Türk Genelkurmayı’nın omurgasını oluşturduğu
Milli Güvenlik Kurulu/MGK’nda belirlenen yeni
“Gizli Anayasa” (“Milli Güvenlik Siyaset Belgesi/MGSB”)
konseptinde, Kürt halkına dayatılan “topyekün
savaş”, devletin tüm güçleri tarafından pervasızca
tırmandırılıyor. Özellikle kontr-gerilla teşkilatının
önemli bir kolu olan JİTEM’in gerçekleştirdiği
Şemdinli olayları döneminde, Kürt halkının “kitlesel
direniş çizgisi”ni esas alması, devletin “topyekün
savaş”ı daha da tırmandırmasını koşulladı. Yine,
Başbakan R. Tayyip Erdoğan tarafından seslendirilen
“alt kimlik/üst kimlik” tartışmaları sonrasında,
PKK/KKK’nin “tek taraflı bir aylık ateşkes” kararı
almış olması; sömürgeci faşist devletin bırakalım
adım atmasını, bildik imha politikasını yükseltmesiyle
karşılık buldu. Ve bilinmelidir ki bu politika;
ya Kürt halkının tıpkı 1938’deki gibi yeniden
susturulmasına ya da kendi kurtuluşunu gerçekleştirmesine
kadar sürdürülecektir. Orta yol yoktur!
Evet, Kürt halkı katlediliyor; yeni sürgünlerle
köyler/mezralar boşaltılıyor; binlerce asker ve
güvenlik güçlerinin katıldığı geniş çaplı operasyonlar
yapılıyor; ormanlar yakılıyor ve atılan napalm/kimyasal
bombalarla Kürt coğrafyası tahrip ediliyor; Abdullah
Öcalan’a hücre cezası veriliyor ve yeni “linç”
politikaları oluşturulmaya çalışılıyor. Hepsinden
önemlisi de, “alt kimlik/üst kimlik” söylemleri
arasında Kürt halkı, hala “inkâr” ediliyor ve
yok sayılıyor...
Kürt Halkı Katlediliyor!
Üstelik bütün bu işleri yapanlar devletin yürütme
ve yargı güçlerince ödüllendiriliyor, işte birkaç
örnek:
* JİTEM’ce gerçekleştirilen bombalama eylemlerinin
ardından gelişen Şemdinli olayları döneminde;
delillerin toplandığı sırada halkın üzerine ateş
açarak bir kişinin ölümü ve beş kişinin yaralanmasına
neden olan Jandarma Uzman Çavuş Tanju Çavuş, kısa
süren tutukluluğunun ardından Hakkari’de çıkarıldığı
ilk mahkemede serbest bırakıldı. Delilleri karartmak
için silah kullanan T.Çavuş’un, tüm deliller toplanmadan
serbest bırakılmasının anlamı açıktır. Halka ateş
açabilir, delilleri karartabilir ve elini kolunu
sallayarak dolaşabilirsin! Devletin düşüncesi
budur ve icraatı da bununla örtüşmektedir.
Bilindiği üzere Şemdinli olayları komplike bir
harekatın parçasıydı ve icracı güç de JİTEM idi.
Bu anlamda, normal hukuki prosedüre göre; JİTEM
Tim Komutanı Başçavuş Ali Kaya’nın da yargılandığı
“ana dava”yla, T. Çavuş’a açılan dava birleştirilerek,
tek bir dosya olarak görülmeliydi ve bu dosya
Hakkari’de açılmamalıydı. Ama yargının da bağımsız
olmadığı ve direkt olarak yürütmenin denetiminde
olduğu bu ülkede, burjuva hukukunun işlemesi bile
beklenemezdi elbette...
Eğer bir ülkedeki yürütmenin tepesindeki Başbakanı
(R.T.Erdoğan) çıkıp da, Şemdinli olayları sırasında;
“Oradaki (Şemdinli) vatandaştan tanık olarak istifade
edemezsiniz, çünkü tehdit altında, bölücü örgütün
istemediğini söylerse yanar” (bkz. Evrensel, 20
Ocak ‘06) diyerek, Kürt halkına mensup insanların
“tanıklığına ambargo” koyarsa, yargının “bağımsızlığı”ndan
söz etmek olası mı?
