Ortadoğu’ya Hâkim Olmak...
Ortadoğu, tarih boyunca emperyalistler açısından
en stratejik ve en önemli bölge olmuştur. Çünkü
Ortadoğu dünyanın en zengin petrol rezervlerinin
yanı sıra, enerji ve hammadde nakliyatının gerçekleştiği
en önemli ticaret yollarına sahiptir. Ayrıca geniş
pazar olanaklarına sahip olmasından dolayı, her
dönem için emperyalistlerin ağzının sulanmasına,
kendi aralarındaki hegemonya savaşlarına sahne
olmaktadır. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere
emperyalist ülkeler, hegemonya savaşında birbirlerine
karşı üstünlük sağlayabilmek için Ortadoğu, Balkanlar,
Kafkasya ve Güney Asya’da bir dizi istikrarsızlık
ve kargaşa yaratmaktadırlar. Emperyalistler hegemonya
mücadelesinde Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’da
halklar arasında tarih boyunca yapay çelişkiler
yaratarak çatışma çıkartmaktadır. Buralardaki
karışıklık ve savaşların temel nedeni, emperyalistlerin
bölge üzerinde ve kendi aralarında hegemonya kurma,
etki alanını (pazar alanını) genişletme mücadelesidir.
Geniş bağlamda, Pakistan’dan Fas’a kadar düşünüldüğünde
Ortadoğu tam bir “kurtlar sofrası”dır; burada
herkes birbirinin ayağına basmakta, bütün emperyalist
ülkeler birbirinin alanını daraltmaya çalışmaktadırlar.
Ve tabii buna karşın Ortadoğu, aynı zamanda halk
direnişlerinin en yaygın olduğu bir devrim havzasıdır.
Irak’ın İşgalinden Büyük
Ortadoğu Projesi’ne...
“Bir damla petrol bir damla kandan daha kıymetlidir.”(W.
Churchill)
Ortadoğu’da gelişen emperyalistlerarası hegemonya
mücadelesinin ve halkların çektiği acıların nedenini
bu sözler çok açık bir şekilde ifade etmektedir.
Tek tek ülkelere inersek eğer, bu açıdan bakıldığında
en merkezi yerlerden birinde Irak durmaktadır.
Daha I. Paylaşım Savaşı’ndan önce, Churchill döneminde
İngiliz petrol tekelleri o zaman Osmanlı’ya bağlı
olan topraklarda petrol arama faaliyetlerine girmiş,
kaynakları kontrol etmeye çalışmıştır. Öte yandan
Almanya da Bağdat-Berlin demiryolu ile civardaki
petrol yataklarını kontrolü altına almak istiyordu;
öyle ki yapılan anlaşmada demiryolunun iki tarafı
bütünüyle şirketin inisiyatifine bırakılıyordu.
Savaştan sonra da bütün Ortadoğu’da örgütlenen
tezgâhlar, 1940’lara doğru gelirken yeniden alevlenen
Alman-İngiliz çekişmesi yine aynı sorunun etrafında
düğümleniyordu: Petrol... Sınırlar cetvelle çiziliyor,
tarihte hiç mevcut olmamış Arap ülkeleri icat
ediliyor, bin türlü dalavere ile Arapların genel
bir birliğe yönelmesinin önü kesiliyordu. 1945-1980
arasında İran’da örgütlenen kukla Şah yönetimi,
Kuveyt ve Emirlikler gibi uydurma devletçiklerin
yaratılması, vs. hep aynı çabanın ürünüydü.
