(* Bu yazı, emperyalizm ve kültür üzerine
yapılan bir ön çalışmadır ve daha ağırlıklı olarak
emperyalist çürütme politikalarını ele almaktadır.
Kültür ve kültür emperyalizmi üzerine daha kapsamlı
bir çalışma için yalnızca bir başlangıç olarak
düşünülebilir.)
Bilindiği gibi “kültür emperyalizmi” kavramı,
günlük dilde çok çeşitli politik akımlar tarafından
çok çeşitli anlamlar yüklenerek kullanılmaktadır.
Örneğin, gerici dinsel akımların literatüründe
bu kavram, Batı’dan gelen bütün düşünsel akımları
ve kültürel biçimleri kapsar. Bu bağlamda, İslamiyet’e
ait olmayan bütün düşünce akımları, yaşam biçimleri,
burjuva devriminin aydınlanmacı mirası, pozitivizm,
vb. tümüyle kültür emperyalizmi olarak değerlendirilir
ve esasında bu değerlendirme, ezilen-yoksul insanların
bir bölümünün duygularına da denk düşer. Yoksulluklarının
ve ezilmişliklerinin nedeni olarak Batılı emperyalist
ülkeleri gören sıradan emekçilerin birçoğu, doğal
olarak o yönden gelen bütün kültürel değerleri,
yaşam biçimlerini, vb. aynı soygunun bir başka
cephesi olarak algılarlar. Daha doğrusu, çoğu
zaman şöyle olur: İnsanlar bu Batılı kültürün
ve davranışların önemlice bir bölümünü hayatın
zorlamasıyla kabul ederek günlük yaşamlarına yansıtırlar
ama öte yandan da aynı yansımanın uç örnekleri
karşısında yakınma ya da savunma durumunu terk
etmezler. Böylece ortaya neyin kabul edilip neyin
reddedilmesi gerektiği konusunda bir karmaşa çıkar
ve genel olarak bu durum “Batı’nın ilmini fennini
almak, yaşam ve inanç biçimlerini dışta tutmak
lazım” gibi beylik formüllerle geçiştirilir.
Soldaki kültürel tartışmalarda da (burada “sol”
kavramıyla çok geniş bir yelpazeyi tarif ediyoruz)
her şey çok net ve belirgin değildir. “İlerleme”
ve “ilericilik” gibi kavramlardan ne anlaşıldığına
da bağlı olarak bir dizi karışıklık yıllar boyu
sürmüş, yeni-sömürgeci kapitalistleşme süreciyle
birlikte bu coğrafyada gelişen yeni kültürel-sosyal
öğelerin hangilerinin “kültür emperyalizmi” kapsamına
girdiği, hangilerinin “toplumsal ilerleme belirtisi”
olduğu üzerine tam bir hemfikirlik sağlanamamıştır.
Örneğin geçtiğimiz yıllardaki Afganistan işgali
sırasında “zengin Batı dünyasının yanında yer
almamız gerektiğini” söyleyen eski TİP yöneticisi
Sadun Aren, aslında Ortadoğu coğrafyasından ve
genel olarak ezilen halkların kültürel-sosyal
dünyasından kopmak isteyen bir kesimin sözcülüğünü
yapmıştı. “En iyi sosyalizm gelişkin kapitalizm
koşullarında kurulur” şeklindeki şu çok eski ve
ilkel lafazanlığı kılıf olarak kullanan ve “ilerleme”yi
kapitalist dünyayla bütünleşmekle eşdeğer gören
anlayışın tipik ifadesi olan bu yaklaşım, kültürel
olarak da Avrupa merkezli bir tutuma sahiptir.
Ezilen halkların dünyasıyla köprüleri atmış olan
bu kültürel tutumun politik alanda da reformizme
denk düşmesi rastlantı değildir; çünkü bu yaklaşım,
o kitleleri anlamayı, tanımayı ve harekete geçirmeyi
düşünmemekte, en iyi ihtimalle AB gibi dışsal
güçlere bel bağlamaktadır.
Öte yanda ise, devrimci sosyalizmin de içinde
bulunduğu devrimci kesimler, değişik vurgulara
ve yaklaşımlara sahip olsalar da, kendi saflarını
Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın ezilen halklarının
yanında belirlemekte, asıl vurgusunu bu devrim
havzasına yapmaktadırlar. Doğal olarak bu kesimin
kültürel-sosyal tutumu da ezilen halkların dünyasına
yakın duran, o dünyanın bütün çerçevesini kabul
etmeyen ama bir yandan da anlamaya çalışan ve
o cephedeki gerici ve olumsuz öğelerin aşılmasının
yolunu kapitalizmde değil, sosyalizmde gören bir
tutumdur.
Sömürgeciliğin Tarihi,
Sömürgecilerin Kültürü...
Bu kısa özeti bir an için burada noktalayıp emperyalist
kültür sorununun kökenlerine doğru bir yolculuk
yapmak istiyoruz.
Bu yolculukta ilk önümüze çıkan olgu, tabii ki
sömürgeciliktir. Gerçi tarih boyunca yenenlerin
yenilenlere, işgalcilerin işgale uğramışlara kendi
kültürel-sosyal özelliklerini yansıtması, hatta
hâkim kılması bir kural gibidir ama sistematik
bir süreç olarak sömürgecilik yine de daha derli
toplu bir kültürel saldırı olarak önümüze çıkar.
Gerçekten de uçsuz bucaksız Afrika, Asya ve Amerika
topraklarına ulaşan her sömürgeci güç, yalnızca
ayak bastıkları toprakların zenginliklerini yağmalamakla
kalmamış, aynı zamanda kendi (çoğunlukla dinsel
ağırlıklı) kültürünü de büyük bir vahşetin eşliğinde
yaymıştır. Daha doğrusu, hırsızlık ve cellatlık
ile küstahça bir “vahşilikten kurtarma”(!) “dine
döndürme” faaliyeti her zaman birlikte yürümüş,
işin açıkçası, ikincisi, birincisinin üstünü örten
bir kılıf gibi kullanılmıştır. Hatta tam olarak
kılıf bile değil! Çoğu kez en vahşi kasaplıklar
zaten “dinin gereği” olarak, onun içerdiği bir
şey olarak ortaya konulmuştur. Okul kitaplarında
bize “keşifler”(!) diye anlatılan bu büyük yağma
dönemi boyunca, ulaştıkları her yerde muazzam
uygarlıklarla karşılaşan sömürgeciler, son derece
vahşi bir saldırıyla bütün bu “putperest” uygarlıkları
yok etmişler, büyük bir kültürel mirası kırılmaya
uğratarak derin bir ahlaksızlıkla birleştirdikleri
kendi bağnaz dinsel dogmalarını ve giderek kendi
yaşam biçimlerini hâkim kılmışlardır. En bayağısından
soygunculukla en katı “ahlakçılık” uzak topraklara
aynı gemilerle taşınırken, “kılıç” ve “haç” birbirini
tamamlamakta, hatta bu ikisi çoğu kez aynı anda
iş görmektedir.
Bu aynı zamanda, tarihteki en çarpıcı kültür çatışmalarından
biridir. “Vahşileri imana getirme” iddiasındaki
sömürgeciler bu ülkelerdeki özgür ve doğal ortamı
en katı Hıristiyan dogmaları ile karartmışlar,
“ruhlarını kurtardıkları” insanları ya köleliğe
ya da en dip yoksulluğa sürüklemişlerdir. Afrika’da
sık söylenen “beyaz adam ruhumuzu çaldı” deyişi
esasen tam da gerçeğin ifadesidir. “Beyaz adam”,
yüzyıllar boyunca uçsuz bucaksız topraklardan
altından petrole dek ne bulduysa çalmış, ama bu
arada sömürge insanlarının yaşam ve kültür mirasına
da aynı şeyi yapmıştır. Köle ticareti belki insanların
hem bileklerinin hem de ruhlarının zincirlenmesi
olarak bunun en aşağılık biçimidir ama yalnızca
bir bölümüdür. Diğer yanda, milyonlarca insanın
doğal yaşam biçimlerinin bozulması, onların başka
türlü yaşamaya ve düşünmeye zorlanması, kendi
geleceklerini belirlemekten yoksun bırakılması
ve kendilerine ait olmayan hayat ve kültür normlarını
kabule zorlanması vardır. Hindistan ve Afrika’nın
büyük bölümünde yerli halkın sömürgecilere “sahip”
diye seslenmek zorunda bırakılması, hatta bir
süre sonra buna kendilerinin de alışması, böyle
aşağılıkça bir köleleştirmenin ifadesidir. Çin
nüfusunun bir bölümünün Afyon bağımlısına yol
açan sömürgeci politika da bir başka örnektir.
