Emperyalizmin
Yeni Sürecinin İdeolojik Harcı
Gericiliğin
yeni İdeolojik Zemini:
Postmodernizm
M. Seyhan
|
“Kültürel bir çöl yaratılmışsa orada
her şey satılabilir; çünkü çölde her şey mucize etkisi
yapar”
P.P. Pasolini
Giriş
Bundan yaklaşık 30 yıl önce, Mahir Çayan, ünlü Kesintisiz
Devrim broşürüne “ülkemiz solunda bugün tam bir teorik
keşmekeş hüküm sürmektedir” diye başlamıştı. Oysa şimdi,
2000’li yıllardan geçmişe doğru baktığımızda, her şey
ne kadar sade görünüyor! Dünyanın az çok oturmuş dengeler
üzerinde döndüğü, sistemlerin karşılıklı duruş sergilediği,
hatta aradaki unsurların bile “üçüncü dünya” tanımlaması
altında bir ölçüde istikrar gösterdiği bir ortamda sosyalist
teorik açılımlar anlamında da altı üstü üç-dört “merkez”
ve “şube”lerden söz edilebilmekte ve bütün bu manzarayı
özetlemek, kategorize etmek de o kadar güç bir iş gibi
görünmemektedir.
Olaya bu açıdan bakıldığında, bugünkü karmaşık durumu
(yalnızca solu değil genel olarak dünya ahvalini) tanımlamak
için “keşmekeş” sözcüğü artık çok zayıf kalıyor. Son
on yılda sağda ve “sol”da ne kadar tuhaf şeyler duyduğumuzu,
bizim bildiğimiz olguların nasıl başka biçimlerde tariflendiğini,
kimliklerin ve kavramların nasıl yeniden “inşa” edildiğini
ve artık bize tamamen yabancı gelen yeni bir dil üzerinde
en sıradan burjuva yağdanlıklarla “radikal” solcuların
zaman zaman nasıl uzlaştıklarını hatırlayınca bu düşünce
daha da kökleşiyor. Bir burjuva politikacısının ağzından
Türkiye’nin “son sosyalist ülke” (!) olduğunu bu dönemde
duyduk örneğin, ülkemizin bir kapitalist kampa katılmasını
istemeyenler de ilk kez bu dönemde “darkafalılık”la
suçlanabildi. Kısacası at izinin it izine fena halde
karıştığı, genç devrimci sempatizan kuşakların da politik
gıda zehirlenmesine uğradıkları bir dönemden geçtik
hep birlikte. Belki biraz acayip bir benzetmedir ama
domatesleri bizim bildiğimiz anlamda domates olmaktan
çıkaran kapitalist kâr hırsının gövdemiz üzerinde yarattığı
etkiler gibi bir şeydi bu; tam olarak ne kadar zehirlendiğimizi
ve bunun sonuçlarının ne zaman ortaya çıkacağını bilmemiz
mümkün değildi. Metropollerdeki kitapçı rafları hiç
bu kadar dolu ve renkli olmamıştı örneğin; ama öte yandan
düşünsel yoksulluk da hiç bu kadar derin değildi. Erdost
kardeşlerin “Sol Yayınları”nda basabildikleriyle yetinmek
zorunda kalan 60’ların devrimcileriyle kıyaslandığında,
ancak “tahsille mümkün olan” bir cehalet ortalığı gitgide
kaplıyordu.
Postmodernizm kavramıyla ifade edilen Gericiliğin Yeni
İdeolojik Zemini de bu ortamda (biraz rötarlı olarak
geldiği) Türkiye toprağında kendisine bir yer buldu.
“Batı aydınlanmasının insan-merkezli dünya tasarımı
artık çökmüştür. İnsan, var oluşun merkezinde, merkezi
öneme sahip değil artık. Zaten aydınlanmacı düşüncenin
varsaydığı gibi hiçbir zaman var oluşun merkezinde değildi,
olmamıştır. Böyle bir düşünce, artık iyiden iyiye hazmedildiği
gibi, insanın var oluşunu, kendi baktığı yerden görmesine,
var oluşu kendi istekleri uyarınca sömürmesine, dönüştürmesine,
saptırmasına neden olur, oldu da. Var oluş için, İnsan
da, Ağaç da, Arı da, Kibrit Çöpü de, Cam da, Su da,
Deniz de, Rüya da, Akıl da, Işık da, Karanlık da, Söz
de eşdeğerdir, kutsaldır, boyuneğilesidir. Dünya bütün
varlıkların eşit değerde yanyanalıklarından oluşur:
varlıklar, ‘ve’ bağlacıyla bağlanırlar, ‘veya’ ve ‘ya
da’ ile değil, ‘yoksa’ ile hiç değil! Varlıklar arasında
hiyerarşik bir bağ yoktur. Bütün varlıklar kendi mevcudiyetlerini
koruyarak bir aradadırlar ve kutsaldırlar.” (O. Çakmakçı,
Göçebe, 4. Sayı)
Lyotard’a Fukuyama’ya hiç gitmeden de işte böyle şeyler
dinleyebildik, okuyabildik son yıllarda. Dühring’i gölgede
bırakan esrarlı laf yığınları yüzümüze püskürtüldü.
Garip, öyle herkeslerin anlayamadığı, fısıltıyla konuşulan
feylesoflar arası bir dildi bu. Diderot’un bir vakitler
idealizm için söylediği “bu o kadar akla aykırı bir
düşüncedir ki, mücadele edilmesi ve geçersizliğinin
kanıtlanması çok zordur” cümlesi, bu durum için aynen
tekrarlanabilirdi. Zaten “avantajı” da buydu biraz;
gücünü muğlaklık ve karışıklıktan alan bir akım, kendini
bir tür gizli din gibi ortaya koyduğunda, aynı zamanda
bir korunma da sağlamış oluyordu. Daha doğrusu, trajik
bir çelişkidir; genç kuşaklardaki gıda zehirlenmesinin
asıl nedeni biraz da onların devrimci yenilenme arayışından
kaynaklanıyordu. Yani, genel olarak yeni bir sürece
girildiğinin farkında olan insanlar, bu yeni durumun
çözümlenmesi ve açıklanması gerektiğini düşünürlerken
önlerine “yenilik”, “yeni çözümleme tarzı” adına ne
gelirse hızla tüketmeye hazırdılar; böylece ortalığı
esrarlı ve karışık laf yığınları ve kerameti kendinden
menkul “ahir zaman peygamberleri” kaplamaya başladı.
Muğlaklık ve karışıklık ne kadar artarsa, ilgi de o
kadar artıyordu; çünkü kapsamlı bir ideolojik bombardımana
tabi tutulan genç kesimlerde marksist solun çözümleme
ölçütlerinin ve kavramlarının “kabalığı” üzerine de
yaygın bir önyargı oluşturulmuştu.
Öte yandan özel olarak sol için durum böyleyken halk
kitleleri açısından ise durum (aşağıda açacağımız gibi)
çok daha olumsuzdu.
Büyük bir medyatik saldırı eşliğinde Marks’tan bugüne
kadarki tarihin en kapsamlı operasyonu gerçekleştirilmiş,
belli bir özneyi ön-gerektiren “değiştirme” kavramı
adeta artık unutturulurken, onun yerine edilgen ve öznesiz
bir nitelik taşıyan “değişim” kavramı kafalara kazınmaya
başlamıştı.1
Artık reklam spotlarında bile “değişmeyen tek şey değişimdir”,
“günü yakala” gibi laflar ediliyor; ağzı olan her burjuva
politikacısı ya da kalemşoru marksistleri “değişim”i
anlayamamakla suçluyor ama bu kargaşa arasında Marks’ın
dünyanın kendiliğinden ve nereye doğru yöneldiği belirsiz
biçimde “değişmesi”nden değil, “değiştirilmesi”nden
söz ettiği atlanıyordu. Böylece tam bir çürüme ideolojisinin
hegemonyası kuruluyor, karşı-devrim dalgasıyla ezilen
insan bilinci çarpık umut kaynakları (metafizik eğilimler,
cemaatler, apolitizm, vb.) arasında bölünüyordu.
Dil ve yöntem üzerine kısa uyarı
Daha yazımızın en başında hiç tereddütsüz olarak marksist
kavramlar vadisinin dışına çıkmaya niyetimizin olmadığını,
bunu gerekli de bulmadığımızı; çünkü marksist-leninist
yöntemin dünyayı kavramak için yeterli imkânlara sahip
olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Bu, postmodernizm eleştirileri
sırasında çoğu kez bazı marksistlerin de içine düşme
gafletinde bulundukları bir kavramsal çerçevenin, dipsiz
bir kuyunun baştan reddi anlamına gelmektedir.
Esasen bu, genel olarak bütün tartışma ve çözümleme
çabaları için böyledir. Kavramlar masum değildirler
ve hiç masum olmamışlardır. Siz eğer artı-değerden söz
ederken “işgücü” yerine “emek” üzerinden konuşursanız,
başka bir şey söylemiş olursunuz. Yine eğer siz, 1945
sonrası dönemi tanımlarken “emperyalizmin bunalımının
bir evresi” kavramını değil de “soğuk-savaş” kavramını
kullanırsanız, bu, pentagon diline eklemlenmek anlamına
gelir. “Yeni-sömürgecilik” yerine Oxford kürsülerinde
inceltilmiş “postkolonyalizm” gibi uyduruk kavramlar
kullanırsanız bir hafifletme çabasına destek vermiş
olursunuz. “Demokratik Kitle Örgütü” (DKÖ) kavramı bir
tercihtir örneğin; “Sivil Toplum Örgütü” kavramı bir
başka tercih. İkincisini kullanırsanız, TÜSİAD dahil
“Hükümet Dışı” (non-goverment) bütün kurumlarla kendinizi
kucak kucağa bulursunuz ve bu arada resmi anlamda hükümet-dışı
olmakla sistem-yanlısı olmanın aynı anda mümkün olabileceği
gerçeğini atlamış olursunuz. Aynı şey “emperyalizmin
yeni süreci” yerine “küreselleşme” tanımını kullandığınızda
da olur, vb.. vb..
Asıl meşguliyet alanı gerçek olgular değil söylem ve
kavramlar dünyası olan postmodernizm için bu tam da
böyledir. Çünkü, az sonra göreceğimiz gibi, geniş kavram
çuvallarıyla iş gören ve tamamen keyfi olarak beğenmedikleri
her şeyi (faşizm-sosyalizm, Hitler-Stalin, darbe-devrim)
aynı çuvala tıkıştıran postmodernistler, tarihin bütününü
de böyle sınıflandırmaktadırlar. Her türden bütünlüklü
teorinin iflasını ilan etmiş olan postmodernizm, tarihe
bakışında bunun tam tersini yapmakta ve neredeyse bütün
tarihi bize “modern öncesi-modernizm-postmodernizm”
gibi bir üçleme üzerinden sunmaktadır. Arada kalanlar
ise, (örneğin feodalizm, kapitalizm, sosyalizm, bunların
siyasal tezahürleri, vb.) nasıl olsa bir biçimde bir
çuvala sığacaklardır! Oysa biz, çözümlemelerimizi bu
üretim biçimlerini ve onun içindeki sınıfsal olguları
kapsamayan bir temel üzerinden yapmayız; bu bakımdan
meslekten bir tarihçi için anlam ifade edebilecek olan
“modernizm” kavramı (ya da daha geçmişe gidersek, ilkçağ,
ortaçağ, vb. gibi diğer bütün mesleki kavramlar) bizim
için “yardımcı” roller üstlenirler.2 Dolayısıyla, kendisini
modernizmin reddi olarak ortaya koyan “postmodernizm”
kavramı da bizim çözümleme zincirimiz içinde temel bir
nokta oluşturmaz, onu ve diğer bütün tarihsel, iktisadi,
sosyolojik kavramları ancak bir sorunun açıklanması
sırasında yardımcı olarak kullanabiliriz.
