Cezaevlerindeki
Son Durum ve Görevlerimiz
Görüşlerimiz
D. Sena
|
Yaklaşık iki yıldır devam eden ve önemli bir bölümü
ölüm orucu eylemiyle karakterize olan F Tipi’ne karşı
mücadele süreci, bugünlerde yeni bir evreye girmiş bulunuyor.
Bilindiği gibi ölüm orucu eylemini devam ettiren sekiz
yapı, bir süre önce ortak bir deklerasyonla, F Tipi’ne
karşı yürüttükleri mücadelenin ölüm orucu biçimini sonlandırdıklarını,
artık mücadeleyi başka araçlarla sürdüreceklerini açıkladılar.
Sosyalist Barikat’ın bu konudaki tavrı, zaten öteden
beri biliniyordu. Daha geçen yılın Ağustos ayında direniş
çizgisindeki yapılara yazılı biçimde görüşlerimizi açıklamış,
ÖO eyleminin belli bir noktadan sonra çözücü ve zorlayıcı
etkisini yitirdiğini, devrimci güçlerin de bu etkiyi
arttıracak taktikleri bulup uygulayamadığını ve varılan
noktada eylemin biçim değiştirmesi gerektiğini ortaya
koymuştuk. Öneri, önce yeni direniş ve eylem programı
üzerine bir tartışma yürütülerek temel koordinatların
netleştirilmesini ve sonra kesintisiz biçimde (ağırlığını
fiili direniş biçimlerinin oluşturacağı) yeni bir eylem
programına geçilmesini içeriyordu.
Bu konuda herhangi bir polemik yürütmek niyetinde değiliz;
ama Sosyalist Barikat’ın ilk sayısında tam metin halinde
yayınlanan ve herkesin kolayca okuyabileceği bu öneri,
Atılım’ın geçtiğimiz sayılarından birinde değinildiği
gibi bir “ölüm orucunu bırakma” önerisi değil, bundan
çok daha kapsamlı ve derin bir şeydi. “Yeni bir eylem
programı oluşturmak koşuluyla...” diye çok net vurgulara
sahip olan bu metin, başından sonuna dek “eylem biçiminin
değiştirilmesi” kavramının altını çizmeye özen göstermiş
ve zaten en sonundaki iki temel önerisi de, “direniş
çizgisinin bundan sonraki etabı için” bir program oluşturulmasına
yönelik olmuştur.
Şimdi, bugün gelinen noktada, daha önce söylemiş olduklarımızın
doğru çıkması-yanlış çıkması gibi bir tartışmayı açmak
niyetinde değiliz. Yine Sosyalist Barikat’ın ilk sayısındaki
“19 Aralık ve Sonrası Üzerine Kenar Notları” yazısını
“Öneri” yazısıyla birlikte ele alan okur, bütün bu konular
üzerine belli bir fikir sahibi olacaktır. Ancak, işin
bu bölümü bir yana, aradan geçen zaman içersinde eylemin
kaderi üzerine yapılan tartışmaların, birebir temasların
hepsini gözden geçirdiğimizde, bugünkü “bitirme” kararının
da en az Ağustos sonrasındaki “devam ettirme” kararı
kadar sakıncalı yönler taşıdığı sonucuna varıyoruz.
Oldukça uzun bir süre eylemin biçimini gözden geçirme
fikrinden uzak durarak “gereğinden yavaş” davranan,
hatta geriye kaymakta olan çizgiye rağmen “dışarıda
ÖO örgütleme” gibi uç örneklere başvuran politik hareketler,
süreç belli bir noktaya geldiğinde ise bu kez “gereğinden
hızlı” bir biçimde eylemi sonlandırma tutumunu benimsemişlerdir.
“Gereğinden hızlı” vurgusundan kastımız, yeni mücadele
sürecinin programatik hazırlığının yapılmaması, sürecin
yalnızca “direnişi devam ettireceğiz” soyutlamasıyla
tanımlanmasıdır. Şüphesiz ÖO eylemini kendi açısından
bitiren iradenin içinde Sosyalist Barikat da vardır;
ama daha süreç aylar öncesinde tartışılırken özellikle
gelecekle ilgili endişelerimizi, cezaevlerinde ortak
davranışı sağlayacak bir protokolün önemini ısrarla
vurgulamıştık.