Ve yine, aynı ülkenin Kara Kuvvetleri Komutanı
olan Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Şemdinli olaylarında
halk tarafından yakalanan JİTEM Tim Komutanı Başçavuş
Ali Kaya için; “Astsubay Ali Kaya’yı geçmişten
tanıyorum, iyi çocuktur. 1997 baharında Kuzey
Irak’ta bir operasyon yaptık.” diyerek, olayların
“baş kahramanı” A. Kaya’yı sahiplenirse, burada
yargının etkilenmeyeceğinden söz edilebilir mi?..
Evet, yargının yasama ve yürütmeden “bağımsız”
olamayacağı Türkiye’de, “topyekün savaş”ın bir
uzantısı olarak gerçekleştirilen Şemdinli olaylarında,
bugün Tanju Çavuş serbest bırakılmıştır. Hem de;
olayda ölenin yakınları ve yaralanan şikâyetçilerin
ifadesine bile gerek duyulmaksızın... Mahkemenin,
tanık olarak gösterdiği eşinin ve çocuklarının
ifadeleri üzerine serbest bırakılan T.Çavuş için
“mağdur” tanımlaması yapması ise, Kürt halkıyla
alay etmenin en yalın ifadesi değil midir?
Devletin ödüllendirerek serbest bıraktığı T. Çavuş’un
tahliyesi sonrasında; Kürt illerinde binlerce
kişinin katıldığı protesto gösterileri yapıldı,
bölge esnafı kepenk kapattı ve Kürt illeri dışında
Türkiye’nin birçok ilinde de DKÖ’lerin katıldığı
basın açıklamalarında “bir katilin serbest bırakılması”
protesto edildi. Böylece, Kürt halkı ve Türkiye’nin
demokratik kamuoyu tepkilerini göstererek, devletin
“topyekün savaş” anlayışına karşı birlikte direnecekleri
mesajını verdiler.
* Adı bölgedeki birçok işkence ve cinayet olayı
ile birlikte anılan JİTEM Grup Komutanı Binbaşı
Abdülkerim Kırca, Cumhurbaşkanı A.Necdet Sezer
tarafından “Devlet Övünç Madalyası” ile ödüllendirildi.
Devletin, 1992’de Kürt Halkı’na yönelik imha konseptini
dayattığı dönemde, Kürt illerinde görev yapan
Binbaşı A.Kırca’nın dosyası oldukça kabarıktır.
Diyarbakır HEP İl Başkanı Vedat Aydın’ın yeğeni
ve Tüm Sağlık-Sen Diyarbakır Şubesi Başkanı Necati
Aydın ile Mehmet Aydın ve Ramazan Keskin’i, Silvan-Diyarbakır
karayolu kenarında kafalarına bizzat kurşun sıkarak
katleden ve Murat Aslan adlı kişiyi işkenceli
sorgudan geçirip, Dicle nehri kenarında öldürdükten
sonra üzerine benzin döküp yakan, gerillada grup
komutanlığı yapan ve bir itirafçının teşhisi ile
gözaltına alınan Mehmet Salim Dönen’i, yine işkenceli
sorguda öldüren Binbaşı A.Kırca, JİTEM elemanı
Abdülkadir Aygan’ın itiraflarında adı çokça geçen
JİTEM Grup Komutanı’dır. (bkz. Ü.Ö.Gündem, 25
Aralık ‘06)
Girdiği bir çatışmada yaralanarak tekerlekli sandalyeye
mahkûm olan ve malulen emekli edilen JİTEM Grup
Komutanı Binbaşı A. Kırca, görev başındayken dönemin
Başbakanı Tansu Çiller ve “topyekün imha”nın uygulayıcılarından
olan Asayiş Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı
tarafından desteklenmekteydi.
Aynı kişinin, Sezer’in elinden aldığı “Devlet
Övünç Madalyası” törenine, Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Hilmi Özkök, Jandarma Genel Komutanı
Orgeneral Fevzi Türkeri ve İçişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu’nun katılmış olması, Kürt halkına dayatılan
yeni “topyekün savaş” konseptinin de “devletin
birlik içerisinde gerçekleştirdiğini” ifade etmektedir.
*Diyarbakır/Kulp İlçesi’ne bağlı Alaca Köyü Kepir
bölgesinde, yeni bir “toplu mezar” daha bulundu.