ABD emperyalizmi çok geniş bir araziye, kalabalık
bir nüfusa, bol petrol ve doğalgaz kuşağına, geniş
pazar alanlarına sahip olan, Kuzey Afrika’dan
(Fas, Tunus, Mısır) başlayarak Ortadoğu’ya (Suudi
Arabistan, Irak ve İran) ve eski sosyalist ülkelere
ait geniş topraklara (Azerbaycan, Gürcistan, Türkmenistan,
Kazakistan ve diğerleri) dek uzanan bu hatta “Güney-batı
Asya” ya da “Büyük Ortadoğu” adını verdi. Büyük
Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bilinen senaryo
da bu geniş coğrafyayı ve zenginlikleri yağmalama,
hegemonya kurma amacıyla geliştirildi. ABD emperyalizmi
Afganistan ve Irak’ı işgal ederken bir dizi ekonomik
ve siyasi hesapların dışında küresel suni denge
kurmayı da hedefliyor, İran, Suriye, Libya, Sudan
ve bir dizi başka ülkeyi de işgal etmekle tehdit
ediyor, bu uğurda geçmiş ilişkileri nasıl olursa
olsun, harcayamayacağı, gözden çıkarmayacağı ülke
ve ülke yönetimin olamayacağını” açıkça dillendirirken,
bu projenin önemini de sergiliyordu…
Irak, çok önemli petrol yataklarına sahip olmasından
dolayı Ortadoğu ülkeleri içerisinde ABD saldırganlığından
en çok zarar gören ülkelerden biri oldu. Önce,
emperyalistlerin, İran devrimini boğmak amacıyla
Irak’ı İran’a saldırtarak başlattıkları İran-
Irak savaşında müthiş bir yıkım yaşandı. Savaş,
İran’a 1 trilyon dolara mal oldu, savaş sırasında
15 büyük kent ve 1200 köy tümüyle haritadan silindi…
Bu savaşta yüz binlerce insan öldü, iki milyona
yakın insan yaralandı, emperyalistler için bunların
hiç önemi yoktu, çünkü onlar için “bir damla petrol
bir damla kandan daha önemli”ydi… Savaş boyunca
53 ülkenin ölüm tacirleri Irak ve İran’a 50 milyar
dolarlık silah sattılar. Savaşta 10.000 Iraklı
ve 40.000 İranlı esir düştü. 5000 Kürt Halepçe’de
kimyasal silahlarla yok edildiğinde emperyalist
ülkeler bu katliamı görmezden geldiler ve o dönemde
çıkarları bunu gerektirdiği için Saddam gericiliğini
desteklediler. 100 bin Kürt, İran ve Türkiye’ye
göçmek zorunda kaldı.
1990’lar geldiğinde ise artık yeni bir dünya düzeni
oluşmuştu ve engelleyici bir sosyalist sistemin
olmadığı koşullarda her şey çığırından çıkarıldı.
Bu arada temizlenmesi gereken bir pürüz haline
gelen Saddam, önce Kuveyt’e saldırtıldı, sonra
da Körfez Savaşı organize edildi.
Emperyalist saldırıda Irak tümüyle yıkıma uğratıldı.
Iraklı 60 bin asker ve 22 bin sivil öldü, ancak
savaş sonrası ortaya çıkan yıkım bundan çok daha
korkunçtu. Emperyalistlerin koyduğu ambargo sonucu
Iraklıların açlık, salgın hastalık, ilaçsızlık
gibi nedenlerle verdiği kayıp bu rakamların kat
kat üstündeydi.
11 Eylül’ü bahane ederek yapılan Afganistan işgalinden
sonra başlayan Irak işgalinin bilançosu ise artık
herkes tarafından biliniyor.
ABD açısından, Irak işgaline rakip emperyalistlerden
askeri-lojistik ve ekonomik destek almak çok önemli
olsa da, asıl önemlisi bu işgali BOP stratejisine
uygun bir hale getirmek ve meşrulaştırmaktı. Fakat
evdeki hesap çarşıya uymadı ve hiç hesaba katmadıkları
şeyle; Irak halkının direnişiyle karşılaştılar.
Aynı zamanda ABD emperyalizmi Irak savaşı ve işgalinde,
dünya halklarının azımsanmayacak tepki ve direnciyle
karşılaştı ve ciddi biçimde yıprandı. Kendi egemenlik
araçları olan Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi,
NATO ve NAFTA ülkelerinin bile desteğini alamadı.
Almanya, Fransa, Rusya ve Çin’i karşı bloklaşmaya
itti. Dünya çapında on milyonların protesto gösterilerine
ve nefretine muhatap oldu. Ortadoğu’da yüz binlerce
kişilik militan gösterilerin yanı sıra, binlerce
kişi de ABD emperyalizmine karşı savaşmak için
Irak’a geçti. ABD Emperyalizmi ayrıca Irak’ta
ciddi askeri kayıplar da verdi ve her gün bu kayıplar
giderek artıyor.
Afganistan: Çorak Ama Kervanı Bol!
