Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

32. Sayı - Ağustos 2005

S. Gürateş

Seydişehir’in Gör Dediği...
Geçtiğimiz aylarda Seydişehir Eti Alüminyum tesisleri işçilerinin kent halkı ile birleşerek özelleştirmeye karşı ortaya koyduğu direniş, gündemi sarsan olaylardan biriydi. Seydişehir işçileri, işletmenin bazı olanaklarını ve iş deneyimlerini de kullanarak polisi epey zor durumlara düşürmüşler ve sonuçta biraz yaralı vermekle birlikte istediklerini de -kısmen ve şimdilik- elde etmişlerdi: En azından tesisleri gezmek isteyen şirket temsilcileri geri çekilmişlerdi.
Bütün bunların çok da gelip geçici heveslerden kaynaklanmadığı, bir kaç gün önce yeniden ortaya çıktı. Seydişehir ihalesini kazanan CE-KA AŞ. yetkilileri, “mal sahibi” olarak geldikleri tesislerden canlarını zor kurtardılar. Üçü şirket yöneticilerine ait 4 araç ters çevrildi, tahrip edildi, biri yakıldı, şirket yöneticileri saatlerce mahsur kaldılar, Genel Müdür’ün evi taşlandı, vb. vb... Ve yine polisten 12 yaralı...
Bütün bu atakların kalıcı olup olmayacağını, Seydişehir işçisinin sergilediği örnek tutumun sürekli bir çizgi halinde gelişip gelişmeyeceği şüphesiz önümüzdeki haftalarda ya da aylarda daha net belli olacaktır. SEKA ve başka örneklerden hareketle baktığımızda bu konuda büyük hayaller kurmak çok mümkün gibi görünmüyor; ama öte yandan siyasal öznenin sürece ağırlığını koyamadığı koşullarda bile işçi sınıfının sergilediği bu performans hafife alınacak gibi değildir. Seydişehir, her açıdan iyi bir örnek olmuştur.
Ama herhalde direniş gününden geride kalan en çarpıcı tablo, ellerinde Türk bayrakları taşıyan ve sağcı bir sendikada örgütlenmiş olan emekçilerin ortaya koydukları direniş tablosuydu.
Bu tekil bir örnek de değil. Özelleştirme saldırısına uğrayan işçilerin çoğunun direnişin sloganlarında yoğun biçimde “vatan” vurgusunu kullanması, afişlerde ve yürüyüşlerde sık sık “ulusal” ya da “yurtsever” motiflerin öne çıkarılması artık sık rastlanan olgulardır. Söz konusu tesislere talip olan şirketlerin çoğunun yabancı olması (ya da yerli işbirlikçilerle birlikte ihalelere girmeleri) şüphesiz bunu tetikleyen unsurlardan biridir. Öyle anlaşılıyor ki, zaten çoğu milliyetçi eğilimlere sahip olan sendikacılar bu somut durum karşısında ulusal motifi “birleştirici” bir unsur olarak görmekte, saldırı altındaki işçi kitlesi de aynı duyguları kolayca paylaşabilmektedir.
Solun mızmız ve memnuniyetsiz bazı uç kesimleri beğensin beğenmesin, bu durum, yani işçi sınıfının elinde bizim bayraklarımızın değil başka bayrakların olması, bir realitedir, somut bir veridir. Ama aynı ölçüde somut bir başka bir veri de, en azından Seydişehir gibi tekil örneklerde söz konusu emekçilerin polisle çatışma konusunda solun son zamanlardaki performansını aşan bir tablo gösterdiğidir. Dolayısıyla, memnuniyetsizlerin -15/16 Haziran’daki Türk bayraklarını da unutarak!- gösterdiği beğenmez tutum, pek sağlam temellere oturmamaktadır. Daha doğrusu sınıfın mevcut siyasal tablosunun geriliğinden hoşnut olmama ile “her şeye burun kıvırma” arasındaki farkın belirginleştirilmesi, neoliberal saldırıya karşı mücadeleye doğru yaklaşımlar üretilmesi bir zorunluluk ve görevdir. Bayrak provokasyonu ile başlayan süreçte gerçekleştirilen faşist saldırılar, Genelkurmay’ın kışkırtmaları, Kürt cephesinde çatışmaların yeniden boyutlanmaya başlaması, vb. vb. gibi gelişmelerle aynı döneme denk düşen bu tablo, gerçekten de soğukkanlı bir sınıf bakışını gerektirmektedir. En azından devrimci sosyalistler açısından bazı zihin karışıklıklarını önlemek elzemdir.

Seydişehir Bir Kez Daha Ayakta!

Son aylarda bir özelleştirme furyasıdır gidiyor. AKP hükümeti, ülkenin en kârlı kurumlarını sermayeye peşkeş çekmek için her türlü taklayı atıyor. Gece gündüz demeden mecliste çalışıyor. Bu kurumlardan birisi olan Seydişehir Alüminyum fabrikasının da CE-KA inşaata satışı tamamlandı. 305 milyon dolara satılan fabrikanın satılmasına rağmen, işçiler direnişlerine devam etti. Fabrikayı alan kişi Mehmet Cengiz, aynı zamanda Karadeniz otoyolu, İstanbul Metrosu gibi projelerin müteahhidi. Kendisinin inşaat, enerji ve turizmde yedi şirketi var.
Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz aylarda, Seydişehir işçisi, polisle çatışmış, özelleştirmelerin yoksulluk ve sefalet olduğunu Türkiye’ye göstermişti. Seydişehir işçileri, Konya-Antalya yolunu trafiğe kapatmış, Ankara’da Başbakanlık ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı önünde eylem yapmış, fabrikaya gelen firma yetkililerine karşı da yine eylemler yaparak Türkiye’nin gündemine oturmuşlardı.
31 Temmuz 2005 pazar günü CE-KA yöneticileri, incelemek üzere fabrikaya geldiler. Ancak, karşılarında direnmekte olan 2500 işçi ve ailelerini buldular. Seydişehir emekçisi şirket yöneticilerinin 2 mercedes, bir cip ve genel müdürün Toyota marka otomobilini taş yağmuruna tutarak, ters çevirip yakmaya başladılar. İşçiler, daha sonra, yöneticilerinin bulunduğu yere doğru yöneldi. Bu öfke selinden korkan şirket yöneticileri, ışıkları söndürerek misafirhanenin içinde uzun bir süre saklandı. Burayı taşlayan işçiler, misafirhanenin camlarını kırdı. Konya ve Beyşehir’den polis, Yalıhüyük, Ahırlı ve Bozkır ilçelerinden ise takviye jandarma ekipleri gelerek, fabrika kuşatma altına alındı. İşçilerin direnişinde 12’si polis, 17 kişi de yaralandı. 400 çalışandan 60 işçi dışındakiler izne çıkarıldı.
Seydişehir işçisi, emekçisi direnişlerindeki kararlılıklarıyla en güzel örnek olmaya devam ediyor. Bu direniş AKP’nin bütün niyetini ortaya çıkarıyor. AKP yalancı, AKP, işbirlikçi, AKP IMF uşağı gibi gerçekler insanların hafızalarına kazınıyor. Belki şu anda bu tepki ülke genelinde Seydişehir ve birkaç yerde pratiğe geçse de, AKP’nin bu ahval ve şeraiti belleklere depolanıyor. “Seydişehir CE-Ka’ya Mezar Olacak”, sloganı bu noktada, geleceğimiz, yarınlarımız için ayrı bir önem kazanıyor. Tez elden, bu yağmacıların önüne barikat barikat çıkmak gerekiyor. Bunu yapmak da sadece devrimcilere düşmüyor. Bu ülkenin geleceğinden kaygı duyan her ülke insanının da kaygı duyması, harekete geçmesi gerekiyor.

