3 Ekim 2005 günü Lüksemburg’da, üzerinde aylardır
tartışılan, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik başvurusuyla
ilgili oluşturulan Çerçeve Belgenin üzerinde yapılan
pazarlıkların, mide bulandıran entrikaların, tehditlerin,
şantajların uygulandığı bir süreçte 10 yıl sürecek
müzakere dönemi başlatıldı.
3 Ekim tarihi yaklaştıkça Türkiye oligarşisi ile
başta ABD olmak üzere Avrupa emperyalistleri arasında
pazarlıklar hız kazanıyor, taraflar her an yeni
bir taktikle sahneye çıkıyor, son dakikaya kadar
manzara sürekli değişiyordu. Oligarşi ve emperyalistler
cephesinde kıran kırana yaşanan pazarlıkların
ve restleşmelerin sonucunda nelerin koparıldığı,
hangi vaatlerde bulunulduğu bir yana, trajikomik
durumlara da tanık olunuyordu. Örneğin Çerçeve
Belge üzerinde süren pazarlıklar sırasında Avusturya’nın
“imtiyazlı ortaklık” talebinde ısrarlı olmasından
dolayı pazarlıkların tıkandığı, başının sıkıştığı
anda Tayyip efendisini, Amerika Dışişleri Bakanı
Condoleezza Rice’ı arayarak yardımcı olmasını
“rica” ediyordu. Rice da, uzatılan eli geri çevirmiyor,
uzun vadeli çıkarlarına denk düştüğü için, AB
üyeliğini desteklediği Türkiye’nin imdadına yetişiyordu.
Rice, ayrıca Çerçeve Belgede yer alan ve Türkiye’nin
kabul etmediği “AB üyesi ülkelerin, yani esas
olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (OECD, NATO gibi)
uluslararası örgütlere üye olmasına Ankara’nın
itiraz etmemesi” gerektiğini belirten madde için
de, 25 AB üyesi ülkenin liderlerine mektup yazarak
“NATO’nun içişlerine karışma anlamına gelebilecek
ifadelere yer vermeyin. AB belgesinde yazılanların
NATO’daki işleyişi etkilememesi gerektiği konusunda
Ankara ile aynı görüşteyiz” açıklamasının ardından;
ABD Dışişleri Sözcüsü Sean McComarc da, “bizim
görüşümüz, AB süreçlerinin NATO süreçlerine taşınmamasıdır.
NATO üyeliği NATO üyelerine bırakılmalıdır” diyerek
Rice’ın sözlerini tamamlıyordu. Böylece ABD emperyalizmi
Türkiye’nin AB’ye tam üyelik başvurusunun değerlendirildiği
Müzakere Sürecinin başlatılması noktasında “dostane
yardımlarını” esirgemiyor ve Türkiye’nin önünü
açıyordu.
Çerçeve Belgede Yeni Şartlar...
Üzerinde aylardır konuşulan ve bu kadar yaygara
koparılan müzakere süreci hakkında kısa bir ön
açıklamanın yararlı olacağını düşünüyoruz. Bu
kısa ön açıklamanın ardından başlıklar halinde
düşüncelerimizi sıralayacağız.
Öncelikle bir tanım yapmak gerekirse Müzakere
Süreci, aday ülkenin hangi koşullar altında üye
olabileceğini ortaya koyan ve a) Tarama b) Müzakere
c) Onaylama aşamalarından oluşan bir zaman dilimidir.
Ve tabii bu süreçte, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni
resmen tanıması, Gümrük Birliği anlaşması çerçevesinde
hava sahasını ve limanlarını bu cumhuriyete açması
ve Ermeni Soykırımı’nı en azından kabul etmesi,
politik sorunlar olarak yerini koruyor. Öte yandan
Türkiye’nin özellikle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin NATO
üyeliğine engel olmaması da bir başka sorundur.
