Farkında mısınız, egemen sınıflar uzun süredir
emekçilerin mücadelesini bastırıp tepkileri törpülerken
yalnızca şiddet araçlarını kullanmıyorlar. Elbette
polis ordularını besleyip büyütüp üstümüze salıyorlar
ama öte yandan belleğimize, kendimize olan güvenimize
de saldırıyorlar ve sakatlıyorlar. Zaman zaman
bu, karşı tarafın, en azından sendika yöneticilerinin
de dolaylı olarak dahil edilmek istendiği bir
oyuna dönüşebiliyor. Emekçilerin haklarına her
gün darbe üzerine darbe indirilirken, sosyal haklar
törpülenirken, sanki Türkiye’de işçi sınıfının
bir mücadele tarihi yokmuş gibi davranılıyor,
sanki bu tarihte emekçilerin direnip kazandıkları
savaşlar hiç olmamış var sayılıyor. Daha doğrusu,
sınıf mücadelesinin yakın tarihi, “iyi, hoş ama
bir daha tekrarlanamaz” anılarmış gibi görülüyor
ya da böyle görülsün isteniyor.
Oysa gerçek böyle değil. Türkiye işçi sınıfı tarihi
yenilgilerle olduğu kadar başarılarla da doludur.
Üstelik yalnızca ekonomik grevler boyutunda da
değil, doğrudan politik sorunlarla ilgili olan
direnişlerde de geçici de olsa başarı örnekleri
yakalanmıştır.
Yalnızca birkaç örneği anmak bile bunu anlamak
için yeterlidir:
Kavel Direnişi ve “Kavel Maddesi”
28 Ocak 1963’te 170 işçinin başlattığı Kavel grevi,
Türkiye işçi sınıfının tarihinde özel bir önem
taşır. Çünkü bu grev, aynı zamanda greve katılanların
korunması açısından çok ciddi bir adımdır.
Kavel, İstanbul’un sahil semti olan İstinye’de
kurulu Vehbi Koç’a ait olan bir kablo fabrikasıdır.
28 Ocak 1963’te Kavel’in patronu işçilerin ikramiyelerini
ödemeyeceğini ve kimi işçilerin maaşlarında da
indirime gideceğini söylediğinde direniş patlar
ve tam 36 gün sürer. Patronun direnişe verdiği
karşılık ise “misilleme” olarak tüm işçilerin
işten atılmasıdır. Bunun üzerine 31 Ocak’ta işçiler
fabrikayı terketmeden bahçede direnişe geçerler.
Ancak grev ve toplu sözleşme hakları anayasada
bulunmasına rağmen özel bir hükme tabidir.
Polis grevi yasadışı ilan eder ve işçilere saldırır.
Saldırı karşısında direnen işçilerin arasında
copla ve mermiyle yaralananlar olur. Bu da yetmez
7 işçi tutuklanır ve cezaevine gönderilir. Ama
direniş daha da şiddetlenir ve tüm işçiler, eşleri
ve çocuklarıyla birlikte polisin karşısına dikilir.
İstinye halkı da işçilere destek verir ve grevin
etkisi yayılır. Bir çok fabrikadan Kavel işçileri
için yardım toplanırken kimi yerlerde protesto
niteliğinde sakal bırakma eylemleri geliştirilir.
Örneğin yine Koç’a ait olan General Electric fabrikasında
işçiler destek amaçlı olarak kendi aralarında
335 lira para toplamışlardır. Direniş sanatçılar
içinde yankı bulmuştur ve Hasan Hüseyin’in şiir
kitabında Kavel Direnişi dörtlükleri yer almıştır.
Direniş boyutlanmaktadır, kıvılcımın ne kadar
büyük ateşlere sebep olabileceğini oligarşi de
görmektedir. Sonunda bir arabulucu heyetin araya
girmesiyle 36 gündür süren grev zaferle sonuçlanmıştır.
İkramiyeler ödenecek, atılan işçiler geri alınacak,
ücretlerde indirime gidilmeyecektir. Ama en önemlisi
şudur: 24 Temmuz 1963’te yürürlüğe giren 275 sayılı
Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununda
yer alan bir madde ile yasanın çıkışından önce
grev nedeniyle haklarında takibat yapılan işçilerin
davalarının düşürülmesi maddesini içerir. Doğrudan
Kavel direnişinin etkisiyle gerçekleşen bu değişiklik
çok önemlidir. Böylece yasadaki bu madde “Kavel
maddesi” diye anılır.