Emperyalist Politika: Tek Tek Lokmalar Halinde Yutmak...
Üstelik Seydişehir tek bir örnek de değildir. 1980’lerden bu yana sürdürülen neoliberal özelleştirme politikaları, bugünlerde TÜPRAŞ, Telekom, Havaalanları, TEKEL, Erdemir, Seydişehir Alüminyum gibi en yağlı ve en iri parçaları piyasaya sürmüştür ve doğal olarak büyük işçi kitlelerini bünyesinde barındıran bu işletmelerden en azından bazıları zorlu direnişlerin alanı olacaktır.
Düzen cephesi, uzun süredir bilinçli bir tercih olarak özelleştirme saldırısını toplulaştırmamakta, tek tek satışları ayrı ayrı zaman dilimlerine denk düşürmekte, muhtemelen ihale zamanlarını da buna göre ayarlamaktadır. (Hemen anımsanabilir; “Kentsel Dönüşüm Projesi” adıyla pazarlanan yıkımlar da şimdilik küçük ölçekli bir biçimde yürütülmektedir.) Çok büyük işçi kitlelerini karşıya almak ve doğal olarak büyük bir cephe ile savaşmak yerine hükümet, kamu işletmelerini tek tek lokmalar halinde yutmak ve her tekil örnekte baskı, şiddet, rüşvet, vb. gibi bütün yolları kullanarak “sorunu çözmek” ve sonra bir diğer alana saldırmak istiyor. Bugüne dek bunun somut örnekleri yaşanmış, Paşabahçe’den SEKA’ya bir dizi direniş, şu ya da bu biçimde esnetilerek bitirilmiştir. Toplamda irili-ufaklı 185 işletme bugüne dek yağma edilmiş ama bunlardan bazıları oldukça kalabalık işçi gruplarını barındırdığı halde çok güçlü direnişler ortaya konulamamıştır. Açıkçası bütün bunları yalnızca “hain sendikacılar”a bağlamak da tek başına yeterli değildir; evet Türk-İş ve sağcı bazı sendikaların kamu sektöründeki geleneksel ağırlığı da önemlidir ama daha genel planda işçi sınıfı da, devrimci öznenin eksikliği koşullarında saldırının bütünlüğünü ve genel direnişin önemini kavrayamamakta, “her durumdan mümkün olan en az zararla kurtulma” tavrına -zorlanarak da olsa- uyum sağlamaktadır. Doğrusu bir başka bağlam için icat edilmiş olan “susma sustukça sıra sana gelecek” sloganı ilk kez bu kadar somut bir anlam kazanmaktadır. Gerçekten de bir alandaki saldırıyı izlemekle yetinen bir başka kurumun işçileri, IMF sopası kendilerine yöneldiğinde can havliyle sokağa fırlamakta, en pasif sendikalar alanlara insan yığmakta, ama yine de sorunun derinliği ve bütünlüğü yeterince anlaşılamadığı için “tek tek lokmalar” yutulmaya devam etmektedir.
Bugünkü durumun nispeten özgün yanı ise çok önemli alanların tümünde birden yapılan operasyonun daha büyük sayıda işçi kitlesini risk altına sokması ve daha büyük direnişlerin imkânlarını yaratmasıdır. Belki henüz devrimci güçlerin çoğunun bile tam olarak kavrayamadığı gerçek, bugünkü özelleştirme dalgasının öncekilerden farkıdır. Şimdiye kadar özelleştirilen kurumlar sayısal olarak çok görünseler de bugünkü 5-6 kurumun çapına eşit değillerdir. Bu kez, neredeyse Türkiye ekonomisinin belkemiği denebilecek kurumlar söz konusudur ve üstelik bu kurumlarda “zarar ediyor” bahanesi de geçersizdir. Dolayısıyla büyük işçi kitlelerini ve kent nüfuslarını içeren bu toplam, birleştirilmesi halinde iktidarı zorlayabilecek potansiyellere sahiptir. Tam da bu yüzden, böylesi sıcak günler yaklaşırken özelleştirme saldırısı ve sınıfın tutumu konusundaki kafa karışıklıklarının ele alınması bugün bir zorunluluktur.

Coca Cola’ya İtaat Edenler ve Direnenler...