Ama bütün bunların ötesinde asıl sorun, belgede
birliğin Türkiye’yi “hazmetme kapasitesi”nden
bahsedilmesi ve müzakerelerin açık uçlu olduğunun
net olarak vurgulanmasıdır. Üstelik bu sürecin
sonunda Türkiye vatandaşlarının serbest dolaşımı,
tarım ve yapısal politikalarda kalıcı kısıtlamalar
getirileceği de ifade ediliyor. Yani aslında kimse
kimseyi henüz bir yere “almıyor.’
Müzakerelerin dayandığı ilkelerin birkaçını saydığımızda
durum zaten ortaya çıkmaktadır:
“I- İlgili Başkanlık veya Komisyon, Konseyin durumu
düzenli olarak gözlem altında tutabilmesi için
Konseyi tam olarak bilgilendirmeye devam edecektir.
AB, ilerleyen süreçlerde müzakerelerin sonuçlandırılması
için gereken koşulların yerine gelip gelmediğine
karar verecektir. (.....)
II - Bu müzakereler, sonucu önceden garanti edilemeyecek,
açık uçlu süreçtir. (......)
III - Komisyon müzakereler süresince birliğin
Türkiye’yi sindirme kapasitesini izleyecek. Böylelikle,
Konsey, bu üyelik koşulunun yerine getirilip getirilmediği
konusunda bir değerlendirme yapabilmesi amacıyla
bilgilendirilecek. (.....)
IV - Birlik Türkiye’den, reform sürecini devam
ettirmesini, özellikle işkenceye ve kötü muameleye
sıfır toleransla ilgi önlemlerin yasalaştırılması
ve uygulanmasını güçlendirip yaygınlaştırılmasını;
ifade özgürlüğü, dinsel özgürlük, kadın hakları,
sendika haklarını içeren ILO standartları ve azınlık
haklarına yönelik düzenlemeleri hayata geçirmesini
beklemektedir. (.....)
V - Türkiye’nin Kıbrıs sorununun BM çerçevesi
ve birliğin dayandığı ilkelerle paralellik içinde
nihai bir çözüme ulaştırılması çabalarına verdiği
desteği sürdürmesi, nihai çözüm için gerekli olumlu
iklime katkı sağlayacak adımlar atması. (....)
VI - Üyeliğe giden dönemde Türkiye’nin, üçüncü
taraf ülkelere yönelik politikalarını ve uluslararası
örgütler içindeki konumlarını, (bu örgütler ve
düzenlemelerdeki AB ülkelerinin üyelikleri de
içinde olmak üzere) artan bir biçimde birlik ve
üye devletler tarafından kabul edilmiş politikalara
ve konumlara yakınlaştırması gerekecektir. (.....)”
(Radikal, 05. 10. 2005)
Bu kısacık özetten de anlaşılacağı gibi, müzakerelerin
sürdürüleceği 10 yıl içerisinde bu maddelerin
savsaklanması veya gerçekleştirilmemesi durumunda
müzakereler durdurulabilir. Burjuva medyanın ve
AB’cilerin yansıttığı gibi ortada geriye dönülemez
bir AB üyeliği süreci yok. Olay şu ki, emperyalistler
kendi aralarındaki çelişki ve çıkar çatışmalarını
da göz önünde bulundurarak, bu süreci mümkün olduğunca
uzatarak, uzun dönem için güçleri kontrol altında
tutmak istemekte ve bunu yaparken de Türkiye’nin
ağzına bir parmak bal sürme politikası izlemektedir.
Üstelik işin ileri aşamalarına geçilse bile bu
ortaklığın asla diğerleri gibi olmayacağı, kalıcı
kısıtlamaları içereceği şimdiden bellidir.
Türkiye’yi AB’ye Alırlar mı? ya da Niye Alsınlar?
Bu soruyu yanıtlamaya geçmeden önce AB’nin Türkiye’yi
alıp almamasının “ Türklük”, “İslamlık”, “Nüfus
çokluğu” vb. ile ilgisi olmadığını ortaya koymak
gerekiyor. Sorun tamamen emperyalistlerin orta
ya da uzun vadeli hesapları ve çıkarları ile ilgilidir.