Bu bakımdan okurumuz, yazı boyunca “gericiliğin yeni
ideolojik zemini” gibi kavramları “postmodernizm” yerine
kullanıldığını gördüğünde şaşırmamalıdır. İlerleyen
bölümlerde anlaşılacağı gibi, postmodernizm, yalnızca
“işten anlayanların” çözebileceği felsefi kodlara sahip
bir düşünce akımı değil, emperyalist bunalımın yeni
sürecinde insanlığın çürüme ve kimliksizleşme sürecinin
ideolojik temelidir, karşı-devrimin saldırı silahıdır;
doğuş yeri de esasen üniversite kürsüleri ya da genel
olarak entelektüel dünya değil, işçi kahveleri, belediye
otobüsleridir, ezilen sınıfların çorak dünyasıdır. Yeni
gericilik ideolojisi, oralardan, sokaktaki insanın umutsuzluğundan
doğan ve sonradan teorize edilen bir olgudur; bu anlamda
da doğrudan doğruya hasmımızdır, onunla kavgamız sola
ya da akademik felsefe alanına ait bir “polemik”ten
farklı olarak, işçi sınıfının ideolojik mücadelesinin
ta kendisidir, bu anlamda bir düşünsel şiddet içerir.
Tam da bu açıdan Althusser’in sözleri, hem karşı-devrimin
ideolojik saldırısı hem de bizim karşılığımız açısından
anlamlıdır: “Çene ile diş birbirine nasıl bağlı ise
felsefe de politikayla öylece birleşmiştir. (...) tüm
felsefe yazıları, ‘son kertede’ teorik konjonktüre siyasal
bir müdahaledir...”
Modernizm, Aydınlanma ve Kapitalizmin Baharı
Burada biraz durup, modernizm-aydınlanma sürecini ele
almak gerekiyor; kendisini bu bütünlüğün reddi (ya da
sonrası=post) olarak ortaya koyan Postmodernizmi anlayabilmek
için bu gerekli.
Modernizm, bütün diğer tanımlamalar gibi sınıflar mücadelesinin
tarihi dışında bir yerden doğmuş değildir. Kökleri bir
anlamda rönesansa dek uzanan ama esas olarak onsekizinci
yüzyılın Aydınlanma filozofları tarafından geliştirilen
modernizm, özünde ortaçağın tutucu çerçevesinin reddi
ve kapsamlı bir eleştirisi anlamına geliyordu. Bilimin
metafiziğe üstünlüğü, akılcılık ve nesnellik, evrensel
ahlak ölçütleri gibi unsurlar Aydınlanma düşüncesininin
temellerini oluşturuyordu. Ortaçağın tutuculuğu, şüphesiz
kaynağını salt Katolik kilisesinin dogmalarından almıyordu;
bu tutucu çerçeve aynı zamanda toprak aristokrasinin
siyasal egemenliğinin ideolojik ifadesi ve koruyucusu
olarak bir anlam ifade ediyordu. Dolayısıyla, daha Katolik
gericiliğinin delinmeye başladığı ilk dinsel kaynaklı
karşı çıkışlardan itibaren aslında atılan her küçük
ya da büyük adım, ufukta görünmeye başlayan yeni bir
toplumsal sistemin (kapitalizm) ve toplumsal sınıfın
(burjuvazi) ihtiyaçlarını ifade etmekteydi. Elbette
tarihteki her düşünsel gelişme birebir olarak tam bir
zamanlamayla sınıfların konumlanışına denk düşmez ve
çoğu kez entelektüel dünya gerçek-maddi dünyadan daha
hızlı döner ama düşünsel akımlar, eninde sonunda kendi
iktisadi-politik temellerini bulur ve bir temsil konumu
kazanır. Bu anlamda, modernizm diye anılan çağ tanımlaması
ve Aydınlanma fikri de kökleri ne kadar derinde olursa
olsun, esasen burjuvazinin doğuş evresinin temel ideolojik
zeminidir, o doğuşun ihtiyaçlarının karşılığıdır.
Bu ihtiyaçlara denk düşmenin bir yanı, bilim ve aklın
bütün dinsel dogmaların karşısına konulması ve felsefenin
esrarlı dünyasının pozitivist bir darbeyle aralanmasıydı.
Aydınlanma fikri, inançla aklı açık bir biçimde karşı
karşıya koyuyor ve tarihin ilerleme çizgisini de insan
aklının ilerlemesinin bir biçimi olarak anlıyordu. Dünya,
anlaşılabilir, kavranılabilir bir şeydi ve deneyle kanıtlanmamış
olguların hepsi akıl-dışı olarak çöpe atılmalıydı. Ve
daha önemlisi, bilimsel bilgi, salt “yükseklerde” dolanan
bir efsane olmaktan çıkarılıp doğrudan hayatın içine
sokulabilir, zanaatçıların, manifaktürün ihtiyaçlarına
yanıt olabilirdi. İnsanın mutluluğu ve zenginliği, bütün
boş inançların üstünde, asıl kutsal olan şeydi. Aynı
dönemde hızla gelişen pozitif bilimler, Kopernik’ten
Newton’a bütün büyük atılımlar bu temeli destekler niteliktedir;
doğa olaylarının kutsal kitaplarla değil de doğanın
kendisiyle açıklanabileceği fikri artık tartışma götürmez
bir üstünlük kazanıyordu. Doğa, keşfedilebilir yasalara
sahipti ve bu yasalar keşfedildikçe, doğrusal bir ilerleme
sağlanabilir, bundan hareketle toplumun işleyiş yasaları
bulunarak akılcı bir inşa yeniden gerçekleştirilebilirdi.
Akılcı, birey merkezli ve tamamen laik bir eğitim yoluyla
eski dogmaların tasfiyesi gerçekleştirilebilir ve sonsuz
bir gelişme çizgisi yakalanabilirdi. Şüphesiz bütün
bunlar, gelişmekte olan burjuva toplumun içersinde evrim
yoluyla gerçekleşecekti.
Bu, bir yandan toplumsal gelişmenin, feodal kabuğu zorlayan
yeni üretim ilişkilerinin, yeni buluşların önünü açar
ve insan beynini özgürleştirirken, diğer yandan da politik
anlamda dinsel egemenlik altındaki politik kurumların
parçalanması anlamına geliyordu. Dinsel dogmaya tarih
boyunca yediği en ağır darbelerden birini vuran Aydınlanma
süreci, böylece onun politik-sosyal kurumlardaki etkinliğini
de büyük ölçüde kırdı ve laik-ulusal devletlerin ideolojik-kültürel
temelini yarattı.
Öte yandan “hümanizm”i yücelterek “özgür birey”i kutsayan
modernist çağ, kökleri rönesanstan gelen “özgürlükçü”
akımı geliştirerek bir başka anlamda da toplumsal gelişmenin
ihtiyaçlarına yanıt veriyordu: Çünkü böylece ortaya,
bağımsız, işgücünü istediği yerde satma özgürlüğüne
sahip modern birey çıkıyor ve feodal hukukun bütün sınırları
dağılıyordu. Katolik türdeki “çileciliğin” üstüste aldığı
darbelerle yıpranması ve onun yerini daha dünyevileşmiş,
“çalışma”yı ve “çalışmanın nimetlerinden faydalanmayı”
öğütleyen dinsel akımların (protestanlık, püritanizm,
vb.) alması, bu bakımdan rastlantı değildi.
Ayrıca, özgürlük, eşitlik, insan hakları, demokrasi
gibi kavramların hemen tümü (kendileri bu dönemde doğmamış
olsalar bile) gerçek içeriklerini Modernizmle birlikte
buluyorlardı.
Kısaca söylendiğinde, Modernite ve onun ayrılmaz bir
parçası olan Aydınlanma düşüncesini karakterize eden
temel unsurlar, serbest rekabet-liberalizm, akılcılık,
ilerlemeci bilim ve tarih anlayışı, laik-ulusal devlet
ve bireyin özgürlüğüdür... Elbette bütün bu temeller
salt “fikirler dünyası”nda, filozofların ve edebiyat
ustalarının yazı masalarında oluşmamış, feodal gericiliğe
karşı burjuvazinin önderliğinde verilen büyük bir kavganın
sıcak ateşi içinden çıkıp gelmişlerdir.
Marksizm: Kopuş ve Ekleniş...
Ama bütün bu süreç, tek yanlı ve homojen değildi, olamazdı.
Aynı dönem, içinde henüz filizler halinde başka bir
akımın da işaretlerini taşıyordu. Engels’in hatırlattığı
gibi, “... soyluluğa karşı savaşımda burjuvazi aynı
zamanda o çağdaki çeşitli emekçi sınıfların çıkarlarının
da temsilcisi olduğunu ileri sürebiliyorduysa da, gene
de her büyük burjuva hareketinde, modern proletaryanın
az çok gelişmiş önceli olan sınıfın bağımsız hareketlerinin
kendini gösterdiği görüldü. Almanya’da Reform ve Köylüler
Savaşı döneminde Thomas Münzer eğilimi, büyük İngiliz
devriminde eşitleştiriciler; büyük Fransız devriminde
Babeuf gibi.” (Engels, Anti-Dühring)
Üstelik yine Engels’in dikkat çektiği bir başka nokta,
aynı zamanda bu yeni devrimci sınıfın öncellerinin ortaya
teorik ön-belirtiler de koymasıydı. Daha onaltıncı-onyedinci
yüzyıllarda ilk örnekleri görülen ütopyacılar, düpedüz
komünist düşler kuran filozoflar ve özellikle de üç
büyük ütopyacı, Saint-Simon, Fourier ve Owen, bu belirtilerin
en somut ifadeleriydi. “İnsanlığı kurtarmak” kavramına
yükledikleri anlam bakımından Aydınlanmacı gelenekten
ayrılmayan bu akımlar, yine de çok önemli bir gelenek
yaratmışlardı.
Bu, anlaşılabilir bir şeydi; çünkü sonuçta Aydınlanma
“herkes için Aydınlama” anlamına gelmiyordu; “ilerleme”
de öyle... Eşitliğin ve özgürlüğün sınırları ise burjuva
dünyasının sınırları içindeydi ve yeni filizlenmekte
olan proletarya ise bizzat katılmış olduğu ve burjuva
devrimlerinden bu kavramların (eşitlik-özgürlük-kardeşlik)
gerçek içeriklerini talep etmeye başlamıştı bile.
