Dünya genelinde işsizliğin giderek büyüdüğü ve
bu büyümeyle eşit oranda özelleştirme furyasının
yaşandığı günümüzde işsizlik Türkiye’nin ve dünyanın
temel sorunlarından biri haline dönüşmüştür. Temel
kaynağını burjuva egemenliğinden alan işsizlik,
ülkemizde yıllardan beri emperyalizm ve işbirlikçi
sermayenin çabalarıyla daha da derinleşmiştir.
KİT’lerin (Kamu İktisadi Teşebüsleri) zarar ediyor
mantığı adı altında özelleştirilmesi (ki bu ideolojik
bir saldırının ürünüdür) giderek emperyalizme
bağımlı bir ülke haline gelmemize ve bu arada
işsizler ordusunun daha da büyümesine neden olmaktadır.
Bilindiği gibi, devletin kamu alanındaki etkinliğinin
azaltılması küreselleşmenin en büyük saldırı ayağını
oluşturan özelleştirmelerle yapıldı.
Küreselleşmeyle birlikte IMF ve Dünya Bankası’nın
‘Yeniden Yapılanma’ adı altında tüm ülkelerin
önüne koyduğu yaptırımlarından biri özelleştirme
olmuştur. Emperyalizm dayatmalarıyla ve İMF ve
Dünya Bankası (DB) programları ve politikalarıyla
dayatılan özelleştirmeler, işsizler ordusu her
geçen gün yenisini katmaktadır. AB ilişkilerinin
bu bağımlılığı ve sorunları daha fazla artıracağı
ise kesindir. Aslında özelleştirmenin mantığı
sadece özelleştirilen iş yerindeki işçilerin işini
kaybetmesiyle sınırlı değildir. Toplumun daha
geniş bir kesimini içine alan ve daha geniş bir
saldırdan söz ediyoruz. Özelleştirmenin tahrip
gücü o kadar geniştir ki, tarımdan ekonomiye,
ekonomiden alt yapıya, alt yapıdan ülkenin coğrafi
yapısına (gecekondu yıkımları da buna dâhil) kadar
geniş bir alanı kapsamaktadır ve hiçbiri bir diğerinden
kopuk değildir. Örneğin Sümerbank’ın özelleştirilmesi
sadece Sümerbank çalışanlarını değil, aynı zamanda
pamuk üreticilerini ve genel olarak Türkiye tarımını
etkileyen bir durumdur. Hepsinin de amacı, kar
ve sermaye birikimi düzenine taze kan sağlamak,
tıkanan sisteme yeni canlı hücreler sunmaktır.
Sistem kendisini yenilerken, bunu işçi sınıfını
ezerek ve sömürü oranını artırarak yapmaktadır.
Ayrıca, özelleştirme, artık sığ bir “KİT kamburu”ndan
kurtulmak tartışmasının öznesi de değildir. KİT’ler
karda da olsa, zararda da olsa satılıyor. Kaldı
ki zarar eden bir kuruluşu bütün amacı daha fazla
kazanmak olan tekeller neden alsın? Sonuçta, kamu,
her tür ekonomik alandan çıkartılarak küresel
kapitalizmin vahşi sömürüsüne sunuluyor. Bu zaten
yeni bir tartışma değil.
Bunlar, dünya kapitalizminin, küresel sermaye
birikiminin master planını çizen ve uygulatan
Uluslararası Para Fonu (IMF)- Dünya Bankası (DB)
ikilisinin “birinci kuşak reformlar” dedikleri
paketin ana önlemleriydi. Dolayısıyla meclisten
geçen yasalar da bu planın bir parçasıdır. (GAATS,
Yerel Yönetimler Yasası ve benzeri birçok yasa
bu planın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.) Yani,
Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz Türkiye’ye has
ve geçici bir kriz değildir. Emperyalist sistemin
krizinin devamı olarak yerele yansıyan kriz devam
ediyor ve bunun daha derin izleri yaşanacaktır.
Bu anlamda işsizlik daha yoğun yaşanacak, sadece
işten atılanlar değil, küçük esnafın sermayesine
de göz diken büyük tekeller vasıtasıyla küçük
esnaf işini kaybedip işsizler ordusuna katılacaktır.