Coca Cola, Amerikan emperyalizmi ile bütünleşmiş bir isim. Dünyanın neresine giderseniz gidin Coca Cola dendiğinde akla hemen Amerika gelmektedir. Bu uluslararası tekel de bu ülkenin genel karakterini benimsemiş ve fabrikalarında çalışan işçilerle ilişkiyi de bu zeminde kurmaktadır. Daha fazla nasıl sömürürüm, nasıl çok kâr ederim... G8’ler toplantısında Bush çok net konuşmuştu, “benim için Amerikan çıkarları önemlidir”, Tabii ki Amerikan çıkarları dediği Amerikan halkının çıkarları değil, belli başlı tekellerin çıkarlarıdır. Coca Cola’da bunlardan birisidir ve aynı zamanda eli kanlı katildir. Kolombiya’da öldürttüğü sendika liderlerinin kanları hala kurumamıştır.
Sömürüyü ve zulümu kendine kimlik edinmiş bir tekel olan Coca Cola’nın Türkiye’de de farklı davranması beklenemez. Zaten onlar da böyle bir beklentinin önüne geçmek için elinden geleni yapmaktadır.
“Coca Cola işçileri gözaltına alındı.” Yer, Türkiye İstanbul’daki Coca Cola’nın Dudullu deposu. 22 Temmuz 2005 Cuma bir haber küçük puntolarlarla aralara sıkıştırılmış.
İşten atılmalarını protesto etmek ve işveren ile görüşme taleplerinin yerine getirilmesi amacıyla sabah saatlerinden itibaren Coca Cola’nın Dudullu’daki deposuna gelen 150 işçiye, firma yetkilileri köpeklerini çağırtarak saldırtmıştır.
DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin yanı sıra DİSK’e bağlı Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve sendika avukatları Coca Cola yetkilileri ile görüşme yaptıkları sırada, çevik kuvvet polisi fabrikanın alt katında bulunan işçilere ve ailelerine biber gazı ve coplarla saldırdı. Kol kola girerek kenetlenen işçileri teker teker ayırarak minibüslere bindiren polis, işçilerin eş ve çocuklarını bir süre polis otosunda tuttuktan sonra serbest bıraktı.
Diğer yandan Coca Cola işçilerine, fabrika önünde sloganlarla destek veren sendikacı, işçi yakınları ve polis arasında çatışma yaşandı. Polisin saldırısına etraftan topladıkları taşlarla cevap veren destekçiler, polis otosunda bekletilen işçilerin serbest bırakılmasını, aksi halde fabrika önünde beklemeye devam edeceklerini bildirdiler. Bunun üzerine polis otosunda bekletilen işçiler Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Gözaltına alınan 91 işçiden 84’ü serbest bırakıldı.
Bütün bunlar yaşanırken Tayyip Erdoğan da Coca Cola patronunun çiftliğinde mutlu dakikalar geçirmekteydi, hem de bütün sülalesiyle. Coca Cola’nın attığı kemiklerle beslenen yerli medya, Tayyip’in yaptığı geziyi sayfa sayfa verirken, işsizlikten dolayı sonlarının ne olacağı belli olmayan işçilere ise fabrika da polislerce nasıl itaat edileceği dersi sert bir şekilde veriliyordu; fakat bu medyada yer bulmuyordu. Çünkü kendileri bu dersi zaten almışlardı.