15-16 Haziran Direnişi ve Sendikalar Yasası
Daha çok bilinen bir örnek de 15-16 Haziran direnişidir.
Daha çok bilinir ama yarattığı somut sonuç üzerinde
az durulur. Oysa direniş, bilindiği gibi, zamanın
Adalet Partisi hükümetinin 274-275 sayılı sendikalar
yasasında değişiklik yapan bir tasarıyı meclise
sevk etmesiyle ilgilidir. Bu değişiklik, özellikle
sendikacılık yapmayı neredeyse olanaksızlaştıran
maddeler açıkça DİSK’i yok etmeyi ve gelişebilecek
diğer yeni sendikal konfederasyon girişimlerini
de boğmayı amaçlamaktadır. Bu noktada DİSK’in
önce başlatıp sonra da telaşa kapılarak sonlandırmak
istediği 15-16 Haziran 1970 direnişi, son derece
somut bir talebe dayanmaktadır. 100 bine yakın
işçinin iki gün boyunca barikatları parçalayarak,
DİSK/Türk-İş ayrımı olmaksızın bütün fabrikaları
boşaltarak ortaya koyduğu zorlu yürüyüş, işçi
sınıfı tarihinin dönüm noktalarından biridir.
Ama şehitler pahasına yürütülen bu direnişin somut
bir sonucu da vardır. Evet, hükümet sıkıyönetim
ilan edip yüzlerce işçiyi gözaltına almıştır ama
öte yandan meclisteki tasarıyı da geri çekmiştir.
Yani 15-16 Haziran, bu bakımdan, görkemli politik
anlamının yanında somut pratik bir kazanım anlamına
da sahiptir ve işçi sınıfı sokağa indiğinde nelerin
değişebileceğinin açık örneklerinden biridir.
1976 DGM Direnişi: İleri Bir Adım
1976’daki DGM direnişi de işçi sınıfının tarihindeki
geçici ama önemli kazanımlarından birine yol açmıştır.
Anayasa Mahkemesi’nin 11 Ekim 1975’de iptal ettiği
Devlet Güvenlik Mahkemeleri Yasası’nın 1976’da
sağcı partiler koalisyonu Milliyetçi Cephe hükümeti
tarafından yeniden öne sürülmesi üzerine DİSK,
önce “DGM’lerin özellikle işçi sınıfına yönelik
olduğunu açıklayarak bütün kamuoyunu bu konuda
duyarlı olmaya çağırır.
Daha sonra, DGM’leri “sınıf mahkemeleri” ve “sıkı
yönetim” olarak niteleyen DİSK’in Yönetim Kurulu
ve Başkanlar Kurulu 16 Eylül 1976’da bir bildiri
yayınlayarak “Genel Yas” ilan eder. DİSK’in kararında
her gün öğleden sonra sessiz matem yürüyüşleri
veya mitingleri yapılacağı ve işçilerin eylemler
için serbest bırakılacağı açıklanmıştır. 16 Eylül
1976’da DİSK Yönetimi Taksim Meydanı’na siyah
çelenk bırakırken, yüz binlerce işçi Türkiye genelinde
üretimi, yani hayatı durdurur. 16-17 Eylül günlerinde
İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Antalya, Adana,
Mersin, Diyarbakır, Kayseri, Sakarya, Balıkesir’de
işçiler iş bırakır. 18 Eylülde Demir-Çelik işçileri
de direnişe katılır. İstanbul ve Ankara’da otobüs
ve temizlik işçileri çalışmaz ve çöpler yollarda
birikirken, Aliağa ve İpraş Rafinerileri, Erdemir,
Türk Demir Döküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear,
Tofaş, Renault... fabrikalarında üretim durmuş,
“DGM’ye Hayır”, “MC’ye Hayır”, sloganları kaplamıştır.
Bunun üzerine elbette oligarşi büyük bir saldır
dalgası geliştirmiş, binlerce işçi, temsilci,
baştemsilci işten çıkarılmıştır. 21 Eylül’de DİSK
Genel Merkezi’ne baskın yapılarak Yürütme Kurulu
üyeleri tutuklanmış; ancak delil yetersizliğinden
dolayı 2 gün sonra serbest bırakılmıştır. Pratik
sonuçları itibarıyla DİSK’in bir dizi yanlışından
ötürü işten atılan işçilere yeterince sahip çıkılmamış
ve bir anlamda sınıf önderleri açısından bir kıyım
da yaşanmıştır ama bütün bunlara karşın işçi sınıfının
doğrudan politik bir soruna bu kadar net duruş
sergilemesi son derece önemlidir. Binlerce işçi,
ekonomik olmayan bir sorun karşısında bütünlük
halinde direniş ortaya koymuş, iktidarı doğrudan
hedef alan bir eylem gerçekleştirmiştir. Direnişin
somut politik sonucu ise çok açıktır: İktidar,
karşılaştığı direnç yüzünden 11 Ekim 1976’da DGM’leri
kapatma kararı almış ve en azından bir süreliğine
bu gerici yargılama düzeni gündemden çıkmıştır.