Marks ve Engels’in müdahalesi, tam da bu noktada bir
ekleniş ve kopuş olarak ortaya çıkmıştır. “Modern sosyalizm,
içeriği bakımından her şeyden önce bir modern toplumda
varlıklılar ile varlıksızlar, ücretliler ile burjuvalar
arasında egemen olan sınıf karşıtlıklarının, öte yandan
da üretimde egemen olan anarşinin bilincine varmanın
ürünüdür. Ama teorik biçimi bakımından, başlangıçta
18. Yüzyıl Fransa’sındaki büyük Aydınlanma çağı filozofları
tarafından konulan ilkelerin daha gelişmiş ve daha tutarlı
olmak isteyen bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Her
yeni teori gibi, kökleri ekonomik olguların derinliklerine
daldığı ölçüde, ilkin daha önce var olan düşünler temeline
bağlanmak zorunda kalmıştır.”(a.g.e.)
Yani esasen marksizm, Modernist çağın ve Aydınlanma
geleneğinin çocuğu olarak doğmuş ve kendisini onun devamı
olarak ortaya koymuştur.
Ama bu bağlanış, aynı zamanda kopuş ve aşmayı da içinde
barındırmıştır; her şeyden önce bilimsel sosyalizm,
Aydınlanma geleneğinin “insanın iyi bir özü olduğu ve
eğitim yoluyla bu özün ortaya çıkarılarak toplumun ilerlemesinin
temeli yapılabileceği yolundaki” safsatasını bir çırpıda
kenara atarak işe başlamış ve insan bilincinin ancak
tarihsel-toplumsal bir bağlam içersinde ele alınabileceğini
ortaya koyarak, yeni bir “kurtuluş” teorisinin temellerini
atmıştır. Bu, ütopik filozofların da aşılması anlamına
gelmiştir; çünkü, “Aydınlanma çağı filozofları gibi
[onlar da] belirli bir sınıfı değil ama bütün insanlığı
kurtarmak isterler. Onlar gibi aklın ve ölümsüz adaletin
krallığını kurmak isterler. (...) Eğer şimdiye dek gerçek
akıl ve adalet dünyada egemen olmamışsa, bunun nedeni
onların henüz tastamam bilinmemiş olmasıdır.”(a.g.e.)
Sosyalizmin kurtuluş teorisi ise, bu gelenekten keskin
biçimde koparak, “fikirler” dünyasından yeryüzüne iner,
proletaryanın savaşımı ve bu savaşım sonunda kazanılacak
yeni dünyanın tamamen onun kendi eseri olacağı gerçeğine
varır. Üstelik, bu savaşım, dünyayı değiştirmek için
yola çıkmış olanın kendisinin de bu süreç boyunca değişeceği
bir “praksis” biçiminde ele alınır. Ayrıca yine bu kurtuluş
teorisinde, yalnızca bugünkü kötülüklerin kaynağı olan
bir gücün iktidardan alaşağı edilmesiyle yetinilmez,
bir bütün olarak sistemin kendisini sonuçlarıyla birlikte
ortadan kaldıran hareketin, nihai olarak proletaryanın
kendisini de bir sınıf olarak tasfiye etmesini, böylece
tarihte ilk kez gerçek insan bireyine varılmasının yolunun
açılmasını öngörür.
Sonuçta artık dahilerden ve “insanın özü”nden, soyut
“insan hakları, demokrasi, ifade özgürlüğü” kavramlarından,
“fikirlerin mücadelesi”nden ötede bir noktaya, sokağa
ve devrime varılır. Böyle bakıldığında ise “sosyalizm,
artık şu ya da bu dahinin rastgele bir buluşu olarak
değil ama tarih tarafından oluşturulan iki sınıfın,
proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu bir
sonucu olarak [görünür].” (a.g.e.)
Kapitalizmin temel yasalarının keşfiyle birlikte ele
alındığında bu kopuş, insanlık tarihi bakımından da
çığır açıcı bir aşamayı simgeler. “Böylece idealizm,
son sığınağından, tarih anlayışından kovulmuş; tarihin
materyalist bir anlayışı ortaya çıkmış ve şimdiye değin
yapıldığı gibi insanların varlığını bilinçleri aracılığıyla
açıklamak yerine, insanların bilincini varlıklarıyla
açıklamak için bir yol bulunmuş oluyordu.” (a.g.e.)
Buraya kadar söylediklerimizden kolayca anlaşılacağı
gibi, bilimsel sosyalizm, kökeni itibarıyla kendinden
bir önceki dönemin en ileri düşüncesi olan Aydınlanma
geleneğine bağlanan ama onu her bakımdan aşarak ve koparak,
deyim yerindeyse yeni bir “Aydınlanma” düzeyi yakalayan
bir ideoloji olarak tarihteki yerini almıştır.
Bordadan düşen bayrak ve devrimler çağının başlangıcı
Ama öte yandan bu süreç, aslında aynı zamanda burjuva
aydınlanmasının da kendi sınırlarına gelip dayandığı
noktadır.
1800’lerin sonunda netleşerek kendini açığa vuran aşama,
kapitalizmin rekabetçi döneminin, dolayısıyla onun “devrimci”
(ve Aydınlanmacı!) sürecinin de sonudur. Yaygın deyimle
bu, “burjuvazinin devrimci bayrağı bordadan aşağı düşürdüğü”
noktadır.
Bilinen gelişim seyri içinde serbest rekabetçi kapitalizm,
1870’lerde gelişmesinin sınırlarına ulaşmış ve 1870’lerden
1900’ler arasındaki süreç serbest rekabetçi kapitalizmden,
tekelci kapitalizme (emperyalizme) geçiş süreci olarak
biçimlenmiştir. Emperyalist-kapitalizmin başlıca özellikleri
de bu süreç içinde oluşmuştur. Sermayenin ve üretimin
yoğunlaşarak, merkezileşmesi, ekonomiye ve giderek toplumsal
yaşama egemen olan tekelleri ortaya çıkarmış, banka
sermayesiyle sanayi sermayesinin içiçe geçmesiyle mali
sermaye oluşmuştur. Aynı süreçte, sermaye ihracı belirleyici
hale gelirken tekeller uluslararası karakter kazanmış
ve dünya emperyalistler tarafından paylaşılmıştır. Böylece,
emperyalist tekel genel bir çürüme ve asalaklaşma eğilimi
yaratarak bilimsel ve teknik ilerlemeyi azami kâra bağımlı
kılmış ve azami kârın gerektirdiği her durumda gelişmeyi
frenler olmuştur. Üretici güçlerin gelişmesinin engellenmesi
ve üretimden tümüyle kopmuş büyük bir rantiye kitlesi
nin yaratılarak asalaklaşmanın geliştirilmesi, bu yeni
olgunun karakteristik unsurlarıdır.
İktisadi ve mali bunalımın genelleşerek tüm dünyaya
yayılması emperyalizmin en temel özelliğidir. Üretim
ve sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesine, büyümesine
karşın pazarların ve değerlenme olanaklarının büyüyememesi
nedeniyle iktisadi bunalımlar daha derinleşmiş, iktisadi
devreler sıklaşmış, kriz evreleri uzamaya başlamıştır.
Emperyalist güçler sömürgeleştirilerek paylaşılmış pazarların
yeniden paylaşımı için şiddetli mücadelelere girişmişler
ve bu mücadeleler militarizmin ve emperyalist savaşların
kaynağı haline gelmiştir. Öte yandan emperyalizm siyasi
gericiliği geliştirmiştir. Emperyalizm çağında burjuvazi,
üretici güçlerin ve toplumsal gelişmenin önün açan dinamiklerini
yitirmiştir. Emperyalizm, burjuva aydınlanmasının kendi
değerlerinden de kopuşudur. Genel çürüme ve bunalımı
rasyonel gösterebilmek için kültür ve sosyal yaşamın
bütün alanları sistematik olarak yozlaştırır ve çürütür.
Dolayısıyla, böyle bir süreç açısından burjuva dünyası
için söylenebilecek olan tek söz, onun artık bir anlamda
“kendi değerlerine ihanet” noktasına vardığı ve kendisini
inşa etmiş bulunan Modernizm ve Aydınlanma geleneğinden
tam bir kopuş yaşadığıdır. Bu büyük geri adım, belki
bir anda ve hayatın bütün cepheleri bakımından ortaya
çıkmamış olabilir; ayrıca bu durum niyetlerin ötesinde
bir şeydir. Yani herhangi bir burjuva açısından işçi
çıkarmaktan savaşlara dek bir dizi işlem ne keyfidir
ne de belki arzulanır bir şeydir; bütün bunları zorlayan
kapitalizmin içsel mantığı ve işleyişidir. Aynı biçimde,
siyasi gericilik ve Aydınlanma geleneğinden geri dönüş
de tekil burjuva açısından keyfe bağlı değildir; bütün
bunlar kapitalizmin doğal sonucu olan tekelci aşamanın
işleyişiyle ilgilidir.
Belki ilk bakışta burjuvazinin örneğin “rasyonalist
düşünme tarzı”nı yeni üretim tekniklerini geliştirmek
için kullanıyor olması bu yargımızla çelişiyor gibi
görünebilir; ama nihai olarak tekelci aşama artık kapitalizmin
tarihsel olarak toplumsal gelişmenin önünü tıkadığı
bir aşamadır ve “sonun başlangıcı”nı simgeler. Aydınlanmanın
bütün temel değerleri, insanın yüceliği ve mutluluğu,
bireysel özgürlük, insan hakları, hümanizm, emperyalizm
çağında ayaklar altındadır; bunların yerini insanın
çürütülmesi ve dizginsiz bir militarizm, kanlı katliamlar
almıştır.
Bu anlamda, postmodernizmin, ilerde göreceğimiz gibi,
neredeyse 90’lar öncesi bütün tarihi Modernizm ve Aydınlanma
süreciymiş gibi göstermesi açık bir bilimsel sahtekârlıktır.
Gerçekte tekelci kapitalizm aşaması, artık burjuvazinin
“modernizm” ve “Aydınlanma geleneği” ile her ne bağı
kalmışsa onları da keserek dizginsiz bir gericilik dönemine
girmesi anlamına gelir. Tam da 1870’ler noktası, burjuvazi
açısından, kendi tarihinin tükenişe doğru yöneldiği
noktadır ve o noktada tarih, kapitalizm ve onun değerleri
bakımından durmuştur; artık yeni bir tarihin, dünya
proletaryasının devrimler çağının başlangıcı ilan edilmiştir.
Zaten bu süreçten sonra özellikle Avrupa’da tekelci
aşamanın etkilerinin hissedilmeye başlanması ve entelektüel
dünyada da genel umutsuzluk teorilerinin, dekadans (çürüme)
kültürünün, nihilizmin yayılması rastlantı değildir;
bu anlamda bugünkü kısırlığın bir boşlukta doğmadığı,
felsefi öncellere sahip olduğu bilinmelidir.
Çok açık ve net olarak söylenebilir: Sistem açısından
genel ve sürekli olan bunalım, süreç boyunca insan düşüncesi
ve toplumsal yapı açısından da sürekli ve geneldir.
Bu noktadan sonra, dünyanın neresinde proletarya ve
ezilen halklar isyan etmeye kalkışmışlarsa, onları bastırmak
için harekete geçen güçler, işe Modernizm ve Aydınlanmanın
en temel değerlerini çiğneyerek işe başlamışlardır.