1990 Sonrası Süreç ve Karışıklığın Maddi Zeminleri
Gerçekten de, günümüzde sınıf mücadelesinin en ciddi sorunlarından biri, sosyalizmin genel gerilemesinin de ötesinde bizzat işçi sınıfının kendisinde görülen kafa karışıklığı ve muğlak noktalardır. Sürecin özelliklerinden ötürü, devrimci hareketin sınıfla -zaten geçmişte de pek kuvvetli olmayan- bağlarının iyice zayıflaması, bu muğlaklıkları artırmış, burjuva medyanın yoğun etkisi altında eğilip bükülen sınıf belleği, sakatlanmış, ortak düşünce havuzu bulandırılmıştır.
Elbette bu, yalnızca propagandanın gücünden kaynaklanan bir durum değildir ve yeni tarihsel süreçte ifadesini bulan maddi temelleri vardır.
1990’lar sonrasında başlayan yeni tarihsel sürecin en önemli özelliklerinden biri de son derece dinamik ve karmaşık bir yapı göstermesidir. Daha önce çeşitli vesilelerle söyledik, yeniden söylemekte yarar var: 1945 sonrası süreç, bütün iç değişkenliklerine karşın yine de az çok oturmuş, uluslararası ya da yerel ölçekte safların kesin biçimde belirlendiği bir süreçtir ve dönem boyunca devrimci güçlerin önüne çıkan sorun alanları, birkaç parametrenin yardımıyla çözümlenebilir haldedir. Aynı dönemde emekçilerin zihnini özel olarak bulandıracak unsurlar da çok fazla sayıda değildir; ta 1800’lerden akıp gelen davranış biçimleri ve sınıf refleksleri, hem safların netliği, hem de üretimin Fordist örgütlenişinin sınıfa sağladığı avantajlar açısından az çok belirlidir ve geçerlidir. Proletaryanın ortak sınıf belleği, yüz yıl boyunca kaç kez kırılmaya uğramış olursa olsun yine de devamlılığını korumakta, kuşaktan kuşağa aktarılan mücadele deneyimlerinin biriktiği genel havuz, en azından ekonomik mücadele cephesinde ön açıcı olmaktadır. İşçi sınıfı, kitle üretimi yapılan büyük birimlerde bir aradadır, pratik deneyimler ve sorunlara bakış kalıpları büyük bir hızla kitlelerin bütününe yayılmakta ve ortak tutumlar yaratabilmektedir. Sendikaların en reformist ellerde olduğu zamanlarda bile tabandaki sınıf içgüdüsü hükmünü sürdürmekte, karşı taraf bir hamle yaptığında ona karşı ne yapılacağı konusunda fazla tereddüt ortaya çıkmamaktadır. Ve zaten, karşı tarafın, yani dünya kapitalist sisteminin ya da onun yerel kollarının hamleleri de sınırlıdır; çoğunlukla izlenen yol, eninde sonunda kitle hareketinin şiddet yoluyla bastırılması (ya da daha özgün durumlarda sendikacıların satın alınması, vb) biçimindedir. İşçi sınıfının fiziki ve düşünsel yapısının, genel olarak kitle hareketinin daha karmaşık politikalarla parçalanması, mücadele belleğini ve ortak-otomatik davranış biçimlerini zayıflatan yolların keşfedilmesi henüz söz konusu değildir ya da bu yöntemlerin uygulama alanı henüz dardır. Dolayısıyla, “kazanılmış hak bilinci” özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde oldukça kuvvetlidir; sınıfın bütünlüklü yapısı da bu bilincin devamını sağlamaktadır.
1980’lerden itibaren başlayan neoliberal restorasyon sürecine geldiğimizde ise önümüzde yeni bir tablo vardır.
Birincisi, bu süreç kapitalist üretimin işleyişini kapsamlı biçimde değişikliğe uğratmış; böylece hem üretimi, hem de işçi sınıfının yapısını parçalayan, yalnızca örgütlenmeyi değil ortak mücadele-örgütlenme belleğini de zayıflatan yeni bir manzara ortaya çıkmıştır. Sosyalist Barikat’ın 2. sayısında ayrıntılarıyla ele aldığımız bu manzaranın en doğrudan sonucu, işçi sınıfı kitlelerindeki kafa karışıklığı olmuş, sınıfın zihnindeki oturmuş davranış kalıpları bozulmuş, mücadele süreci içersinde şu ya da bu ölçüde sosyalist güçler tarafından belirlenen ya da en azından etkilenen ortak düşünme biçimlerinin yerini dağınık, burjuva medyası tarafından manipüle edilebilen bir zihin almıştır. En geri ekonomik bilincini bile ancak mücadele ve örgütlülük sürecinde alabilecek olan işçi sınıfı, bu canlı ve sıcak ortamdan, büyük fabrika direnişi deneyimlerinden uzak kaldığında, üzerine püskürtülen propagandaya direnmekte zorlanmış, tek tek işçilerin zihni kuşkularla sakatlanmıştır. Neyin iyi neyin kötü olduğunu kendi sınıf kardeşleriyle canlı bir mücadele sürecinde değerlendiremeyen tek işçi, böylece bir bilinç kırılmasına uğrarken, neoliberal dalganın sadece kendi ekmeğiyle oynamadığını, bütünlüklü bir emperyalist-kapitalist saldırı olduğunu kavramakta zorlanmakta, olguların iç bağlantılarını yeterince anlayamamaktadır.
Ve tabii, aynı zaman diliminde yeni ekonomik düzen tarafından yaratılmış olan yeni orta sınıflar ve onların taşıyıcılığını yaptığı ideolojik saldırı da etkilidir. Reklamcılardan, orta düzey şirket yöneticilerine, para spekülasyonundan rant sağlayan “oyuncu”lara kadar bir dizi ara kategoriden oluşan bu tabaka, neoliberal uygulamaların şirinleştirilerek, rasyonalize edilerek topluma yansıtılmasında görev almışlar ve medya tekelleriyle birlikte zaten kendi mücadele deneyimleri zayıflamış olan emekçilerin zihnindeki karışıklığı artıran bir unsur olmuşlardır. Asıl tehlike, kuşkusuz bu kesimlerin zaten emek dünyasıyla ilgisi olmayan üst kesimlerinden gelmemiştir; asıl tehlike bu yeni orta sınıfın sol ve emekçilerle bağlantılı olan alt kategorilerinden, çevresine umutsuzluk yayan “mahalle çapında postmodern filozoflar”dan ve bütün bunların sınıfa dek uzanan etkilerinden gelmiştir. Böylece üretimin işleyişinde gerçekleşen parçalanma, zihinsel alanda da karşılığını bulmuştur.
İkincisi, özelleştirme ve sosyal kurumların çökertilmesi alanında belli bir mesafe alınması aynı zamanda bu uygulamaların artık “normal” ve “geri dönülemez” olduğu yanılsamasını da yaratmış, cepheden ve bütünlüklü bir karşı çıkışın altyapısını zayıflatmıştır. Türkiye’deki restorasyonun öyküsü bu bakımdan daha da özgündür. Türkiye’de 12 Eylül Cuntası’nın yoğun bir baskı ve depolitizasyon yaratan ortamında ilk adımları atılan restorasyon, işçi sınıfı ve emekçileri, devrimci güçleri hazırlıksız ve elverişsiz bir konumda yakalamış, operasyonun bir bölümü kapsamlı bir karşı duruşla karşılaşmadan gerçekleştirilmiştir. Böylece, özelleştirme alanında bu süreçte yapılanlar, gelecekte yapılacaklar için bir zemin oluşturmuş, yapılanların “normal” ve “değişimin gereği” olduğu, artık “geri dönülemez” bir noktaya ulaştığı ve “bir gerçeklik olarak kabul edilmesi gerektiği” fikri (yoğun medya bombardımanının da etkisiyle) toplumsal yapıda belli bir ağırlık kazanmıştır.
Özelleştirmeye karşı direnişlerin bile (en azından sendikacıların ve sınıfın bir bölümü açısından) doğrudan özelleştirme saldırısına yönelik bir anlam ifade etmediği, daha çok bu uygulamanın işçilerin kazanılmış haklarına dokunan yanına yöneldiği bilinen bir olgudur. Zaman zaman sıradan işçilerin ağzından duyduğumuz “tamam özelleştirme yapsınlar ama...” diye başlayan cümleler hem bu karışıklığın hem de belli bir özgüven yokluğunun ifadesidir.
Yani tek tek işletmelerde direnen emekçiler, özelleştirme saldırısına karşı genel bir sınıf cephesinin yokluğunun yarattığı umutsuzlukla daha ağırlıklı olarak “kendilerini korumayı” hedeflemektedirler; dolayısıyla onlar bayraklar ve vatan savunması söylemleriyle sokağa çıktıklarında bile savundukları asıl şey aslında kendi işleri ve sosyal kazanımlarıdır.
En keskin milliyetçi sloganların üstünü kazıdığımızda altından çıkan talep son derece basittir: Ekmeğime dokunma! Ve bu bağlamda da direnişlerde, eylemlerde kullanılan bayraklar, vb. (şüphesiz yaygın milliyetçi duyguların yanında) bu ekmek davasını resmi düzeyde meşrulaştırma, karşı tarafı zora sokarak saldırısını önleme gibi bin yıllık savaş hilelerine denk düşmektedir. Gecekondu yıkımlarından özelleştirme karşıtı direnişlere kadar her yerde bayrak, polisin saldırısını “durdurucu” bir faktör olarak ellerde gezmekte, ancak son zamanlarda görüldüğü gibi artık bu savunma tarzı çok da etkili olmamaktadır.
Sonuç olarak özetlendiğinde yeni tarihsel sürecin işçi sınıfının hayatında yarattığı değişiklikler, sosyalizmin genel gerilemesiyle birleşerek ortak belleği ve davranış biçimlerini sarsan etkiler yaratmış, emekçilerin zihninde muğlaklıklara yol açmıştır.
Böylece özelleştirme saldırısı gibi genel saldırılar, iç bağlantılarıyla ve gerçek niteliğiyle kavranamamakta, devrimci öznenin müdahale edemediği koşullarda direniş bilinci doğal olarak geri noktalarda oluşmaktadır.

Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Demokratik Halk Devrimi:
Hırsızlık Düzeninin Sonu

Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Demokratik Halk Devrimi, emperyalizmin varlığına son veren ve onun işbirlikçisi oligarşik diktatörlüğü parçalayarak yerine demokratik halk iktidarını kuran ve bu iktidar aracılığıyla kesintisiz olarak sosyalizme yürüyen bir çizgiye sahiptir.
Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Demokratik Halk Devrimi, doğası gereği, bütün emperyalist ilişki ve anlaşmaların yok sayılması, bütün emperyalist kurum ve kuruluşların bu coğrafya üzerinden kesin biçimde sökülüp atılması anlamına gelir.
Aynı şekilde devrimimiz, emperyalist işgalcilerle işbirliği halinde emekçi halkları sömüren tekelci burjuvaziye ait bütün kilit işletmelerin kamulaştırılması anlamını taşır.
Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Demokratik Halk Devrimi, işbirlikçi-kukla hükümetler tarafından imzalanmış bütün dış ve iç anlaşmaları tamamen geçersiz ve hükümsüz sayar. Dolayısıyla, bugün ya da gelecekte yapılan-yapılacak kamu özelleştirmelerine dair her tür anlaşma, ihale, sözleşme, devrim açısından hükümsüz kılınacak ve yok sayılacaktır. Devrim, bu konuda kendisini uluslararası emperyalist kurumların dayattığı tek taraflı-çok taraflı anlaşmalarla, “ulusararası hukuk” gibi kandırmacalarla da bağlı saymayacak, hırsızlık yoluyla ele geçirilmiş olan bütün kurumları tereddütsüz biçimde halkın malı haline getirecektir. Devrim, bütün bu mülkler üzerinde şu anda var olan gayrı-meşru sahiplik haklarını tümüyle geçersiz sayacaktır. Ve doğal olarak, Demokratik Halk İktidarı, sosyalizme ilerleyen yolda bütün bu kurumları kolektif bir ekonominin inşası için değerlendirecektir.
Dahası, devrimci sosyalizm şu anda da söz konusu kurumlarla ilgili bütün anlaşma ve sözleşmeleri meşru saymamakta, bütün bu kurumları daha şimdiden halkın malı olarak kabul ettiği için mevcut “sahiplik” ilişkilerini hırsızlık olarak nitelemektedir. Dolayısıyla, devrimci sosyalizm, bu kurumları yağmalayan yerli-yabancı tekelleri de “halka karşı suç işlemiş” saymaktadır. Bu topraklarda istedikleri gibi at oynatabileceklerini düşünenler kuşkusuz yanılmaktadırlar ve Devrimci Sosyalizm, bu yanılgıyı açığa çıkarmakla görevlidir.


Bir Diğer Boyut: Düz Düşünme Biçimleri
Elbette bu durum sadece sınıfın genel kitlesi için geçerli değildir. Yeni tarihsel sürecin özelliklerini çözümlemekte geciken ya da bu çözümlemeyi bütünlüklü bir tarzda yapamayan solda da benzer sıkıntılar yaşanmıştır, yaşanmaktadır.
Kuşkusuz genel siyasi tablonun bir bölümünü, yani “küreselleşme” ve neoliberal saldırının bütün cephelerini ayakta alkışlayan, bütün “bağımsızlıkçı” ve devrimci düşünceleri “3. Dünya Solculuğu” diye damgalayıp reddeden işbirlikçi-liberalleri en baştan tartışma dışı tutabiliriz. Bunlar, siyasi hayatta kendilerini nasıl ifade ederlerse etsinler, doğrudan doğruya düzen cephesindedirler ve pratik olarak halk düşmanıdırlar.
Ancak bu eğilimin genel siyasi arenadaki etkileri sanıldığı kadar zayıf değildir. Yeni orta sınıfların sola değen kesimlerinde yaygın olan utangaç-liberal yaklaşımlar büyük ölçüde bu genel düzen havuzundan beslenmektedir. Üç dakika kuyrukta beklediğinde “yahu bunları özelleştirmek lazım aslında” diyen sıradan küçük burjuva solculuğunun siyasetteki karşılığı zaman zaman “küresel direniş” gibi iri iri laflarda ortaya çıkmakta, tek tek ülkelerde devrimin güncelliğinden çoktan umudunu kesmiş olan bu solcu tipi, işçi sınıfının yerel direnişlerini de çeşitli demagojik yollarla reddetmektedir. Bu direnişlere -bağlı olduğu parti ya da çevrenin kararıyla gelip destek verse de- aslında bir türlü içten benimsemeyen, direnişin sonuçsuz olacağına baştan iman eden bu tip, bu ruh halini açıklayabilmek için çoğu kez işçilerin dini eğiliminin güçlülüğünü ya da milliyetçi sloganlarını bahane etmektedir. Yüzeysel okumalarla Latin Amerika kitle direnişlerine hayranlık duyan ama beri yanda üstünde durduğu toprağı beğenmeyen liberal solcumuz, esasında işçi sınıfının dünyanın hiçbir yerinde ulvi bir topluluk olmadığını, en gerici eğilimlerden en yoğun çürüme biçimlerine dek her musibetin en çok işçi mahallelerinde zemin bulunduğunu tamamen unutmaktadır.