Böylece sömürge halklarının binlerce yıllık davranış
biçimleri, kültürleri turistik bir gösteriye dönüşmüş,
onların kendi aralarındaki şöyle ya da böyle,
iyi ya da kötü olan eski sosyal ilişkileri zorla
değişime uğratılmış, sömürgecilerin davranış biçimlerini
benimsemeye zorlanmışlardır. Üstelik yeni kazandıkları
şey, tam olarak sömürgecilerin davranışları da
değildir; hatta efendilerin davranışlarının aynen
tekrarı suçtur. Sömürge insanının kazandığı yeni
kimlik, ortada bir yerde, melez bir nitelik taşımış,
daha doğru bir deyimle bir tür “kimliksizlik”
olmuştur.
Sömürge insanı, bütün bunlara karşı olan tepkisini
kimi zaman kanlı isyanlarla, kimi zaman da “kendisine
dayatılanı kendi tarzıyla benimseme” yoluyla göstermiştir;
örneğin Afrika’da Hıristiyanlığı benimsemek zorunda
bırakılan milyonlarca insan, bu yeni dini, doğal
güçlerden kaynaklanan kendi eski dinsel inanışlarıyla
iç içe geçirmişler ve melez biçimler yaratmışlardır.
Bugün bile herhangi bir Avrupa kilisesi ile Güney
Afrika’daki bir kilise töreninin farkları gözden
kaçmaz.
Sonuç olarak, ayrıntılar bir yana, klasik sömürgecilik,
dünyanın her köşesindeki sömürge ülkelerin halkları
için derin bir kültürel yıkım anlamına gelmiş,
yüzyıllarca süren barbar istilaları bir yandan
bu ülkelerin yeraltı-yerüstü zenginliklerini soyup
soğana çevirirken diğer yandan ise yüzlerce dil
ve kültürün fiilen ortadan kalkmasına, kalanların
da sömürgeciler tarafından çürütülerek yabancılaştırılmasına
yol açmıştır. Bu anlamda sömürgeciliğin uzun tarihi,
soygun ve katliamların tarihi olduğu kadar, korkunç
bir kültürel tahribatın da tarihidir.
Emperyalist Dönem: Değişen
İhtiyaçlar, Değişmeyen Kıyım
Emperyalist döneme gelindiğinde ise, aslında bu
tahribatın özünde esaslı bir değişiklik olmamıştır.
Ancak bu kez, özellikle Avrupa’da büyük bir hızla
gelişen kapitalist sanayi, artık çok büyük miktarlarda
hammaddeyi gerekli kılmakta, bu ise soygunun çapını
büyütmekte, içeriğini değiştirmektedir. İlk sömürgecilere
özgü olan altın ve elmas düşkünlüğü ya da egzotik
ürünlerin, baharatların, vs. taşınması belki yine
sürmektedir; örneğin Afrika’nın güneyi özellikle
elmas madenleri açısından en vahşi dönemini asıl
1900’lerden sonra yaşamıştır; ama bu kez artık
gelişen sanayinin ihtiyaçları da listededir. Ve
bu liste, her gün yeni ihtiyaçlarla uzayıp giderken
sömürge ülkelerin talan edilmedik hiçbir alanı
kalmamaktadır. Kısacası, klasik hırsızlık kuralı
olan “yükte hafif pahada ağır olanları götürmek”
yine yürürlükte olmakla birlikte, bu kez daha
“ağırca” olan maddeler de, kömür, petrol, çeşitli
tekstil hammaddeleri, vs. öne çıkmaktadır. Bu
durumun yarattığı sonuçlardan biri de doğal olarak
emperyalistlerin sömürge ülkelerde daha yerleşik
konumlar kazanmalarıdır. Daha büyük limanlar,
demiryolları gibi unsurlar daha büyük kentleri
yaratmakta, öte yandan da sömürgeci talanın kolları
ülkelerin daha iç kesimlerine dek uzanmaktadır,
ki bu da orta büyüklükteki yeni kentler demektir.
Çoğu zaman bir madenin, vb. bulunmasına bağlı
olarak birkaç ayda kuruluveren bu köle barakaları
madenin tükenişine bağlı olarak bir anda yok oluvermekte,
böylece vahşi bir yıkım yaratmaktadır.
Sonuçta bütün bu gelişmelerin sosyal sonuçlarından
biri, sömürgeci ülkelerin anavatanından daha fazla
sayıda görevlilerin, tüccarların, ordu mensuplarının,
yargı üyelerinin, fahişelerin, maceracıların,
vs. vs. yani akla gelebilecek bütün kesimlerden
insanların daha kalıcı olarak sömürge topraklarına
yerleşmesidir. Ve tabii, tipik bir sömürgeci uygulama
olarak yönetsel biçimler de değişmiş, maceracıların
kılıç gücüyle sağladıkları yönetim konumlarının
yerini daha resmi kurumlaşmalar, örneğin Sömürge
Valiliği gibi uygulamalar almıştır.
Kuşkusuz böylece, sadece bir nüfus akışı değil,
aynı zamanda bir kültürel akış da gerçekleşmiştir.
Emperyalist ülkelerin en yoz kültürleri ve bütün
çürümüş ilişkileri bu ülkelere taşınmış ve buralarda
sömürge toprağına özgü yeni kültürler şekillenmiştir.
Öyle ki, uzunca bir süre sömürgelerde kalan bir
Avrupalı, artık kendi anavatanındaki sıradan insandan
da farklılaşmaktadır. Sözgelimi sömürge koşullarına
uyarlanarak geliştirilen mimari de anavatandaki
mimariden farklıdır, vs.
Böylece oluşan temel kültürel kategorilerden biri
kuşkusuz asıl sömürgeci çekirdek olan üst düzey
resmi yöneticiler ve büyük Batılı tüccarların
yaşamıdır. Bu küçük elit, tam bir kan emici topluluk
olarak şatafatlı bir yaşantı sürdürmektedir ve
anavatandaki yaşam-kültür normlarına daha bağlıdır,
dar alanlarda o normların minyatür örneklerini
inşa etmektedir. Daha aşağılarda ise, yine sömürgeci
ülke vatandaşı olmakla birlikte esas çekirdekten
uzakta olan küçük tüccarlar, dükkan sahipleri,
düzensiz yaşantısı olan yarı-lümpen toplulukların
yozlaşmış kültürü vardır. Bunlar ise daha ağırlıklı
olarak anavatandaki çürüme ve yozlaşmayı sömürgeye
uyarlayan bir yapıya sahiptirler. Ve sonra, yerli
kompradorlar, işbirlikçi elit gelmektedir ki,
bu topluluk, sömürgecilerin asla içlerine almadıkları
ama yararlandıkları bir asalaklar grubudur. Sömürgeci
kültürü taşıyan, emperyalist efendilerinin yaşam
tarzlarının silik bir kopyasını taklit etmeye
uğraşan ama yine de sonuç olarak “çemberin dışında”
tutulan bir topluluktur bu.
Ve nihayet, baskı ve zulümden başka bir şeyle
tanışma şansı olmayan, iliklerine kadar sömürülürken
kültürel olarak da çürümeye uğratılan milyonlarca
insan... Efendilerin henüz “keşfetmediği” ücra
bölgelerde yaşamak bu insanların bir kesimi için
geçici bir “şans” olsa da, bu durum uzun sürmemekte,
ucuz hammadde uğruna bütün yaratıcı zekâsını kullanan
sömürgeciler eninde sonunda onlara da ulaşmaktadır.
Bir zaman için kendi kültürlerini, dinsel inanışlarını,
vb. illegal bir biçimde korumaya çalışsalar da,
sonuç çoğu zaman bu yapıların çürümesi olmaktadır.