Sonuçta, bugün varılan noktada, söz konusu endişelerimize
paralel bir biçimde, ortaya “direniş biçimini değiştirme”
kararı ve programı değil, “ÖO eylemini bitirme” kararı
çıkmıştır. Böylece oluşan durum esasen bir belirsizliktir
ve özellikle cezaevlerinde homojen/planlı davranış eksikliği
ve karmaşa yaratan unsurları içinde barındırmaktadır.
Bu, şüphesiz karşıt gücü de yeni yaptırımlar için heveslendirebilecek
bir manzaradır. Ayrıca bu durum, F Tipi direnişinin
dışarıdaki ayağı bakımından da bir bulanıklık ortamı
yaratmıştır. Dün ÖO eyleminin niye sürdürüldüğünü ve
nereye doğru gitmek istendiğini anlamakta zorlanan ve
bizi “körlükle malul” gibi gören demokratik güçler,
bugün de “gelecekte ne yapmak istediğimiz”, “direnişi
nasıl sürdüreceğimiz” (ve dolayısıyla neyi destekleyecekleri)
üzerine açık, somut ve anlaşılır bir bilgiye sahip değildirler.
Bu nedenle, böyle bir somut program üzerine oturmayan
platform çalışmaları da birbuçuk yıldır yapılanların
basit bir tekrarı olmakta, zaten var olan duyarsızlığı
çok fazla zorlayamamaktadır.
Çünkü bu, esasen bir politika yapma biçimine ve dil
sorununa denk düşmektedir. Bir “direniş programı”nın
propagandası ve desteklenmesi talebi üzerinden değil,
çoğu kez yapıldığı gibi “düşmanın bize neler ettiği”
üzerinden gidilmekte ve sürece ilişkin çağrıların etki
gücü zayıflamaktadır.
Bugün gelinen noktada;
F Tipi uygulamasının oligarşi ve emperyalist sistemin
patronları tarafından geçici bir süreç olarak planlanmadığı,
dolayısıyla önümüzde uzun vadeli bir sorun olarak durduğu
artık herkes tarafından anlaşılmış olmalıdır. Böyle
bir olgunun, tek bir eylem biçimi ve tek bir darbeyle
bertaraf edilemeyeceği de az çok netleşmiştir. Esas
olarak bugünkü mevcut devrimci tutuklu kitlesini değil,
devrimci hareketin gelecek kuşaklarını hedeflediği anlaşılan
bu programa karşı mücadele uzun soluklu ve zorlu bir
maraton olarak algılanmalıdır.
Daha da açık söylemek gerekirse, mesele şudur: Bütün
dünyada uygulanan bir programın Türkiye ayağı olarak
gündeme gelen F Tipi cezaevi olgusu, oligarşi tarafından
yürürlüğe sokulmuş ve büyük kıyımlar da göze alınarak
belli bir düzene oturtulmuştur. Türkiye devrimci hareketi,
şüphesiz hiçbir zaman bu olguyu kabullenmeyecek ve ortadan
kaldırılması için mücadelesini kesintisiz olarak devam
ettirecektir; ama öte yandan kısa ya da uzun bir süreçte
bu olguyu politik hayatın bir parçası olarak algılayacaktır.
Yani devrimciler, uzayıp kısalması bir dizi faktöre
bağlı olan bir süre boyunca, bu gerçekle birlikte yaşamak
zorunda kalacaklardır. Böyle şeyler söylemek çok keyifli
değil elbette; ama mevcut manzara içinde bu kestirimi
yanlışlayacak işaretler bulmak da oldukça zor görünüyor.
Bütün bunların anlamı ise gayet basittir: Birincisi,
Türkiye devrimci hareketi, kendi insan yapısını bu olguyu
da gözönüne alarak yeniden biçimlendirecek, eğitimden
militan şekillenişe dek bir dizi unsuru gözden geçirerek
yeniden yoluna koyacaktır. ‹kincisi; hali hazırda cezaevlerinde
bulunan devrimciler açısından belli bir düzen oturtarak
yeni bir tarz yaratacaktır.