Bu tarihin bütününü ve bu tarihteki bütün musibetleri
Modernizmin, Aydınlanma ve Pozitivizmin, vb. mantıki
sonuçlarıymış gibi göstermek isteyen postmodernizm,
işte bu yüzden sahtekârdır; bütün bu tarih boyunca Voltaire,
Hugo ya da Kant ile birlikte, aynı fotoğraf karesinde
düşünülebilecek tek bir eli kanlı faşist diktatör yoktur.
Roosevelt’ten Bush’a hiçbir emperyalist katilin -demogojik
laf yığınlarını bir ülkeye saldırı gerekçesi yapmak
dışında- hümanizm ve insan haklarıyla ilgilendiğine
tanık olunmamıştır. Bu bakımdan, örneğin 20. yüzyılın
büyük soykırımlarından söz ederken, bütün bunların tek
tek katillerin marifeti olduğunu iddia eden masalcı
tarih ne kadar cahilceyse, aynı olguları modernizmin-pozitivizmin
mantıki sonuçları olarak görmek de aynı ölçüde cahilliktir;
çünkü aslında bütün bu olup bitenler, tekelci çağın
pazar paylaşımınının kaçınılmaz sonuçlarıdır ve artık
18. yüzyıl Aydınlanma-Modernizm geleneğini çöplüğe atmış
olan bu barbarlık emperyalist kapitalizmin sık sık gösterdiği
gerçek yüzünden başkası değildir.
Yani kısacası emperyalizm çağı, artık tarihin gelişim
çizgisinin çatallandığı, burjuva dünyası açısından tarihsel
olarak tükenmiş bulunan gelişme imkânlarının bir başka
elde, proletaryanın elinde anlam kazandığı bir çağdır.
Bu, burjuvazinin kendi ideolojik kökeninden uzaklaştığı,
hatta onu tam karşısına aldığı bir durumda, aynı kökenin
temel değerlerinin tarihin yeni lokomotifi tarafından
sahiplenilmesi ve ileriye götürülmesidir. Modernizm,
bu noktadan sonra ne bir dönemin adıdır ne de her koşulda
aynı anlamı ifade eden tam bir bütünlüktür; dönemi doğru
tanımlayan kavram ise “tekelci kapitalizm çağı”dır ve
bu çağ, zifiri karanlık ile devrimlerin patlayan ışıklarını
bir arada içerir.
Dönemler ve Yapı Malzemeleri
Buraya kadar söylediklerimize bakarak yalnızca bir kafa
karışıklığı ya da umutsuzluk gibi görünen postmodernizmin
günümüzdeki önemi ve tehlikesi, onun 90’lar sonrasının
güncel tarihinde oynamakta olduğu rol ile ilgilidir.
Bu rol, aşağıda göstermeye çalışacağımız gibi, emperyalizmin
yeni bir sürecinin ideolojik harcı, arkaplanı olma durumudur.
Gerek marksizme gerekse de genel olarak ilerleme-aydınlanma
fikrine yönelik olarak yüz elli yıldır yapılan “eleştiri”lerden
onu ayırarak özel bir önem kazandıran da zaten budur.3
Aslında, kapitalizmin her dönemeci, iktisat teorilerinden
üretimin örgütlenmesine, iç ilişkilerden kapitalist
sistemin karşıtına dönük konumlanışına dek bir çok alanda
olduğu gibi, ideolojik-kültürel alanda da kendi karşılığını
ve izdüşümlerini bulur. Kapitalizmin rekabetçi döneminin
“bırakınız yapsınlar”cı liberalizmle ve onun ideolojik
tamamlayıcısı olan Aydınlanmacı gelenekle anılması nasıl
rastlantı değilse, tekelci kapitalizmin ilk bunalım
dönemi Rus Devrimi’yle sonuçlandıktan sonra karaya vuran
sistemin Keynesci devlet müdahalesi yoluna girmesi ve
bu müdahalenin bazı örneklerde faşizm noktasına dek
ulaşması da rastlantı değildir. II. Paylaşım Savaşı
sonrasında peşpeşe devrimlerle sarsıldığında ise bu
kez bir yandan anti-komünizm histerisiyle bulanmış biçimler
ortaya çıkarken diğer yandan sömürgelerin “bağımsızlaştırılması”
yönündeki “doktrin” ler gündemdedir; daha sonra ise
neo-liberalizmin ideolojik türevlerine sıra gelecektir.
Bütün bu dönemler, yaygın kültürel eğilimleri, hatta
sanat akımları bakımından bile kendine özgü nitelikler
gösterirler. Aynı biçimde her dönemin sosyalist düşünce
ve tasarımları, mücadele biçimleri ve hatta sosyalistlerin
kültürel biçimlenişleri bile ciddi değişikliklere uğrar.
Sosyalist Barikat’ın ilk üç sayısında çeşitli vesilelerle
belirtildiği gibi bu dönemler devrimci odaklar açısından
da belli yenilenme-sıçrama görevlerini ortaya çıkarır.
1990’larda başlayan yeni süreç ise esas özellikleri
itibarıyla 1945’ten beri hakim olan dünya tablosunun
esaslı bir biçimde değişmesi anlamına gelirken, kapitalist
üretimin örgütlenişinden emperyalistler arası ilişkilere,
kapitalist sistemin sosyalist güçlerle ilişkisinden
bağımlılık ilişkilerinin kazandığı yeni boyutlara kadar
bir dizi değişikliği de gündeme getirdi. Dergimizin
ikinci sayısında açmaya çalıştığımız yeni kapitalist
iş örgütlenişi ve üretim süreciyle birlikte sınıfın
parçalanması bunlardan biriydi. Reel Sosyalizmin çöktüğü
koşullarda ortaya çıkan dizginsiz saldırganlığın “küreselleşme”
adı altında organize edilmesi ve sermaye ihracının neo-liberal
tarzda yeniden düzenlenerek bütün ulusal sınırları dağıtan
bir mali sermaye akışına dönüştürülmesi ve nihayet yeni-sömürgelerin
kendi içlerinde katmanlaştırılarak tek bir mali sistemin
kırılgan parçaları haline sokulması, vb. aynı dönemin
gözle görülür olgularıydı. Dönemin bütününü karakterize
eden esas olgu ise gelecekle ilgili yoğun bir umutsuzluk
ve çürüme içersine giren insanın bilinç sefilliğiydi.
Bütün bu değişikliklerin ideolojik bir yapı harcı olmaksızın
düşünülmesi ve kalıcı kılınması ise şüphesiz mümkün
değildi. Böylece, aslında felsefi kökleri oldukça eskiye
giden bir ideolojik anlayış, postmodernizm, insanlığın
gündemine geldi.
Bu, rastlantı değildi. Daha önce belirttiğimiz gibi,
kapitalizm için bir anlamda “sonun başlangıcı” demek
olan tekelci aşama, aynı zamanda toplumsal ve düşünsel
alan açısından da genel ve sürekli bir bunalımın başlangıcıydı.
Ve iktisadi alanda olup bitenlere aslında çok benzer
bir biçimde, düşünsel alanda da bu bunalımın derinleşme
noktalarıyla hep karşılaşmıştık. Örneğin 1800’lerde
herkese umut saçan kapitalizmin karaya vurduğu 1900’lerin
ilk çeyreği, özellikle Avrupa toplumsal hayatı ve entelektüel
dünyası açısından tam bir kaos dönemiydi. Çürümenin
bütün toplumsal sınıfları kapsayan biçimleri, büyük
bir umutsuzluk ve entelektüel dünyanın nihilizme kayması,
dönemin karakteristik çizgileriydi.
Büyük yıkımlarla geçen II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra
ortaya çıkan “kalkınmacı” hava bir ölçüde rahatlatıcıydı.
Bu süreçte, savaşın yarattığı yıkımın onarımı için girişilen
devasa yatırımlarla hız alan emperyalist ekonominin
yeni-sömürgeciliğin de etkisiyle sağladığı kısmi gelişme
ve metropollerde artan “refah” düzeyi, sistemin ekenomik-sosyal
işleyişi bakımından geçici bir iyimserlik yaratmakta;
hatta çelişkili gibi görünebilir ama aynı dönemde sosyalist
deneyimlerin ve halk savaşlarının belirgin yükselişi
de bu genel iyimserliği artırmaktaydı. Ancak, emperyalist
metropollerdeki ılık rüzgarın ömrünün kısa olduğu daha
70’lere varmadan anlaşılmıştı bile. Emperyalist kriz
böylece 70’lerin sonuna doğru derinleşerek 90’lara doğru
gelirken, karşıt cephesinde, yani reel sosyalist deneyimlerde
umut verici işaretlerin azalması ve ideolojik kısırlık,
kısa bir süreliğine yatışmış olan kaotik ortamı ve nihilizmi
körüklüyordu.
Postmodernizm: umutsuzluğun teorisi
İşte tam da böyle bir süreçte, yani sermayenin tümüyle
küreselleştiği koşullarda bu kez artık salt Avrupa’yla
sınırlı kalmayan ve tüm dünyada ideolojik yansımalarını
beraberinde getiren bir dönemece girildi. “Farklılıkları
etkin kılarak bütünlüğe karşı savaş açma” (Lydtard)
çağrısında bulunan postmodernizmin isim tarihi 1950’li
yılların sonlarına götürülse de postmodern saldırı asıl
anlamını tekelci kapitalizmin bütün süreci boyunca çeşitli
kanallardan akarak gelen umutsuzluğun olgunlaştığı ve
genel bir nitelik kazandığı 90’larda buldu.
“Modernizm sonrası-ötesi” anlamına gelen “postmodernizm”
kavramının tam bir tanımlamasını yapabilmek, kavramın
kendi özelliklerinden ötürü zordur; çünkü bizzat kendisi
bütünlüklü tanımları reddeden bu akım, kendi içinde
de parçalı bir durum gösterir ve tarihteki alıştığımız
felsefi, edebi, vb. akımlar gibi “tanımlanamamaktadır.”
Asıl olarak etkinliğini ve gücünü de buradan alan postmodernizm,
dünyanın esaslı bir biçimde değişmiş olduğunu, bu değişimle
birlikte yalnızca kapitalizmin bir döneminin filan değil,
modernizm diye tanımlanabilecek bir tarihsel çağın tamamen
sona erdiğini, dolayısıyla bu çağa ait olan ne varsa
hepsinin ortadan kalktığını ve bu yeni çağın bilinen
kavramlarla açıklanamayacağını iddia etmektedir. Bugünkü
dünyanın akılcı, bilimsel ve bütünlüklü bir tanımlamasının
yapılamayacağı, böylesi tanımlamaların totalizm (toptancılık)
olduğu ve yüzyıl boyunca yaşanan olumsuzlukların da
(diktalar, savaşlar, soykırımlar, vb.) zaten buradan
kaynaklandığı; çünkü bu tanımlamaların kaçınılmaz olarak
tekçiliğe ve otoriterizme yol açtığı görüşü postmodernizmin
ortak çıkış noktasıdır. Dünyayı kavramak (ve değiştirmek)
için ortaya konulan bütün kuramların sonuç olarak yalnızca
başka başka “yorum”lar olduğunu öne süren postmodernizm,
bu “yorum”ların hiçbirinin bir diğerine göre üstünlüğünün
olmadığını, olamayacağını, dolayısıyla bu türden “büyük
anlatı”ların (marksizm, vb.) genel olarak geçersiz olduğunu
iddia eder.
