ezilenleriyle birleşik bir devrimci savaşımın ve dayanışmanın örgütlenmesi anlamına gelir. Coğrafyamız açısından emperyalizme karşı mücadele devrim ve sosyalizm mücadelesinden ayrı olarak ele alınamaz.

 




 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
0212 632 23 19