Sonuç olarak emperyalist sömürgecilik dönemi,
ilk sömürgeci haydutluk dalgasından çok daha fazlasını
yapmış, bir yandan dünyanın en ücra köşelerini
bile sömürü ağı içersine alır ve bunun sonucu
olarak ekonomik (ve kuşkusuz aynı zamanda ekolojik)
bir felakete uğratırken, diğer yandan da kültürel-sosyal
alanda daha kapsamlı bir yıkımı beraberinde getirmiştir.
Bu ikinci dalga, birincisinden çok daha derinlikli
ve kapsamlıdır. Herhalde “kültür emperyalizmi”
terimi, bu dalganın yaptıklarına daha uygun düşmektedir;
çünkü bu kez gerçekten de eski usül misyonerliğin
ötesinde ciddi bir kültürel akış ve ona bağlı
olarak ortaya çıkan kültürel bozulma vardır. Bu
kültürel akış üzerinden gelen şey, eski moda deyimle
“ilim-fen” değildir; sömürgecinin amacı ve mantığı,
elini uzattığı topraktaki nesneleri “almak”tan
ibarettir. Dolayısıyla oraya, kendi arka planında
var olan burjuva aydınlanmacı geçmişini, pozitif
bilimlerin sonuçlarını, vs. taşımamaktadır. Gemilerle
taşıdığı yaşam biçimi de Avrupa’daki herhangi
bir orta sınıf insanının “normal” yaşantısı ve
kültürel kalıpları değil, kendine özgü bir lümpenlik
biçimidir.
Yeni-Sömürgeci Kapitalistleştirme
ve Üçüncü Dalga...
1945’lerden sonra emperyalist politikalar değişikliğe
uğradığında ve yeni-sömürgeci ilişkiler başat
rol oynamaya başladığında ise, bu kez her şey
yeniden harmanlanır. Söz konusu olan, büyük bir
kırılmadır. Klasik sömürgecilik tarzındaki basit
sayılabilecek işleyiş büyük ölçüde sona ermiş,
emperyalizme bağımlı bir kapitalist gelişme bu
ülkelerin bütün çehresini değiştirmiştir.
Her şeyden önce bu kapitalistleşme süreci, dışa
bağımlılığından kaynaklanan çarpıklığını bütün
sürece karakteristik bir öğe olarak katmıştır.
Bir yandan ülke şantiye gibi görünmekte, diğer
yandan ise bu durum kendi dinamiği ile oluşmuş
klasik bir sanayileşme sürecinden, onun altyapısından
ve kültürel normlarından uzak bir manzara sergilemektedir.
Kapitalist ilişkilerin yavaş yavaş çözmeye başladığı
kırlar büyük nüfusları kentlere akıtmakta, ama
çarpık sanayi yapısı bu yığınları emememektedir.
Çarpık kentleşme, tipik bir yeni sömürge olgusudur.
Ama bütün bunlara karşın, geçmişte sadece belli
liman kentlerinde yoğunlaşan merkezi otorite,
ulaşım ve iletişim hizmetleri giderek yayılmakta,
kapitalistleşmenin ihtiyaçları doğrultusunda belli
bir gelişme görülmektedir. Belli bir noktadan
sonra artık iletişim araçları ve ulaşım, ülkenin
hatırı sayılır bir bölümünde mevcut hale gelmektedir.
Bu arada feodal-içe kapalı ilişkiler adım adım
çözülürken, işbirlikçi kesimlerin de niteliği
değişmekte, eski komprador-tüccar kesimler hızla
işbirlikçi tekelci kapitalistlere doğru evrilmektedir.
Bütün bunlar, kuşkusuz büyük bir alt üst oluş
anlamına gelmiştir ve bu durumun kültürel-sosyal
sonuçlara yol açmaması düşünülemez.
Gerçekten de yeni-sömürge kapitalistleşmesi, toplumun
sosyal ve kültürel hayatını derinden etkilemiş,
bu kez daha kapsamlı ama daha az kaba görünen
bir kültürel yıkımı beraberinde getirmiştir. Artık
söz konusu olan “bağımsız”(!) bir ülkenin yurttaşlarıdır
ve kültürel yıkım doğrudan sömürge gemileriyle,
kılıç ucunda gelmemektedir; emperyalist yaşam
tarzı ve kültürü, bu kez daha ağırlıklı olarak
kapitalistleşme sürecinin içinden doğru akmaktadır.
Kapitalist gelişmenin sonuçları olan her fabrika,
her otoyolu, her yeni iletişim aracı, her eğitim
kurumu, vs. vs. aynı zamanda bu kültürün neredeyse
“doğal” görünen taşıyıcıları olarak süreçte yerini
almaktadır. Yeni tüketim alışkanlıkları, her geçen
gün daha fazla paraya bağlanan yeni insan ilişkileri,
aynı zamanda emperyalist ülkenin yaşam tarzının
inşası anlamına gelmekte, bütün bunlar eski-yerleşik
davranış kalıplarını çözmektedir. Pazarın genişlemesi,
pratikte dün kendi halinde, içe kapalı bir dünyada
yaşayan insanın bugün piyasa için çalışır, yaşar
ve düşünür hale gelmesine yol açmaktadır. Öte
yandan, hızlı gelişen kapitalistleşme, ortaya
belli bir eğitilmiş eleman topluluğu ihtiyacını
da çıkarmakta, böylece aslında bir “kültür taşıyıcı”
kategori daha ortaya çıkmaktadır.
Ve elbette, kültürel değişim süreci yalnızca kapitalistleşmenin
“doğal” ihtiyaçları tarafından şekillendirilmemektedir;
her şey bu kadar kendiliğindenliğe terk edilmiş
değildir. Özellikle Hollywood üzerinden dünya
film endüstrisinin önemli bölümünü kontrol eden
ve 1950’lerden sonra giderek TV gibi daha gelişkin
iletişim ve yönlendirme araçlarına da kavuşan
emperyalist tekeller, bütün bu araçları da ustalıkla
kullanmakta, emperyalist yaşam tarzını, tüketim
alışkanlıklarını ve değerlerini yeni-sömürge halklarının
üzerine püskürtmektedir. Ve yine bu püskürtülen
kültür, klasik burjuva değerlerin birebir yansıtılmasından
oluşmamakta, daha ağırlıklı olarak pop kültürü
öne çıkarmaktadır. Toplumsal yapının bu yeni akışı
tam olarak içine sindiremediği durumlarda ise
çarpık kentleşme kendine özgü (Türkiye’de arabesk,
Brezilya’da Favela kültürü gibi) melez kültür
biçimleri yaratmakta ama sonuçta bu da sistemi
tehdit eden bir unsur olmamaktadır.
Kısacası yeni-sömürgecilik, bağımlı ülkeler için
daha derinlere işleyen, içselleşmiş bir kültürel
çürüme anlamına gelmiş, daha yavaş ama daha etkili
çalışan bu mekanizma emperyalist ilişkileri sağlamlaştırmanın
bir aracı olarak çok önemli bir konuma yükselmiştir.
Bu nedenledir ki, kültürel-sosyal ilişkiler ve
özel olarak kültür emperyalizmi bugün yeni-sömürge
devrimcilerinin daha fazla gündemine girmiş, önümüze
ertelenemez görevler koymuştur.
Türkiye’nin Kültürel Kırılma Noktaları
1- Cumhuriyet: İlk Kültürel Kırılma...
Yedi yüz yıllık bir tarihten sonra, yarı-sömürgeliğe
ve nihayet çöküşe dek sürüklenen Osmanlı’nın 19.
yüzyıl boyunca yaşadığı kültürel karmaşayı şimdilik
bir yana bırakıp işe Cumhuriyet’le başlarsak eğer,
ilk önümüze çıkan olgu, Kemalist elitin yarattığı
yeni sosyal-kültürel kategorilerdir.