Bugünkü dünya manzarasına böyle bir eksensiz düşünme
noktasından bakan postmodernizm, günümüzün “insanlık
durumu”nu kapitalizm tarihinin vardığı (ve akmaya devam
edecek olan sınıf savaşımları tarihi içersinde yeni
bir dönemin kapısını açacak) bir aşama olarak değil,
“postmodern bir durum”, bir sabitlik olarak algılandığında,
manzaranın yalnızca bir fotoğrafını çekmiş olur. Günümüzün
insanı üzerine yaptığı bütün saptamalar (parçalanmış-iradesiz
birey gibi) doğru bile olsa, diyalektik-sarmal hareketi
reddeden tavrıyla o, bu fotoğraf karesiyle yetinir ve
onu bütün filmin yerine koyar.
Böyle bir fotoğraftan memnun olduğunu açıkça ifade eden
postmodernizmin sağ yorumcuları, mevcut anı kutsayarak,
“tarihin sonunu” ilan ederlerken, hazcı bireyciliği,
belleksizliği olumlarlar. Bugün var olan, mutlak olandır
ve bundan fazlası için savaşmak gereksizdir; çünkü bu
savaşlar da yıkım nedenidir.
Postmodern durumu soldan yorumlayanlar ise, söz konusu
durumdan hoşnut değillerdir ve ona karşı mücadele edilmesi
gerektiğini kabul ederler. Ancak, üretim ilişkileri
ve sınıflar üzerine bütünlüklü kuramların geçersizliği
üzerinden giden bu kesim, baskının bir merkezi olmadığından
hareket ederek değiştirilecek bir bütünün olmadığını,
dolayısıyla örgütlü, bütünlüklü bir mücadelenin de gereksiz
olduğunu vazeder. Salt politik ve kültürel alanda karşı
çıkışların ve muhalif konumlanışın mümkün olduğunu düşünen
postmodernizm, bunu üretim ilişkileri ve devrim noktasına
kadar götürmez; sonuçta ortaya çıkan ise salt itirazdır,
kamusal-toplumsal bir mücadeleyi atlayarak şekilsiz
“sivil toplum” kavramına ulaşılır.
Görüldüğü gibi postmodernistlerin tümü, aslında geçmiş
bir ilişkiyi düşünmeye başladığında yalnızca kötü şeyleri
anımsayan artniyetli aşıkları andırmaktadırlar. Koca
bir yüzyıl, devasa olaylar, devrimler, büyük ayaklanmalar,
karşı-devrimler ve savaşlarla geçip gitmiştir; ama marksistler
ve aslında aklı başında herkes için araştırılıp dersler
çıkarılması gereken bu tarih, onlar için bir pislik
yığınından ibarettir.
Bu mantık dizisinden hareketle sağ yorumun bize söylediği,
her polis sorgusunda mutlaka burnumuza dayatılan kısa
cümlenin tekrarından ibarettir: Her şey bitti! Üstelik
bu cümleden de bir adım ileriye geçilmekte ve yalnızca
“her şey bitti”yle yetinmeyerek, “her şeyin yeniden
inşa edilmesi olanağı da bitti!” noktasına ulaşılmaktadır.
Soldan gidildiğinde varılan yer ise, tecavüze uğramış
birinin bir süre sonra hatayı kendisinde aramaya başlamasını
andırmaktadır: “Aslında o elbiseyle o sokaktan geçmemeliydim...”
Bu, artık kişinin kendisini tecavüzcünün (iktidarın)
yerine koymaya başlamasıdır: “Sosyalizm totolojiye yol
açtı... sistem güçlüdür... devlet iktidarını hiç fethetmemeliydik...”
Oysa bu yüzyıl, bugünkü sonuçları bakımından hangi noktada
olunursa olunsun, insanlığın kendi kaderine hakim olmak,
yeni ve daha adil bir dünya kurmak için en ciddi çabaları
gösterdiği, bu uğurda tarif edilmez acılara katlanıp
“çok şükür, çok şükür bugünü de gördüm” dediği büyük
sevinçleri yaşadığı bir süreçtir. Bütün yüzyıl boyunca
sosyalizm güçlerinin son derece trajik bir çöküşe dek
varan hatalar yapmış olmaları ve bu süreç boyunca insanlığı
altınçağa götürecek performanstan uzak kalmaları, onların
postmodernizmin, nihilizmin büyük çuvalına tarihin cellatlarıyla
birlikte konulmalarını haklı çıkarmaz. Gerçek bu değildir.
Gerçek, yüzyıl boyunca karanlık ve aydınlığın, can sıkıcı
Aydınlanma mirasından kurtulmaya çalışan emperyalizm
ile bu mirasın en gelişkin sürdürücülerinin kıyasıya
bir savaş yürüttüğü ve bu savaşın ilk raundunun ciddi
hatalar sonucunda şimdilik kaydıyla karanlığın üstünlüğüyle
sonuçlandığıdır; en azından bu sonuca sevinmek bile
temel insani unsurların kaybı anlamına gelir.
Bu sürecin sosyalistler açısından kapsamlı bir şekilde
değerlendirilmesi, tarihin bitmez tükenmez dersleri
arasından yeni bir devrimci projenin üretilmesi, ertelenemez
bir görev olarak ortada durmaktadır.
Denizin Çürütülmesi
Yukarıda kısaca tanımlamaya çalıştığımız postmodernizmin
bu kadar popüler olması ise şüphesiz kendi tezlerinin
gücünden değil, sosyalizmin ve genel olarak toplumsal
hareketin tarihte ilk kez bu kadar yoğun bir gerileme
yaşıyor olmasından kaynaklanmaktadır. 150 yıllık tarihi
boyunca kendisine yönelik türlü çeşitli eleştiri ve
saldırıyı bir biçimde savuşturabilecek refleksleri olan
ve bu gücü de pratikte gösterdiği canlılıktan alan marksizm,
ilk kez insanlık üzerindeki genel etkisi ve prestiji
açısından bu ölçüde zayıflamıştı ve reel sosyalizmin
çöküşünün katlanan etkisinden kaynaklanan bu zayıflık,
ortamı saldırıya açık hale getiriyordu.
“Katlanan etki”den söz ediyoruz; çünkü burada bizim
dar çerçevemizi aşan bir şey vardır. Çöküş olgusu ve
1990 miladı bu bakımdan önemlidir. Çünkü bu olgu her
şeyden önce tarihin gerçek öznesi olan insan üzerinde
çok belirleyici bir rol oynamıştır. İşe insanla başladığımızda
ilk karşımıza çıkansa, kapalı devre bir ideolojik çerçeve
içersinde kendini nisbeten koruyabilen devrimci-sosyalist
kesim ile sokaktaki gerçek insan arasındaki dayanıklılık
farkıdır. Daha somut söylenirse, reel sosyalizmin gürültülü
çöküşünün sokaktaki insan için ifade ettiği anlamla
bizim için ifade ettiği anlam, daha ilk günden beri
farklıdır. 70 yıllık işçi emeğimizin bir yıl gibi kısa
bir sürede yerle bir olması, sosyalistler bakımından
da korkunç bir moral çöküntüsü ve şaşkınlık anlamına
gelmiştir şüphesiz; ama öte yandan bu olay, yine de,
sosyalistler için, ortaya çözümlenmesi gereken yeni
sorunlar çıkartan bir “sosyal ve siyasal, ideolojik
olgu”dur. Oysa çöküş, 90’lara gelinceye kadar zihni
zaten yeterince örselenmiş olan sokaktaki insan için,
Londra’dan Rio de Janeiro’ya ve İstanbul’a dek sokaklardaki
bütün sıradan insanlar için tam bir felâket anlamına
gelmiştir. Böylece çöken, mevcut düzenin, “belki de
bir alternatifinin var olduğu, var olabileceği” fikridir.
“Daha adil bir dünya kurulamamakta, kurmak isteyenler
de eninde sonunda batağa saplanmaktadır.” Bu, modernizmin
filan değil, düpedüz insanoğlunun kendine olan güveninin,
kendi kaderine hükmedebileceğine olan inancının çöküşüdür.
Böylece ortaya çıkan şey, artık nezle ya da grip gibi
gelip geçici bir durum değildir; “oluşan nesnel ve düşünsel
kaos ortamında, ilerleme düşünce ve ütopyasından kopuş
ve alacakaranlık bir düşünce ve bilinç sefilliği ortaya
çıkmıştır.” (SB, 1. Sayı) Ya da bir başka deyişle söyleyecek
olursak, geçmişte Mao’nun “gerilla-halk / balık-deniz”
benzetmelerinden yola çıkarak “denizi kurutma” teorileri
icat eden emperyalist sistem, yeni zamanlarda bir adım
ileri atarak “denizi çürütme” esprisine ulaşmıştır.
Çünkü çöküş momentine (“çöküş”ün gerçekleşmesinde de
rol oynayacak bir zamanlamayla!) kapitalizmin tarihindeki
en büyük iletişim teknolojisi devrimi de denk düşmüş
ve böylece dünya (insanoğlunun fikrî dünyası anlamında
da) küçülürken, çöküşün moral etkisi kapitalist sistem
lehine katlanmış ve sistemin kendini yeniden üretme
gücü sanal olarak kanıtlanmıştır.
Yani, sokaktaki insanı bizden daha derinden etkileyen
çöküş, insanın en önemli yanını, gelecekten umutlu olma
ve o geleceği en azından düşleyebilme özelliğini parçalamıştı.
Bu, mevcut yaşam tarzına karşı duyulan nefretin, insanın
kendine güvensizliği yolundan dengelenmesi, onun yalnızlık
içinde çürütülerek köleliğe razı edilmesiydi. Büyük
bir umutsuzluk dalgası altında ezilen ve “toplu”, “örgütlü”
davranış biçimlerinden gitgide uzaklaşan insan, artık
yeni bir ideolojik biçimlendirmeye “uygun” hale gelmişti.
İletişim patlaması sonucunda oluşan o devasa ideolojik
mekanizma karşısında, yalnız ve dayanıksızdı; üzerine
püskürtülen, yalnızca “naklen savaş” gösterileri değil,
daha kapsamlı bir ideolojik salgıydı.
“İletişim Devrimi” denilen şeyin asıl anlamı da böyle
bir süreçte ortaya çıktı. Dünyayı olağanüstü genişletirken
insanı daraltan, kendi kimliğinden uzaklaştıran ideolojik
bombardıman, geçmişteki hiçbir dönemle kıyaslanamayacak
seviyeye ulaştırıldı. Bilişim ve iletişim alanlarını
tamamen ve tartışmasız bir biçimde tekelleştiren sistem,
dünyanın bütün köşelerini ve tek tek her insanı bu tekellerin
tahakkümü altına sokarken, onların aidiyet ilişkilerini
parçaladı, devasa bir uluslararası güç karşısında tek
başına ve çırılçıplak bıraktı. Bu, iddia edildiği gibi
“insanın gerçekten birey olması” da değildi; tam tersine
tüm toplumsal reflekslerinden uzaklaştırılmış olan insanın
korkunç bir savunmasızlık içinde global sürüye dahil
edilmesiydi. Artık geçmişin devrimci dalga tarafından
etkisiz kılınabilen zayıf dezenformasyonuyla değil,
bilinç gözeneklerini tıkayan ve hiç aykırılık barındırmazmış
gibi görünen yoğunlaşmış bir çamur örtüsüyle karşı karşıyaydık
ve bu örtü, kamusal davranışın parçalanması üzerinden
iş görüyordu.