Yine, 1992 “topyekün imha” konseptinin bir uzantısı
olarak sürdürülen katliamların bir örneği olan
bu olay, devletin, “gözaltına al, işkenceli sorgudan
geçir, öldür ve cenazeleri yok et” anlayışının
tipik bir örneğidir.
9 Ekim 1993’te, bölgede operasyon düzenleyen ve
General Yavuz Ertürk komutasında bulunan Bolu
Komando Dağ Taburu’nca gözaltına alınan on bir
Kürt köylüsü, işkenceli sorgulardan geçirildikten
sonra kurşuna dizilerek katledilmişlerdir. Aralarında
Ümit Taş, Hasan Avar, Behçet Tutuş, Abdo Yamık,
Mehmet Şah Atala, Turan Demir, Celil Aydoğdu ve
köy muhtarı Mehmet Salih Akdeniz’in bulunduğu,
9 Ekim 1993 günü Bolu’dan gelen ve operasyon yapan
askerlerce gözaltına alındığı aile yakınlarının
yargıya başvurmasına rağmen kabul edilmemiş ve
“çatışmada öldürülen 11 terörist” olarak, topluca
bir “çukur”a gömülmüşlerdir.
Güpegündüz gözaltına alınan ve yakınlarınca bu
gözaltılar yargıya intikal ettirilerek kayda geçirilen
on bir Kürt köylüsünün davası; dönemin Meclis
İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne (AİHM) taşınarak, olay aydınlatılmaya
çalışılmıştır.
Düpedüz bir katliam olan bu olayın başkahramanı
General Yavuz Ertürk bırakalım yargılanmayı, gerçekleştirdiği
katliamı sahiplenerek şöyle demeçler verebilmektedir:
“1993 yılından sonra, terör örgütü şoka uğratıldı.
1993 yılının ikinci yarısından sonra teröre yönelik
operasyonlar, amiyane tabirle bölücü örgütün belini
kırmıştır. Başı gövdeden ayırmıştır.” (bkz. Ü.Ö.Gündem,
25 Aralık ‘05) O dönemde birçok katliamı gerçekleştiren
Bolu Komando Dağ Taburu Komutanı da başarılarından
dolayı Genelkurmay’ca ödüllendirilmiştir.
İşte, “katliam ve devlet ödülü”nden bir kaç örnek.
Devlet mülk-i erkanları, katliamcıları “Öldür
ve Serbestçe Dolaş”, “Övünç Madalyası”, “Üstün
Hizmet Madalyası”, vb. ile ödüllendirse de, halklarımızın
güçlü belleklerinde bu katliamcıların yaptıkları
asla unutulmayacaktır!
Sürgünler Gizlenebilir mi?
Zorunlu göç denilen “tehcir”, adeta Kürt halkının
kaderi gibi peşini bırakmamaktadır. Cumhuriyetin
ilk yıllarından beri Kürt halkı, kalkıştığı her
isyandan sonra ölülerini bile gömemeden Cumhuriyet
yöneticilerince sürgüne gönderilmişlerdir. Çünkü
bu yeni Cumhuriyet, mirasını devraldığı Osmanlı
İmparatorluğu’nun “katliam, sürgün” politikalarının
da sürdürücüsüdür. Tıpkı, 1914-1915 yılında Ermenilere
uygulanan “imha ve tehcir” politikası gibi, Kürtlere
de aynı zulüm reva görülmüştür. 1924, 1926 ayaklanmaları
ve 1938 Dersim İsyanı sonrasında; yaşlı, genç
ve bebelerin de aralarında bulunduğu on binlerce
Kürt, sömürgeci devlet tarafından kendi yaşadıkları
topraklarından, yurtlarından zorla sürgüne gönderilerek,
Anadolu’nun değişik yerlerinde yaşamaya mahkûm
edilmişlerdir.
Keza, PKK’nin 1984 Atılımı ile mücadelesini yükselten
Kürt halkı, yine devletin sürgünlerine maruz bırakılmıştır.
Yakılan/yıkılan ve zorla boşaltılan üç binden
fazla köy, mezra ve değişik yerleşim yerlerinde
yaşayan üç milyondan fazla insan, İstanbul, İzmir,
Adana vb. Türkiye metropolleri dışında, değişik
kentlere göç ettirildi. Yine, başta Diyarbakır
ve Antep olmak üzere, “iç göçler” de yaşandı.