Bu arada Afganistan tam anlamıyla emperyalizm
tarafından yutuldu. 1800’lü yıllardan beri stratejik
önemi nedeniyle özellikle İngilizlerin ilgisini
çeken Afganistan, 1839’da resmen işgale uğramış,
sonraki dönemde de hiç boş bırakılmamıştır. 1970’lerde
Sovyetler Birliği’nin desteğiyle kurulan Afgan
Halk Partisi yönetimi ise tarihte pek az rastlanır
ölçüde provokasyonlar ve saldırıların hedefi olmuştur.
Usame Bin Ladin başta olmak üzere binlerce “mücahit”
Pakistan sınırındaki CIA kamplarında eğitim görmüş
ve bu kampların finansmanı da açıkça eroin ticaretinden
sağlanmıştır. Öyle ki, CIA o bölgeye gelmeden
önce Pakistan’da eroin kullanıcı sayısı sıfır
iken, daha sonrasında (1979- 1985 arası) eroin
kullanıcılarının sayısı 1.5 milyona çıkmıştır.
Pakistan-Afgan sınırında eroin pazarı, bugün hâlâ
100-200 milyar dolar büyüklüğündedir.
11 Eylül saldırısı bahane edilerek, başını ABD’nin
çektiği blok tarafından işgal edildiğinde Afganistan
işte bu durumdadır ve zaten ABD’nin bütün “müttefikleri”
de bizzat bu pazarın içindedirler.
İran: Musaddık’tan Şah Rıza’ya
ve “Terörist Ülke” Listesine...
1953’te İran’daki Musaddık yönetiminin devrilmesi
de yine petrolle ilgiliydi. Daha 1900’lerin ilk
çeyreğinde Pehlevi hanedanının başa geçmesiyle
birlikte “Batı”ya yönelen İran, her zaman özellikle
ABD’nin ilgi alanı içinde oldu. 1951’de Musaddık
önderliğindeki Ulusal Cephe iktidara geldiğinde,
bir yandan Şah’ın görevlerine sınırlamalar getirirken,
diğer yandan da petrol başta olmak üzere bir dizi
alanda ulusallaştırma projelerini uygulamaya koydu.
Böylece aslında sonunu da hazırlamış oluyordu.
1953’de CIA destekli bir darbeyle devrildi ve
bölgenin en kanlı işbirlikçi diktatörü Şah Rıza
Pehlevi iktidara getirildi. Yaklaşık 10 bin ABD’li
danışmanla çalışan Şah Rıza döneminde binlerce
devrimci öldürüldü; ama bu arada petrol kaynakları
da uzun süre kontrol altında tutuldu.
1979’da islam devrim başladığında ise şehrin varoşlarında
milyonlarca işsiz ve aç insanın umutsuzluk içinde
kıvrandığı bir süreçte, Humeyni bu kesimlere kurtuluş
vaat etti: “İslam Cumhuriyeti ve Allahın Yönetimi!”
60 bin kişilik gizli polis teşkilatı, SAVAK ve
400 bin kişilik ordu, yığınların üzerinde terör
estiriyordu. SAVAK, toplumun her alanına sızıp
tutuklamalara girişiyor, muhalif kesimleri işkenceden
geçiriyor, kitle hareketini bastırıyor ve kimsenin
başını kaldırmasına izin vermiyordu. Fakat tüm
bu önlemler, istihbaratlar, gövde gösterileri,
güçlü ordular, işkenceler, katliamlar 12 Şubat
1979’da halk kışlaları basıp binlerce silaha el
koyarak 300 bin insanı silahlandırdığında, hapishaneleri
boşalttığında, saf değiştiren askerler halkla
birlikte sokaklara döküldüğünde, o “muazzam, tam
donanımlı ordu” halkın gücü karşısında adeta çöktü.
Yıllardır Şahın zulmüne ve sömürüsüne maruz kalan
emekçi yığınlar, bir diktatörlüğü daha yerle bir
ediyordu. Şah Rıza 1979’da 20 milyon dolarlık
servetiyle kaçarken geride tam bir harabe bıraktı.
İktidara gelen Mollalar ise o günden bugüne bir
yandan ülkeyi bir gericilik kalesi haline getirirken,
diğer yandan da ABD ile gerilimli bir ilişki sürdürdüler.