Yani biz, bir felsefe akımı gibi görünen o şeyle, postmodernizmle
karşılaştığımızda, aslında o bundan çok önce bizim örgütleyip
dünyayı değiştirme eylemine katmak istediğimiz insanların
iliklerine dek sokulmuştu. Otobüslerde, kahvelerde duymaktan
bezdiğimiz umutsuz-apolitik ve kör bireyci söylemler,
küfürlü bencillik ifadeleri, vb.. hepsi Oxford’da ya
da Cambridge kürsülerinde esrarlı teoriler, sanat anlayışları,
felsefi inciler haline getirildiğinde esasında “yeni”
özellikler kazanmıyor, yalnızca estetize edilmiş oluyordu.
İngiliz tarihinin en gerici başbakanı olan Thatcher’ın
“toplum diye bir şey yoktur, bireyler ve onların aileleri
vardır” derken söylemek istediğiyle aynı düşüncenin
inceltilmiş biçimleri arasında çok ciddi bir fark yoktu.
Sokaktaki insanın parçalanmışlığı ve yabancılaşması,
onun artık yalnızca kendi günlük hayatına yönelerek
burnunun ucundan ötesini göremez hale düşmesi, neo liberalizm
dönem açısından “felsefi akım” haline dönüşüyor, üstelik
bu durumun yeni bir devrimci dalga tarafından değiştirilebilme
olasılığı tamamen keyfi bir kararla “ortadan kaldırılarak”
tüm zamanların en “bütünsel” gerçeği haline getiriliyordu.
Pentagon’da “komünist doktrinin çöküşü” diye tanımlanan
şey, postmodernizm adına açılan yüzlerce üniversite
kürsüsünde4 “büyük teorilerin sonu” kavramıyla ifade
ediliyor ve bu da aslında günlük hayatta her gün rastladığımız
boşluk duygusunun tanımlanması oluyordu. Böylece insan
da “topluluk içinde birey” halinden “gerçek yerine”,
mağarasına dönmek zorundaydı. Her şey ama her şey parçalanmıştı,
bütünlüklü “kurtuluş” ideolojileri gibi insanın kendisi
de parçalanmıştı, ne büyük umutlar ne de büyük aşklar,
hepsi bitip tükenmişti: 1+1 artık 2 bile etmiyordu!
Sosyalist mantık silsilesi içinde 1+1, örgütlü-kollektif
çalışmanın açığa çıkardığı artı enerji nedeniyle 3 ve
daha fazlası eder; çünkü bu, iki insanın “yanyanalığı”
değil, “örgütlülüğü”dür. Ama şimdi, örgüt denen şeyden
sadece insan topluluğunu anlayan postmodernlere göre,
1+1, hiç bir şey yapmıyordu, hiç bir şey! 1 sadece 1’den
ibaretti, o kadar! Hatta o da ruhu ve gövdesi bakımından
şizofrenik biçimde parçalanmıştı ve artık günlük olana
yönelerek belkemiği yerine yumuşak bir ilikle yetinmek
mümkün hale gelmişti.
Böylece ortaya çıkan şey, Thatcher’den Özal’a uzanan
yeni-sağcı kampın ve 68 yorgunları başta olmak üzere
sokak-dışı solun bu fotoğraf üzerindeki olağanüstü uzlaşmasıdır.
Herkes “tek”tir! liberalizmin “bırakınız yapsınlar”
ilkesinden çok gerilere, ilk mağaralara dönen neoliberalizmin
ilkesi sıkı sıkıya belirlenmiştir: Sosyal Darvinizm!
Altta kalanın canı çıksın! Milton Friedman ile “yoksulların
gerizekalı olduklarını” kanıtlamak için özel olarak
antropolojik tezler icat eden Reagan danışmanları ve
nihayet Fukuyama gibileri farklı yollardan da olsa aynı
ilkeyi ifade etmektedirler: Altta kalanın canı çıksın!
E.M. Wood’un dediği gibi postmodernizm “teşhis” olmaktan
çıkıp “hastalığın kendisi” haline gelmişti. (Marksizm
ve Postmodern Gündem, Ütopya Yay.)
Toparladığımızda, söz konusu olan şey, emperyalist sistemin
“çöküş” sonrasında belirlediği ve esas olarak dehşet
gösterileriyle vurgulayarak pekiştirdiği yeni ideolojik
biçimlenişin, hiç duraksamaksızın “global düzeyde suni-denge”
adını verebileceğimiz yeni durumun ifadesinden başkası
değildir. Bu ifade aracılığıyla anlatılan durumun karakteristik
unsurları ise, artık tanımlanabilir haldedir: Ağaçların
öne çıktığı bir perspektifte ormanın yokluğu, küçülen
dünya manzarası içersinde zihni de CNN ekranıyla yetinecek
kadar küçülen insanın körelmesi, bir bütün olarak sendikaları
ve solu merkeze çekerken uçlara NGO’ların gevşek yapısını
yerleştiren yeni “muhalif konumlanış”, vb... vb...
Sonuç: Postmodernizm Emperyalizmin Yeni Tarihsel
Sürecinin İdeolojik Saldırısıdır, Püskürtülmelidir
Sürecin bütününe baktığımızda kesin biçimde gördüğümüz
şey, küreselleşmiş neo-liberal kapitalizmin boyunduruğunda
yaşayan ezilen sınıfların ve bütün insanlığın yalnızca
iktisadi-politik bakımdan değil ideolojik ve kültürel
bakımdan da kapsamlı bir saldırıyla karşı karşıya olduğudur.
Zaman zaman büyük bir yanılgıyla değerlendirildiği gibi
Gericiliğin Yeni İdeolojik Zemini, yani postmodernizm,
mimari ya da felsefe alanıyla ilgili bir düşünce akımı
ya da bir sanat anlayışı değil, bütün bunları da kapsayan
bir ideolojik yönelimdir.
Postmodernizmin, Malthus’dan, Nietzsche’ye, Nihilistlere,
solcu ekonomistlerden ve Reformistlerden, 1945 sonrası
bürokratik KP’lerin ölen devrimci ruhunun ve devrimci
sol hareketlerin başarısızlığının yarattığı hayal kırıklığı
ile sınıfa ve devrimci değişime umutsuzluğa sürüklenen
emperyalist ülkelerin sol aydınlarının düşünsel savrulmalarına
ve benzeri öğelere değin uzanan oldukça geniş bir arka
planı bulunuyor. 1970’lerin kriz atmosferi bütün bu
öğelerin buluşup kesiştiği noktadır. İşte Postmodernizm
bütün bu akıldışı, umutsuzluk, yılgınlık düşüncelerinin
buluştuğu, iç içe geçtiği, sistemle buluşmayı, onu onarmayı
hedefleyen bir içerikle yeni bir düzeyden kurgulanıp
üretildiği anlayışın ismidir. Tam da bu noktada, Postmodernizm
ile Yeni Sağ ve Neoliberalizm arasındaki ilişkiyi netleştirmek
zorunludur.
Bu üç gerici dinamik, emperyalist kapitalist sistemin
1945’ten 1970’lere değin gelen geçici toparlanma ve
ilerleme sürecinin 1970 başlarında sona ermesi ve sistemin
genel bunalımının ağır bir yapısal krizle derinleşmesi
sürecinin öz çocuklarıdırlar. Bunların tarihsel kökleri
hiç kuşkusuz çok daha derinlerdedir. Ancak 1970’lerin
ağır kriz ortamı bu üç dinamiğin birbirlerini bütünleyen
bir organik bütün oluşturmalarının nesnel zeminini yaratır.
Emperyalist kapitalist sistem kâr oranlarının yeniden
yükseltilmesi için başta işçi sınıfı olmak üzere tüm
emekçi kesimlerin yerel ve uluslararası her türden direniş
mevzilerini, örgütsel, siyasal, ideolojik, kültürel,
devletsel vb. dayanaklarını yoketmeye dönük yeni stratejilerin
arayışı içindedir.
Bu arayışlar Neoliberalizm, Yeni Sağ ve Postmodernizm
temelinde karşılığını bulur. Sistem bu dinamikleri bir
restorasyon programı olarak organik bütün haline getirir
ve 1979-80’lerde taarruza geçer. Postmodernizm, manifestosu
niteliğindeki Lyotard’ın ‘Postmodern Durum’ isimli kitabı
ile atağa geçerken, siyaset alanına ABD’de Reagan, İngiltere’de
Thatcher, Almanya’da Kolh üçlüsünün başını çektiği,
faşizmin eşiği sayılabilecek Yeni Sağ’ın, iktisat alanına
işçi sınıfının ve emekçi halkların dizginsiz sömürüsü
ve talan anlamına gelen Neoliberalizmin egemen olması
ve her üçünün de (Postmodernizm, Yeni Sağ ve Neoliberalizm)
1979-80’de atağa geçmesi ve sisteme egemen olması bir
tesadüfün ötesinde, bunların sistemin restorasyon programının
temelini oluşturacak biçimde organik bir bütünlük haline
getirildiklerini göstermektedir. 1990’larla başlayan
yeni tarihsel süreç ise bu programın küresel ölçekte
yaşanan değişimlere, ortaya çıkan yeni güç ilişkilerine
ve çelişkilere bağlı olarak dünya çapında egemen kılındığı
bir süreçtir. Postmodernizmin belki de ilk fikir babalarının
niyetlerinden bağımsız olarak tarihsel olarak durduğu
yer, kazandığı rol budur.
Emperyalizm çağının bugünkü evresinde ezilen sınıflara
ve insanlığa yöneltilmiş olan çürütme ve kimliksizleştirme
operasyonu, çok önceden başlatılmış bulunan “sınıfa
elveda” çağrılarıyla böylece buluşmuş ve emperyalist
sistem karşısında insanı yalnızlaştıran, onun toplu
davranış ve örgütlenme reflekslerini körelten ve bu
sefilliği övgüye boğarak hakim biçim haline getirmek
isteyen bir ideolojik arkaplan yaratmıştır.
Ayrıca, hemen vurgulanmalı, artık ipliği iyice pazara
çıkmış olan Fukuyama’nın ötesinde sol muhalif kesimlerin
de postmodernizmden, postyapısalcılıktan beslenerek
yarattıkları etkinlik alanı son derece tehlikeli hale
gelmiştir. 80’li yıllarda hayata geçirilen “düşük yoğunluklu
demokrasi” çerçevesinde “çok kültürlü demokrasi”nin
keşfiyle birlikte kavram postmodern sol tarafından hızla
sahiplenilerek sınıf savaşının uzlaşmaz bir çelişki
oluğu yadsınmış ve burjuva devlet aygıtının parçalanması
ertelenerek, kapitalizmden sosyalizme geçiş, demokrasinin
genişletilmesi mücadelesine indirgenmiştir. Aslında
farklı sınıflardan oluşturulacak “çoğunluk mücadelesi”
ile burjuva demokrasisinin ötesine geçilebileceği anlayışı
asıl olarak kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadelenin
farklı sınıfsal çıkarlardan kaynaklı demokrasi biçimleri
önerdiğini es geçer.