Bu bağlamda Türkiye’den beklentileri sorunlarını
çözerek, ya da “demokratikleşerek”, AB’ye alınması
değildir. Emperyalistlerden böyle bir şey beklemek
ya da onlara demokrasi ve insan hakları savunucusu,
emeğin yanında onun çıkarlarını da gözeten, gözetleyen
bir misyon yüklemek, her şey bir yana, tek kelimeyle
ve en masum haliyle politikadan hiç bir şey anlamamaktan
ibarettir. Emperyalistlerin kendi aralarındaki
pazar çatışmaları yüzünden çıkardığı savaşlarda
yaptığı katliamlar, işkenceler, tecavüzler ve
işlenen insanlık suçları, daha yakın tarihte Afrika’da,
Asya’da, Latin Amerika’da, Yugoslavya’da ve diğer
ülkelerde gerici ve faşist yönetimleri, diktatörlükleri
destekleyerek, halkları birbirine düşman ettiği,
halklar arasında çatışma çıkararak toplu katliamlar
uygulattığı hala belleklerimizdedir. Ve üstelek
aynı suçları Afganistan ve Irak’ta işlemeye devam
ediyorlar.
Yani AB için tek bir şey, ekonomik ve politik
çıkarlar önemlidir, gerisi yalnızca bir dezenformasyondan
ibarettir. Demokrasi, insan hakları, işçi ücretleri,
sosyal hizmetler,sosyal haklar ve sosyal güvenceler
ayrıca daha çoğaltabileceğimiz onlarca örnek…
Hiçbirinin bir değeri yoktur. Amaçları sorunları
kullanarak, bu süreci mümkün olduğunca uzatarak,
bir anlamda Türkiye’nin burnunu sürterek ve koparabildiği
kadar taviz koparmaktır.
AB Dış politika ve Güvenlik Temsilcisi Javier
Solana çok açık söylüyor: “Türkiye’nin üyeliği
AB’nin güvenliği için şarttır. Ortadoğu’da bir
felaket olsa, büyük petrol ve enerji krizi çıksa,
Türkiye’yi bünyemize almamış olmaktan pişmanlık
duyarız (...) Türkiye’yi dışarıda bırakmak büyük
bir risktir. Türkiye ABD ve AB için stratejik
önemi olan Ortadoğu’ya, Irak’a, İran’a ve bütün
bölgeye konuşlanmak için de lazım. Türkiye’yi
yalnız bırakmak pozitif bir fikir olmaz. Türkiye’nin
bize mümkün olduğu kadar yakın kalması kendi menfaatimiz
icabıdır.” (Cumhuriyet 2 Ekim 2005) Görüldüğü
gibi onlar için sorun AB’nin güvenliği sorunudur...
Daha önce Genelkurmay da AB üyeliğinin güvenlik
açısından gerekli olduğunu açıklamıştı...
Bütün bunlardan açıkça anlaşıldığı gibi Türkiye
üzerine yapılan hesaplardan en önemlisi, AB’nin
ileri karakolu ya da BOP çerçevesinde Ortadoğu’da
emperyalizmin taşeron vurucu askeri gücü olmasıdır.
Zaten Türkiye de bu göreve dünden razıdır.
Ortadoğu öylesine kaygan bir zemin üzerine oturuyor
ki başta ABD emperyalizmi ve AB’nin önemli gücü
durumunda olan Alman emperyalizmi bugünden işlerini
sağlama almaya çalışıyorlar, çünkü bu kaygan zemin
üzerinde her an ittifaklar değişebilir. Fakat
buna rağmen kendi aralarındaki çelişkilerde Ortadoğu’da
egemenlik kuran emperyalist ülkenin hegemonik
güç olma noktasında çok ciddi bir yol alacağının
da bilincinde olduklarından bütün planlarını bunun
üstüne yapmaktadırlar. BOP kapsamında birkaç yıl
içerisinde oluşacak dengelere göre çok daha hızlı
bir süreç yakalandığında AB’nin de Ortadoğu’da
bir müdahale aracına, bir maşaya ihtiyaç duyacağı
kesindir. Bu bakımdan, eğer çıkarlarına uygun
düşerse bugün Türkiye’yi AB’ye almamak için öne
sürülen bahaneler, yarın emperyalistler arasındaki
hegemonya savaşında Türkiye’nin olumlu, pozitif
özelliklerine dönüşerek haklı bir gerekçe oluşturabilir.