Turgut Özal’ın Başbakan olduğu dönemde çıkartılan
“SS Kararnamesi” (“Sansür ve Sürgün Kararnamesi”),
bu sürecin “tehcir” politikasının yasal görüntüsüydü.
Ve bu Kararname, “gıda ambargosu, yayla/mezra
yasağı”nın da dayanağıydı. Elbette bu yasaklar,
Kürt halkının kurtuluş mücadelesini boğmak için
uygulanan ve Amerika’nın Vietnam’da uyguladığı
barbarlığın yeni versiyonu olan OHAL’in sorunsuz
uygulanmasını hedeflemekteydi. “Stratejik köyler”,
günümüzde bir halkın kurtuluşunu sağlayacak yegâne
biçim olan gerilla mücadelesini bitiremedi. Zira
halkla bütünleşen gerilla, bir biçimiyle lojistiğini
sağlayabiliyordu. Ama, devlet eliyle sona erdirilen
tarım ve hayvancılık, “göçlerin ekonomik zorunluluğu”
olarak, göç eden insan sayısının nicelik artışına
sebep oldu.
Özcesi, yeni dönemde üç milyondan fazla insan,
sömürgeci faşist devlet tarafından zorla yerlerinden/yurtlarından
göç ettirildiler. Ve bu insanlar, her türlü altyapı
hizmetinden yoksun olarak kentlerin varoşlarında,
çadırlarda, açık alanlarda yaşamaya mahkûm edildiler.
Göç etmek zorunda kalan Kürt halkı, bilinçli biçimde
kışkırtılan “şovenizm”le; horlandı, dışlandı,
ev ve işyerleri talan edildi/zorla ellerinden
alındı, katledildi ve “linç” hareketlerine maruz
bırakıldılar. Başka ülkelere göç eden Kürtlerin
sayılarının da bir hayli fazla olduğu unutulmamalı.
Ve devlet, bu göçleri gizlemek için elinden gelen
her şeyi yaptı. Ya, “PKK teröründen kaçıyorlar”
denildi, ya “karınlarını doyurmak için büyük kentlere
göç ediyorlar” vb. denildi ya da zorla göç ettirilen
Kürtlerin sayıları oldukça küçük gösterilmeye
çalışıldı.
Örnekleyecek olursak; 29 Aralık 2005’te gerçekleşen
MGK toplantısında, Genelkurmay”ın sunduğu raporda,
“14 ilde 58 bin evde yaşayan 355 bin kişinin evini
terk ettiği” (bkz. Ü.Ö.Gündem, 2 Ocak ‘06) belirtiliyor.
Oysa daha 1997 yılında, OHAL Valiliği’nin verdiği
bilgilere dayanılarak TBMM tarafından hazırlanan
raporda, “göç edenlerin sayısı 378 bin 335 olarak
gösteriliyor.” (bkz. agy). Gerçek rakamın ise,
“İHD ve TMMOB tarafından 3 milyon kişi olduğu”
(bkz. agy) bildirilmektedir.
Üç milyon Kürdün, devletçe yerlerinden/yurtlarından
zorla göç ettirildiği bu kadar açıkken ve bu gerçek,
uluslararası kuruluşlar tarafından da kabul edilmişken,
bu rakamın Genelkurmay’ca “oldukça düşük” gösterilmesinin
bir tek nedeni vardır. O da, yaptığı katliam ve
zorunlu göçler nedeniyle, “iç ve dış kamuoyu”ndan
gelecek olan baskıları azaltmaya yöneliktir.
Tamamen göz boyamaya ve manipülasyona dönük olarak
çıkartılan “köye dönüş projesi”nin, PKK tarafından
“eleman ve lojistik destek” amaçlı olarak kullanıldığının
Genelkurmay yetkililerince MGK’de seslendirilmesi,
hem bu geçersiz projenin bile yaşam bulmasını
engellemeye yöneliktir ve hem de yeni zorunlu
göçlerin, sürgünlerin alt yapısını oluşturmayı
amaçlamaktadır.
Zaten, başta Dersim olmak üzere birçok Kürt ilinde
öğretmenlerin, sendikacıların, memurların vb.
devletçe sürgün edildiği ve yine Dersim, Bingöl,
Siirt, Van, Diyarbakır ve bazı Kürt illerinde
yeni “zorunlu göçler/sürgünler” yaşandığı, basında
sıkça yer almaktadır.
