Komplolar Ülkesinde Temiz Ne Kaldı
F. Hançer
|
Bugünlerde olup bitenlerin tarifinde aşağı yukarı herkes
hemfikir olmalı: Türkiye tarihi günler yaşıyor. Büyük
bir hızla erken seçim kararı alarak bir anlamda kendini
feshetmiş olan meclis, geceli gündüzlü çalışarak AB
için gereken “ev ödevlerini” tamamladı. AB sürecinin
bayraktarlığını yapan Radikal’e göre “tarihin akışı
değişmiş” durumda. İç sayfalarda, göstericileri yerde
sürükleyen polis fotoğrafının altında ise şöyle yazıyor:
“Artık bu görüntülerin azalması bekleniyor!”
Soldaki AB taşeronları memnun olmalı; alt tarafı iki
gecede demokrasiye kavuştuk! Gerçi mezarlıkta anma yapmak
isteyen aileleri yakapaça götüren Sarıgazi jandarması
henüz bu durumdan habersiz görünüyor ama olsun, zaten
bu demokrasi türü de herkes için değil.
Şimdi seçimler geliyor. Soluğunu tüketmiş, sıfır itibara
sahip politik kadrolar, yenilenecek. Hiçbiri diğerinden
çok farklı oy potansiyeline sahip olmayan, hepsi aynı
merkez politikalarını uygulamakla görevli partilerden
istenen yarar sağlanamadığından, yeni oluşumlar denenecek;
yeni yüzlerle belki biraz durum kurtarılacak.
Oligarşinin çıkış harekâtı
Bu topraklarda ikamet eden herkes, artık herhalde en
azından şu konuda hemfikirdir: Kesinlikle can sıkıcı,
durgun ve ağırkanlı bir ülkede yaşamıyoruz! Siyasal
bilimler kürsülerinde “istikrar” denilen -hiç görmediğimiz
için bizim pek tarif edemeyeceğimiz- durum, bu topraklarda
barınamıyor. Ülke, tabii ki bir biçimde yönetiliyor;
ama bu işlemin IMF, ordu ve medya tarafından işgal edilmiş
alanlar dışındaki bölümü artık o kadar kolaylaştırılmış
halde ki, hükümete pek benzemeyen bugünkü şu biçimsiz
nesne bile bunu becerebiliyor. Daha doğrusu, politik-iktisadi
krizi çözmek diye bir dertten uzun süredir vazgeçilmiş
olduğu için, durumu idare etmek için elde ne varsa onunla
yetiniliyor. Ama “istikrar” başka bir şey; yarın sabah
neyle uyanacağımız konusundaki belirsizliğe denk düşüyor
biraz ve bu topraklarda hiçbir sabah diğerini tutmuyor.
Ama yine de artık Hasan Mutlucan türküleriyle uyandırılmadığımız
kesin; çünkü çoktandır bu işin başka yöntemleri bulundu.
Örneğin 28 Şubat’ta olduğu gibi başbakan ve bakanları
9 saat rehin alıp posasını çıkardıktan sonra gerekli
kararların altına imza attırmak, geçtiğimiz yıllarda
tanık olduğumuz yeni türden bir darbe yöntemiydi; durduk
yerde tank gezileri yapmak ya da Dünya Bankası’ndan
Derviş’i keşfedip Türkiye’ye tayini için bağlı bulunduğu
makama ricada bulunmak da bir başka biçimdi.