Almanya ve İngiltere, şimdiden bu söylediklerimizi
haklı çıkarır şekilde, Türkiye’nin AB’ye üye olmasının
desteklenmesi gerektiği ve bu durumun uzun vadede
çıkarlarına olacağına dair benzer açıklamalar
yapmaktadırlar.
Türkiye, reel sosyalizm dağılmadan önce Sovyetler’e
karşı Emperyalizmin “ileri karakolu” misyonunu
oynuyordu. Hatta Sovyetler Birliği saldırdığı
zaman Türkiye’nin kaç saat dayanabileceğinin hesabı
yapılıyordu. Bugün ise bu görev BOP kapsamında
Ortadoğu ülkelerine karşı “ılımlı islam” temelinde
model oluşturmaya dönüşmüştür. Sonuçta Türkiye’nin
AB’ye alınması-alınmaması, tamamen ekonomik, politik
ve jeostratejik durumla ilgilidir.
Ancak öte yandan, işin başka cephelerine baktığımızda,
AB’nin Türkiye’yi almak ve almamak için bir dizi
nedeninin olduğunu görüyoruz.
Başta işsizlik, yoksulluk, Kürt sorunundaki kaos
ortamı, vb. gibi sorunlarını çözememiş, ekonomisi
tıkanmış, borç batağı içerisinde yüzen, bütçesi
sürekli olarak açık veren, gelir dağılımındaki
uçurum her geçen gün katlanarak artan, sürekli
bir kriz içinde olan vb. bir Türkiye, gerçekten
AB için sorundur.
Tersinden bakıldığı zaman ise Türkiye, emperyalistler
için ucuz işgücü pazarı, vergi cenneti olan, genç
ve dinamik bir nüfusa sahip, ucuz hammadde kaynağı,
yeraltı ve yerüstü doğal zenginliklerine sahip,
geniş ve büyük bir tüketim pazarıdır. Çarpık da
olsa diğer yeni sömürgelerle kıyaslandığında gelişmiş
bir kapitalist üretim biçimi, emperyalist üretim
ilişkilerine bağlı üretimi gerçekleştirebilecek
bir alt yapı, emperyalistlerin çevre kirliliğinden
dolayı kendi ülkesinde kuramadığı nükleer ve termik
santralleri kurabileceği bir arazi, kimyasal atıkları
masrafsız bir şekilde atabileceği bir çöplük,
vb. dir. Neoliberalizm, özelleştirme, esnek üretim
ve sermayenin uluslararasılaşması sonucu emperyalizmin
içsel bir olgu olması durumunun daha da belirginleşmesi,
gümrük duvarlarının indirilmesi sonucu meta dolaşımının
daha da kolaylaştırılması, uluslararası mali sermayenin
önündeki bütün engellerin kaldırılması da en başta
sıralayabileceğimiz gerekçelerdir.
Yani sonuçta, bu karmaşık koşullar altında emperyalistler
Türkiye’yi tam olarak gözden çıkaramamaktadırlar,
çünkü daha önce değindiğimiz gibi Türkiye çok
rahat gözden çıkarılabilecek geri bir yeni sömürge
ülke değildir. Örneğin aynı emperyalistler, kapitalizmin
yok denecek kadar zayıf olduğu, tarımın ve hayvancılığın
çok yetersiz olduğu, iç çatışmaların yoğunluklu
olarak yaşandığı ya da yaşatıldığı Afrika’daki
çok yoksul ülkeleri daha kolay harcayabilmektedirler.