Birincisi, takdir edileceği gibi ucu bir çok tartışmaya
açılan derin bir sorundur ve çözümleri de aynı ölçüde
karmaşıktır. Ama bu bağlamda, hiçbir komplekse düşmeksizin
ve cesaretle söylenmesi gereken şey şudur: Türkiye devrimci
hareketinin insan yapısı, uzun yıllardır oluşan yerleşik
alışkanlıklar ve tarzlar sonucunda, deyim bağışlansın
ama, “koğuş tipi”ne uygun bir şekillenişle oluşmuştur.
Yani tek tek insanlar bağlamında, topluluk yapısına
uygun bir manevi biçimleniş hakimdir ve uzun yıllar
sürebilecek tecrit koşullarında bir biçimde “kendini
yeniden üretme” mantalitesi yeterince kuvvetli değildir.
Beğeniriz ya da beğenmeyiz ama somut durum budur ve
bu durumun değişmesi ciddi bir gereksinimdir.
Sorunun ikinci boyutu ise, güncel açıdan daha çözümlenebilir
bir durumdur; F Tipi’ne karşı temel duruş noktasını
asla terketmeden şu anda yapabileceklerimiz vardır.
Her şeyden önce, devrimcilerin bir süreç boyunca bu
cezaevlerinde kalacağı gerçeğinden hareketle, tecrit
koşullarını boşa çıkaran bir yaşam tarzı ve atmosfer
yaratmak gereklidir. Bir zamanlar ajitasyon değerinden
ötürü çok sık kullanılan “hücre ölümdür” sloganı, aslında
gerçeği tam ifade etmez ve etmemiştir. Sosyalizmin yüzelli
yılı aşkın tarihinde “hücre” gerçeği ilk kez bizim başımıza
gelmiş değildir; bundan önce dünyanın dört bir köşesindeki
mücadele süreçleri boyunca devrimciler yüzlerce kez
“hücre” olgusuyla karşılaşmışlar ve ona rağmen devrimci
değerlerini, örgütlülük kurallarını, entelektüel dünyalarını
koruyarak geliştirmenin yollarını bulmuşlardır. Nitekim
son iki yıl boyunca ülkemiz devrimcileri de tecrit koşullarında
aynı şeyi yapmışlar ve hatırı sayılır bir deneyim birikimi
yaratmışlardır.
Bugün yapılması gereken şey de, bu birikime dayanarak
“duruma karşı durum” yaratmaktır. Yani, önümüzdeki “tecrit”
durumuna karşı güçlerimizi düzenlemek, tecriti pratikte
boşa çıkaran belli bir fiili durum ve manevi ortam yaratmaktan
söz ediyoruz. Bir yandan nihai hedeften sapmayan bir
fiili direniş çizgisini tek tek tecrit uygulamalarına
yönelterek bu uygulamaları geriletmek için eylem dizileri
planlamak; diğer yandan da güçlerimizi ve davranış çizgilerimizi
merkezileştirip bütünleştirmek, birbiriyle çelişmeyen
hedeflerdir. Devrimci ortama sunduğumuz önerilerimizde
ayrıntılarıyla açtığımız gibi, ortak bir asgari çizgi
protokolünün yaratılması ve böylece mevcut uygulamalara
ve muhtemel yaptırımlara karşı bir tutum birliğinin
yaratılması bunlardan birincisidir. Bütün cezaevlerindeki
direnişçi devrimcilerin iradesini ifade edebilecek merkezi
bir yapılanışın yeniden oluşturulması ve bu yapılanışın
tek tek cezaevlerindeki izdüşümlerinin biçimlenmesi
de bir başka önemli sorundur. Ayrıca, anmalardan enternasyonal
günlere, günlük rutinlerden ülke ve dünya gündeminin
çarpıcı olaylarına verilen reflekslere dek bir dizi
konuda tam bir uyum ve davranış birliğinin yaratılması,
artık yalnızca tek bir konuya (F Tipi’ne) kilitlenen
ruh halinin aşılarak devrimci olmanın normal gereklerinin
kollektif bir anlayışla hayata geçirilmesi ve halen
el yapımı olarak yayınlanan hücre-tipi “dergi”lerin
merkezileştirilmesinden, cezaevlerine yönelik kitap
kampanyalarına ve çok ciddiye alınması gereken cezaevi
üniversiteleri gibi projelere dek bir dizi yoldan bir
“karşı-hayat”ın inşa edilmesi aynı ölçüde önemlidir.
