1980’li yıllardaki Rambo filmleri furyasını hatırlıyor
musun? Özellikle ikincisi... Kahraman Amerikalı
asker, katil ruhlu ve kalleş Vietnamlıların elinden
zavallı Amerikalı esirleri kurtarıyor! Hem de
tek başına! Sonra da bir Afganistan seferi var.
Ortalığı hallaç pamuğu gibi atıp kan revan geri
dönüyor her seferinde...
Peki bu filmler bize ne söylüyordu? O kadar zahmet,
patlayan bombalar, efektlere harcanan milyonlarca
dolar... Niye yaptılar bütün bunları? Şöyle bir
tümünü anımsa bakalım, yanıt gayet açık aslında
değil mi? Kocaman bir hazımsızlık! Yenilmişler...
Çocuk oyunlarındaki deyimle “bal gibi”, “buz gibi”
yenilmişler... Öyle bilgisayar oyunu değil, gerçek
hayatta, gerçek yenilgi... Vietnam halkı, bir
araya gelmiş, örgütlenmiş ve Amerikan ordusunu
bir güzel pataklamış, canlarını zor kurtarıp defolup
gitmişler bu ülkeden.
Ama ağır gelmiş yenilgi... Koca bir Amerikan imparatorluğu
bu. Zoruna gitmiş adamların. Orta sınıflardan
orta zekâlı Amerikan vatandaşına bir şeyler söyleme
ihtiyacını duymuşlar. Nasıl olup da pirinçten
başka bir şey yemeyen bu çekik gözlü cüceler bizi
yendiler?
Oturup filmler yapmışlar bunun için. En elverişli
ve en iyi bildikleri iş: Ellerinin altında koca
bir Hollywood var! “Kumarda kaybeden aşkta kazanır”mış
ya hani, hayatta kaybeden de hayalde kazanmalı:
“Yenildik ama ezilmedik!”
Sonuçta, aslında bütün Rambo filmlerinin tezi
aynıdır: “Eğer korkak ve beceriksiz politikacılar
burunlarını sokmayıp bu işi askerlere bırakmış
olsalardı, asla yenilmezdik!” Hatta bu filmlerden
birinin en son sahnesinde Stallone, kendisini
“satan” politikacılara o kadar kızgındır ki, önce
silahını senatöre çevirir, sonra vazgeçip bilgisayarlara
döner ve tümünü paramparça eder: Bürokrasiye olan
öfke! Ah bir bize bıraksalardı, dümdüz ederdik
hepsini!
Ama bu arada, ne zekâ özürlü yönetmenler, ne de
aynı ölçüde zekâ özürlü Amerikan seyircisi, çok
basit bir şeyi, karşılarında ülkeleri için savaşan
bir halk olduğu gerçeğini anlamamışlardır. Çok
basit bir gerçek: Sıradan insanlar; işçiler, çiftçiler,
kadınlar, çocuklar, köşedeki ayakkabı tamircisi,
karatahtanın başındaki öğretmen, nehirde çamaşır
yıkayan genç kızlar... Ellerine silahları alıyorlar
ve yollara düşüyorlar. Büyük teknolojileri yok,
üstün silahları yok, hatta aslında onların doğru
dürüst hiçbir şeyleri yok. Ama inandıkları bir
davaları, sonuna dek güvendikleri bir partileri
ve orduları var. Hepsi bu kadar!
Oyun değil bu, gerçek!
“Bize bıraksalar dümdüz ederdik!” Yalnızca başka
aptalları kandıracak aptalca bir laf!
“Başkan biraz daha kararlı olsaydı...”
Alın işte, şimdi artık çok “kararlı” bir başkanınız
var; askeri kargo uçakları Bağdat’tan cenaze taşımaktan
yoruldu! Lafı bizim yerli malı aptallara getirmek
istiyorum aslında. Yerli malı oldukları da şüpheli...
Amerika’dan paraşütle gelip oyuncu oluveren biri
ve onun yine Amerika kökenli para kaynağı belirsiz
“yapımcı” ağabeyi... Ve tabii ki eski Aydınlıkçı
Soner Yalçın... Ve sonra, aylar süren pespaye
bir mafya dizisinin ardından Irak’ta beşinci sınıf
bir Rambo macerası... Polat Alemdar “Türk askerinin
başına geçirilen çuval”ın intikamını alıyor!