Oysa Türkiye, yeni sömürgeler içinde kapitalizmin
en çok geliştiği ülkelerden birisi olarak eksen
ülke tanımına uyan bir ülkedir. Böylesi karmaşık
bir ortamdaki durum Anadolu’da söylenen bir söze
biraz denk düşmektedir: “Ne kızı veriyor ne de
dünürü gocunduruyor.” Emperyalistler şimdilik
en azından kısa vadede Türkiye’yi kaybetmek istemiyorlar.
Bu yüzden tam olarak aralarına almıyorlar, ama
aynı zamanda ellerinin tersiyle iterek dışlamıyorlar
da.
AB ve Kafa Karışıklıkları…
Kuşkusuz bu süreçteki tartışmalarda sol da yer
aldı; özellikle liberal sol ve postmodern Kürt
ulusal önderliği. Türkiye’nin AB’ye girmesini
desteklediler. Hatta bilindiği gibi DEHAP işi
fazlaca abartarak Türkiye’nin AB’ye girmesini
desteklemek için 2 Ekim’de Diyarbakır’da miting
yapma noktasına kadar getirdi ve devletin engelleme
kararıyla bir kez daha uzlaşma politikalarının
bir karşılığının olmadığı ortaya çıktı.
Gerçekten de oligarşi cephesinde linç girişimleri
ve imha-inkâr siyaseti sürerken Kürt cenahında
uzlaşma ısrarının sürmesi ve bunun için de AB
destekçiliği yapılması artık iyice tuhaf bir durum
haline gelmiştir. Israrla Türkiye’nin demokratikleşeceğini,
dolayısıyla demokrasi isteyenlerin AB’ye girmeyi
savunması gerektiğini; emeğin haklarının Avrupa
merkezli olarak savunulabileceğini, Kürt ulusal
sorununun demokratik anlamda çözümünün AB çerçevesinde
aranabileceğini söyleyen bu genel liberal cephe,
şimdiye dek bu konularda tek bir inandırıcı kanıt
bile sunabilmiş değillerdir. Çünkü bu kanıt aslında
yoktur! Bunlar yüzlerce yıllık reformist avuntularıdır.
Devrim hedefini gündemden düşürenler emperyalistlerin
küçük reform lokmaları sunacağı hayalleri kuruyorlar.
ABD Türkiye’nin AB’ye Girmesini Niçin Destekliyor?
ABD’nin Türkiye’nin AB’ye girmesini desteklemesi
ilk bakışta tuhaf gibi görünse de aslında açıklanabilir
bir durumdur. Her şeyden önce, ABD giderek güçlenmekte
olan ve ilerde kendisine karşı büyük bir rakip
olabileceğini hesap ettiği AB’yi Türkiye ve İngiltere
eliyle denetlemek istemektedir. Sonuçta AB, bir
emperyalist güç merkezidir ve ABD emperyalizminin
Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemesini de böyle
değerlendirmek gerekiyor. ABD emperyalizmi, AB’yi
içerden fethetmek için İngiltere ve Türkiye’yi
AB içinde kullanmak istiyor. Bugün için çok ciddi
bir tehlike oluşturmasa da, başını giderek güçlenen
bir Almanya’nın çektiği AB, ABD emperyalizmi için
hegemonya mücadelesinde ciddiye alınması gereken
bir rakiptir. Bu yüzden kaleyi içten fethetmek
için ABD’nin, AB’ne üye olan ama kendi denetiminden
de çıkmayacak, tamamen kendine bağımlı ve çıkarları
kendisiyle konjonktüre bağlı olarak örtüşen bir
İngiliz emperyalizmine ve işbirlikçi Türkiye’ye
ihtiyacı olabilir. Bu gerçek kuşkusuz AB kodomanları
tarafından da bilinmekte ama onlar da ayrı yollardan
kendi hegemonya adımlarını planlamaktadırlar.
Bu nedenle gelişmeleri BOP’nden, emperyalistler
arası hegemonya mücadelesinden ve bloklaşmalardan,
guruplaşmalardan ayrı ele almamak gerekir.