Bunun yanında, her tekil baskı biçimine çoğul karşılıklar
üretilmesi, her hastanın bütün cezaevleri tarafından
sahiplenilmesi gibi olguların merkezi perspektifle düzene
sokulması, böylece herkesin kafasına “yalnız devrimci
yoktur” fikrinin kazınması da hayati öneme sahiptir.
Bütün bunlara bağlı olarak mücadelenin dışarıdaki dayanışma
ayaklarının yeniden ele alınması, önerilerimizin parçalarıdır.
Onarım ve Kendi HayatTarzımızın Oturtulması
Bu yazı çerçevesinde önerilenler ve önerilebilecekler
konusunda bütün ayrıntılara girmemiz gerekmiyor; zaten
bütün ayrıntılar tartışılabilir, zenginleştirilebilir
şeylerdir. Önemli olan yaklaşımımızın özüdür.
Yaklaşımımızın özü ise, buraya dek söylediklerimizden
kolayca anlaşılabileceği gibi, “tecrit ve izolasyona
karşı mücadele”yi onun kırılması-ortadan kaldırılması
talebiyle halen yürütmekte olduğumuz biçimiyle sınırlamamak,
“mevcut koşullar altında nasıl yaşamalı ve davranmalıyız”
sorusunu da buna dahil etmektir. Daha açıkça söylersek,
mesele artık yalnızca şu ya da bu hakkın alınıp alınmaması,
tecritin genel ya da kısmi düzeyde ortadan kaldırılıp
kaldırılmaması değil, bununla birlikte ve bunun ötesinde,
tecrit koşullarındaki hayatın, dayanışma ve örgütlülük
ilişkilerinin, merkezi davranış bütünlüğünün nasıl organize
edileceği sorunudur.
Karşımıza konulan statüko, bizim cephemizde, bizim kendi
kurallı, örgütlü yaşam tarzımızla yanıtlanmalı ve püskürtülmelidir;
mesele budur. Esasen, hak talepli eylemliliklerin başarısı
da bu yekpare manzaranın karşı tarafça algılanmasına
bağlıdır.
Kısacası, genel duruşumuzu olduğu kadar tek tek her
tutuklu devrimcinin moralini ve örgütlülük-dayanışma
duygularını da yükseltecek ortak formları bulmak, politik
ve kültürel “yeniden üretimi” düzenlemek, onların entelektüel
dünyalarını geliştirerek hücreyi hücre olmaktan çıkarmak,
böylece karşı tarafın tecrit uygulamasından beklediği
deformasyonun oluşmasını önlemek, bu yaklaşımın temel
noktalarıdır.
Uzun süren tecrit uygulamasının devlet tarafından hesaplanan
fiziki ve psikolojik etkileri, içinden geçilen zorlu
mücadelenin etkisiyle bir süreliğine ortaya çıkmamış
olsa da eninde sonunda kapımızı çalacaktır ve bu, bizim
sorunumuzdur.
Elbette, burnu büyüklük edip “devrimciler böyle şeylerden
etkilenmez, onlar kaya gibidir” filan diyebiliriz; ama
gerçeklerin bu iddiayı doğrulayıp doğrulamayacağı şüphelidir.
Ayrıca mesele yalnızca bundan ibaret de değildir; çeşitli
biçimlerde ve çeşitli nedenlerle gelişen bireyselleşme
eğilimlerinin de şu an itibarıyla pek küçümsenemeyecek
bir noktada olması kaygı vericidir.