Unutulmamalıdır ki; devletin yaptığı bu sürgünler
gizlenemeyeceği gibi, yaşatılan sürgünlerle Kürt
halkının ulusal mücadelesi engellenemeyecektir.
“İnkar”, Gerçekliği Değiştiremez!
Kürt halkı, “alt kimlik/üst kimlik” kandırmacasıyla,
bugün de “inkâr” edilmek isteniyor. Bilindiği
üzere; Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşunda yer almış bulunan Kürtler, M. Kemal
ve arkadaşları tarafınca daha sonraki süreçlerde
“inkâr” edilmişlerdir. “Güneş-dil teorisi”yle,
Kürtlerin varlığı inkâr edilerek, bunlara “dağ
Türkleri” denildiyse de, yeni Kürt isyanlarıyla
bu uyduruk teori baştan mahkûm edildi.
Evet, TC’nin ilk yıllarından beri uygulanan imha
ve zorunlu göçler/sürgünler, asimilasyoncu politikalar,
Kürtçe’deki “Q,X,W” harflerinin “yasaklı harfler”
kapsamına alınması vb. uygulamalar, Kürt halkının
varlığını ortadan kaldıramamıştır, kaldıramayacaktır!
Kabul edilsin ya da edilmesin, “Kürt ulusu” vardır
ve bu gerçek, hiçbir biçimde “inkâr” edilerek
ortadan kaldırılamaz, değiştirilemez! Kürtler,
“aşiretsel yapı”, “azınlık”, “ezilen bağımlı ulus”
vb. değildir. Ve yine Kürtler, kavramsal içeriği
öznel olarak doldurulmaya çalışılan alelade bir
“halk” da değildir. Yeryüzünün varlığı nasıl gerçekse;
Kürtlerin de “ulus” olduğu bir gerçektir. Ulus
olma özelliklerinin bilimsel olarak açıklandığı
“beş temel nitelik”, Kürt ulusunun varlığıyla
birebir örtüşmektedir. Şöyle ki;
* Kırmançi, Sorani, Zazaki gibi lehçeleri bulunsa
da, Kürtlerin ortak bir dilleri mevcuttur. Lehçe
farklılıkları, kendi aralarında anlaşmalarının
önünde engel değildir. Mücadelenin boyutlanmasına
bağlı olarak gelişen ve Kuzey’den-Güney’e, Doğu
ve Güneybatı’ya, yine bunların tersyüz edilmesiyle
yaşanan “iç göçler”, Mezopotamya’nın tamamında
kullanılacak olan “dil birliği”nin zeminidir.
Son yirmi yıllık süreç, bunu kanıtlamıştır ve
oligarşinin denetimindeki basın-yayın kuruluşları
bile bu gerçeği ifade etmek zorunda kalmışlardır.
Her koşulda verilecek olan “anadil eğitimi” ise,
Kürdistan’da ki “dil birliği”nin yalınlaştırılmasını
sağlayacaktır.
* Tarihlerinden beri, kendi bağımsız sınırlarında
yaşamamış olsalar da, üzerlerinde doğup-büyüyüp
yaşadıkları Mezopotamya’da işgal edilmiş ortak
toprakları mevcuttur. Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla
Osmanlı ve İran (Acem) arasında ikiye bölünen
ve I. Paylaşım Savaşı sonrasında Türkiye, İran,
Irak ve Suriye, devletleri arasında dörde bölünmüş
bulunan Mezopotamya toprakları, Kürtlerin ortak
toprağıdır, ülkesidir.
* Kürtler, tarihlerinden bu yana, her zaman işgalci
güçlerce yağmalanmış, talan edilmiş, sömürülmüş
olsa da; tarım, hayvancılık, ticaret ve sanayi
bileşkesinin oluşturduğu ekonomik birliğe sahiptirler.
Petrol rafinerileri/istasyonları; çimento, tütün,
şeker, tekstil, dericilik vb. fabrikalar; kömür
ve maden işletmeciliği; çeşitli imalat atölyeleri;
ticaret ve yeni dönemde GAP’la ortaya çıkan kapitalist
tarım işletmeciliği, Kuzey’in kapitalist üretim
ilişkilerine damgasını vuran ekonomik yaşamını
oluşturmaktadır. Güney’deki petrol rafinerileri/istasyonları
ve çeşitli sanayi işletmeciliği de göz önüne alındığında
bile, ülkenin tamamında “ekonomik yaşam birliği”nin
gerçekleşmediğinden söz etmek olası mı?..