Geçtiğimiz ay, bunlara bir yenisi eklendi. Yıllardır
Ecevit’in arkalarında bir yerde “karanlıklar prensi”
gibi duran ve herkesin “tehlikeli adam” diye baktığı
Hüsamettin Özkan, bir gün içersinde pozisyon değiştirdi
ve istifa etti. Söylediğine bakılırsa çok haksızlığa
uğramış ve sonunda “vefa”nın bir duygu değil “boza markası”
olduğuna karar vermişti ama daha birkaç saat geçmeden
işin rengi belli oldu. Sabancısever Kültür Bakanı İstemihan
Talay başta olmak üzere bir dizi DSP’li düğmeye basılmış
gibi, gemiyi terketme işlemini başlattılar. Her şey
üç gün içinde olup bittiğinde, ancak o zaman sıradan
insanlar da durumu anlayabildiler; bu bir “küskünler
hareketi” değil, önceden tasarlanmış, sorulması gereken
yerlere sorularak onay alınmış, aşama aşama uygulanması
karara bağlanmış dört başı mamur bir operasyondu. Onca
yıldır Ecevit’lerin sultası altında güzel güzel geçinip
giden, bu süre içersinde hiçbir şahsiyet belirtisi göstermeyen
bir grup insan, bir sabah artık durumu bir an bile katlanılamayacak
kadar ağır bulmuş değillerdi elbette. İşin baştan hazırlanmış
bir liste üzerinden yürüdüğü açıkça görülüyordu. Asıl
üzerine oynanan isim olan İsmail Cem’in ise başından
beri belirlenmiş olduğu kesindi. IMF memurunun durumu
biraz karışık görünse de işin içinde olduğu konusunda
şüphe yoktu.
Dün istifa, bugün parti! Program, kurucular, başvuru
işlemleri... Özkök’e bakılırsa bu, “demokrasi tarihimizin
en önemli olayı”ydı. Aynı günlerde rutin teftişini yapmak
için gelen IMF sorumlusu Kahkonnen’in yalnızca kendi
memuru Derviş’le şöyle bir sohbet edip gitmesi ve hiç
kaygılıymış gibi görünmemesi öğreticiydi. Bu arada daha
hızlı davrananlar da vardı; örneğin JP Morgan Chase
Bank’ın bu kadroya yönelik açık kredi taahhüdünden söz
edildiğinde, hemen açıklama yapıyordu. “Biz YTP iktidar
olursa 10 milyar dolar veririz demedik ki; IMF programını
uygulayacak, AB yanlısı bir hükümete veririz dedik!”
En ilginç olanı ise normal şartlar altında bakanın biri
öksürse düşüp çıkıp dalgalanan borsanın gösterdiği tepkiydi.
Durumu en iyi özetleyen, bu işin uzmanlarından biriydi:
“Piyasa oyuncuları veya bireyler, sadece kendi bakışlarını
değil, kendileri dışındaki ‘büyük çoğunluğun’ ne düşünüp
ne yapacağını da hesaba katarak aldıkları kararlarla
fiyatların yeni seviyesine neden oluyorlar... bir olgunun
‘olasılığı’ bile genhiş mali piyasa oyuncularının ‘oyları’
ile oylanıyor... bu yüzden mali piyasalardaki fiyatlar,
birer ‘sopa’ haline gelebiliyor...” (Uğur Gürses, Radikal,
15 Temmuz 2002)
Gerçekten de tam doğru sözcük bu: Sopa! Ödüller ve cezalar...
Ve olaya böyle baktığımızda, tam anlamıyla planlı bir
organizasyonla karşı karşıya olduğumuzu, yapılanların
onayının önceden tekelci burjuvaziden ve emperyalist
merkezlerden alındığını anlıyoruz. Esas kadro da bunu
çok iyi anlatıyor zaten: Emperyalizmin iyi tanıdığı
bir bakan, milletvekilinden çok istihbaratçıya benzeyen
bir başkası ve nihayet IMF tarafından tayin edilmiş
bir başkası...
Sonuncusu, zaten artık alıştığımız bir yöntemin ürünlerinden.