Bugün hâlâ nükleer bahanelerle İran “Şer Ekseni”
içinde tutuluyor ve ABD Ortadoğu’da tam kukla
bir İran rejimi için çabalarını sürdürüyor.
Filistin: Ortadoğu’nun
Kalbi ve Onuru...
Ortadoğu’daki devrimci uyanışın en önemli halkalarından
biri olan Filistin ise yüzyılın başından beri
işgaller ve katliamlardan kurtulamadı.
Filistin halkı aslında Siyonist İsrail devletinden
önce de farklı devletler tarafından ve çeşitli
biçimlerde katliam ve işkenceye maruz kalmış bir
halktır. Örneğin 1936 yılında, İngiliz yönetimi
sırasında gerçekleştirilen genel grev bunların
en önemlisidir. 1939 yılında ancak bastırılan
ayaklanmada Filistin halkı 40 bin evladını kaybederken,
20 bini esir düştü, 110 kişi de idam edildi.
1947’de kurulan Siyonist İsrail devleti ise Filistinlileri
yurtlarından sürgün ederken aynı zamanda ise ABD’nin
toplam dış yardımının yarısını alıyordu. Ortadoğu’da
ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerine karşı
emperyalizmin vurucu gücü haline getirilen İsrail,
yaklaşık 60 yıldır Filistin halkına ve diğer Arap
halklarına karşı sayısız katliamlara imza atmış
bir “terör devleti” olarak varlığını sürdürmekte,
her geçen gün topraklarını daha çok büyütmektedir.
Üstelik bu konuda zaman zaman kukla Arap rejimlerinden
de ciddi destekler almıştır. Örneğin 19 Eylül
1970’de “Kara Eylül” diye bilinen kıyımda ABD’nin
kuklası Ürdün Kralı, Filistin kamplarını yoğun
top atışına tutarak 30 bin Filistinliyi öldürmüştür.
Bunlara ek olarak sırasıyla ilk aklımıza gelenler;
Ocak-Haziran 1976’daki Tel Zaatar karantina göçmen
kampları ve 17 Eylül 1981’deki Sabra ve Şatilla
“göçmen kampları”ndaki katliamlardır. Siyonist
İsrail devleti yalnızca 1982’de Lübnan işgali
sırasında da 17 bin 500 kişiyi katletti.
28 Eylül 2000’de başlayan ikinci intifada ilk
günlerinden itibaren yüzlerce ölü verilmesine
karşın başarılı şekilde sürdürülmüştür. İsrail
bölgedeki devletlerden herhangi biri değildir.
O, özellikle de başta ABD emperyalizmi olmak üzere
emperyalist ülkeler tarafından Ortadoğu’daki devrimci
uyanışı ezmek, “şer cephesini” çökertmek için
kullanılan bir kontrgerilla devletidir. Türkiye
oligarşisi ise bu savaşın tarafı, ABD’nin en sadık
uşağı olarak Siyonist İsrail ile birlikte Ortadoğu
halklarının baş düşmanı, onların özgürlük ateşi
karşısında terör ortağıdır. Coğrafyamızda yapılan
bütün pis işlerin, faili meçhul cinayetlerin,
kontra faaliyetlerinin arkasında İsrail ve Mossad’ın
parmağı vardır. Örneğin Susurluk’ta İsrail silahları
çıkması da bir tesadüf değil, bu ilişkilerin bir
uzantısıdır...