Aslında bugün yaşanan gecekondu yıkımları da tekellerin
bu alanlara göz dikmesiyle ilgilidir. Temel kaynağı
kapitalizm-emperyalizm olan işsizliğin ortadan
kaldırılması ise, ancak kapitalizmi ayakta tutan
ve emperyalizm işbirlikçilerine ve bunları ayakta
tutan kurum ve kuruluşlara karşı verilecek tutarlı
ve kararlı bir mücadele ile ortadan kalkacaktır..
Tarihsel Süreçte Kitlelerin
Ortaya Çıkışı
Kamu iktisadi Teşebbüslerinin (KİT) ortaya çıkışını
anlamak ve bunların daha sonra neden özelleştirildiğini
iyi kavramak için devlet yapısını biraz irdelemek
gerekiyor. Kapitalist sistemde devlet sermayenin
çıkarları doğrultusunda gerektiği zaman “sosyal
devlet”, “refah devleti”, “kayırıcı devlet” anlayışına
bürünür. Bu yapılanmalar tamamen sermayenin kar
güdüsüyle ilgilidir. Sonuçta tümü burjuva devletin
büründüğü biçimlerdir. Sonuç olarak devlet egemen
sınıfın bir baskı aracı olarak kalacaktır.
Buna bağlı olarak devletin ekonomik alana sürekli
müdahalesi söz konusudur ya dolaylı müdahale -bu
daha çok özel sektöre yöneliktir- ya da üretim
araçlarına hâkim olan devlet yatırımcı ve üretici
ve bu üretimi destekleyen, kredi alıp verme şeklinde
gelişir. Bunlar bir bütün olarak da devletin ekonomik
bir planlama yapmasını gerektirir. Devletin yatırımcı
olarak üretim alanına girmesi, bu anlamda 1930’ların
ortamında özel sanayiye zemin yaratmak, kalıcı
hammadde ve altyapı olanakları kurmayı amaçlamıştır.
Gerçekten de bu dönemde, zayıf durumdaki özel
sermaye kendi başına atılım yapamamaktadır.
Bu da devleti tamamen kamu sektöründe başlayacak
ekonomik alanlarda hamle yapmaya zorlamış ve KİT’ler
kurulmaya başlanmıştır. Diğer yandan ulus devlet
olma ve ulus devletin yapısı gereğince “ulusal”
bir ekonomi yaratma kaygısı da bir başka etkendir.
Yani KİT’ler, bir anlamda zorunluluktan doğmuştur.
O günün nesnel koşulları içinde var olmuştur.
1929 krizi sonrasında esen rüzgarda devlet müdahalesi
olmadan sistemin ayakta durmasının zor olduğu
kanısına varılmıştır.
Ayrıca böylece devlet büyük miktarlarda işçi ve
memur çalıştırıyor, diğer yandan da ürünlerde
uyguladığı fiyat politikalarıyla kitlelerin durumunu
da kısmen rahatlatıyordu. Ancak daha sonra, 80’lerden
itibaren değişen emperyalist politikalar çerçevesinde
ve küreselleşen sermaye ortamında KİT’ler uluslararası
sermaye için ayak bağı olmuştur. Egemen sermaye,
bir dönem kendisine büyük avantajlar sağlayan
KİT’lerin özelleştirilmesi noktasına geldi.
Bunun en çok tekrarlanan gerekçesi ise, KİT’lerin
zarar ediyor olmasıydı.
Küreselleşmenin Bir Ayağı
Olarak Özelleştirme,
İşsizlik ve Eşitsizlik
2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra Batı’da “refah devleti”,
yeni sömürge ülkelerde ise “kalkınmacı devlet”
adı altında yürütülen politikalar, kapitalizmin
“yapısal krize” girmesiyle birlikte yeniden gündeme
gelmiş ve tartışma konusu olmuştur. Özellikle
1980 öncesi süreçte devlet müdahalesini gerekli
gören egemen burjuvazi şimdi ise tam tersi bir
politikaya ihtiyaç duymaktadır. Bugün, devletin
her şeye çok müdahale ettiği ve sorunlarının kaynağının
da bu olduğu tezi ortaya konulmaktadır. Buna bağlı
olarak yeni bir ideolojik anlayış yerleştirilmeye
çalışılmaktadır. Neoliberalizm adı altında formüle
edilen bu ideolojik anlayışa göre, devlet ekonomiye
dolaylı biçimde karışmalı ve bunu da yalnızca
finans kredi politikalarıyla yapmalıdır.