Bu, sosyalistlerin de eksen olarak almamakla birlikte
reddetmedikleri tikel ve yerel mücadeleler olgusundan
ötede bir şeydir, Bu, sosyalist”ten “demokrat”a, “devrimci”den
“muhalif”e, “sınıf”tan “birey”e, “ulusal kimlik”ten
“etnik kimlik”e düşüştür.
Böylece ulaşılan noktada mesele, artık işçi sınıfı ve
devrimci sosyalistler açısından da, bir tali sorun olmaktan
çıkmış, ideolojik-politik mücadelenin asli unsurlarından
biri haline gelmiştir.
Fikirler ve Sokaklar
“Fikirlerin egemenliğine karşı başkaldıralım. Biri,
insanlara bu yanılsamaları değiştirip, yerine insanın
özüne uygun düşen düşünceler koymayı öğretelim diyor;
bir başkası, bu yanılsamalara karşı eleştirici bir tutum
almayı öğretelim onlara, diyor; bir üçüncüsü ise, bunları
kafalarından çıkarıp atmalarını öğretelim, diyor ve
bugünkü gerçekliğin böylece çökeceğini iddia ediyorlar.”
(Alman İdeolojisi, Marks-Engels, sf: 31)
Sosyalizmin kurucularının yaklaşık yüz elli yıl önce
Alman felsefecilerini alaya alırken söyledikleri bu
sözler, soruna nasıl bakılması gerektiğini son derece
açık biçimde ortaya koyuyor. Fikirlerin karşısına fikirleri
koymak! Bu, safdil idealizmin yöntemidir. Fikirlerin
ve o fikirlerin arkasında duran sistemin karşısına sokakları
ve sokaktaki insanın bilinçli pratiğini koymak! Bu ise
devrimci sosyalizmdir, marksizm-leninizmin yöntemidir.
Marksizmin klasiklerinde işçi sınıfının mücadele alanlarından
biri olarak (politik ve ekonomik mücadelenin yanında)
sayılan ideolojik mücadele de esasen böyle bir anlam
taşır. Zaman zaman ideoloji kavramının dar anlamından
hareketle, sadece söylemle ilgili sanılan, sadece yazılar
ve polemiklerden ibaret olduğu varsayılan ideolojik
mücadele, aslında bütün bu sayılanları da kapsamakla
birlikte, politik ve ekonomik alanlarla içiçe geçen
bir alan üzerinden yürür. Yoksa toplumda yaygın olarak
kökleşmiş gerici düşüncelerin kitlelerin zihninden sürülüp
atılması, karşı-devrimci ideolojik hegemonyanın parçalanması,
yalnızca iyi makaleler ve sağlam içerikli bildiriler
yolundan gidilerek başarılamaz; esas sorun, her durumda
ideolojik mücadelenin bu bilinen anlamları ve araçlarıyla,
sokaktaki-fabrikadaki-mahalledeki-kırdaki pratik çalışmayı,
politik mücadelenin bütün tali ve temel yöntemlerini
birleştirmek ve toplumsal yapıyı, bu yapının tüm yerleşik
eğilimlerini sarsmaktır.
Yeni Bir Yüzyıl İçin: Bilimsel Sosyalist Aydınlanma
Devrimci sosyalizmin postmodernizmle olan hesaplaşması
ve mücadelesi de, aynı biçimde, yalnızca postmodern
filozofların çok içselleştirmiş oldukları bir alandan,
sözcükler ve görüntüler alanından değil, esas olarak
hayatın sunduğu zengin mücadele cephelerinin tümü üzerinden
yürüyecektir. Emperyalizmin yeni sürecinin yapı harcı
olan postmodernist çürüme ideolojisine karşı mücadele,
işçi sınıfının ve ezilen halkların emperyalizme karşı
verdikleri savaşın içersinde, o savaşın bir parçası
olarak gelişecek, bilimsel sosyalizmin ideolojik yenilenme
süreciyle bir bütünlük yaratılacaktır.
Bu bütünlüklü mücadele, sistemin postmodern yaşam kültürü
ve bilinciyle, gerici, faşist terörle, neoliberal saldırıyla
yaşamı, ruhu parçalanmış işçi sınıfı ve emekçi insanlığın,
yeniden ayağa kaldırılması ve kendisini bütünsel olarak
yeniden inşa etmesinin yegane yoludur. Mütevazi devrimci
kültür-sanat çalışmalarından, ekonomik, sosyal, kültürel
dayanışma faaliyetlerine, irili ufaklı hak arama mücadeleleri
ve direnişlerinden, doğrudan iktidarı hedefleyen PASS
temelindeki devrimci savaş faaliyetlerine değin uzanabilen
ve hayatın bütün alanlarını kucaklayan bir devrimci
toplumsal pratik ve bunun örgütsel, ideolojik zeminleri,
bütünlüklü ve kaderini eline alan bir insan, sınıf,
halk ve ulus, dünya çapında emekçi insanlık tablosunu
ortaya çıkarmanın tek yoludur. Emperyalist kapitalist
sistemin hegamonyasını her cepheden parçalayıp gerileten
merkezi ve bütünlüklü devrimci mücadele; işte bize gerekli
olan ve örmeye çalıştığımız hat budur. İşçi sınıfı ve
tüm emekçileri özgürlükçü, eşitlikçi, dayanışmacı yeni
bir kültüre, yeni bir yaşam tarzına, duruşa taşıyacak,
bütünsel değişimin ve kurtuluşun yolu olan devrime yöneltecek
ve devrimin öznesi yapacak bu yolun adımları bugünden
atılmak zorundadır.
Ve mücadelenin an be an yaratıcı pratik biçimlerinin
bulunması, basitten karmaşığa tüm mücadelelerle sürece
merkezi ve bütünlüklü bir tarzda devrimci iradenin,
yapının ve eylemin egemen kılınması devrimci sosyalistlerin
güncel ve stratejik görevleridir.
Yeni yüzyılın Bilimsel Sosyalist Aydınlaması, böylece
salt “fikirlerin karşısına fikirler konularak” değil,
aynı zamanda sokak çatışmalarının sıcaklığında ve devrimci
gerillanın savaş siperlerinde yaratılacaktır. Kendi
kendisine eleştirel bakabilen tek dünya görüşü olan
marksizm-leninizm, bu büyük görevi başarabilme yeteneğine
sahiptir.
Bütün devrimci güçlerin kendi yerelliklerinden başlayarak
ama o yerellikleri de aşarak yapacakları katkılarla
sağlık kazanacak olan bilimsel sosyalist düşünce, yeniden
dünya halklarının biricik umudu haline geldiğinde, bütün
diğer öncelleri gibi postmodern gericiliğin sözcülerini
de artık kimse anımsamayacaktır.
Dahası, böylece varılacak olan büyük tarihsel buluşma
noktasında, insanlığın bütün sürecinden akıp gelen kültür
mirası ve o mirasın en değerli parçası olan Aydınlanma
geleneği ile komünist ütopyamızın yeni kültürü bir araya
gelecek, aradaki karanlık yılların insan bilincinde
yarattığı tahribat ancak bu yolla kazınıp çöplüğe atılacaktır.
DİPNOTLAR
(1) Öznesiz değil aslında. Bütün bu “değişim”in burjuvazi
tarafından kontrol edildiği düşünülürse, ancak bir “gizli
özne”den söz edilebilir.
(2) Bu konuda bir başka alandan verilebilecek örnek,
“yoksulluk” kavramıdır. “Yoksulluk”, sosyolojik bir
kavram olarak anlamlıdır ve politik çözümlemede yardımcı
olarak kullanılabilir; ama sınıfsal bir öz taşımaz ve
sınıf temelli bir çözümlemede açıklayıcı olmaz.
(3) E. M. Wood’un Marksizm ve Postmodern Gündem kitabında
örneklediği gibi 1914’te Oswald Spengler, “Aydınlanma’nın
sonunu” ilan etmişti. Daha sonraları, 1950’lerde C.
Wright Mills de aynı şeyi ifade edebiliyordu.
(4) Üstelik sanat alanındaki bazı örnekler bakımından
durum çok da masum değildir; 1950’lerde ortaya çıkan
“Yeni Eleştiri” akımının CIA tarafından önünün açılması
bunun bir örneğidir.
2000’li Yıllar ve Postmodernizm:
Hiçbir Şey Rastlantı Değil!
Üretimin Yeni Örgütlenişi ve Parçalanmış Birey
Postmodernizmin bildik anlamda bir felsefe değil
de insanın çürütülmesinin ideolojik arkaplanı
olduğunu söylerken durumu abartmıyoruz. Sistemin
sırça köşklerinde salt entelektüel bir iş yaptığına
inanan postmodern filozofların sübjektif niyetleri
bir yana, ideolojik-felsefi üretimin mekanizmaları
açısından 1850’lerin naif dünyasında yaşamadığımız
kesindir. Hiç komplocu düşünmesek de, bütün üniversitelerin
kapitalist üretimin yeni biçimlerinin teorizasyonu
için seferber edildiği bir dönemde, yüzlerce “devlet-dışı/sistem-içi”
vakfın, kurumun, vb. hayal bile edilemeyecek paralarla
oynadığı bir dönemde, postmodernizmin bütünüyle
“bağımsız” bir alanda tohumlanıp çimlendiğinden
kuşkulanmak için ciddi nedenlerimiz vardır.
(....)
(Tamamını
okumak için burayı tıklayın)
|
Mikromilliyetçilik
ve gitgide daha alt kimliklere düşüş:
Dönemin bir hastalığı
90’lı yıllar ve yeni yüzyılın başlangıcı, yalnızca
düşünsel bütünlüklerin değil, toplu sınıfsal, siyasal
kimliklerin de parçalanmaya uğradığı, insanoğlunun
yeniden “kendi köyüne”, hatta “mağarası”na dek geri
döndüğü yıllar oldu. Özellikle eski reel sosyalist
ülke topraklarında ve Afrika ve Asya’nın zaten bin
yıllık husumetlerin hüküm sürdüğü sıcak noktalarında
sonuç tam bir faciaydı. Önümüzde, 1960’ların ulusal
kurtuluş savaşlarıyla hiçbir kategorik ortaklığı
olmayan bir durum vardı. Yaşanan, bir ulusal savaşlar
dalgası değil, etnik boğazlaşmalar, tecavüz salgınları
ve yoksulların gücünün parçalanması sonucuna da
yol açan bir kör milliyetçilik dalgasıydı ve bu
akım, ciddi bir devrimci imkân da içermemekteydi.
Örneğin, elindeki tarım ürünlerin değersizleştiren
şirketlere karşı “milli” bir yerden hareket eden
Guatemala’lı köylüler değildi söz konusu olan; böyle
örneklerde belki işlenebilir bir anti emperyalist
damardan söz edilebilirdi ama geride kalan bakımından
durum tam bir “kardeşini boğazlama” eğilimiydi ve
durum nitelik olarak 1914’ün sosyal şovenizminden
farklı değildi. Bir yandan silah pazarının büyümesine
neden olurken diğer yandan da “kendilerini yönetemeyen
bu güruhun bir güç tarafından disipline edilmesinin
gerekliliğine” temel oluşturan bu kördöğüşü, bugün
sistemin üzerinde durduğu emperyalist sistemin saldırgan
müdahalelerinin en önemli dayanaklardan biridir
ve zaman zaman metropollerden yükselen yakınmalar
gerçeği ifade etmemektedir. Doğru olan, bunun Brzezinski’nin
deyimiyle “barbarların bir araya gelmelerini” engelleyen
bir kaosa yol açtığıydı. En önemlisi de sistem,
geçmişten beri sınıfsal temellerde şekillenmiş olan
asıl kimliklerini parçalayarak savunmasız bireyler
haline getirdiği insanları, şoven alt kimliklerle
birbirine yeniden yapıştırmakta, böylece devrimci
bir dalganın imkânlarını zayıflatmaktadır.