* Edebiyatlarıyla, ozanlarıyla, dengbejleriyle,
sanatçılarıyla, türküleriyle, folklorlarıyla vb.
ortak bir kültürleri mevcuttur. Ve nasıl ki bu
kültür, Osmanlı, Acem, Arap, Azeri, Ermeni vb.
motifler taşıyorsa; aynı biçimde Osmanlı, Acem,
Arap, Azeri, Ermeni vb. kültürler de, Kürt kültüründen
izler taşımaktadır. Çünkü şu veya bu nedenle aynı
coğrafyada yaşayan halkların kültürleri, birbirlerini
karşılıklı olarak etkiler.
* Ve Kürtler, tüm bunların bileşkesi olarak, ortak
bir tarihsel/ruhsal şekillenmeyi tamamlamışlardır.
Her ne kadar “uluslaşma”, kapitalizmin bir ürünü
olsa da; işgaller nedeniyle “kendi sınırları içerisinde”
ve “bağımsız” bir devlet olarak yaşayamayan Kürtler;
kapitalist-emperyalist dönemde, dinamikleri sakatlanmış
biçimde olsa bile, “uluslaşma süreci”ni yaşamışlardır.
Bundan dolayıdır ki; “Kürt halkı”nın maddi zeminini,
“Kürt ulusu”nun varlığı oluşturmaktadır. Evet,
Kürtler ulustur! Sömürgeci güçlerce sakatlanmış
olan dinamikleri mücadele içerisinde düzeltilecek
ve ulusal bilincin başat olduğu bir toplumsal
yapı, Kürt halkınca kurulacaktır...
"Şu Çılgın Türkler"
Üzerine Bir Kaç Söz
Her şeyden önce, bu
kitapta Türk ve Kürt halklarının emperyalist
güçlere ve onun uşaklığını yapan Yunanlı
işgalcilere karşı ortak mücadele etmiş oldukları
sadece satır aralarında ve nadiren verilmiştir.
Çarpıtılmak istenilen tarihsel gerçeklik
ise şudur: Türk halkı, başta Fransız ve
İngilizler olmak üzere, emperyalist işgalci
güçlere ve İngiliz devletinin desteklediği
işgalci Yunan Ordusu’na karşı, kardeş Kürt
halkıyla birlikte “kahramanca” direnmiş
ve verilen ortak mücadeleyle, bu işgalci
güçler Anadolu’dan kovulmuştur. Savaş dönemindeki
“kahramanlıklar”; sadece Türk ulusunun bireylerince
değil, aynı zamanda Kürt ulusunun bireylerince
de yaratılmıştır. Ve hatta, Ermeni, Rum
ve çeşitli azınlık uluslardan bireylerin
“kahramanca işler yaptığı”, adı geçen kitabın
satır aralarında “vatanseverlerin yaptığı
işler” olarak yer bulmuştur.
Kitaptaki düşmanlar, genellikle “korkak”
ve Türkler “kahraman”dırlar. M. Kemal, Sakarya
Savaşı sürecinde uyguladığı; “elde bulunan
her alanda mevzilenerek savaşma” taktiği
uyguladığı için, en büyük savaşçı ve dahi;
onun dışındakiler ya korkak ya da iş bilmez
aptallardır. Muhalifler ise; öldürülmeyi
hak edecek türden “komünistlerdir, “işbirlikçiler”dir.
Kitapta, “Rum çetecilerin” köy baskınlarındaki
katliamları ve ırza yönelik saldırıları
apaçık ve abartılı biçimde anlatılırken
bütün bu kıyım ve katliamların çoğu kez
karşılıklı gerçekleştirildiği unutturulmaktadır.
Öyle ki Topal Osman bile “Çılgın Türkler”
arasında yer almaktadır.
Peki, kimdir Topal Osman? Kısaca ifade edecek
olursak; İttihat-Terakki yönetimi döneminde
kurduğu çeteyle, sadece Rum ve Ermeni köylülerini
değil, Türk köylülerini de katleden, genç
kızların-kadınların ırzına saldıran bir
katil olan Topal Osman’ın suç dosyası hayli
kabarıktır. M. Kemal tarafından kullanılan
Topal Osman; TKP önderi M. Suphi ve 14 arkadaşının
Karadeniz’de boğdurulması, muhalif mebusların
ve mülk-i erkanın öldürülmesi/sindirilmesiyle
icraatlarını genişleterek, Cumhurbaşkanlığı
Koruma Muhafızlığı’nın başına getirilmiştir.