Dolayısıyla, hiç vakit geçirmeden, bir an önce merkezi
düzeydeki organizasyonun yaratılması, bütün cezaevlerine
yönelik homojen uygulamaların planlanması ve tutuklu
hiçbir devrimcinin hiçbir koşulda “birey” olarak ele
alınamayacağının dost-düşman herkes tarafından bilindiği
bir düzenin oluşturulması, ertelenemez bir görevdir.
Üzerine basa basa vurgulamak istiyoruz; bu görevler
basitçe şu ya da bu yapının özgül görevleri de değildir;
değişik durumlar için pek sık kullanılan “hepimiz aynı
gemideyiz” deyimi, gerçekten de ilk kez bu sorunda anlamını
bulmaktadır.
Gerçekten de, yalnızca bugünü değil, gelecekte bir biçimde
o mekanlarda bulunmak zorunda kalacak olan insanlarımızı
da kapsayan bu devrimci projeler genel bir düzlemde
çok ciddiye alınmalıdır; bugünden kurulup oturtulacak
olan bir gelenek ve tarz, yarını da etkileyecektir.
Bu düzene bağlı olarak dışarıda da sağlıktan hukuki
sorunlara ve entelektüel ihtiyaçlara dek bütün alanları
kapsayan bir dayanışma hattının örülmesi, aynı görevin
bir başka ayağıdır. Böylece halen yürütülmekte olan
platform çalışmaları ve kampanyalar da “salt baskıları
protesto etmek” gibi eksik bir zeminden uzaklaşarak
daha gerçek bir zemine, merkezi direniş hattının kurulduğu
düzen üzerine oturacaktır.
Yani bu kez aydınlarla, demokratik güçlerle yalnızca
“gelin tecrite karşı çıkın” gibi bıkkınlık veren edilgen
bir noktadan değil, “bu insanlar tecriti şu yollardan,
şu programla kırıyorlar, gelin buna destek olun” gibi
bir noktadan ilişki kurmak mümkün olacaktır; onları
artık yalnızca imza atmaya değil, bilim dergilerinin
aboneliğini sağlamaktan kitap, resim malzemesi bulmaya,
somut bir dayak ya da hastalık için somut tutum almaya
zorlamak daha anlamlı olacaktır. Sıkıntıyla bir araya
gelinen platformlar gerçeği, ancak böyle bir yoldan
aşılabilir.
Bize göre, F Tipi mücadelesini, artık “YÖK’e karşı mücadele”,
“Gerici Sendikalar Yasası’na karşı mücadele” gibi unsurlarla
birlikte demokratik mücadelenin rutin sıralamasının
bir noktasına yerleştiren; daha doğrusu bu mücadeleyi
de diğer saydıklarımız gibi mahallelerde, devrimci çalışma
alanlarında kitle ilişkileri kurmanın bir yolu olarak
algılayan anlayış, doğru değildir. Solun “kötü zamanlar”
yaşadığı koşullarda her olguyu politik ilişkilere tahvil
etme kaygısını anlamak tabii ki mümkündür; ama olaya
salt böyle bir yerden baktığımızda gözden kaçıracağımız
olgu şudur: Cezaevi gerçeğinde sözkonusu olan özgün
durum, düşman tarafından kuşatılarak teslim alınmak
istenen devrimci insandır ve orada acil olarak bir hat
inşa etmek zorunluluğu vardır. Binlerce bildiriden daha
anlamlı olan şey, işte budur.
Baştan da dediğimiz gibi yaklaşımlar ve öneriler zenginleştirilebilir.
Biz bu tartışmanın bugünkü yeni evrede hayati öneme
sahip olduğunu düşünüyoruz. Bu sorunlar çözülmeden dışarıda
örgütlenecek platformların ve etkinliklerin ise yalnızca
şu anda var olan boşluğu doldurduğunu ama uzun vadede
iki yıldır yapılanların tekrarının bir yarar sağlamayacağını
ifade ediyoruz. Hiçbir platformu reddetmiyoruz; ama
önemli bulduğumuz sorunları ısrarla vurgulamaktan da
geri duramayız.
Yaklaşımımızın özü budur.
|