Cezayir: Ulusal Kurtuluş’tan
Yeni-Sömürge Boyunduruğuna
Daha 1830’larda Fransız emperyalizmi tarafından
işgal edilen Cezayir, 1832-39 arasında Abdülkadir
Cezayiri önderliğinde verdiği direniş boyunca
binlerce ölü verdi. Daha sonra Sedif ayaklanmasında
da 45 bin kayıp verdi. 1954-62 arasında verilen
bağımsızlık savaşında ise 1.5 milyon kişi öldü,
2 milyon 800 bin kişi tutsak düştü. Uyanan Cezayir,
yüz binlerce şehide mal olan bir ulusal kurtuluş
savaşı verdi, ancak böylesi bir savaşın sonucunda
Fransız emperyalizmine diz çöktürdü ve bağımsızlığına
ulaştı. Ancak Cezayir bağımsızlık savaşının önderliğini
yapan Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) daha
sonrasında tipik bir “yeniden tuzağa düşme” durumu
yaşadı ve emperyalizmin yörüngesine girdi. 19
Haziran 1965’te Bumedyen’in gerçekleştirdiği askeri
darbeyle FLN’nin tarihsel önderi Ben Bella iktidardan
uzaklaştırıldı. Darbe sonrası “ulusal birlik”
gerekçesiyle radyolarda Berberi türkülerinin çalınması
yasaklandı. Tarih kitapları Cezayir’e Arapların
geldiği tarihten sonrasını yazdı ve Berberi halkı
tarihten “çıkarıldı”. Cezayir’deki askeri oligarşi
yıllarca “ilerici” olduğu ve sözde “Kapitalist
Olmayan Yol”u izlediği için Sovyetler tarafından
desteklendi. Oysa FLN devletleştiği ölçüde tam
bir “askeri mafya”ya dönüşmüş, yolsuzluk, rüşvet,
talan Cezayir’in gündelik gerçeği olmuştur. Sonuçta
Cezayir halkı borçlarının faizlerini gelirlerinin
% 85’i ile ödemektedir. 1994 yılında ülkede kan
gövdeyi götürürken, 30 bin Cezayirlinin cesetleri
üzerinde pazarlığa oturan IMF Başkanı Camdessus,
Cezayir parasının % 46 devalüe edilmesini sağlamıştır
ve bugün Cezayir, 26 milyar dolar dış borçla,
%28.6 oranında devalüasyonla % 100’ü bulan enflasyonla
IMF kontrolünde istikrar aramaktadır(!) FLN’nin
ve askeri cuntanın hiçbir itibarı kalmamış, kendi
içinde de birkaç fraksiyona ayrılmış bir cinayet
şebekesi haline gelmiştir. Cezayir’de yaşananlar
trajik biçimde, kendi içinde farklı özgünlükler
taşısa da Libya, Irak, Suriye ve Mısır örneğinde
olduğu gibi “Kapitalist Olmayan Yol” düşüncesinin
sonunu göstermekte, emperyalist-kapitalizmin bu
yeni döneminde sosyalizm içermeyen ulusal bağımsızlık
mücadelelerinin emperyalizmin yeni sömürgesi olacağı
düşüncemizi kanıtlamaktadır...
Libya: Kaddafi’nin Yeşil Sosyalizmi
ve Hizaya Gelme...
İtalyan işgaline karşı verilen uzun mücadelelerden
sonra kurtulan Libya, oldukça geniş bir coğrafi
alanı kapsayan, kabilelere dayalı bir ülke olarak
sahneye çıktı. Daha sonra Kral İdris’in ilkel,
tutucu yönetimine son veren genç subaylar Albay
Muammer Kaddafi yönetiminde bir rejim kurdular.
1960’ların 70’lerin dünya dengeleri içinde, reel
sosyalizmin varlığından güç alan bir “Üçüncü Dünya
Ülkeleri” bloğu, uzun süre dünyada ve Libya’da
belli bir anlam ifade etti. Mısır, Cezayir, Tunus
ve Libya’nın adı uzunca bir süre birlikte anıldı
ve hatta bu sürecin belli bir noktasında ciddi
ortaklaşma adımları da atıldı. Bu dönemde sol
düşüncelerle bağnaz dinci yaklaşımı harmanlayan
kendine özgü “sosyalist” teoriler ortaya atan
Kaddafi, ABD karşıtı tutumu yüzünden uzun süre
emperyalist cephenin açık hedefi oldu. Özellikle
1980’lerden sonra ABD emperyalizmi her fırsatta
bir bahane bularak Libya’yı bombalarken, CIA ise
saldırı politikalarının bir sonucu olarak ürettiği
komplolarla ülkeyi rahat bırakmadı. Kaddafi, ABD
terörünün hedefi durumuna geldi. Öyle ki, 1986
yılında ABD Libya’yı bombaladığında Kaddafi bu
saldırıdan kıl payı kurtulurken sarayı yerle bir
oldu, bazı yakınlarını kaybetti. Ancak 11 Eylül
sonrasında ABD emperyalizminin tehditleri karşısında
nihayet sistem tarafından “hizaya getirildi” ve
giderek dalkavukça ve kraldan çok kralcı tavırlar
sergilemeye başladı. Buna karşılık kazandığı ise
iktidarda kalmasına izin verilmesiydi.