1923’te işe kesin ve açık bir kapitalistleşme,
yüzünü kapitalist dünyaya dönme tercihiyle başlayan
Kemalizm, uzun süre önce kaçırılmış olan bir treni
yakalamak istemekte, bunun için zor dâhil bütün
yolları kullanmaktadır. “Batılılaşma”, “muasır
medeniyet seviyesini yakalama” gibi kavramlarda
sloganlaştırılan bu çabanın özü, esas olarak kapitalist
işleyiş ve değerler sisteminin inşasıdır. Dünya
kapitalist sistemiyle ortak ağırlık-uzunluk ölçülerinin,
ortak alfabenin yakalanmasını amaçlayan “inkılaplar”
dizisi ile kapitalist gelişmenin önünde engel
olabilecek feodal ideolojilerin zaman zaman tırpanlanması
bu bakımdan bir mantık zinciri içinde birbirine
bağlıdır. “İrticai” güçlerle zaman zaman uzlaşılsa
da, zaman zaman sertleşen ama daima yüzeysel kalan
hesaplaşmalar, eğitim sisteminin tekleştirilmesi,
vs. de aynı mantığın ürünleridir. Aynı biçimde
daha işin başında paylaşılıp sömürgeleştirilmiş
olan Kürt Coğrafyası’nın dilinin ve giderek varlığının
inkârı (ve inkârın tamamlayıcısı olarak zaman
zaman imhası!) benzer bir çerçeve içinde değerlendirilebilir.
Genel olarak süreç, Ortadoğu coğrafyasından kopma
ve emperyalist-kapitalist dünyaya yaklaşma yönünde
zorlanmakta, bunun kültürel alandaki yansımaları
oldukça sancılı olmaktadır. Dinci gericiliğin
“koca Osmanlı’dan bizi kopardılar” mızıldanması
bir yana, gerçekten de bu kırılma dönemi, tarihsel
bakımdan çokuluslu imparatorluktan emperyalist
toplumsal kalıpları taklit anlamında modern kapitalist
devlete geçiş anlamına gelmiş ve buna bağlı olarak
büyük kültürel boşluklara yol açmıştır.
Ve en önemlisi, artık kendi dinamiğiyle ulusal
bir kapitalizm yaratmanın imkânlarına objektif
olarak sahip olmayan rejimin bu “muasır medeniyet”
aşkı giderek normal ekonomik-politik temellerinden
yoksun bir noktaya ulaşmış ve böylece korkunç
bir kültürel uçurumun da temellerini oluşturmuştur.
Yani burada söz konusu olan, kendi olağan sürecinden
geçmekte olan bir burjuva devrimin yarattığı klasik
burjuva değerler sistemi değil; zorlamayla yaratılan
ve ancak bir kasta hitap edebilen dar bir kültürel
yapıdır. Sonuçta oluşan tablo şöyledir: Bir yanda
gitgide halktan daha fazla tecrit olan bir devlet
eliti, onun çevresinde oluşan ve Kemalist kadroya
yakın olmanın nimetlerinden faydalanarak zenginleşen
tüccar-tefeci takımı, daha sonra egemenlik alanlarına
çok fazla dokunulmayan feodal toprak sahipleri
ve nihayet en altta devletin batılılaşma hevesinden
tamamen uzakta yaşayan kitleler... Tabloya kültürel
açıdan bakıldığında görülen manzara, herkesin
kendi telinden çaldığı bir kastlaşma gibidir ve
arada aşılmaz bir uçurum vardır. “Milletin efendisi”nin,
yani köylülerin balolardan, Ankara’nın ışıltılı
mekânlarından bir şey anladığı yoktur; onlar kendi
karanlık dünyalarının içindedirler. Bu arada zaman
zaman Güneş Dil Teorisi gibi abartılar uydurulmakta,
zaman zaman Osmanlı’yla hesaplaşma adına radyolarda
“klasik Türk musikisi” yasaklanmakta, klasik edebiyat
eserleri yayınlanıp opera ve bale toplulukları
kurulmakta, fakat ne yapılırsa yapılsın sabanın
başında toprağını süren köylü, paşaların emriyle
“muasır medeniyet seviyesine” gelememektedir.
Kürtler ise zaten bu kategorinin dışında değerlendirilmesi
gereken ayrı bir olgudur; onlar yıllar boyunca
bir isyandan öbürüne kendi kültürlerinin ve siyasal
bağımsızlıklarının peşinde koşmaktadırlar.
Kısacası, Kemalizmin kapitalistleşme mantığına
uygun olarak geliştirmek istediği kültürel biçimleniş
amacına tam olarak ulaşmamakta, halk kitleleri
ile yönetici elitin kültürleri iki farklı yoğunluktaki
sıvılar gibi birbirine karışmamakta ve ortaya
bilinen anlamıyla bir burjuva kültür çıkmamaktadır.
Üstelik 1940’lara doğru ekonomik sıkıntılar da
arttıkça aradaki bu uçurum daha da derinleşmektedir.
2- Yeni-Sömürgeci Dönemin Başlangıcı:
Kültürel Alt Üst Oluş
Daha sonra yeni-sömürge kapitalistleşmesinin mimarı
olacak olan Demokrat Parti ekibi, yine kültürel
açıdan bakılırsa eğer, tam da bu uçurumun içinden
doğmuştur. Tümü de bürokrasiden ve toprak ağalığından
gelen DP yöneticilerinin bu sınıfsal konumlarına
karşın kitleler içinde büyük bir destek bulması,
geçen otuz yıl içinde Kemalist kadro ile kitleler
arasında açılan bu mesafenin büyüklüğü ile ilgilidir.
Bu mesafe o kadar büyüktür ki, eski rejimin politik-kültürel
dogmalarına yönelik en küçük bir muhalif kelime
bile özellikle kırsal kesimde sempati yaratmakta,
“yeter söz milletindir!” gibi sloganlar, aynı
zamanda kültürel olarak da kitlelerin duygularını
okşamak anlamına gelmektedir.
Emperyalizmle girilen yeni işbirliği dönemi tam
da bu tablonun üzerine oturmuştur. Dış yardımlar,
ikili anlaşmalar, ortak yatırımlar ile hızla ilerleyen
kapitalistleşme, bütün çarpıklığına karşın yıllardır
yaprak kıpırdamayan bu topraklarda büyük bir alt
üst oluş yaratmış, sosyal ve kültürel hayat da
buna bağlı olarak çarpıcı değişikliklere uğramıştır.
Her şeyden önce bu, büyük bir hızla ilerleyen
çarpık kentleşme olgusunu yaratmış, kırlardan
dışlanan büyük nüfus kitleleri kentlere yığılmış,
buralarda bir yandan geçmişe oranla daha yüksek
yaşam standartlarıyla karşılaşırken diğer yandan
da çarpık kapitalizmin çarkları arasına girip
ezilmeye başlamıştır. Milyonlarca insanın hayatları
büyük bir hızla değişmektedir.
Öte yandan kırda bir yandan ticari ürünlere geçiş
hızlanmakta, diğer yandan sadece büyük toprak
sahiplerinin birikimini artıran makineleşme gelişmekte,
sonuç olarak bu durum ulaşım ve iletişim ağının
genişlemesiyle birlikte eski, içe kapalı feodal
yapıları adım adım çözmektedir. Ancak buna karşın,
yeni-sömürgeci “kalkınma hamlesi”nin taşradaki
payını kapan dinsel cemaatlerin de yardımıyla
üst yapıda feodal değerler ve kültür korunmaktadır.
Esasen dönem boyunca işbirlikçi tekellerin tartışmasız
üstünlüğüne karşın toprak ağaları politik olarak
da korunmakta, ittifak geçerliliğini sürdürmektedir.
İttifak sürmektedir, ama sonuçta, adım adım para
işin içine girmiştir. Bir yandan içe-dönük tarımsal
üretim adım adım çözülürken, diğer yandan ürünün
satıldığı kanaldan tüketim malları da gelmekte,
“pazar için üretim”, “pazardan tüketim”i de beraberinde
getirmektedir. Eski sade ve basit kır hayatı çeşitlenmekte,
yeni tüketim alışkanlıklarına bağlı olarak yeni
yaşam biçimleri ve para esasına dayanan insan
ilişkileri ağırlık kazanmaktadır. Özellikle 1960’lara,
70’lere doğru gelindikçe durum iyice değişir;
çünkü artık kültür alanındaki her şey sadece kapitalist
gelişmenin “masum” sonuçları değildir. Bir tür
iletişim devrimi yaşayan emperyalist dünya, hem
yeni oyuncakları için bir pazar yaratmak istemektedir,
hem de bu yeni araçların Hollywood filmlerinden
daha etkili olduğunu fark etmiştir.