Türkiye toprakları son elli yıldır, ABD üniversitelerinde
yetişmiş “kurtarıcılar”ı tanıyor. Demirel’den Özal’a
ve onun getirdiği prenslere dek hepsiyle birer birer
tanıştık. Arada, 12 Mart’ta şöyle bir gönderilip beceremeyince
yeniden IMF’deki görevine geri alınan (ve hâlâ da orada
olan) Atilla Karaosmanoğlu’nu da anımsayıp oradan Derviş’e
gelmek gerek. Bu bir gelenek; Arjantin’de de böyle uygulanıyor,
Brezilya’da da. Bir gün çıkıp geliyorlar ve biz adlarını
bile ancak o gün, havaalanında “kurtarmaya” geldikleri
ülkenin basınıyla ilk karşılaştıklarında öğreniyoruz.
Sonuçta, oligarşi, çıkmaz sokak haline dönüşen bir kaosu
böylece, siyasi vefa gibi gereksiz şeyleri de dışlayarak
aşmış görünmektedir. DSP ve Ecevitlerden geriye ne kalmışsa
artık onlar da bütün kullanılmış araçlar gibi çöplüğü
boylamıştır.
Hesaplar ve olasılıklar
Hesap tutarsa eğer, bir yandan AB kapısı ve olanakları
açılacak (bunun ne zaman olacağını kimse bilmiyor) diğer
yandan Irak savaşına katılarak oradan hem konum hem
de lejyonerlik maaşı kazanılacak, (henüz Afganistan
maaşı olan 228 milyon dolar bile ödenmedi!) ve nihayet
bütün bu karışıklık arasında şaşırtılmış olan seçmen
kitlesine büyük bir medyatik atakla yüklenilerek yeni
bir siyasi manzara oluşturulacak. Siyasetin köhnemiş
odaklarını yenileme adı altında komplocular partisi
YTP ve belki Baykal gibi başkaları, bu yenilenme sürecinin
baş aktörleri olacaklar.
Bu arada komplo ve AB yasalarıyla aynı günlere Yüksek
Askeri Şura da denk düşüyor ve orada da rutin çizginin
devamını sağlayacak biri, Özkök, Genel Kurmay Başkanlığı’na
geliyor. Bütün bu hesapların tutup tutmayacağı ise,
doğrudan doğruya düzenin imkânlarına ve insanların ne
kadar şaşırtılabileceğine bağlı.
TÜSES (Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar
Vakfı) ve Veri Araştırma şirketinin ortak kamuoyu araştırmasına
bakılırsa büyük bir şaşkınlık ve karışıklık kitleler
açısından devam ediyor. Biraz da yönlendirme amacı taşıyan
bu araştırmalara göre, herkesin eskiden oy verdiği partiden
nefret ettiği kesin. Eski partime yeniden oy vereceğim
diyenlerin oranı bazı partilerde %10’u bile bulmuyor.
Partilerin hiçbirine güven duymadığını söyleyenlerin
oranı ise %46 civarında. Yani, kimin seçtirileceğinin
ötesinde her şeyin kendi dışında olup bittiğine inanan
insanların seçim sandığına nasıl götürüleceği bile bir
sorun halinde.
İSO’nun araştırmasına göre, en büyük 500 sanayi kuruluşu
2001 yılında 32 bin kişiyi kapının önüne koymuş durumda.
Kamu sektöründe istihdam gerilemesi % 7.1, özelde ise
%5.7.
Öte yandan 2002’nin ilk üç ayı için yapılan hesaplamalarda,
nüfusun %60’ının kişi başına milli gelirin altında olduğu
görülüyor. Hesaplamalara göre, nüfusun en yoksul %20’lik
bölümü dört kişilik aile başına 281 milyon lirayla yetiniyor.