Bu anlamda bütün zaaflarına karşın 1976 DGM direnişi,
işçi sınıfının kazanımla biten direnişleri arasında
yer alır.
Tariş Direnişi: Kırılan Ama Ezilemeyen Güç...
1980’li yılların en önemli işçi direnişlerinden
biri de Tariş Direnişidir. İlk bakışta bu direniş,
yenilgiyle bitmiş gibi algılanabilir ama verdiği
dersler ve emekçi mahalleleriyle bütünleşmesi
açısından sınıfın tarihindeki kazanımlardan biridir.
Tariş Direnişi, MC (Milliyetçi Cephe) iktidarının
devlet kurumlarını, kamu işletmelerini faşist
güruhlarla doldurma politikasından dolayı Tariş’te
çalışan işçileri çıkartıp yerine MHP’lileri yerleştirmek
istemesiyle başlamıştır.
22 Ocak 1980 yılında arama adı altında Tariş’e
yönelik büyük bir saldırı gerçekleştirilir. Polis
ve jandarmanın panzerler eşliğinde ateş açarak
giriştikleri saldırıya işçiler direnişle karşılık
verirler ve olaylarda 50 işçi yaralanırken 600
kişi gözaltına alınır.
Buna karşın, İzmir Çimentepe ve Gültepe gibi gecekondu
mahallelerinde halk sokağa dökülür, üniversiteli
öğrenciler eylemlere girişir. 25 Ocak’ta İzmir’li
işçiler 2 saatlik iş bırakma eylemi gerçekleştirerek,
Tariş işçisine destek verir. 26 Ocak’ta DİSK’in
daha önceden planlanan “Demokrasi Mitingi” yapılır.
Bir süre ortalık durulur ama fabrikaları boşaltmadan
üretime devam etmek isteyen işçiler kısa bir süre
sonra yeniden direnişe geçerler. 7 Şubat’ta polis
saldırısı yeniden başlar ve 3 saat süren çatışmanın
ardından 700 işçi Alsancak Stadyumu’nda sorgulanır,
iki işçi tutuklanır. Polis iplik ünitesini boşaltmak
isteyince Çiğli-Çimentepe halkı karşılarına dikilir.
Gültepe ve Altındağ’da halk sokaklara dökülür,
mahallelerde süren barikat çatışmalarında üç polis
ölür yüzlerce kişi yaralanır. DİSK’e bağlı diğer
işçiler destek amaçlı 1 günlük iş bırakır. Bu
arada Gültepe Belediye Başkanı dahil 400 kişi
gözaltına alınmıştır. Yağ kombinası polis ile
işçiler arasında el değiştirmekte ama asl zorlu
direniş iplik fabrikasında sürmektedir. Sonuçta,
14 Şubat günü fabrika kuşatılır ve boşaltılır.
Yüzlerce işçi vahşice dayaktan geçirilir stadyumlarda
sorgulanır. Sonuçta, direniş bitmiştir ama öte
yandan bütün bir kentin işçileri, mahalleleri,
öğrencileri ayağa kalktığında nelerin zorlanabildiği
bir kez daha kanıtlanmıştır.
Sonuç: Direnen Kazanır
Birkaç örneğin gösterdiği gerçek, çok açıktır:
İşçi sınıfı, üretimden gelen gücünü kullanarak
sokağa çıktığında egemen sınıfların planlarını
bozabilmekte ve başarı sağlayabilmektedir. Dolayısıyla
bugünkü neoliberal saldırı karşısında da elimiz
kolumuz bağlı değildir; her şeyi daha baştan kabullenerek
yola çıkmak zorunda değiliz. Düzen sahiplerini
bozguna uğratmak, en azından onları ciddi biçimde
zorlamak mümkündür, geçmişte de bu yapılabilmiştir.
Bugün, zorlu bir saldırı altındayken akılda tutulması
ve asla unutulmaması gereken gerçek budur. Ne
emekçilerin ne de devrimcilerin belleklerini zayıflatmaya
hakları yoktur.
|