Açıkçası bu, coğrafyamızda yaşayan halkların o
güne kadar yaşadığı en büyük kültürel kırılmadır.
Bütün değerler yeniden biçimlenmekte, yeni davranış
kalıpları eskilerinin yerini almakta, toplumsal
yapı en alttan en üste kadar sarsılmaktadır. Kentlerin
kenarlarına yığılmış olan milyonlarca insan orada,
geldiği yerden farklı bir hayat tarzıyla tanışmıştır.
Fiziksel anlamda üst kesimlerin şatafatlı hayatının
tümüyle dışındadır ama hayali olarak onun çok
uzağında da değildir. Gecekondularla villalar
nasıl yan yana ise fakir kızlarla zengin patronlar
da yan yanadır. Yaşlılar “her şeyin bozulduğundan”
yakınmakta ama gençler yine de bu büyük okyanusta
kendilerine de bir gelecek olduğunu düşünebilmektedirler.
Dönemin başlıca “kırdan kente göç” filmleri bu
kültürel çarpılmayı, aile bütünlüğünü korumak
isteyen göç insanlarını ve kuşaklar arası çatışmaları
anlatır. Yine dönemin en çok tutulan filmleri
arasında üst sınıfların Batılı hayat tarzına özenen
basit ama dürüst insanların hikâyeleri çoğunluktadır.
“Mutlu Son” kavramı, esasında tam bu dönemin hikâyelerinden
türemiştir; genel olarak filmler acıklıdır ama
karamsar değildir. Karamsar öykülere ise çok az
rastlanır. Sistem, üst sınıflara çıkma hevesinin
önünü fiziki olarak kesmekte ama hayali olarak
alabildiğine kışkırtmaktadır. Binlerce film ve
daha sonra televizyon dizileri, bize hep bunu
anlatırlar.
Üste tırmanmanın fiziki imkânsızlığı ile kışkırtılmış
tırmanma hevesinin büyüklüğü arasındaki uçurum
o denli büyük ve o denli ezicidir ki, sonunda
bu eziklikten bir gecekondu kültürü olarak arabesk
doğmuştur. Aynı yıllarda birçok yeni-sömürgede
ortaya çıkan benzerleri gibi arabesk de, yalnızca
bir müzik türü değil, isyan yerine mızıldanmanın
öne çıkarıldığı bir yaşam tarzı olmuştur. Ve tabii,
kısa sürede, başlangıçtaki kendiliğinden niteliği
değişime uğramış, bu verimli alana el atan kapitalizm,
kültürün yeniden üretimini de üstlenmiştir. Yani
başlangıçta emekçi insanların dünyasından doğan
bir kültür, daha sonradan oraya pompalanan bir
şey olmuştur.
Artık Türkiye’nin kültürel manzarası birkaç çizgi
ile anlatılamayacak kadar çeşitli ve karmaşıktır.
Bir yanda tekelci zenginlerin gitgide çürüyen
hayatı ve kültürü vardır ki, bu kültür hiçbir
zaman klasik burjuva yaşantısına benzememiş, içinde
poptan arabeske ne varsa barındıran tam bir şekilsizliktir.
Bilinen anlamda bir klasik burjuva yaşam ve kültürü
değildir. Bugünlerde ceplerindeki paranın bolluğundan
müze kurma ve tablo satın alma merakına düşen
tekelci patronlar, gerçekte yakın geçmişe kadar
hiçbir zaman böyle bir kültürel şekilleniş içinde
olmamışlar, kolay yoldan kazandıkları paracıklarını
istifleme sanatıyla daha çok ilgilenmişlerdir.
Onların altında, yeni sömürge kapitalizminin nimetlerinden
beslenen ve bu sisteme hizmet eden orta-üst sınıflar
vardır ki, asıl emperyalist kültürün, Amerikan
yaşam tarzının taşıyıcılığını bu kesimler yapmıştır.
Yaşam tarzları gereği emperyalist kültürle iç
içe olan, onun ürünleri ve tüketim-davranış kalıplarına
uyum sağlayan bu kesimler, politikadan ekonomiye
ve kültüre dek her alanda yeni bir işbirlikçiler
kuşağının temsilcileridirler. Emperyalist yaşam
tarzı ile ilk onlar karşılaşmakta ve bütün iletişim
kanalları üzerinden onlar yaymaktadırlar. Bu,
hiçbir zaman kendiliğinden ve masumane değildir;
bütün diğer yeni-sömürgelerde olduğu gibi Türkiye’de
de emperyalistlerin akıttığı para kaynaklarının
ve diğer imkânların bir bölümü bu kesime yönlendirilmiştir.
Özellikle kamuoyunu yönlendiren medya kurumlarının
ilk harcında mutlaka emperyalistlerin doğrudan
ya da dolayla katkısı vardır. Bir yandan doğrudan
CIA çengelleriyle basın kurumları yaratılırken,
diğer yandan ise basın alanına giren bazı aileler
desteklenmiş, bunların yaydığı Amerikancı kültür
atmosferi kullanılmıştır. Çizgi romanlardan fotoroman
dizilerine ve pop müzik yarışmalarına dek bir
dizi etkinliğin bu ailelerin kontrolünde olması
rastlantı değildir.
İşçiler ve emekçiler arasında ise durum karışıktır.
Onlar, bir yandan asla ulaşamayacakları hayat
biçimlerine özenirlerken, diğer yandan da kendilerini
ezen sistemin pompaladığı bu kültüre tepki göstermekte,
kendilerine başka kanallar aramaktadırlar. Bu
kanallardan birincisi arabesktir; ikincisi ise
özellikle toplumsal hareketin ivme kazandığı zamanlarda
yükselişe geçen devrimci kültür öğeleridir. Emekçi,
yalnızlık ve umutsuzluğa düştüğünde ya da baskı
ile bunaltıldığında arabeske, kitlelerle birlikte
yürüyüp hakkını aradığında ise devrimci yaşam
tarzına eğilim göstermektedir. Aynı durum bir
ölçüde kent küçük burjuvazisi için de geçerlidir.
Kırdaki durum da benzer biçimdedir ama daha karışıktır.
Bir yandan bilinçli bir çaba olarak feodal kültür
öğeleri korunmaktadır. Bunun için gerici cemaatler
mali olarak da desteklenmekte, işbirlikçi politikacılar
onları yağlarken onlar da kitleleri sağ partilere
yönlendirmektedirler. Öte yandan her adımda kapitalizmle
daha fazla karşılaşan köylü, zaman zaman içine
(dine) kapanıp bu musibetin en azından kültürel
saldırısından korunmaya çalışmakta ama bunu hiçbir
zaman tam olarak gerçekleştirememektedir. O kadar
ki, bir zamanlar bütün yeni icatlara ve Batılı
yaşam biçimlerine öfkeyle karşı çıkarak kısmen
bu hissiyatı dile getiren hoca takımı bile sonunda
“imana gelip” tutumlarını yumuşatmışlar ve sonunda,
2000’lere doğru gelirken serbestliğin ölçülerini
tümüyle kaçırmışlardır! Böyle yapmışlardır; çünkü
etkileri altında tutmak istedikleri kitlenin bizzat
kendisi bu rüzgâr karşısında artık direnememektedir.
Bu arada, Osmanlı’dan bu yana akıp gelen Sünni
hâkimiyeti de perçinlenmiş, daha açık fikirli
bir topluluk olan Alevilerin ikinci sınıf yurttaşlığa
doğru itilmesi bir kez daha gerçekleştirilmiştir.
Kent yaşamı1960’lara değin esas olarak Sünni eksenlidir.
Kentlere akan Alevilerin önemli bir bölümü daha
baştan kendi mezhebini inkâr, gizleme, bu anlamda
ikincilleşme durumu yaşamıştır. Bu ezilme tablosu
içinde yavaş yavaş bir Sünnileşme durumu yaşanmıştır.