Mısır ve Ulusal Gelişme Hevesleri...
Mısır’da aralarında Nasır’ında bulunduğu “Hür
Subaylar” grubu 1952’de krallığa son vererek iktidarı
ele geçirdiler. Krallığı ortadan kaldırmak, İngilizleri
ülkeden çıkarmak, yeni bir politik sistem kurmak
istiyorlardı. Yüzlerce yıldır yabancılar tarafından
sömürülen Mısır’da nüfusun % 1’i ulusal servetin
% 50’sini elinde tutuyor, halkın % 72’si ise toprakların
ancak %13’ünü ekebiliyor, halk gaddar bir bürokrasi
tarafından eziliyor, rüşvetsiz hiçbir iş görülmüyordu.
Mısır ordusu 1936 yılına kadar resmigeçitlerde
boy gösteren bir protokol ordusu niteliğindeydi.
İngilizlerin denetiminde ve sadece polis görevi
yapan ordunun komuta kademesinde eski Osmanlı
subayları da bulunuyordu. 1936’ya kadar aristokrat
aile çocuklarının kabul edildiği subaylık mesleğine
o tarihteki büyük halk ayaklanması sonucu imzalanan
Mısır-İngiliz anlaşması uyarınca yoksul halk çocuklarının
girme imkânı doğdu. Bu reform sonucu ordu giderek
ulusla bütünleşti. Küçük burjuva kökenli ailelerden
gelen ve emperyalist işgale, işbirlikçilere kin
duyan bu genç kadrolar Hür Subaylar hareketinin
nüveleridir. Cemal Abdülnasır darbeyi izleyen
20 yıl boyunca, Mısır’ın iç ve dış siyasetinin
belirlenmesinde otoriter yetkilerle hareket etti.
Genellikle uygulama sırasında geliştirilen eklektik
fikirlerle bezenmiş bir Arap sosyalizminden yana
göründü ve Sovyetler Birliği’nin desteğini aldı.
1952 ihtilalinden sonra gerçekleştirilen toprak
reformu sosyal ve politik açıdan önemli bir aşamaydı.
Nasır iç politikada geniş manevra olanaklarına
sahip olmakla birlikte, “sistem”in uluslararası
işleyiş kurallarının dışında değildi. Bu dönemde
Ortadoğu’ya iyice yerleşen ABD ile karmaşık ilişkiler
kuruyor, ABD ise bir yandan tereddütlü bir destek
sunarken bazen de etkinliğini kırmaya uğraşıyordu.
Nasır’ın “Kapitalist Olmayan Yol”u dünya sisteminin
dışına çıkmadığı sürece sorun yaratmıyordu.
Sonuçta, her şeye karşın Nasır dönemi bittiğinde
ve Enver Sedat (ve sonra onun öldürülmesiyle Hüsnü
Mübarek) dönemi başladığında emperyalistler daha
da rahat bir nefes aldılar. Çünkü bu kez artık
Ortadoğu’nun bu çok önemli ülkesinde daha sağlam
müttefiklere sahiptiler. Sedat ve Mübarek’in İsrail
ile yapılan bütün “Barış Görüşmeleri”nde(!) başrolü
oynamaları ve ABD çıkarlarını tehdit etmeyen bir
noktada durmaları bunun en açık kanıtı oldu. Bugün
Mısır, Ortadoğu’nun en büyük, en önemli ve aynı
zamanda yoksulluk uçurumu açısından rekor kıran
ülkelerinden biri olarak emperyalizmin dümen suyunda
bir ülkedir.
Ve Türkiye: Her Zaman
Çantada Keklik...
Türkiye ise bütün bu karmaşık tablonun içinde
her zaman emperyalizmin hizmetinde ve Ortadoğu’nun
yoksul halklarının karşısında oldu. Daha NATO’ya
girildiği ilk yıllarda bile işbirlikçi yöneticiler,
Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde aktif rol oynayacağını
hiç inkâr etmediler. Nitekim öyle de oldu. Bölgedeki
CENTO gibi gerici ittifakların başta gelen üyesi
olan Türkiye, topraklarındaki üslerle Ortadoğu’da
ne zaman kriz olsa emperyalistlerin koltuk değneği
oldu. Öte yandan kurulduğu günden beri İsrail
ile yakın ilişkiler kuran Türkiye, bütün demagojilere
karşın siyonizmin bölgedeki en sağlam müttefiklerinden
biri olurken Filistin halkının da düşmanı haline
geldi.
Bugün de Türkiye oligarşisi, Balkanlarda ve Kafkasya’da
olduğu gibi bu bölgede de “Türk-İslam Dünyası”
ve “Adriyatik’ten Çin Seddine” gibi pek stratejik
teoriler uydursa da hiçbir zaman emperyalistlerin
kendisi için belirlediği programların dışına çıkmadı,
çıkamadı. İstese de çıkamaz... Türkiye, Emperyalistlerin
bölgeye müdahalelerinde taşeronluk yapmakta, Ortadoğu,
Kafkasya ve Balkanlar’daki her soruna müdahale
etmeye çalışmakta, artan ekonomik ve siyasi krizine
rağmen yoğun bir silahlanma programıyla daha büyük
müdahaleler için hazırlanmaktadır. Bugün Türkiye
oligarşisi, İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan gibi
diğer gerici-işbirlikçi rejimlerle birlikte ABD
hegemonyasının bölgedeki temel dayanağı, BOP’nin
taşeronudur.
Sonuç: Ortadoğu Kendi Kaderini
Eline Almadıkça Çözüm Yok!
Sonuç olarak bu kısacık ve son derece yetersiz
gezintinin de gösterdiği şey, Ortadoğu bölgesinin
emperyalizmin nasıl bir av alanı olduğudur. Özellikle
1990’lardan sonra başlayan dizginsiz haydutluk
ve yeni emperyalist hegemonya dönemi, bölgeyi
bir baştan bir başa kaosa sürüklemiş, geçmişteki
bütün dengeleri alt üst etmiştir. Bugün artık
Pakistan’dan Fas’a Türkiye ve Kürdistan’dan Yemen’e
kadar bütün bölge, doğrudan emperyalist işgal
ve saldırı politikalarının etkisi altındadır.
Emperyalizm bölgede bir yandan Türkiye ve İsrail
gibi dayanak noktaları oluşturur ya da var olanları
sağlamlaştırırken, diğer yandan da İran ve Suriye
örneğinde görüldüğü gibi sorun çıkaran ülkeleri
baskı ve tehdit altında tutarak yola getirmeye
çalışmaktadır.
Emperyalizm yıllardır bölgemize, Ortadoğu’ya kan,
gözyaşı, katliam, işkence, acı, açlık, işsizlik
ve yoksulluktan başka hiçbir şey getirmedi. Emperyalistler
bölgemizde verdikleri hegemonya mücadelesinde,
yerli işbirlikçileri aracılığıyla halklar arasında
düşmanlığı, şovenizmi körükleyerek halkları birbirine
düşürdüler. Bugün de BOP gibi projelerle bölgemizin
petrol başta olmak üzere yeraltı ve yerüstü zenginliklerini,
değerlerini, geniş pazar alanlarını garantiye
almak, ucuz işgücünü daha fazla sömürmek, daha
fazla artı değer elde etmek istiyorlar. Bunun
için Irak’taki son Şii-Sünni provokasyonunda görüldüğü
gibi her türlü kontra faaliyetini uygulamaktan
da çekinmiyorlar.
Dolayısıyla, gelinen noktada artık bölgedeki bütün
ezilen halkların ve devrimci güçlerin birliği
ve dayanışması bir kat daha fazla önem kazanıyor.
Ortadoğu halklarının devrimci dayanışmasını yaşama
geçirmek bugün daha yakıcı bir sorun olarak, temel
görevler olarak bölgedeki bütün devrimcilerin
omuzlarındadır. Devrim ve sosyalizm mücadelesinde,
kendini her anlamda yenileyen devrimci güçler
emperyalist kapitalizme karşı mücadeleyi başaracak
ve insanlık için yeni bir çağ açacaktır. Ortadoğu’nun
ezilen halkları kendi kaderlerine kendileri el
koymadıkça, emperyalistlerden bir şey ummak tümüyle
boş bir hayaldir.
|