Ulusallığı Okşamak: Bir Anlık Yarar İçin...
Bu türden eğilimleri bir an için kenara bırakıp neoliberalizme karşı genel bir duruş sergileyen kesimlere doğru geldiğimizde ilk karşılaştığımız tutumlardan biri, emekçilerde ve genel olarak toplumda yaygınlaşan milliyetçi eğilimlerle pragmatik biçimde oynama eğilimidir. Tutarlı, savaşkan bir anti-emperyalizm çizgisine değil, reformizmin çeşitli versiyonlarına dayanan bu eğilim, kimi zaman Güney Kürdistan’daki “çuval” operasyonundan hareketle “ulusal onur” söylemlerine sapmakta, kimi zaman “teröre karşı ortak tepki”nin (!) sözcüsü olmakta; kimi zaman 19 Mayıs bayramını anti-emperyalizme vesile olarak ilan ederken kimi zaman da (onca yıllık yeni-sömürgeci ilişkinin üzerinden atlayıp) AB’ye girişi “sömürgeleşme” olarak lanetlemektedir. Bu arada “yurtsever cephe”, “vatan” gibi kavramlar ortalığı kaplamaktadır.
Bütün bunların ortak noktası, son derece açıkça “toplumdaki yaygın eğilime oynamak”tır. Toplumda yaygın olduğu varsayılan bir duygu temel alınmakta ve onun üzerine pragmatik-düzen içi politikalar inşa edilmektedir.
Şunu en baştan açıkça söylemek gerekiyor: Türkiye devrimi, sosyalist kuruluşun olmazsa olmaz önşartı olarak, emperyalizmin ve bütün işbirlikçilerinin, bütün kurum ve uzantılarıyla birlikte bu topraklardan sökülüp atılmasını, dolayısıyla “bağımsızlığı” en önemli adımlardan biri olarak önüne koyar. Ve içeriğini nasıl doldurursanız doldurun, sonuç olarak her anti-emperyalist mücadele, “yurtseverlik”, yani üzerinde yaşadığınız toprakların bağımsızlığını savunmak anlamına gelir.
Büyük anti-faşist direniş boyunca Sovyet ülkesinde ve diğer işgale uğramış ülkelerde, ayrıca (Kürdistan dahil olmak üzere) bütün sömürgeler ve yarı-sömürgelerde gelişen sosyalist-yurtseverlik biçimleri de kavramsal olarak yanlış değillerdir. “İşçi sınıfının vatanının olmaması” başka şeydir, bir belirli anda emperyalizme ya da sömürgeciliğe karşı belli bir vatan toprağının savunulması ya da kurtarılması için savaşmak başka şeydir. Sosyalistler, kuşkusuz bu vatan toprağının emperyalist işgal ve sömürüden kurtarılmasını başka herhangi bir amaç için değil, sosyalist bir ülke inşa edilmesi için isterler; ve zaten günümüz itibarıyla duruma bakıldığında bu iki olgu tümüyle iç içe geçmiş durumdadır. Yani, sosyalist olmayan bir “orta yol”dan ülkenin bağımsızlığını korumanın da imkânları kalmamıştır. Dolayısıyla bu konuda tersinden yapılan keskin ukalalıklar da geçersizdir. En “saf” ve en “rafine” komünist edalarıyla anti-emperyalizmi küçümseyen ya da onu “komünist hedeflerden uzaklaştırıcı bir unsur” olarak gören eğilimler, ayakları yere basmayan eğilimlerdir ve esasen bunlar dünyayı da kavramaktan acizdirler. Tarihin bugüne kadarki seyrinde, gitgide kendi içine kapanan ve daralan bu tür “sağlam” komünistler tarafından gerçekleştirilmiş tek bir devrimin olmaması boşuna değildir. Çünkü bu eğilim, ne dünyanın ne de üzerinde yaşadığı toprağın gerçekliğinin farkındadır.
Açık ya da gizli emperyalist (sömürgeci) işgal altındaki bir ülke, elbette bir anti-emperyalist mücadele sürecinden geçecektir ve şüphesiz bu mücadele, ona önderlik eden sınıfın ve partinin niteliğine bağlı olan bir yurtseverlik biçimine yaslanacaktır.
Ve elbette bu yurtseverlik kavramının içeriği, o coğrafyanın özgün koşulları tarafından da biçimlendirilecektir. Söz konusu olan coğrafya, Türkiye gibi bir iç-sömürgeyi içinde barındırıyorsa, ezen ulus devrimcileri bu realiteyi dikkate alacaklar, anti-emperyalist mücadele ile kendi devletinin sömürgeciliğine karşı mücadeleyi birlikte yürütürlerken anti-emperyalist yurtseverliğin ezen-ulus şovenizmine yol açmasına, hatta bunu bir biçimde ima etmesine asla izin vermeyeceklerdir. Bu anlamda ortada karmaşık, çözülemez bir sorun da yoktur: Devrimci sosyalizm, başta ABD emperyalizmi olmak üzere bütün emperyalist güçlerin ve işbirlikçi oligarşinin bu topraklardan sökülüp atılması için savaşacak, ama öte yandan özgür, bağımsız, birleşik bir Kürt coğrafyası için verilen savaşı bütün gücüyle destekleyecektir.
Dolayısıyla devrimci sosyalizm, kavramların içini bu genel ve özgül koşulları dikkate alarak doldurmakta, gelip geçici hevesleri, günlük politikaları bu çerçeveye karıştırmamaktadır. Devrimci sosyalizmin anti-emperyalist vurgusu, bütün biçimleri ve cepheleriyle kendisini ortaya koyduğunda ise esasen hiçbir emekçinin de bu içerikten kuşkusu kalmayacaktır.
Ulusalcılığın “utangaç” biçimlerini ortaya koyan kesimlerin asıl problemi de tam bu noktadadır. Politik olarak düzen-içi bir çizgi izleyen ve anti-emperyalist bir politik-askeri savaşı önüne koymayan bu kesimler, esas olarak toplumda halen mevcut olan ya da olduğu varsayılan tepkilere ve eğilimlere bakarak pragmatik politikalar belirlemektedirler. Orta sınıflarda ve emekçilerde beliren karmaşık duyguların üzerine deyim yerindeyse “atlayan” bu kesimler, en geri düzeylere dek düşmekte, yeni bir anti-emperyalist savaş yoluyla sınıfın eğilimlerinin rotasını belirlemek yerine mevcut olana teslim olmaktadırlar.
Dolayısıyla bu kesimler, özelleştirme karşıtı mücadelede bayraklı işçileri burun kıvırarak izleyen “sağlam komünistler” kadar zararlı bir etki yaratmaktadırlar. Çünkü sonuçta bu eğilim, sınıfta zaten var olan devrimcilerden uzak durma eğilimini dolaylı olarak -sendikacılar üzerinden- desteklemektedir. Devrimci hareketin sınıfla arasındaki bu mesafeyi kapatmak için yapması gerekenleri tartışması bir yana, en geri eğilimlerle birleşip devrimci harekete karşı tutum alma tavrı başlı başına gerici bir tutumdur.

Erdemir İşçisi İşyerini Terk Etmiyor...