1980’lerin ortasından itibaren gelişen Alevilerin
kendilerini dinsel açıdan özellikle Cemevleri
üzerinden ifadesi bu ikincilleşme tablosunu kısmen
zayıflatmış olsa da esas olarak bozmuş değildir.
Öte yandan bu sürecin devletin Alevileri kendine
bağlama operasyonu ile bağlantısı ayrıca ele alınması
gereken bir konudur.
Öte yandan, kırsal kesimde ve kırdan koparak kentlere
yığılan emekçi kitlelerin bir bölümünde, emperyalist-kapitalist
ilişkilerin özüne yönelmeyen ama bu ilişkilerin
uç noktadaki bazı kültürel belirtilerini hedef
seçen bir tepkisellik üretilmiş ve tuhaf bir biçimde
bu Batı karşıtı tepki, anti-komünizmle birleştirilebilmiştir.
Örneğin ahlak-dışı davranışlara, alkole, açık-saçık
giyim kuşam biçimlerine yönelik tepkinin “komünizme
karşı mücadele”ye eklenmesi, tipik bir emperyalist
yönlendirme operasyonudur.
Kuşkusuz kırdaki kültürel durum, bundan ibaret
de değildir. Özellikle 1960’lardan sonra kırsal
alanda, küçük üreticiler ve topraksız köylüler
arasında çakmakta olan kıvılcımlar, yer yer bu
tabloyu değiştirmekte, devrimci kültür öğeleri
bu kesimlerde kendisine belli bir yer bulabilmektedir.
Ve nihayet, bu dönemin bir başka özgün kategorisi,
hızlı kapitalistleşmenin teknik ihtiyaçlarından
dolayı okuma şansı tanınan gençlik kesimleridir
ki, çoğunluğu orta ve alt sınıflardan gelen bu
kesimin hatırı sayılır bir bölümü, özellikle 1960’lar
ve 70’lerde sisteme karşı “nankörlük” etmiş, düzenin
kendisine dayattığı yaşam ve kültür biçimlerini
reddederek muhalefet cephesini seçmiştir.
Kısacası, yeni-sömürgeci ilişkiler, toplumun bütün
kesimleri için bir kültürel alt üst oluş anlamına
gelmiş, emperyalist kültür ile onun alternatifi
olan öğeler dönem boyunca her zaman bir çatışma
içinde olmuştur.
3- Restorasyon Dönemi ve Sonrası...
Daha sonraki süreçte kültürel ortam, açıkçası
çok ağırlıklı olarak politik sürecin şekillendirmesine
uğramıştır. 1960’ların ikinci yarısından itibaren
başlayan ve iki dalga halinde 1980’e dek devam
eden toplumsal politizasyon dönemi, toplumun kültürel
yapısını derinden etkilemiştir. Özellikle krizin
derinleşme aşamalarında, kültürel çürüme unsurları
güçlenmekte ama yükselen toplumsal hareket de
buna yetersiz ama anlamlı bir yanıt verebilmektedir.
Tam da bu noktada 12 Eylül cuntası, ekonomiden
siyasete ve üniversitelere dek bütün alanlarda
olduğu gibi sosyal-kültürel alanda da ciddi bir
“yeniden biçimlendirme” yapabilmek için emperyalizm
açısından iyi bir fırsat olmuştur. O zamanların
basınında “depolitizasyon” diye adlandırılıp tartışılan
bu biçimlendirmenin temelinde tabii ki çıplak
zor ve baskı vardır. Devrimci hareketin kırılması,
örgütlenme ve birlikte davranma-dayanışma fikrinin
ezilmesi, 70’li yıllar boyunca özellikle işçi
sınıfında oluşmuş bulunan direnişçi geleneklerin
her yoldan tasfiye edilmesi ve bireyciliğin özendirilmesi
bir tür “zemin düzleme”dir. Aynı şekilde, bir
yandan dini akımlar kollanırken, diğer yandan
sözde “en disiplinli” diye tarif edilen sıkıyönetim
koşullarında her türlü yozluğun ve çürümenin teşvik
edilmesi, dönemin tipik olgularıdır. Yine bu dönemle
ilgili gözden kaçırılmaması gereken nokta, devrimcilerin
baskı altında olduğu ya da tasfiye edildiği koşullarda
ve alanlarda kirli işler dünyasının aldığı büyük
mesafedir; sanılanın aksine mafyatik faaliyet
hiçbir dönemde 12 Eylül’de olduğu kadar rahat
yürütülmemiştir.
Bütün bu dizginsiz saldırganlık eşliğinde ortaya
konulan ekonomik politikalar da bilinmektedir.
Restorasyon dönemi boyunca, klasik ithal ikameci
yapının çökertilerek ihracata yönelik sanayileşme
modelinin inşası, yan unsurlar olarak büyük çaplı
para spekülasyonlarını, karapara yöntemlerini
ve bütün diğer dalavereleri gündeme getirirken
“yeni toplumsal değerleri” de yaratmıştır. Büyük
para havuzları yaratan ve orta sınıfların yükselme
hırslarını artıran bu yeni sistem, gelişmesinin
her aşamasında büyük kültürel bozulmalara da imza
atmıştır. Açıkça söylemek gerekirse bu, yeni-sömürgeci
ilişkilerin başlangıç dönemiyle kıyaslanamayacak
ölçüde büyük bir ikinci kırılma noktasıdır. Bu
kez toplumsal-kültürel yapı, ağır baskı koşullarının
da kolaylaştırdığı bir ortamda büyük bir yozlaştırma
operasyonundan geçirilmiş, eski döneme ait bütün
yerleşik ahlaki yargılar alt üst edilmiştir. En
simgesel ifadelerini Turgut Özal’ın davranışlarında
bulan bu yeni biçimlenme (rüşvetin meşrulaştırılması,
üretimsiz-hayali para kazanma yollarının özendirilmesi,
para dışındaki bütün insan ilişkilerinin lanetlenmesi,
“altta kalanın canı çıksın” mantığı, yalnızca
kendisini düşünen korkunç bir bireyciliğin yaygınlaştırılması,
vs. vs.) baskı ve örgütsüzlük içinde yetişmiş
olan bir kuşağa rengini vermiş, davranışlarını
biçimlendirmiştir. Şener Şen’in başrolünü oynadığı
“Namuslu” filmi, bir anlamda bütün bu dönemin
kültürel yapısının eleştirel yansımasıdır. Filmde
özellikle “Namuslu” adamın oğlunun “avanta” kazanca
duyduğu eğilim, adeta geleceğin habercisi gibidir.
Üstelik bu büyük alt-üst oluş, aynı zamanda kırdaki
en büyük tasfiye dönemine de denk düşmüştür. Buna
bağlı olarak feodal değerler adım adım çökmekte,
bu çöküşün karşısında ise herhangi bir devrimci
alternatif varlık gösterememektedir. Böylece ortaya
çıkan büyük boşluğun bir bölümü belki yine (artık
postmodernleşmiş olan) dini cemaatler tarafından
emilmiştir; ama asıl büyük bölümü, tam bir çürümenin
zemini olarak gitgide büyümüş ve bugünkü tahribatın
önceli olmuştur. “Yer altı” sektörünün büyümesinin
artık sınırları yoktur; her türden uyuşturucu
ve diğer yozlaşmış kültür zeminleri hızla yayılmakta,
tarihin en büyük yozlaşması yaşanmaktadır. Kürt
coğrafyası 80’li yılların yarısından itibaren
geliştirdiği isyanla bir ölçüde kendisini bu bataklıktan
uzak tutabilmiştir; ama özellikle batıdaki metropol
kentler artık 1960’larla kıyaslanamayacak bir
durumdadır.
Aynı süreçte yaşanan “iletişim patlaması”yla birlikte
emperyalist-kapitalist demagoji araçlarının hızla
artışı ve etki alanlarının olağanüstü genişlemesi,
bu bozulmuş toplumsal yapıya yeni bozulma unsurlarının
eklenmesini olanaklı kılmıştır. Arabeskin acısı
taverna müziğinin oynak ritmiyle boğulmuş, sinema
çökerken TV dizileri yükselişe geçmiş, bilgi yarışmalarının
yerini beşinci sınıf şaklabanlıklar almıştır.