½üphesiz hiçbir postmodern filozof, bu korkunç kan
banyosunu onaylayacak kadar barbar ya da cüretkâr
değildir; ama sınıfsal ve siyasal aidiyetlerin sona
erdiği ve ermesinin de hayırlı olduğu konusunda
gevezelik eder ve bunun yerine etnik-otantik parçalanışın
geçmesini bir marifetmiş gibi alkışlarsanız, ırk
denilen şeyin eninde sonunda, mutlaka çatışmadan
beslenen bir şey olduğunu da atlamış olursunuz.
Sonuç ise her durumda bu çatışmayı körükleyenlerle
suç ortaklığıdır.
Aynı şekilde bütünlüklü bir emperyalizm tanımını,
her yerde ve hiçbir yerde var olmayan soyut bir
“söylemin iktidarı-imparatorluk” kavramıyla sakatlayan
postmodernizm, zayıf halkaların ve devrimlerin imkânsızlığı
noktasına geldiğinde, ortada “ülkeden atılacak bir
emperyalizm” var olmadığına hükmeder. Böylece, ulusal
kurtuluş savaşları ve devrimci kalkışmaların gereksizliği-faydasızlığı
tezine ulaşıldığında ise geriye kalan, sınıfsal
temeli olmayan direnç biçimleri, etnik saman alevleri
ve evrensellikten kopmuş yerelci-muhalif eğilimlerdir.
Halk savaşlarından, anti-emperyalizmden kopuş, aslında
bu anlamda başka bir projeye, Pentagon’un “Düşük
Yoğunluklu Çatışma” stratejisine eklemlenmek anlamına
gelir. Emperyalizmin günümüzde geliştirdiği yeni
bölgesel stratejileri ve halkların mücadelelerini
parçalamayı amaçlayan etnik kışkırtma taktiklerini
çözümlemek gibi bir sorunu olmayan, tersine bunları
meşrulaştırmaya çalışan Postmodernizm, böylece halkların
yaşamsal sorununun bir parçası olmaktan kaçtığı
ölçüde emperyalist çözümlerin bir parçasıdır. |
Parçalanmış
insan: Artık aşk da mı yok?
Herkes ve her şey! Herhangi bir özel bağlam olmaksızın,
yanyana!
Bütün tarihi boyunca bir yandan en muhafazakâr değerleri
kendisine ideolojik dayanak ve kalkan yapan diğer
yandan ise sistemin niyetlerden bağımsız işleyişiyle
aynı değerleri ve insan ilişkilerini törpüleyen
kapitalizm, günümüzün koyu karanlık gericilik dönemine
girdiğinde, nihayet bu değerlerin kendisiyle de
hesaplaşma fırsatını buldu. Üretim sürecinden sosyal
hayata dek her alanda toplumsal davranışı ve kalıcı
birliktelikleri parçalayan kapitalizm, bireyin kendi
iç dünyasındaki parçalanmaya da el atmadan duramazdı.
Aslında “insandan insana ilişkilerin en doğrudan
olanı”nı, yani kadın-erkek ilişkilerini kapitalist
üretim ilişkilerinin ilk anından itibaren “karışılıklı
sevgi yaratma” noktasından aşağıya, parasal ilişkilerin
çamuruna doğru çeken sistem, böylece yeni bir şey
yapmış olmuyor ama yapmakta olduğu şeyi, yani insanı
yozlaştırmayı en görünür noktaya ulaştırıyordu.
Büyük bağlanışlar ve kalıcı aşklar çöpe! 18. yüzyılın
romantizminden geriye ne kalmışsa, insan ilişkilerinin
acılı çelişkilerini işleyen büyük romanlar, içli
şarkılar, çöpe! Geriye kalan şey, kaygan, gelip
geçen ve hiçbir zaman insan çabasıyla üretilerek
kalıcılaştırılamayan ilişkilerdir. Bu, “geçmişin
tutuculuğundan kurtularak” bir adım öteye, özgürce
kurulmuş insan ilişkilerine doğru atılmış bir adım
da değildir. Bu, insandan insana ilişkinin her tarihsel
bağlamda yeniden koşullanışı, farklı kültürel zeminlere
ve ölçütlere dayanması değildir artık; yalnızca
toplumsal davranışı bakımından değil, kendi içsel
dünyası bakımından da parçalanan insan, “cinsel
sevgi”den “fiziksel temas” noktasına düşüş yaşar.
Bütün bunlar olurken, Eagleton’un deyişiyle, “pabucunu
bağlama yeteneğinden yoksun darmadağın özneye” övgü
düzmeyi, “bütün” ve “büyük” her ne varsa onun çöktüğünü
bağıra çağıra ilan etmeyi marifet zanneden postmodernizm,
tam anlamıyla “lambadan bir kez çıkmış bulunan cin”
gibidir. Kalıcılık ve bütünlükle ilgili “parçalanma”
takıntısı, onu rastgeleliğe, yanyana duruşa götürür;
ve tam bu noktada insanın yozlaşması ve tükenmesinin
de övgücüsü durumuna düşer. Bütün evrensel anlatılarda
otoriterizmin kökenini gören postmodernizm, büyük
aşklarda da tahakkümün biçimlerini arar, bulur.
Bunların tümünün birden tek ilacı vardır artık:
Geçicilik.
Oysa bu, teslim oluştur, vazgeçiştir. |
Postmodernizm,
kendiliğindencilik ve eklemli devrimcilik
Toplumsal yapının güncel durumundan türeyen postmodern
argümanlar, kendi insan malzemesini aynı yapıdan
derleyen solu da derinden etkilemiştir. ‹şin politik
mücadeleyle ilgili genel bölümünün, çok çeşitli
biçimler halinde kendini ortaya koyduğu söylenebilir.
Örneğin, son süreçte sağ reformist çizgilerin dağarcıklarındaki
II. Enternasyonal mirasına dolaylı biçimlerde postmodern
literatürden aşırılmış malzemeleri de kattıkları
biliniyor. Özellikle devrimin güncelliği ve mümkünlüğünü
reddeden, işçi sınıfının dünyayı değiştirme yeteneğini
yitirdiğine inanan kesimlerde, devrimci sosyalist
kimliğin yerini “muhalif” ve “demokrat” kimliklerin
alması postmodernizmden bağımsız değildi. Bir süreliğine,
mecburen “muhalefette olmak” durumundan farklı olarak
iktidar perspektifinden vazgeçiş anlamına gelen
“muhalif kimlik”, burjuva demokratlığını aşmayan
bir çizgi üzerinden bugün de hükmünü sürdürmeye
devam ediyor ve çeşitli türden yerelcilik, kendiliğindenlik
eğilimlerini besliyor. Ama postmodern kafa karışıklığının
sadece sağ-reformist kesimlerde var olduğunu düşünmek,
aslında bir yanılgıdır; çünkü suyun öte yakasında,
daha devrimci iddialara sahip kesimlerde de durum
ciddidir. Politik etkinliğin gerilemesine parelel
olarak sırf birazcık genişlemek için cemaatçi, yerelci
eğilimlerin içine girilmesi işin yalnızca bir bölümüdür.
Öte yanda ise, çoğu kez yanılgıyla “ekonomizm”le
(dolayısıyla sağ-reformizmle) birebir özdeş tutulan
kendiliğindencilik vardır. Oysa kendiliğindencilik,
tepkicilik, zaman zaman silahlı biçimlerde bile
kendisini gösterebilen bir politik tutumdur ve onun
özünü, merkezi-bütünsel bir müdahale fikrinden uzaklaşma
ve olayların arkasından giderek parçalar üzerinden
politika yapmak oluşturur.
Ama bütün bunlardan daha önemlisi, son dönemde devrimci
hareketlerin bütününün insan yapısı bakımından gözlenen
düzey düşmesidir. 90’lı yıllar boyunca Avrupa’da
pek ünlü olan bir fıkra, durumu anlatabilmek açısından
anlamlıdır: Fıkrada sorulan “bir sendikacı, bir
sosyalist, karısını döven bir koca ve pazar ayinini
kaçırmayan bir adam arasında ne gibi bir ilişki
olabilir” sorusunun karşılığı, “hepsi tek kişi olabilir”
biçimindedir. Bir yaşam tarzı, bütünlüklü bir davranışlar
birliği olmaktan çıkarak “normal yaşama eklemlenmiş
bir durum” haline dönüşen “devrimcilik”, aynen bu
fıkradaki karmaşa gibidir. Gerçekten de bugün, adeta
Yaşar Nuri Öztürk’ün durmadan “kolaylaştırdığı”
gevşek müslümanlığı andırır biçimde, gitgide “büyük
dava adamı” duruşundan uzaklaşan, devrimci düşünce
ve görevleri kendi günlük yaşamına, hatta iş hayatına
ekleyerek yaşayan bir insan tipi, devrimci kimliği
zaman zaman giyilip çıkarılan bir hırkaya dönüştürmüştür.
Devrimci örgütlerin “işbitirici” tipe eğilim gösteren
pragmatizmi tarafından da beslenen bu devrimcilik
biçimi, tam da postmodern “yanyanalık” söylemine
uygun biçimde birkaç hayatı aynı gövde içine sığdırabilmekte,
sonuçta ise ortaya bir ucu “solcu barlar”a dek uzanan
bir bozulma çıkmaktadır. Bütün bunlardan çıkar sonuçsa,
devrimci hareketin postmodernizmle hesaplaşmasının
yalnızca ideolojik bir zeminde kalamayacağı, aynı
zamanda örgütsel ve kültürel-ahlaki temele de yansımak
zorunda olduğudur. |
Referanslar ve Okunabilecek Kitaplar
1- Alman İdeolojisi, Marks-Engels, Sol Yayınları
2- Anti-Dühring, F. Engels, Sol Yayınları
3- Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi,
L. Althusser, Verso Yayınları
4- John Lewis’e Cevap, L. Althusser, Verso Yayınları
5- Postmodernizmin Yanılsamaları, Terry Eagleton,
Ayrıntı Yayınları
6- Postmodernizme Hayır, Alex Callinicos, Ayraç
Yayınevi
7- Marksizm ve Postmodern Gündem, Derleyen E. M.
Wood, Ütopya Yayınları
8- Sınıftan Kaçış, E. M. Wood, Akış Yayınları
9- Son Moda Postmodern Saçmalar, Alex Sokal, İletişim
Yayınları
10- Postmodernliğin Durumu, D. Harvey, Metis Yayınları
11- Modernite Versus Postmodernite, Derleme, Vadi
Yayınları
12- Üretimin Aynası, J. Baudrillard, 9 Eylül Yayınları
|
|