Bu anlamıyla neoliberalizm emekçilerin sömürülmesinde
tekellere tam bir özgürlük vermesini ister. Neoliberalizme
göre, ücretlerin yükseltilmesi kapitalist birikimi
yeterince önlemekte, bu durum da ekonomik bunalımlara
ve işsizliğe yol açmaktadır. Neoliberal gericilik,
bu savlarla kapitalizmdeki bunalım ve işsizliğin
gerçek nedenlerini gizlemeye çalışmaktadırlar.
Oysa gerçeğin bunun tam tersi olduğu her geçen
gün çok daha iyi anlaşılıyor. Tersine, rekabet
mekanizmasıyla güçlenen şirketler kendi konumunu
korumak ve pazar payını genişletmek için ‘verimliliği’
artırmaya ve maliyetleri düşürmeye çalışıyorlar
ve daha çok işçiyi işten çıkararak, alım gücünü
de ortadan kaldırıyorlar. 2. Paylaşım Savaşı’ndan
sonra sermayenin en büyük krizi 1979-1982 yılları
arasında yaşandı. Bu yapısal kriz henüz aşılmış
değil ve tam da bu dönemde “küresel kapitalizme”
geçiş hamlesi başladı. Küreselleşmeyle birlikte
dev şirketlerin sayısı artarken sermayenin dolaşımı
kolaylaşıyor, pazarların sınırları azalıyordu.
Devlet müdahalesinin ve devletin kamu üzerindeki
gücünün azaltılması da bu dönemlere denk düşüyor.
Böylece emperyalizm bütün kuruluşlarını batıda
‘refah devleti’, yeni sömürge ülkelerinde ise
’kalkınmacı devlet’ anlayışını tasfiyeye yöneltti.
Çünkü yeni sömürge ülkelerindeki ‘kalkınmacı devlet’
anlayışı sanayi alanında gelişirken sermayeyi
de kendi sınırlarında tutuyordu ki bu da büyük
sermayeyi rahatsız etmeye başlamıştı.
Öte yandan sermaye için, krizi atlatmanın yolu,
her zaman olduğu gibi, reel ücretleri düşürmekten,
sömürü oranını yükseltmekten geçiyordu. Ya da
sosyal amaçlı harcamaları kısarak bu sorun çözülebilirdi.
Bunu Batı’da başarmak zordu. Çünkü geçmişte sosyalist
dalganın da etkisiyle yerleşen “sosyal devlet’”
anlayışı temelinde güçlü bir konuma sahip olan
işçi sınıfı örgütlerini tasfiye etmek zordu.
Bu durum egemen burjuvaziyi öncelikle bağımlı
ülkelere yönelterek, çözümü buralarda aramaya
itti. Bu amaçla, yeni-sömürge ülkelere, dışa dönük
bir ekonomik model dayatmasında bulunuldu; böylece
büyük sanayi yatırımları en aza indirilerek bütün
birikimlerin hızla emilmesi amaçlanıyordu. Diğer
taraftan özelleştirme de bu ülkelerde bir kaynak
transferi aracı olarak görülüyordu. Böylece hem
kamu işletmelerinin “daha verimli” olması sağlanacak,
hem de “devletin ekonomi üzerindeki etkisi” zayıflatılacaktı.
Oysa asıl amaç, kullanılabilecek bir kaynak alanı
açmak, tam anlamıyla bir yağma gerçekleştirmekti.
Diğer taraftan bu, işçi örgütlerini etkisiz hale
getirmenin bir aracı olarak görülüyordu. Nitekim
özelleştirmeyle beraber birçok işçi işten atıldı.
İşçi örgütleri tasfiye edildi. Bunu anlamak için
özelleştirme sürecinde Türkiye’deki işsizlik oranlarına
şöyle bir bakmak yeterlidir. 1988-2000 yılları
arasında işletmelere göre işten çıkarılanların
oranı: (bu oranlar son dört yılda neredeyse ikiye
katlanmıştır.) Küçük işletme % 19,2 Orta işletme
% 10,4 Büyük işletme % 5,6 Öte yandan küreselleşme
ile birlikte sömürü oranı daha da artarak küresel
boyutta yaşanan eşitsizlikler derinleşmiştir.
Reel ücretler düştü, işsizlik arttı, sendikalar
güç kaybına uğradı, gelir dağılımı daha da bozuldu.