M. Kemal’ce her türden entrikalar ve suçlarda
kullanılan Topal Osman, oyunlarının açığa
çıkmaması için yine M. Kemal’in emriyle
kurşuna dizilmiştir. Kitapta, “iki kızanıyla
M,Kemal’in odasının kapısında bekleyen kahraman”
olarak anlatılan Topal Osman; 90’lı yılların
sonlarında Genelkurmay’ca aklanmıştır. Bunun
içindir ki, JİTEM kurucularından General
Veli Küçük tarafından Giresun’daki hâkim
bir tepeye “anıtı” yapılarak kutsanmıştır.
Tarih çarpıtıcılığının tipik bir örneği,
katilliğin ve ırz düşmanlığının kutsandığı
bu kitabın 300’e yakın baskısının yapılması
ve on binlerce korsan versiyonun piyasaya
sürülmesinin gerisinde yatan gerçeklik ise;
Türkiye oligarşisinin yeni bir “şovenist
histeriye” muhtaç olduğudur. Genelkurmay’ca
kitabın okunmasının salık verilmesinin hikâyesi
budur ve kitabın medyaca parlatılması emri,
ta yukarılardan verilmiştir. Hem de, “emir-komuta
zincirine bağlı olarak...
|
“Şu Çılgın Türkler” ve Gözdağı
Yukarıda ifade etmiş olduğumuz bu gerçekliğe rağmen,
Kürt halkı inkâr ediliyor ve devletin güvenlik
güçleri, adeta Kürt halkıyla alay edercesine onlara,
aldatmacanın ve tarih çarpıtıcılarının en yakın
örneklerinden olan ve “çılgın”lığa varan “Türk
kahramanlığı”nın anlatıldığı kitaplar hediye ediyorlar.
Böylece Kürtlere, hem gözdağı veriyor ve hem de
“sizler Türk’sünüz” diyebilme cüretini gösteriyorlar.
Basında yer aldığı kadarıyla; Tunceli Jandarma
Bölge Komutanı Tümgeneral Osman Eker, ziyaret
ettiği ilçelerde, son dönemin popüler kitaplarından
olan ve Genelkurmay’ca okunması salık verilen
“Şu Çılgın Türkler” kitabını hediye edeceğini
belirtiyor. Turgut Özakman’ca kaleme alınan bu
kitap için; “Okunacak kitap olarak, ‘Şu Çılgın
Türkler’ kitabını okuyun, O kitabı okuduğunuzda,
... Türkiye Cumhuriyeti devletinin ne kadar büyük
bir devlet olduğunu ve bu ülke üzerinde yaşamanın
da bir ayrıcalık olduğunu hep beraber göreceksiniz.
Onun için, o kitaplardan bir kaç tane koyduracağım
buraya, o kitapları sizlerin, çocuklarınızın mutlaka
okuması lazım”(bkz.Evrensel, 18 Aralık ‘05) diyerek,
hem tarih çarpıtıcılığının yeni versiyonunu kutsamakta
ve hem de Kürt halkına gözdağı vermektedir.
General O. Eker, bu gözdağını çok pervasız biçimde
ifade edebilmektedir: “Bu güzel ülkede yaşamak
bir ayrıcalıktır. Türk bayrağının gölgesi altında
yaşamak bir ayrıcalıktır. Türk vatandaşı olmak
bir ayrıcalıktır.”(bkz. agy) Kürtlerin yok sayıldığı,
“inkâr” edildiği apaçık ortada olan bu sözlerin
anlamı açıktır. “Ya Türklüğü kabul ederek, Türk
bayrağı altında yaşarsınız, ya da sizleri yeni
katliamlar, sürgünler bekliyor!” Kürdüm diyerek
ölmek ya da sürülmektense, kendini inkâr ederek
yaşama ve devlete biat eyleme “ayrıcalığı” bu
olsa gerek... Kürt halkı ise buna en güzel yanıtı;
her an öldürülme risklerine rağmen kitlesel direniş
çizgisindeki yerlerini onurluca alarak ve yeni
‘’kahramanlıklar” yaratılacak olan tarihsel rollerinin
gereğini yerine getirerek vermişlerdir...