1960’ların herhangi bir gazetesinde hiçbir biçimde
iş bulamayacak soytarılar artık haber sunucusudur.
Futbolun yükselişi, devşirme halter sporcuları,
vs. vs. hepsi bu dönemdedir ve artık tümü birden
yeni bir kültür formunun yaratılmasının hizmetindedir.
4- Restorasyonun Olgunluk Aşaması:
1990 ve Emperyalist Kültürün Saldırısı
Olarak Postmodernizm
1990 çöküşü, coğrafyamızın kültürel yapısını işte
tam da bu durumdayken yakaladı. Yeni tarihsel
sürecin temel olguları olan dizginsiz emperyalist
haydutluk, neoliberalizm ve postmodernizm, bu
toplumsal-kültürel yapıyı aynı anda baskısı altına
alarak 1980 restorasyonunun eksik bıraktığı yozlaşma
öğelerini tamamladı. Ama bu kez, toplumsal hareketin
en ağır gerilemesinin yaşandığı karanlık bir süreçte...
Olguları rasyonel tahlillerle açıklayabilme yeteneği
olan devrimci örgütleri bile sarsan ve karamsarlaştıran
1990 çöküşü, sıradan emekçiyi çıplak bir yalnızlık
içinde buldu ve derinden etkiledi. İyi ya da kötü,
sonuçta bizim işçi emeğimiz olan reel sosyalist
blok çöktüğünde, son on yılda zaten büyük ölçüde
törpülenmiş olan dayanışmacı kültür biçimleri
de ağır bir çöküntüye uğradı; rakipsiz kaldığı
ölçüde pervasızca dünyaya meydan okuyan emperyalist
saldırganlık “naklen” yayınlanan Körfez Savaşı
ile büyük şovunu yaparak emekçi bireye bir kez
daha darbesini vurdu ve artık her şey çığırından
çıktı. Uluslararası haydutluk gösterileriyle birlikte
kesintisiz sürdürülen yerel baskı koşullarında
artık postmodern gericiliğin önü iyice açılmıştı.
Esnek üretim ve emek sürecinin, işçi sınıfının
yapısının ve örgütlülüğünün parçalanması ile paralel
olarak gelişen postmodern gericilik, emekçilerin
en kritik ve en can alıcı noktasına, gelecek umuduna
vurdu. Bütün büyük kurtuluş teorilerinin çöktüğünü
ve artık gelecekle ilgili herhangi bir şey yapmanın
mümkün olmadığını vaaz eden postmodernizm, sanıldığı
gibi salt bir felsefi akım değildi. Emekçinin
bütünlüğünü parçalayan bu gerici ideoloji, mahalle
kahvesinde, tekstil atölyelerinde, sokakta, evde,
her yerde büyük bir hızla karşılığını buldu. Örgütlü
davranış yerine bireyciliğin, bütünlüklü insan
yerine paramparça kimliklerin, gelecek umudu yerine
sefil bir içe kapanmanın geçtiği her yerde bir
emperyalist kültür olarak yerleşip oturdu.
Ve bütün bunlar, asla “doğal” yoldan, yani olguların
kendi süreçleri içinde gelişmesiyle gerçekleşmedi.
Emperyalist-kapitalist sistemin olağanüstü düzeyde
geliştirdiği iletişim araçları, işbirlikçi yazar-çizer
takımı, vs. vs. tümü bu süreçte aktif biçimde
rol aldılar. Tarih bilincini yok etmek, politik
bilincin yerine tek tek politik olayların sıralanışını
geçirmek ve emekçinin zihnini, yaşamını parçalayarak
anlamsızlaştırmak, tümünün ortak göreviydi.
Doğrusu bu, tarih boyunca “kültür emperyalizmi”
kavramına en çok denk düşen durumdu; çünkü söz
konusu olan şey, tarihte yapılmış olan en kapsamlı
ve en “bütünlüklü” saldırıydı.
Sonuç, büyük bir kültürel yıkım, insani değerlerin
yeniden tasfiyesi oldu. Uyuşturucudan fuhuşa bütün
kirli işlerin artık birer kültürel öğe olarak
geliştirilip kollanması, emekçi mahallelerinde
yaşanan ağır tahribat, yoksulları yalvarmaya iten
düşkün davranışların yerleştirilmesi, eskiden
giysilerin içinde bir yere dikilen markanın bir
teşhir unsuru olarak dışa dikilmeye başlanması,
McDonald’s, Coca-Cola, kültürlerinin yaygınlaştırılması,
vs. vs...
Bütün bu kültürel saldırıya karşı içe-kapanmayla
yanıt vermek isteyen insanların dine yönelmesi
de kısa sürede bir sorun olmaktan çıkarıldı. Bu
tür kültürlerin politik temsilcileri zaman içersinde
baskı ve şantaj dahil her yol kullanılarak ehlileştirildi,
en uçtaki çemberler ise marjinalleştirildi. Çok
seyircili eğlencelik filmler, uluslar arası ajansların
manipülasyon haberleri, insan onurunu aşağılayan
yarışma programları, magazin kültürünün zirveye
tırmanması, asla ulaşılamayacak hayatlara özendiren
renkli programlar ve daha bir sürü yoldan saldırılan
şey, sınıf bilinci ve dayanışmasıydı. Ve tabii
bu arada derinlikli kültür ürünlerinin emekçi
kitlelerden uzakta tutulması, neoliberalizmin
yarattığı sefaletle çoktan sağlanmıştı bile...
5- Kültür Cephesinde Savaş:
Yarına Erteleyemeyiz!
Bugün artık bir ucundan parçalanmaya başlanan
yoğun karanlık, emekçilerin dünyasının üzerine
işte böyle örtüldü. Ve işte bu yüzden, kültür
cephesindeki mücadele artık hiçbir biçimde yarına
ertelenemeyecek kadar işçi sınıfının mücadele
biçimleri arasına girdi. Bugün emekçiler arasında
yürütülen her devrimci çalışma, zorunlu olarak
postmodern kültürün belirtilerine karşı mücadele
ile birlikte ele alınmaktadır, alınmalıdır. Çünkü
sorunun bütün diğer yönlerini bir yana koysak
bile şu, çok açık bir pratik gerçeklik olarak
önümüzde durmaktadır: Temas edip devrim davasına
kazanmak istediğiniz her emekçi, her liseli, her
kadın, vb. kesinlikle ve öncelikle egemen kültürün
boyunduruğundan kurtarılmak zorundadır. Devrimci
çalışmanın bizzat kendisi böyle bir ihtiyacı dayatmaktadır;
çünkü parçalanmış, kırılıp dökülmüş kimlikler
ve kişilerle yol almak mümkün olmamaktadır. Emperyalist
işgal altında olan, yalnızca bu topraklar değil,
aynı zamanda bu toprakların üzerinde yaşayan emekçilerin
zihinleridir.
Bugün kültür cephesindeki mücadele işçi sınıfının
mücadele cepheleri arasında önemli bir yer tutmaktadır.
Ve kültür emperyalizmine karşı savaş, emperyalist
işgale karşı savaşın ayrılmaz bir parçası olarak
önümüzde, gündemimizdedir.
Bu konuda temel koordinatlardan yoksun değiliz.
Devrimci sosyalist hareketin bugüne kadarki birikimi
bu mücadele için yeterli verileri sunmaktadır.
* Her şeyden önce devrimci sosyalist hareket,
emperyalist kültüre, postmodern gericiliğe karşı
mücadeleyi bir politik-kültürel mücadele olarak
algılamaktadır. Yani, bu mücadele yalnızca alternatif
kültür unsurlarının rastgele üst üste yığılması
değil, politik ortamın genel olarak devrimcileştirilmesi
eylemi anlamına gelmektedir. Daha başka bir deyişle
ifade edersek, alternatif devrimci kültürün yaratılarak
postmodern gericiliğin karşısına dikilmesi, emperyalist
kültüre karşı mücadelenin en önemli halkalarından
biridir ama tek başına anlamlı değildir; asıl
sorun, toprağın alt üst edilmesi, emperyalist-kapitalist
düzenin politikalarına merkezi ve bütünlüklü biçimde
politik-askeri yoldan müdahale edilmesidir.