Fabrikalar satıldı, satılıyor, satılacak. Türkiye ekonomisinde belli başlı yere sahip olan bu işletmeler, IMF direktifleri çerçevesinde elden çıkarılıyor. İşçi sınıfı cephesinde son aylarda yaşanan hareketlilik, özelleştirme karşıtlığının potansiyelini de gözlerimizin önüne seriyor. Yurdun çeşitli yerlerinde yaşanan direnişler, belki satışları geri aldıramıyor ama çocuklarına, yarınlara onurlu bir direniş geleneği armağan ediliyor. Topluma kabul ettirilmeye çalışılan “siz mi kurtaracaksınız” zihniyeti her direnişte mahkum ediliyor.
AKP hükümeti de, bu politikadan asla taviz vermeyeceğini binlerce emekçinin gözünün içine baka baka söylüyor. Özelleştirme takvimleri bir bir hayata geçiriliyor. Bu fabrikaların kâr ettiğine dair istatistiklere dönüp bakma gereği bile duyulmuyor. AKP hükümeti illa da özelleştireceğim deyip duruyor. Aç kurtlar da dört gözle bekliyor. Edeceği kârlar, sömüreceği emekçiler rüyalarını süslüyor.
Bu fabrikaların başında gelen ve sermayenin iştahını kabartan kurumlardan birisi de ülkenin kilometre taşlarından biri olan ERDEMİR. Sıcak günler yaşadığımız bu günlerde, işçi sınıfının gündemi de sıcaklaşıyor. Kin, öfke büyüyor. Seydişehir emekçilerinden sonra, ERDEMİR işçileri de, fabrikalarına sahip çıkıyor. Onların gaz bombaları, copları, silahları, tankları, tüfekleri yok belki. Ama emek üreten elleri ve yumrukları var, evlerinde ekmek bekleyen çocukları var. Onurlu bir şekilde sürdürmeleri gereken yaşamları var. Bu haykırış, bu çığlık bu yüzdendir, panzerler yığılıp, silahlarla onların üzerine gidilmesi bu yüzdendir. Bu panik ve saldırganlık direniş yayılmasın diyedir.
Uzun yıllar bu ülkeye hizmet veren ERDEMİR’in satışı için son ihale teklifi 26 Eylül 2005. Dünyanın 13. büyük demir-çelik şirketi olan Ereğli Demir-Çelik’in yüzde 46.12’iık bölümü satılacak. Başvuranlar arasında Koç Holding ve Oyak bulunurken, yabancı sermayeden de dünyanın en büyük çelik şirketlerinden İngiliz-Hollanda ortaklığı Mittal, ikinci büyük grup olan Fransız-Lüksemburg ortaklığı Arcelor gibi sermayedarlar bulunuyor. Kısaca şu ana kadar 9’u yabancı olmak üzere 13 sermaye grubu sıraya girmiş durumda.
Burada belleğimizi biraz tazelersek; Karadeniz Ereğli’de kurulan ERDEMİR Türkiye’nin ikinci demir-çelik tesisi olarak 1965 yılında faaliyete başlıyor. 0,4 milyon/yıl üretim kapasitesi, bugün 3,5 milyon ton kapasitesi ile Türkiye’nin en büyük demir-çelik kuruluşu ve tek entegre yassı çelik üreticisi. Yıllar geçtikçe büyüyen ERDEMİR 2002 yılında İskenderun Demir-Çelik Fabrikalarını da bünyesine alarak güçleniyor. ERDEMİR’in 15 bin çalışanı, 3.5 milyar doların üzerinde cirosu ile bugüne kadar devlete katkısı 10 milyarın üzerinde. Son olarak ERDEMİR’in ne ürettiğine bakarsak; beyaz eşyadan, gemiye, otomotiv sektöründen inşaata, konstrüksiyondan elektrikli ev aletlerine, madeni yağ, konserve, boya, kimyasal ve aerosol kutularından meşrubat ve kavanoz kapaklarına, elektrikli küçük ev cihazlarından pil gövdesine, oyuncağa, savunma sanayiinden basınçlı kap, tarım aletleri, boru, profil ve LPG tüplerine, jant’a kadar geniş bir ağa sahip.
Satışın geleceği günü beklerken, biraz rakamlara ve soytarılıklara dalmakta da yarar var. Tez elden bir rakama başvurursak, Ereğli Demir Çelik Fabrikaları’nın 2004 yılı net dönem kârı 823.3 milyon YTL. Soytarılardan Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, “bütün firmaların ve sektörlerin küresel rekabete açıldıklarını” belirtiyor örneğin. “Bu ortamda kamu işletmelerinin varlığını sürdürebilmesinin mümkün olmadığını” söyleyen bakana sormak gerekiyor: ERDEMİR, bu açıklamanın neresine denk düşüyor? Sorunun cevabı açık ve net. İşin IMF boyutuna, küresel sermayenin emirlerinin hayata geçirilmesine denk düşüyor tabii ki. Şener devam ediyor: “Bu sene finansman programına göre Özelleştirme İdaresi’nin Hazine’ye 1 milyar dolar para aktarması gerekiyordu. Zaten o 1 milyar doları şimdiden aktarmıştır. Finansman programında bulunmadığı halde TMSF 1.6 milyar YTL hazineye nakit aktarımı yapmıştır. Dolayısıyla ekonomimizdeki finans dengeleri de olumlu bir şekilde seyretmektedir.’’ Sonrasında ne oluyor, bu paralar nereye aktarılıyor? Daha öncesinde nereye aktarıldı? Rant ve soygun ekonomisi nasıl ayakta duruyor? İşsizlik, yoksulluk, açlık neden artıyor? Sokaktaki genç hırsızlar, kapkaççılar da neyin nesi oluyor? Yoksa bunlar uzay boşluğunda mı yaşanıyor? Eğitim neden dibe vuruyor? Ülkedeki en ufak bir toplumsal harekete karşı neden haince saldırılıyor? Sorular, sorular, sorular… Cevapları bizce bilenen sorular. İnsanlara göstermek istediğimiz gerçekler…
Bunlar, ERDEMİR işçisinin farkında olduğu cevaplar. Bunun ışığında aylardır süren bir direniş var ERDEMİR’de. Satış için teklif veren şirketler de fabrikaya incelemek üzere ERDEMİR’e geliyor, daha doğrusu gelmeye çalışıyor. Bunlardan birisi Arcelor Firması. 3 Ağustos 2005 günü gelmek istiyor ve bunu duyan 2 bin ERDEMİR işçisi gece fabrikayı terk etmeyerek sabah saatlerinden itibaren fabrikada hazırlığını yapıyor. Bunun üzerine Arcelor firması yetkilileri geri dönüyor. Korktuklarından mı geri döndüler onu bilmiyoruz ama kısa bir süre önce yaşanan Seydişehir işçilerinin direnişi bir yerlerden kulaklarına çalınmış olsa gerek !
5 Ağustos 2005 günü bir diğer teklif veren grup olan Rus şirketi de ERDEMİR’i yokluyor. Fakat ERDEMİR işçisi, yine gece fabrikasını terk etmiyor. Sabah olduğunda ise, işçiler eylem yaparak oradaki akan trafiği kesiyor. Sonuçta bu firma da ERDEMİR’i inceleme “şerefi”ne nail olamıyor.
Önümüzdeki günler, bu geliş-gidişlerin devam edeceği yönünde. Belki bir daha ki sefere daha farklı biçimde, kolluk güçleri ve şiddet araçlarıyla gelecekler. Yine karşılarında ERDEMİR işçisi olacak. Bunun yanında direniş de olacak, kavga da... ERDEMİR işçisi yarını kurtarmanın bugünden geçtiğinin farkında. İşçiler, yarının anlamının, yarının çocukları, ülkenin geleceği demek olduğunu da çok iyi biliyorlar. Zonguldak’tan bir ses oluyorlar. Bu sese sesler ekleyip, çığlık fırtınaları yaratıp, kulaklarda bomba olarak patlamak da bütün ülke insanlarının kendi gücüne inanmasından geçiyor.