Sovyetlerin dağılmasından sonra Doğu Avrupa ülkeleri
AB üyesi bağımlı ülkeler haline geldiler. Aynı
ülkeler diğer yandan da NATO üyesi ve ABD’nin
egemenlik alanıdırlar.
ABD emperyalizmi bu ülkelerin (başta Türkiye olmak
Çek Cumhuriyeti, Estonya, Letonya, Litvanya, Macaristan,
Polonya, Slovekya ve Slovenya) hem NATO üyesi
olmalarına hem de AB üyesi olmalarına karşı çıkmamakta,
hatta en son olarak 3 Ekim’de görüldüğü gibi desteklemektedir.
Kuşkusuz bunların hiç biri tesadüf değildir. Emperyalistler
hiç bir zaman işi şansa bırakmazlar, özellikle
söz konusu olan ABD emperyalizmi ise ekonomik
ve siyasi çıkarına ters düşecek, diğer emperyalistlerle
arasında geçecek hegemonya çatışmasında elini
zayıf düşürecek hiç bir gelişmeye seyirci kalmaz.
Dolayısıyla ABD emperyalizmi olaya uzun vadeli
stratejik çıkarları üzerinden bakmakta, İngiltere,
Türkiye ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden Avrupalı
emperyalistlere karşı hegemonya mücadelesindeki
üstün konumunu sağlama almaya, korumaya, uzatmaya
çalışmaktadır.
Türkiye AB’ye Girse Ne olacak?
Buraya kadar yazılanlardan anlaşılacağı gibi,
Türkiye’nin AB’ne alınması ne emekçiler için ne
de genel olarak “demokrasi” bakımından bir iyileştirme
amacını taşımamaktadır. Bu süreç, tamamen hegemonya
mücadelelerinin bir uzantısı olarak ele alınmalıdır.
Ayrıca zaten AB’ye üye ülkelerde de neoliberal
politikaların sonucu olarak ciddi bir kriz yaşanmakta,
emek cephesinde hiç bir kazanım elde edilemediği
gibi kazanılmış haklar da sistematik olarak gasp
edilmektedir. Kendisi sürekli olarak krizle birlikte
yaşamak zorunda kalan, pazar kapma savaşında yüz
binlerce insanın ölmesine, yerinden yurdundan
sürgün edilmesine, milyonlarca insanın aç, susuz
ve sağlıksız koşullarda yaşamasına neden olan,
yeni sağ politikalarla birlikte militarizmi, faşizan
politikaları uygulamaya koyan, böylece klasik
anlamdaki burjuva demokrasilerinden giderek uzaklaşan,
Avrupalı emperyalistlerin başını çektiği bir AB’den
Türkiye’nin sorunlarını çözmesinde ve demokratikleşmesinde
ciddi bir mesafe almasını sağlamasını beklemek
siyasi ahmaklıktan da öte bir şeydir.
Türkiye önümüzdeki 10-20 yıl içersinde AB üyeliğine
kabul edilir ya da edilmez. Ama bundan önemli
olan bu coğrafyada ve Ortadoğu’da aynı zaman dilimi
içinde nelerin olacağı, hangi taşların nasıl yerinden
oynayacağıdır. Öyle görünüyor ki AB, Türkiye’yi
kucaklamak istememekte ama itmeyi de uygun bulmamaktadır.
Bu yüzden önüne geniş bir zamana yayılmış, garantileri
ve kesinlikleri olmayan, her an geri dönüş imkânını
içinde barındıran bir süreç koymuştur. Böylece
Avrupalı emperyalistler (ve ABD) her zaman yaptıkları
gibi tek bir olasılık üzerine oynamamakta, geleceğe
dair muğlaklıkları kasten yaratmaktadırlar. Bütün
bu sorunlar aşılsa bile Türkiye’nin yine de klasik
bir AB üyesi olmayacağı, Avrupa hiyerarşisi içinde
aşağı katlarda bir rol üstleneceği kesindir. Bu
rol de elbette bekçilik ve askerlikten daha fazlası
değildir.
…
|