* Ancak bu temel doğru, devrimci sosyalist hareketin
alternatif emekçi kültürünün yaratılması ve yayılması
için bugünden başlayarak mücadele yürütmesinin
önemini ortadan kaldırmaz; tersine bu cephedeki
savaş, günümüzde bir kat daha önem kazanmıştır.
Sürecin şu an içinde bulunduğu aşamada örgütsel
ifadesini Politik Kültürel Odaklar’da bulan bu
politik-kültürel mücadele, bir an bile ara vermeksizin
emekçilerin bulunduğu her yerde emperyalist kültüre,
bireyciliğe ve yozlaşmaya karşı emekçi halk dayanışmasını,
alternatif devrimci kültürü örmeli, bunu somut
örneklerle ortaya koymalıdır. Artık bu, her günkü
devrimci çalışmanın bir parçası olarak kesintisiz
sürdürülmesi gereken bir savaş haline gelmiştir.
Tek tek her devrimci sosyalistin davranış biçimlerinden
büyük kampanyalara dek her yoldan ve her gün emperyalist
kültürün ve politikaların bütün belirtilerine
karşı mücadele yürütmek, onunla hayatın her alanında
-zaman zaman kendi kişiliğimiz dâhil olmak üzere-
hesaplaşmak somut görevlerimiz arasındadır.
* Öte yandan bizler, bu mücadele sürecinde önümüzde
hazır bulduğumuz ya da düşman tarafından bize
dayatılan kültürel çatışma alanlarına bağlı değiliz.
Devrimci sosyalist hareket, “Doğu-Batı sorunsalı”
ya da “Laiklik-Şeriat” gibi dar parantezler içine
sıkışmış yaşam ve kültür çatışması alanlarının
ötesine geçerek yeni devrimci kültürü emperyalizme
karşı mücadele içinde sınıfsal zeminlerine oturtacak
ve devrimci bir halk hareketinin zemini yapacaktır.
Bizzat emperyalizm tarafından yaratılarak kışkırtılan
bu tür “medeniyetler çatışması” demagojilerinin
karşısında biz, son derece net biçimde coğrafyamızın
ve Ortadoğu’nun emekçi halklarının yanında saf
tutuyoruz. Avrupa merkezli, kültürel kimliğini
kapitalist dünya ile bütünleşmekte arayan “mandacı”lık
biçimlerini kesinlikle reddediyor ve son derece
net bir biçimde bölge halklarının kaderi ile kendi
kaderimizi birleştiriyoruz. Dünyanın bu en devrimci
havzalarından birinde yaşayan bizler, Türk, Kürt,
Arap, Acem ve bütün diğer bölge halklarının en
devrimci kültür öğeleri ile yeni tarihsel sürecin
bilimsel sosyalist aydınlanmasını bir araya getirmek
ve yeni devrimci kültürümüzü bu temel üzerinde
inşa etmekle görevliyiz. Yeni sürecin bilimsel
sosyalist aydınlanması, insanlığın uygarlık mirasının
komünist biçimde aşılması ve yeni bir düzeye sıçratılmasıdır.
Bu yeni düzey, bizim devrimci pratiğimizin ve
bu pratiğin sürece eklediği yeni devrimci kültür
öğelerinin ürünü olacaktır.
* Dolayısıyla nihai hedefi komünist bir dünya
kurmak olan devrimci sosyalist hareketimiz, binlerce
yıllık uygarlık tarihinin tek bir sayfasını bile
reddetmemekte, kendisini bu tarihin bir parçası
olarak algılamaktadır. Dünyanın en kritik coğrafyalarından
birinde yaşayan bizler, bu kültürel mirasın sahibiyiz,
onu emperyalizmin yozlaşma ve çürüme kültüründen
ayırt ederek yürürüz; ama bu yürüyüş sırasında
ayaklarımızın kendi topraklarımızdan kopmasına
da izin vermeyiz. Karşımıza çıkan devasa emperyalist
kültür saldırısına ve yozlaşmaya karşı, feodal
ideolojinin cephaneliğinden eski püskü silahlar
aramayız. “Halkımızın kültürü” adı altında tek
bir gerici öğeyi alternatif devrimci kültürümüzün
içine sokmayız; yürüyüşümüz boyunca ufuk çizgimiz
ileriye, insanlığın geleceğine dönüktür; geride,
tarihin tozlu sayfaları arasında sıkışıp kalmayız.
Bu, aynı zamanda, postmodernizmin ortaya attığı
yerellik-kozmopolitizm tartışmalarını dışlayan,
kendini o dar çerçeveye hapsetmeyen bir yaklaşımdır.
Yerel ile evrensel bir bütündür. Enternasyonalizm,
bizim için tartışma götürmez bir ilkedir; ancak
enternasyonalist kültür, mevcut emperyalist küreselleşmenin
kültürel şekilsizliğinin göklere çıkarılması değildir.
Aynı biçimde, bu küresel kültür saldırısına karşı
kendi kabuğuna çekilen bir dar ulusalcılığı ya
da postmodern ideologların dayattığı “yerelci”
kültür söylemlerini kabul etmeyiz. Enternasyonalizm,
dünyanın bütün emekçilerinin ve ezilen halklarının
devrimci değerleri ve kültürlerinin kardeşçe,
yoldaşça bir araya gelmesidir; halklar arasında
her bakımdan bir eşitlik ilişkisidir. Bizim devrimci
hareketimiz de, bütün diğer halkların devrimci
hareketleri gibi enternasyonalizmin kızıl bayrağının
üzerinde kendine özgü renkler taşıyan bir devrimci
hareket olacak ve dünya proletaryasının büyük
kavgasına kendi bayrağıyla katılacaktır. Bu bayrağın
kumaşı uluslar arası proletaryanın ellerinde dokunmuştur;
rengi de Spartaküs’ten bu yana bütün isyancıların
kanıyla belirlenmiştir, ama her zaman dünyanın
her yerinde olduğu gibi bu kumaş parçası, ancak
somut devrimci pratik içinde, o pratiğin ekledikleriyle
birlikte gerçek bir bayrak haline gelebilir, gelecektir.
Sonuç olarak, aslında geleceğin yeni insanının
yaratılması mücadelesi olan kültür cephesindeki
mücadele, yalnızca emperyalist işgale karşı bir
savaş değil, aynı zamanda geleceğin kurulması
mücadelesidir. Bu yeni insanı bugünkü toplum içersinde
küçük adacıklarda yaratmak gibi ütopik uçukluklarla
işimiz yok, kaybedecek zamanımız da yok. Biz bu
topraklarda, bu toprakların çamuru içinde yürüyoruz,
bugünkü çürüme içersinde adımlarımızı bir adımdan
öbürüne geçiyor, bir tümsekten diğerine sıçrayarak
yürüyoruz. Devrim yolunun “dolambaçlı, engebeli
ve sarp” oluşunu salt düşmanın yarattığı tehlikelerle
ilgili fiziki bir durum olarak algılamıyoruz;
bu 2000’lerin dünyasında aynı zamanda mücadele
ettiğimiz kültürel çürümenin büyüklüğü ve insan
unsuruyla ilgili zorluklarımızın boyutu ile ilgilidir.
Biz düşler kuruyoruz ama sanal âlemde yaşamıyoruz.
Bu, büyük bir iştir ve devrim sürecinin bütününü
-iktidar sonrası dahil olmak üzere- kesintisiz
biçimde kapsamaktadır.
Ama bugünkü işimizi de yarına ertelemiyoruz; böyle
bir lüksümüz yok! Bugünden başlayıp hayatın her
alanında, tek tek insan ilişkilerinden kurumlaşmış
faaliyetlere dek hayatın her alanında bu kültürün
sözcüsü olmak, eski ve çürüyen kültürü savurup
atmak her devrimci sosyalistin temel görevidir.
Omuzlarımızda bu görevin ağırlığıyla yürüyoruz.
Başarmak için ise başlıca iki şeye ihtiyacımız
var: Görevi doğru kavramak ve o görevin arkasına
örgütlü-planlı çalışma irademizi koymak... Bunları
başaracak ira-deye ve devrimci cesarete sahibiz
ve başaracağız.
|