17
Ağustos...
Unutmamak ve Unutturmamak
R. Yalın
|
Toplumsal belleğin 24 saati aşmadığı bir ülkede toplumsal
depremlerin yaşanabilmesi için hiç kuşkusuz bizlerin
bıkıp usanmadan yaşananları “anımsamamız” ve anımsatmamız
gereklidir.
Çok değil 17 Ağustos 1999 ve sonrasında gazete ve televizyon
manşetlerinde “unutmayacağız” laflarının bol keseden
söylendiği bir sırada bile aslında birçok olgu “doğal”
olarak unutulmuştu bile... Örneğin depremin sorumlusu
birkaç kötü müteahhite sövülürken gözden kaçmış olsa
gerek MHP, DYP çevreleriyle sıkı ilişkileri bilinen
Ceylan Holding’in, Yüksel ‹nşaat’ın Yalova enkazları
unutuluvermişti... Herkesin birbirini çarptığı “En cin
kim?” oyununda M. Ali Yılmaz’ın kendi “devlet”inin orduevini
çarpması -Gölcük enkazı- da pek öyle kamuoyunu ilgilendirmemişti.
Dolayısıyla “unutmayacağız” sözünün duygusal sömürü
boyutu bir yana halkımıza depremin çok katmanlı boyutları
ve ardındaki toplumsal sistemin iflas etmişliği gerçeği
“doğal” olarak hatırlatılamazdı. Kuşkusuz deprem “azmışlığımız”ın
bir sonucu olarak uyarı mahiyetinde gelmedi; bu ancak
bir kez daha doğa süreçlerinin ne kadar kontrol edilebileceği
sorusunu gündeme getirebilirdi. Fakat ölümler, yıkımlar....
bunlar sadece birkaç kendini bilmez sorumsuz belediye
veya kişinin suçu muydu? Diğer yandan Avcılar gibi orta
sınıf yaşam tarzının “ucuzdan” kiralandığı semtlerin
son on yılda katettiği “gelişme”nin “iyi çalışan” çevre
kent plancılarının eseri olduğu unutuluverdi... Oysa
söylenen tek bir şey doğruydu: “Zeminin sağlam olmadığı”..
Şimdi vatandaş olarak tedbir almamız isteniyor bizlerden.
Hem de gemiler dolusu yardım paketlerinin, mali desteklerin
nereye harcandığının hesabı verilmeden! Yıllardır silah
alımlarıyla kabaran iç borç yükünün yine halkın sırtına
bindirilmesi yetmiyormuş gibi pervasızca, aldıkları
“yardımları”da ödendiği çok kuşkulu olan iç borç bütçesine
aktardıklarını söylüyorlar. Fakat her nedense şu iç
borç denen kene yakamızı bırakmadığı gibi üstüne üstlük
bir de katlanarak artan dış borç ödemelerini önümüze
sürüyorlar.
Zeminin “sağlam olmadığını” söylüyorlar... Tamamen doğru.
Biz, yalnızca jeolojik olarak değil, ekonomik ve politik
olarak da sağlamlık bir yana her yanı dökülen bir zeminde
olduğumuzu biliyorduk zaten. ‹ç ve dış borç miktarının
204.4 milyar doları çoktan aştığını, kişi başına milli
gelir 2.219 dolarken kişi başına borcun da 1.918 dolar
olduğunu, yani doğan çocuklarımızın bile adını bilmediğimiz
finans kurumlarına hiç görmediğimiz ülkelere borçlu
doğduğunu... hepsini biliyorduk zaten. Büyük bir başarıyla
batırılmış bulunan saygın bankalarımızın milyarlarca
dolar tutan zararlarının bizim sırtımızdan kapatıldığı
ve sonra dönüp “devletin imkânlarının azlığından” yakınıldığını
da çok duymuştuk son yıllarda.
Bütün bunlar böyleyken silahlı kuvvetlerimizin “kendi
zeminini” güçlendirmekten geri durmadığını, akla hayale
sığmaz bombardıman uçakları ve tank ihalelerine trilyonların
akıtıldığı da bilinmeyen şeyler değil. Askeri harcamaların
milli gelire oranı bakımından (5.0) dünya birincisi
olan Türkiye’nin, toplam askeri harcama alanında dünya
altıncısı olması, üstelek bununla da yetenmeyip 31 milyar
dolarlık yeni bir modernizasyon projesiyle bütün rekorları
kırma hazırlığında olunması; bunlar hep zeminle ilgili
şeyler...
Kentler yıkılabilir! Devlet ayakta kalsın! Ayakta kalsın
ki, bölgede ne kadar ayak işi, ne kadar emperyalist
operasyon varsa üzerine atlayıp vazife yapılabilsin!
Afganistan işini bitirdik, orada her türden uyuşturucu
kaçakçısının, savaş ağasının ve kukla yöneticinin bekçiliğini
yapıyoruz; pek yakında sırada Irak var.
Bilim insanlarını da kirli işlerine alet ediyorlar üstelik.
Daha düne kadar ismini duyduğumuzda dalga geçtiğimiz
“kaldırım mühendisi...jeolog” gibi meslek dallarından
insanların şimdi TV’lerde ağızlarımızın içine sokulmasına
hayıflanıyoruz. Oysa zeminin sağlam olmadığını çok iyi
biliyoruz! Bugün “batsın bu dünya” gibi şarkıların neden
revaçta olduğunun nedenini de... Diğer yandan çözüm
yolu o kadar zor değil ama basit de değil. Deprem önlemlerini
almamız istenirken yardımsever-hayırsever insanların
imdadımıza koşacağını da ummuyoruz. Bu arada durup sormak
gerekiyor tabii; sivil toplumcu içi boş dayanışma çağrılarının
işlevi olmasa da bugün devrimcilerin böyle bir ihtiyacın
mahalleler düzeyinde örgütlenmesini yapmaması garip
değil mi?
Faşizm altındaki Alman halkı “tereyağından önce top”
sloganlarıyla fabrikalarda çalıştırılmıştı.... Bugün
görünürde bir savaş yok... Krupp (ya da Kırıkkale) silah
fabrikalarında çalıştırılan onbinler de... O zaman bu
kadar silah alınmasının hazırlığı neden ve kime karşıdır?
Şimdi hep bir ağızdan deprem için önlem almamızı istiyorlar,
kendileri başka şeylerin önlemlerini aldıkları için,
bize bu kadarı düşüyor...
Üstelik bunun için alelacele bir “zorunlu deprem sigortası”
bile icat ettiler. Sanki ‹stanbul söylendiği gibi yerle
bir olduğunda ortalıkta sigortacı bulmak mümkün olacakmış
gibi; sanki bu ülkede sözlerin ve kağıtların gerçekten
bir değeri varmış gibi...
|