Devlet Mülkiyeti-Özel Mülkiyet Üzerine Akıllar Fikirler...
Konuyla ilgili olarak ortaya çıkan kafa karışıklıklarından biri de bir delinin kuyuya atıp kırk akıllının çıkaramadığı şu taşa benzemektedir. Yeri tarihsel süreci anlamakta zorlanan ve ikide birde “devlet zaten egemen sınıfların aracı değil mi?” gibi laflarla hepimize marksizm dersleri veren (!) bazı uç kesimler bugünlerde coğrafyamızda bol bol mevcuttur. Bu kesimler, özetle mevcut kamu işletmelerinin zaten “egemen sınıfların aracı” olan devlete ait olduğunu, dolayısıyla özelleştirmeye karşı mücadelenin sınıf mücadelesinde özel bir başlık oluşturmadığını söyleyerek “halkın malı” gibi söylemleri bir yana bırakıp asıl ağırlığı sınıfın kazanılmış haklarının korunmasına ve “anti-kapitalist mücadele”ye vermemizi öğütlüyorlar.
Hiç uzatmadan, -ilk bakışta kulağa çok hoş gelen- bu tür yaklaşımların tamamen gerçek hayattan kopuk olduğu söylenebilir. Sosyalist Barikat’ın birçok sayısında ayrıntılarıyla açıkladığımız gibi, emperyalizmin yeni tarihsel sürecinin en önemli politikalarından biri neoliberalizm başlığı altında toplanan özelleştirme, sosyal alanları ve kurumları tasfiye etme ve diğer uygulamaların bütünlüğüdür. Ve bütün bunlar, esasen doğrudan sosyalizme ve her tür sosyal-kamusal kurum ve kavrama karşı bir ideolojik haçlı seferi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu politikalara karşı yürütülen mücadele, emperyalist-kapitalist sisteme karşı yürütülen mücadelenin bir parçasıdır ve ancak onunla birlikte anlamlıdır; ki zaten bu mücadelenin başarıya ulaşması da nihai olarak böyle bir perspektifle mümkündür. Bu tesislerin hiçbiri şu anda da “halkın malı” değildir, tarih bilincine sahip herkesin kolayca bileceği gibi bu tesisler, özellikle yeni-sömürgeci ilişkinin başlangıcında işbirlikçi kapitalist gelişmenin zemini olmuşlar, daha sonra da yeni emperyalist politikalar doğrultusunda gözden çıkarılmışlardır. Bu politikalar ise sadece teknik olarak A tesisinin kapatılıp B tesisinin açılması değil, genel bir yağma saldırısıdır ve sanayi tesislerinin de ötesinde sağlık sistemlerinden eğitime her alanı kapsayan bütünlüklü bir olgudur. Kapitalist sistem zaten doğası gereği özel mülkiyete dayanıyorken neden tarihin belli bir evresinde “özelleştirme” diye bir politikanın-kavramın gündeme geldiğini biraz düşünürsek, olgu kolayca anlaşılabilir. Özel olarak böyle bir politika-kavram gündeme gelmiştir; çünkü emperyalist kapitalizm yeni bir tarihsel sürece girmiştir ve bu süreç bütünlüklü-kapsamlı bir politikalar toplamıdır. Bu politikaları kavrayıp onlara karşı mücadele etmekle kapitalizmin kendisine karşı savaşmak arasında da bir çelişki yoktur.
Dolayısıyla burada “devletçilik” vb. gibi tartışmaların yeri yoktur; devrimci sosyalizm nihai olarak bu coğrafya üzerindeki bütün kilit sektörlerin kamulaştırılmasını ve emekçiler tarafından yönetilmesini öngören bir programa sahiptir. Bugün yürütülen mücadele de özel sektöre karşı devlet kurumlarının savunulması değil, emperyalist-kapitalist yağmaya karşı emekçilerin direnişinin örgütlenmesidir. Sonuç itibarıyla şu ya da bu işletmenin kim tarafından işletileceğinden bağımsız olarak asıl sorun emekçilerin üzerine yüklenen bir saldırı dalgasının göğüslenmesi sorunudur.

Devrimci Sosyalizm: Emekçi Kitlelerle Birlikte, Onları Örgütleyerek...
Devrimci sosyalistlerin zihni son derece açıktır. Emekçik kitlelerle birlikte yürümek, onların sorunlarının ve yaşamlarının dönüştürücü bir parçası olmak, onların düzenle çatıştığı her yerde mutlaka belli bir yer tutmak ve bunun için hayatın her alanında somut girişimleri örgütlemek devrimci sosyalistin asli görevidir.
Ve o, bu görevi yerine getirirken, sağda solda mızıldananları, kafa karıştıranları ve artık sıkıcı olmaya başlayan demagojileri dikkate almaz. O, gerçek hayatın içindedir, gerçek hayatın çıplak olgularıyla yüz yüzedir. “Özelleştirmeye niye karşı çıkılıyor, zaten bunlar kapitalist işletmeler değil mi?”, “Yabancı sermaye yasalarına neden karşı çıkılıyor, kapitalistin yerlisi daha mı iyi?”, “Gecekonduculara neden sahip çıkılıyor, insanları mülk sahibi yapmak doğru mu?”, “SSK’yı neden savunalım, insanların hastane kapılarında sürünmesi daha mı iyi?”, vs. vs. vs...
Bütün bunlar, gerçek hayattan kopuk, emekçilerin gerçek hayatında bu sayılanların ne anlam ifade ettiğini bilmeyen akıldaneliklerden ibarettir.

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul