“Bu halk için değmez!”
Son yirmi yılda bu sözü ne kadar çok duyduk… Hani
şu çok yorgunlar, hani şu çok çalışıp devrim için
saçını süpürge edenler… Bitmez tükenmez fedakârlıklar
yaparak gençliklerini heba edenler…
Şimdilerde gecekondu yıkımları başladı ya, direnişler,
örgütlenmeler, vs... Yine kulaklarımız bu sözlerle
dolmaya başlayacak, hatta başladı bile. 70’lerdeki
gecekondu direnişleri birden aklına düştü kimilerinin;
“o vakitler biz çok uğraşmıştık bu işler için,
ama sonra ne oldu?”
Sonra ne oldu? “Sonra, sattılar bizi, sırtlarını
döndüler…”
Her şeyi ne kadar çok bilir bunlar. Bir onlar
bilir zaten, başkası da hiçbir şey bilmez! Son
derece basit ve düz bir mantıkları vardır: Bir
vakitler alanları, mahalleleri, okulları dolduran
binlerce insan şu anda var mı? Yok! Peki bu kimin
kusuru? Tabii ki onların, devrimcilerin “kıymetini
bilmeyen” görgüsüz emekçilerin! Ha, bu arada dünya
alt üst olmuş, bir sürü şey değişmiş, devrimci
hareketler alabora olup gerilemişler, ciddi kırılmalar
yaşanmış, kendisinin de içinde bulunduğu bir sürü
“fedakâr” yan çizmiş, vs. vs... Bunların hiçbiri
önemli değildir. O, “heba olmuş”, “boş yere harcanmış”
emeğinin peşindedir. Peki bütün bunlar sadece
gecekondularda mı yaşanmış? Okullarda ne olmuş?
Sendikaların üye sayısı ne kadar düşmüş? En önemlisi
de şu: cezaevlerinden tahliye edilen bir kuşağın
devrimci kadrolarının ne kadarı bugün politik
faaliyetin içinde?
Ne kadar da can sıkıcı sorular...
Çok yorulmuşlardır onlar, çoook! Bu millet için
yaptıklarının haddi hesabı yoktur, ne fedakârlıklar,
ne acılar… Hani şu “beni ne doktorlar ne mühendisler
istedi” esprisinde olduğu gibi aslında onlar isteseler
başka neler neler yaparlardı ama işte, kör talih!
Tutup devrimci olmuşlar. İsteseler, bugün nerelerde
olurlardı ama halk için kendilerini ateşlere atmışlar!
Tam bir kahve muhabbeti… Hani sen de bilirsin,
“abi ne çektiysem iyilik yüzünden çektim” diye
söze başlarlar ya, işte öyle…
Sanki hayatlarında talihsiz bir ara dönem vardır.
Sanki tarlada çalışmışlar da ücretlerini alamamışlar...
Üstelik, ah ah, ne kadar da politiktir onlar.
Can çıkar huy çıkmaz; her şeyi terminolojiye uygun
yaparlar. Birden sınıfları keşfederler örneğin,
birden popülizmin ne kadar kötü bir şey olduğunu
anlarlar, birden kaskatı sosyalist ilkelere bağlanıverirler.
“Canım biz zaten gecekondulara karşı değil miyiz?”
derler, sanki millet babasının keyfinden oralarda
oturuyormuş gibi, sanki millet o kötü evleri kendisi
tercih etmiş gibi. Ya da sen özelleştirmeden söz
ettiğinde “artık bu devletçiliği bir yana bırakalım,
ne fark eder ki, patron patrondur işte” derler;
patronun patron olduğunu bir onlar bilmektedir
dünyada; hatta yüz elli yıl sonra “artı-değer”i
yeniden keşfederler büyük bir şatafatla! Ne muhteşem
bir başarı! Madem ki artı-değer her yerde artı-değerdir,
öyleyse yağmalansın her şey, ne fark eder ki!
Dünya kapitalizmi şöyleymiş, yapmak istedikleri-yıkmak
istedikleri şuymuş, ne gam! Asıl önemli olan sınıf
mücadelesidir! Gerçi bayımız hafiften enine doğru
genişlemiş olduğu için artık bu işleri gençlere
bırakmış ve köşesine çekilmiştir ama olsun, yine
de çenesi durmaz.
“Ama biz sağlıklı kentleşmeden yana değil miyiz?”
diye haykırır örneğin. Sanırsın ki sabah akşam
oturup kent planlaması yapıyor! Sanki akşam yemeğinden
sonra çizgili pijamasını giyip LigTV karşısına
çöreklenen o değildir!
“Ama biz sınıf mücadelesinden yana değil miyiz?”
diye bağırırlar gürültüyle. Sanırsın ki, gün boyunca
fabrika önlerinde bildiri dağıtıp yorulmuş! Sanki,
kahvede al papazı ver kızı muhabbeti içinde dumana
boğulan o değildir!
“Sınıf bilinci olmayan” işçileri sevmezler...
Olanı da sevmezler!
“Lay lay lom gençliği” sevmezler... Ama genç bir
insan karşılarına gelip devrim ve sosyalizmden
söz etse, onu da sevmezler!
Halk bozulmuştur... Çoook bozulmuştur! Sanki “halk”
dediğimiz şey, zemzem suyuyla yıkanmış, “zeki,
çevik ve ahlaklı” bir topluluk olmak zorundaymış
gibi... Sanki bütün emekçi mahalleleri yıllardır
bizzat devlet eliyle çürütülmüyormuş gibi... Sanki
okul önlerinde satılan şey uyuşturucu değil de
defter kalem silgiymiş gibi...
Biliyorum, uzattım biraz. Ama içimi döküyorum
sana, anlamalısın. Anlamalısın ve bunları tanımalısın.
Çünkü bunlar var; karşına sık sık çıkacak kadar
bol miktarda var üstelik. Bunlarla birlikte değilse
de, bunların da olduğu zeminlerde yürüyorsun.
Bir bilim dergisinde okumuştum eskiden, “insan”
diyordu, “konsantrasyon diye bir özelliğe sahip
olmasaydı eğer, yani bütün sesleri ve görüntüleri
hiç seçmeden tümüyle algılasaydı, çıldırırdı.”
Çıldırmak biraz abartılı bir sonuç belki; ama
bana sorarsan, kulağımızı bütün laflara çanak
gibi açmamız da gerekmiyor.
İşimize bakalım... İşimiz de belli: Bu topraklar
üzerinde, bu toprakların insanıyla, dönüşerek
dönüştürerek devrim yapmak! Ve bu toprakların
insanı neredeyse orada, gecekonduda, fabrikada,
her yerde ayağımızı yere basmak, sımsıkı basmak...
Kendine iyi bak... Umudunu diri tut...
Gelecek, sen nasıl istiyorsan öyle gelecek!
|