Örneğin 1962-1992 arasında Amerikan işçilerinin
ortalama verimliliği % 30 artmış, buna karşılık
ortalama reel ücretler % 13 oranında gerilemiştir.
(Richard J. Bornet, John Cavanaglı, Küresel Düşler,
İmparatorluk şirketleri ve Yeni Dünya Düzeni,
)
Sermayenin Küresel Saldırısı ve
Sınıf Hareketi
Bugün sermayenin merkezleri durumundaki kapitalist
ülkelerdeki sınıf hareketi tekellerin ve devletin
ortak saldırılarına karşı mevcut ücret ve sosyal
haklarını korumaya çalışırken, yeni-sömürge ülkelerdeki
işçilerin koşulları daha da zorlaşmış durumdadır.
Bugün tekeller ücretlerin ve diğer maliyetlerin
daha düşük olduğu yerlerde üretim yapmakta, patent
haklarını korumaya aldırarak o ülkeden bu ülkeye
keyiflerine göre sermaye aktarmakta büyük özgürlükler
kazanmışlardır. Tekellerin bu özgürlüğü emek gücünü
satarak yaşamaya çalışan işçinin yaşam koşullarının
daha ağırlaşmasına ve yaşam hakkının elinden alınmasına
neden olmaktadır. 1970’li yılların sonu ile başlayan
dünyadaki değişim, emperyalist politikaların iki
yönüdür. Neo-liberalizm ve buna bağlı olarak geliştirilen
üretimde esnekleşme, diğer taraftan gelişebilecek
ulusal ve toplumsal hareketleri bastırma yönünde
kontr-gerilla siyasetidir.
Bu siyaset dünyanın birçok yerine taşınarak küresel
bir boyut kazanmıştır. Sermaye son 25-30 yıllık
süreçte küresel boyutta işçi sınıfına ve ezilen
halklara yönelik büyük saldırılar başlatılmıştır.
Denilebilir ki işçi sınıfı geçmişte kazandığı
mevzileri birer birer kaybetmiştir. İşçi sınıfı
için kaybedilen her mevzi kapitalist-emperyalist
sistem için birer kazanım olmuştur. İşçi sınıfına
yönelik bu saldırılar esnek üretim adı altında;
özelleştirme ve taşeranlaştırmayla sınıfın örgütlenmesinin
önüne engel koyarak, bir yandan sınıfı örgütsüzleştirirken,
diğer taraftan özelleştirme ve esnek üretimle
milyonlarca insanı işsiz bırakarak sistemin devamını
sağlamak için yedek sanayi ordusu yaratmaktadır.
Sermaye tarafından her geçen gün bu yedek orduyu
yeni işsizler eklenerek büyümektedir. Yedek ordu
aynı zamanda sermayenin elinde sınıf hareketine
karşı kullanılan bir silahtır. Sermaye tarafından
yaratılan işsizler ordusu sermayeye pek çok fayda
sağlamaktadır. Birincisi bu yedek ordu kapitalistlere
çok yüksek sömürü oranlarıyla işçi çalıştırma
olanağı sağlamaktadır. İkincisi ise sermaye böylece
emeği rahat bir şekilde denetim altına almaktadır.
İşçi sınıfı içinde hak arayışlarının başladığı
bir dönemde çalışan işçilerin yerini alabilecek
büyük bir işsizler ordusunu el altında tutmak
ücretlerin yükselmesini önlemeye yardımcı olur.
Ayrıca bir durgunluk döneminde ya da sermayenin
üretim tesislerini daha ucuz işgücü arayışıyla
yabancı bir ülkeye kaydırması durumunda, işçilerin
işlerini kolayca kaybedeceklerini bilmeleri uysal
bir işgücü yaratmaya da yardımcı olmaktadır. Bu
durum aynı zamanda sınıf hareketinin gelişimini
engellemektedir. Finans sermayesinin daha fazla
uluslararasılaşması ve sermayenin ülkeden ülkeye
daha rahat dolaşmasıyla dev şirketlerin varlıkları
küresel olarak yayılmıştır. Bu sayede de üretimin
parçalanmasıyla birlikte merkez teşkil edecek
sermaye diğer çevre ülkelerin yedek işçi ordusuna
doğrudan ulaşma olanağı sağlayarak ucuz işgücü
transferi sağlamıştır. Küreselleşmeyle birlikte
üretim süreçleri parçalanmış ve bu parçalanma
emek ordusuna yeni özellikler kazandırmıştır.