Eli kanlı katil ve ırz düşmanı Topal Osman’ın
bile “büyük bir kahraman” olarak “Çılgın Türkler”
arasında sayıldığı bu kitabın okunması, elbette
Genelkurmay’ca salık verilecektir. Zira bölgede
mücadelenin yeniden boyutlandığı bu dönemde, şovenizmin
tırmandırılması için değişik kaynaklara gereksinim
vardır ve T. Özakman’ın kitabı, edebiyat alanında
bu iş için biçilmiş kaftan olarak yer almaktadır.
“Gri ve Yeşil”
“Teori gri, yaşam ağacı yeşildir!” derler. Doğru
söze ne demeli... Mezopotamya gerçekliğini ifade
eden bu sözler, güncelde özel bir anlam taşımaktadır.
Devletin adım atarak, Kürtlere “haklarını” vermesi;
Türk ve Kürt halklarının bu verili faşist düzen
içerisinde “eşit, özgür ve kardeşçe yaşam sürme”
beklentisi; “Demokratik Cumhuriyet, Demokratik
Konfederalizm” projeleri hülyadır, boş umuttur.
Salt kitlesel mücadeleyle bir takım demokratik
hak ve özgürlüklerin kazanımı sağlanabilir ama
bu toprak parçası özgürleşemez! Mezopotamya’nın
bir parçasının ya da tamamının özgürleşerek “halkların
demokratik, eşit ve özgür birlikteliğini sağlamanın
yegâne yolu; devrimci sosyalist anlayışla hareket
etmekten geçer, öyleyse yapılması gerekenler ortadadır!
Her şeyden önce, Türkiye, Iran, Irak ve Suriye
devletleri arasında dörde bölünmüş bu ülkenin
varlığı kabul edilmeli ve bu ülkenin “sömürge”
statüsünde bulunduğu inkâr edilmemelidir. Böylece,
bu toprakların herhangi bir parçasının “ilhak”
edilmiş bir alan değil; sömürge bir ülkenin parçası
olduğu gerçeği kabul edilecektir/edilmelidir.
Gerçeklik bu olunca; Kuzey’de “alan örgütlülüğü”,
“seksiyon örgütlenme”, “bölge örgütlenmesi” vb.
gibi yanlış yaklaşımlar yerine, “ülke örgütlenmesi”ni
esas alan devrimci sosyalist anlayış esas alınarak,
“örgütlülük” bu temelde düzenlenmelidir.
Bu anlayış çerçevesindeki örgütlenmenin hedefleri
bellidir:
* Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesiyle
hareket edilerek, Kürt halkının kendi geleceğini
özgürce belirlemesinin önündeki tüm engeller ortadan
kaldırılmalıdır.
* Mezopotamya’daki mücadele, tek bir parçada başlatılmış
olsa bile, bütün ülkenin özgürleşmesine kadar
bu mücadele sürdürülmelidir. Buradaki temel ilke;
sosyalizme evrilmeyi koşullayacak olan Bağımsız-Birleşik-Demokratik
Bir Ülke’nin yaratılmasıdır.
* Bu ilkenin yaşamsal kılınmasının yegâne yoluysa,
mücadelenin doğru bir perspektif ve devrimci sosyalist
bir önderlik inisiyatifi altında verilecek olmasıdır.
Sömürge, yeni-sömürge tüm ülkeler için evrensel
devrim stratejisi olan Politikleşmiş Askeri Savaş,
sadece sömürgeci güçlere ve yerli gericileri değil;
aynı zamanda emperyalist güçleri de hedef almalıdır.
Anti-emperyalist, anti-sömürgeci ve anti-gerici
mücadele; Mezopotamya’da “ulusal ve sınıfsal”
yönlerin bileşkesini oluşturacaktır.
Bütün bu ifade edilenlerin, teorik “gri” söylemler
olarak kalmaması ve yaşamın “yeşil” gerçekliğiyle
örtüşmesi için, Kürt halkının devrimci sosyalist
bir önderlik yaratması, olmazsa olmaz koşuldur.
Bu görevin yerine getirilmesi için birikim, deneyim
ve cüret, Kürt halkında fazlasıyla mevcuttur.
|