“Dost kuvvetler” arasındaki bir “şaka”yı ne kadar
da büyüttüler! “Ulusal onur” diye bir fırtınadır
koparıldı. Sanki MİT ve Özel Harp Dairesi’ni,
Kontrgerillayı, vs. ABD kurup eğitmemiş gibi,
sanki bir bütün olarak orduyu 1940’lardan beri
şekillendirip yeniden organize eden Amerika değilmiş
gibi... Sanki bütün Genelkurmay başkanları NATO
eğitiminden geçmiyormuş gibi... Sanki haftada
bir gelip emirler yağdıran IMF-Dünya Bankası heyetleri
babamızın oğluymuş gibi...
Neymiş “ulusal onur” dedikleri? 12 Eylül sabahında
CIA şefinin “bizim çocuklar işi becerdi” demesi
bu “onur”u zedelememiş de, bir çuval parçasıyla
mı bozulmuş her şey? Bu topraklarda Amerikalı
efendileri karşısında düğmelerini iliklemeyen
bir tane yönetici var mı? Dalga mı geçiyorlar
bizimle?
Tabii ki dalga geçmiyorlar dostum. Ne yaptıklarını
biliyorlar aslında...
Önce şu Metal Fırtına romanı, sonra İtler Vadisi...
Asıl mesele şu: Toplumsal yapıda genel olarak
bir Amerikan düşmanlığı olduğunu biliyorlar. Bu
düşmanlık hissi, hâlihazırda faşistlerin ve diğer
gerici güçlerin tabanını oluşturan yoksul emekçiler
arasında da çok güçlü. Bu çok doğal; çünkü emekçi
insanlar hem kendi hayatlarındaki felaketlerin,
hem de her gün TV’lerde izledikleri bütün diğer
musibetlerin sonuç olarak ABD’den kaynaklandığını
sezgileriyle biliyorlar. Ve bu sezgi, şu anda
ezik bir ruh haliyle birlikte belirse de potansiyel
olarak “tehlikeli” bir şey...
Kural şu: Bir tepkiyi yok edemiyorsan, kontrol
altına al, “uygun” kanallara akmasını sağla!
Sokaktaki insanın duygularını al, şovenizm ve
kompleksli bir böbürlenme ile harmanla, üstüne
bol efektli çok sıfırlı bir yapım bütçesi koy,
Türkiye seninle gurur duysun! Bu arada şu “özel
tim”cilerin Susurluk’tan köy yakmalara ve infazlara
kadar uzanan macerası da kaynayıp gitsin...
Bütün ucuz şaklabanlıkların asıl sebebi işte bu
dostum. Evet, biraz dalga geçiyorlar bizimle belki;
belki soytarılıkta ölçüyü kaçırıyorlar ama bir
yandan da işlerini ciddi yapıyorlar. Sokaktaki
insanın ezik ama emperyalizme karşı nefretle dolu
ruh halini sanal âlemde tatmin ediyorlar ve bu
nefretin isyana dönüşmesinin önünü kesmeye çalışıyorlar.
Peki, biz ne yapacağız? Nasıl kıracağız bu ruh
halini? İşte düşünmen gereken, düşünmemiz gereken
asıl şey bu. Biz çok açık bir şey söylüyoruz:
Emperyalistleri ve bütün yerli uşaklarını bu topraklardan
kovmak ve özgür bir ülke-insanca bir yaşam inşa
etmek mümkündür ve zorunludur. Bunu göstereceğiz
emekçilere, somut olarak, hayatın içinde göstereceğiz.
Kampanyamız henüz bunun için küçük bir adım belki
ama önemli bir adım. Farklı bir sesi ortaya koymak,
onların zihinlerinde alternatif bir alan açmak,
son derece önemli. Ve elbette, hepsi bu kadar
değil... Devrimci sosyalist hareket, emperyalizmi
yenecek bir devrimci halk hareketinin yolunu düzleyecektir
ve mutlaka ama mutlaka işgalcilerin kuyruklarını
kıstırıp gidecekleri günleri de göreceğiz.
Eğer bir “ulusal onur”dan söz edilecekse, ancak
o zaman, emperyalizmden arındırılmış bir coğrafyada
bütün halkların eşit ve özgür iradesiyle kendi
kaderlerini belirledikleri koşullarda bunu yeniden
konuşabiliriz.
Daha önce değil...
Umudunu diri tut!
Gelecek, sen nasıl istiyorsan öyle gelecek!
|