Bu durumla birlikte ABD ve diğer gelişmiş merkez
ülkelerde işsizlik artmaya başlamıştır. Çünkü
böylece merkez teşkil eden ülkelerin diğer ülkelerde
düşük maliyetli üretim tesisleri aramaları ve
doğrudan bu ülkelerdeki yedek işgücünü kullanmaları
sonucunda kendi ülkelerindeki üretim tesislerini
kapatmaları, buradaki çalışan işçilerin işlerinden
olmalarına neden olmaktadır.
Aslında bu anlamıyla “Büyük Ortadoğu Projesi”
de (BOP) yeni olan bir şey değildir. Adım adım
işlenerek bugüne gelinmiştir. BOP’nin bir ayağını
bölgedeki zenginlikler oluştururken, diğer ayağında
ise bölgede var olan ucuz iş gücü potansiyelini
kullanmak yatmaktadır. Bu tür projelerle ABD,
yerel egemen sınıflarla ilişkisini dünya çapında
gözden geçirmekte ve olası karşı çıkışları-kopuşları
en başından itibaren önlemek istemektedir. Küresel
boyutta emek cephesine karşı yürütülen bu kapsamlı
saldırılar temel sorunun hala emek sermaye çelişkisi
olduğunu bizlere göstermektedir. Buna karşın,
bugün emek cephesi hem maddi ve sosyal haklarının
savunucusu konumunda ve bunları politikayla birleştirecek
sınıf örgütlerinden yoksundur, hem de öncüsüne
kavuşamamıştır.
Sermayenin Özelleştirme
Saldırısındaki Başarısının Sırrı
Sendika Bürokrasisidir
Sermayenin toplumun bütün kesimlerini etkileyen
böylesine geniş çaplı bir saldırıyı ciddi bir
direnişle karşılaşmadan yaşama geçirmesinin sırrı
sendikal bürokraside yatmaktadır. Sınıfın hiçbir
talebine karşılık vermeyen, bırakın yeni hakları,
alınmış hakları bile koruma becerisi gösteremeyen
ama konuştuğunda mangalda kül bırakmayan sendika
bürokratları reformizmin batağına düşmüş, defalarca
kanıtladığı gibi düzenle işbirliği içine girmişlerdir.
Bugünşçi sınıfına dönük saldırılar, birçok yasa
ile hukuksal anlamda sermaye lehine güvence altına
alınmıştır. (GATTS, İş Güvencesi Yasası, Yerel
Yönetimler Yasası ve daha birçok yasa). Ancak,
işçi ve emekçilere yönelik bu saldırılar önceden
ilan edilerek gerçekleştirilmesine rağmen, sendikal
bürokrasi, sınıfı eyleme çağırmaktar özellikle
uzak durarak bu işbirliğini her gün kanrıtlamaktadır.
Örneğin SEKA direnişinin yerelliğin dışına taşırılmaması
ve taleplerin sadece ekonomik alanla sınırlanması
sonucunda aslında burjuvaziye bir zafer armağan
etmiştir. SEKA direnişi uzun zamandan beri hareketsiz
kalan işçi sınıfı için iyi bir zemin yaratma olanağını
sağladığı halde, bu değerlendirilememiştir. Bu
olgu da göstermiştir ki, doğru bir siyasal mücadele
ekseninden yoksun bugünkü sendikal anlayış kırılmadan,
işçi sınıfı bugünkü sendikal bürokrasiden kurtarılmadan
siyasal bir mücadele perspektifini yakalama şansı
olmayacaktır. Sonuç olarak bugün sendikalar sınıfı
bastırmanın birer aracı haline dönüşmüşlerdir.
İşçi sınıfı var olan sendikal yapıların hiç biriyle
bir yerlere varamaz. İşçi sınıfının örgütleri
olan sendikaların asıl işlevi olan sınıf sendikacılığı
ancak yeni bir sendikal anlayışla yaratılacaktır.
Bunu yapacak olan ise işçi sınıfını kurtuluşa
götürecek, sınıfın sınıf gibi davranmasını sağlayacak,
komünist bir önderliktir.
Devrimci sosyalist hareket ve işçi sınıfının ileri
unsurları kendilerini böyle bir önderliğe dönüştürecek
potansiyele sahiptirler.
|