En zengin %20’lik grubun aile başına aylık geliri ise
2 milyar 314 milyon lira görünüyor. Tam bir iktisatçı
darkafalılığının ürünü olan bu hesaplama yöntemi tabii
ki gerçeği anlatmıyor. Yaklaşık 14’er milyon kişiden
oluşan 5 gelir grubu üzerinden yapılan bu hesap, her
şeyden önce ülkedeki kaymak tabakanın ne kadar dar olduğunu
anlamıyor ve toplam sayısı birkaç bini bulan en üst
kesimi 14 milyonluk bir grubun içine çekerek ortalama
rakamlar yaratıyor ve gerçeği gizliyor. Ama bu eksik
hesaplama bile, düzenin sınırlarını göstermesi açısından
önemlidir. Bir ülkede, milli gelirin %5’ini en yoksul
%20’lik grup alırken, %47.7’sini ise en zengin beşinci
%20’lik grup alıyorsa, sorunun büyüklüğü ve dolayısıyla
düzenin imkânları biraz ortaya çıkıyor demektir.
Ama öte yandan, aynı hesaplamalara mutlaka eklenmesi
gereken bir başka unsur da düzenin başka imkânlarını
anlamak bakımından önemlidir. Aynı araştırmalara göre,
yaklaşık %50’yi bulan kayıtdışı ekonomi de bu sürece
dahil edildiğinde, en zengin %20’nin aylık aile geliri
3 milyar 471 milyon, en yoksul %20’nin aylık aile geliri
422 milyon lira olarak görülebiliyor.
Bu mekanizmanın işleyişi ile oligarşinin yukarıda sözünü
ettiğimiz yenilenme ve seçim hesapları arasında derin
bir ilişki olduğu kesin. Aynı mekanizmalarla Radikal’in
“azalmasını umduğu görüntüler” arasında da yakın bir
ilişki mevcut.
Sonuçta, her düzen, kendi yoksullarını “ihtiyaç olduğu
kadar” döver! Yani, sürekli bir milli kriz, zaman zaman
derinleşerek zaman zaman birazcık belini doğrultarak
varlığını devam ettiriyorsa, o ülkede kimin ne kadar
dayak yiyeceği, sokakların ne zaman hareketlenip ne
zaman taşların havada uçuşacağı AB yasalarıyla değil,
hayatın yasalarıyla belirlenir.
Daha doğrusu, bütün bunlar, o ülkenin devrimci hareketinin
ve ezilen sınıflarının ortaya koydukları, koyacakları
performansla da yakından ilgilidir. “Kımıldamayanlar”
zincirlerini hiçbir zaman “hissetmeyeceklerdir.”
Paşabahçe örneği ve süreç
Çok çarpıcıdır; meclisin tam kapasite çalışarak ülkeyi
“demokrasiye kavuşturduğu” gece boyunca Türkiye’nin
bir başka köşesinde, bir fabrika bahçesinde “sabahlayan”
başka insanlar da vardı: Paşabahçe!
Ama ertesi gün meclise övgü manşetleriyle çıkan gazetelerin
hiçbirinde, fabrikalarını, mahallelerini ve yaşamlarını
korumak için direnen bu insanlarla ilgili tek satır
yoktu.
Öyle anlaşılıyor ki, yapılan hesap, önce direnişi sessizliğe
boğarak etki gücünü azaltmak, yavaş yavaş çözülmelerin
oluşmasını beklemek ve sonra bir biçimde, bir bahane
bularak sorunu “çözmek”tir. Bu arada, Paşabahçe işçisi,
vazgeçerse eğer, işte ancak o zaman “hoş olmayan görüntüler”
ekranlara yansımayacak, “demokrasi” nutukları atılabilecektir.
Sonuçta, Beykoz’dan bütün Türkiye’ye kadar aynı kural
geçerlidir; direnmek ya da direnmemek, savaşmak ya da
savaşmamak, herşeyi belirlemektedir, belirleyecektir.
Ezilen sınıflar ve devrimci hareket, bütün oyunları
bozmak için gerekli potansiyel imkânlara sahiptir.
Tek yapılması gereken, önce bunun farkına varmak; sonra
yeni bir çıkış tasarımı ve pratiğiyle sürece müdahale
etmektir. Bu ise salt karşı çıkışlar, muhalif tutumlarla
değil, doğrudan devrimci gündem yaratılarak başarılabilir.
|