Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

32. Sayı - Ağustos 2005

Erdal Altunöz

Geçtiğimiz Haziran yitirdiğimiz Erdal Altunöz yoldaşın teorik çalışmalarından biri olan bu yazıyı, onun devrimci anısı önünde saygıyla eğilerek yayınlıyoruz.

Reel sosyalizmin çöküşüyle iki kutuplu dünyanın yerini (başını ABD’nin çektiği) tek kutuplu dünya aldı. O tarihten sonra -yani 1990’lı yıllar sonrasında- dünyanın gündemini en çok meşgul eden ve üzerinde en çok tartışılan olgu, savaş olgusudur.
1990’dan sonraki süreci bu kavram açısından ikiye ayırabiliriz.
1-SSCB’nin çöküşünden 11 Eylül saldırısına kadar geçen süreç.
2-11 eylül sonrası süreç.
İlk dönemdeki savaşlar şunlardı: Körfez savaşı, Bosna, Çeçenistan. İkinci dönemdeki savaşlar daha çok 11 Eylül saldırısına dayanılarak yapılan savaşlardır. Bu dönemde savaşın meşru (!) zemini hazırdır. Bilindiği gibi 11 Eylül’den sonra saldırılar yaygınlaşmıştır. ABD’nin Irak, Afganistan’a açık işgali ile Kolombiya’da ve Nepal’de kontr-gerilla üzerinden ve yerel hükümete yardım tarzındaki saldırılar, Rusya’nın Çeçenlere yönelik baskıları artırması, İsrail’de sürekli esen saldırı rüzgarı hep 11 Eylül sonrası “terörizme (!) yönelik” savaşlarıdır. İnsanlık tarihine baktığımızda sürekli savaşlar önümüze çıkar.

Sorular...
Bilinen ilk ordular savaşı, MÖ 395 yılında Mısırlılarla Hititler arasındaki savaştır. Peki o günden bugüne dek neden savaşlar çıkıyor? Savaş özünde nedir? Savaşa nasıl ve ne boyutta karşı çıkmalıyız? Sadece hümanist bir tutum takınmak ne kadar yeterlidir? Geçmişten beri süregelen bu savaşlar hiç bitmeyecek mi?
Geçmişte özgür yurttaşlar ile köleler, derebeyi ile serfler arasındaki mücadeleler, kapitalizmde yerini burjuvalarla işçi sınıfı arasındaki mücadeleye bırakmıştır. Bu mücadelede burjuvazi tüm imkanlarını kullanarak işçi sınıfını kendi hizmetinde kullanmaya ve sömürmeye çalışmaktadır. Bunun için burjuvazi kendi örgütlenmesini inşa etmiştir. Devlet, kolluk güçleri, ideologları... burjuvazi döneme uygun olarak kimi zaman kolluk güçlerini kullanarak kimi zamanda kalemşörleri, ideologları aracılığıyla kendi egemenliğini idame ettirmek ister. Tüm bunlara rağmen kapitalizm birçok noktada tıkanıklık yaşamaktadır. Lenin “kapitalist rejimde bozulan dengenin zaman zaman kurulmasının tek olanaklı yolunun, sanayide bunalımlardan siyasette savaşlardan” geçtiğini belirtir. Yani emperyalist savaş, özü itibariyle egemen sisteminin devamını sağlamayı amaçlar. Clausewitz, “Savaş Üzerine” adlı kitabında savaşı, POLİTİKANIN; FARKLI ARAÇLARLA SÜRDÜRÜLMESİ olarak tanımlar. Tüm savaşlar kendilerini doğuran politik sistemden ayrılamaz. Savaştan önce belli bir devlet, devlet içindeki belli bir sınıf tarafından izlenen bir politika savaş sırasında aynı sınıf tarafından ister istemez sürdürülür. Yalnızca eylemin biçimi değişmiştir. Örneğin şimdi tüm kapitalist ülkelerin amacı, emperyalist hiyerarşinin en tepesine oturarak -klişeleşmiş bir deyimle- dünya pastasından en büyük payı kapmaktır. Genel olarak politikalarını bu eksende belirlemişlerdir. Ama bu hedefler birbiriyle çatışır. Çünkü bir ülke için olumlu olan bir gelişme diğer ülke için olumsuz olmaktadır. Bu durum kimi zaman savaşla sonuçlanır. Bazı savaşlarsa mevcut konumu güçlendirmeye yönelik olmaktadır. ABD’nin son saldırıları buna örnektir. Özellikle seçilen hedefler, Almanya, Rusya ve Çin’e zarar verecek, onların çıkarına zarar veren bir niteliğe sahiptir. Pazara yönelik savaşlar kimler arasında olur? Aslında savaşlar, savaşan ülkelerin egemenleri arasında olur. Ancak egemenler, daha fazla pay kapmak için yapılan savaşları genelleştirerek halk nezdinde kendi politikasının desteklenmesinin zeminini hazırlamaya çalışır. Dikkat edilirse savaş dönemlerinde milliyetçi söylemde bir patlama meydana gelir. Milliyetçi söylemle kitleleri kendi çıkarlarına hizmet etmek için kullanırlar. Burada ikili kazançları olur.
1- Burjuvazi kendi emellerine ulaşmaya çalışır.
2- İşçi sınıfı enternasyonalizmini parçalayarak/parçalamaya çalışarak kendi iktidarını devam ettirmeyi amaçlar.
İşçi sınıfının önünde ise iki seçenek kalır: Ya burjuvazinin çıkarlarına hizmet edecek ya da Ekim Devrimi’ndeki gibi burjuvaziyi alt edecektir. Yukarıda da değindiğimiz gibi savaşın sınıfsal bir karakteri vardır. Burjuvazi savaş yoluyla sadece ekonomik anlamda çıkar elde etmez. Farklı ülkelerin işçi sınıflarını birbirine düşürerek iktidarını devam ettirir.
Günümüze dönersek, bugünkü ABD saldırılarının nedenleri ve amaçları nelerdir? Bunu anlamak için önce ABD’in stratejistlerine bir kulak verelim: Örneğin, Samuel Huntigton’un “medeniyetler çatışması” adlı yapıtı şu anda yapılan savaşların sınıfsal niteliğini gizleyerek, doğu-batı ya da Müslüman-Hıristiyan çatışması olarak görülmesini sağlamaya çalışarak bir bilinç bulanıklığı yaratmayı amaçlıyor. Brezinski ise “ABD tek üstün güç olma özelliğini ancak Asya’yı uzun dönemde denetimi altında tutarak sürdürebilir. Daha bugünden dünya nüfusunun yarısı, enerji kaynaklarının yarısından fazlası Asya’da. Raporlara göre Asya önümüzdeki 15-20 yılda ekonomik ve politik odak noktası olacak” diyerek ABD’nin politikasının ne olacağı/ne olması gerektiği hakkında bilgi vermektedir.
Savaş politikanın farklı araçlarla sürdürülmesidir demiştik. ABD’nin Asya’ya yönelik politikasını sürdürmesi şiddet yoluyla olmaktadır. 11 Eylül öncesinde ABD, süper güç olma özelliğini yavaş yavaş kaybediyordu. Çin, Rusya ve ayrıca Almanya’nın başı çektiği AB ABD’nin konumunu tehlikeye sokuyordu. Ayrıca 11 Eylül’den önce kapitalizmin doğasında var olan krizlerden birini üretmesi ve bunun ABD’ye yansıması, ABD’de ekonomik durgunluğun olması da ABD’nin bu bunalımı aşmak için savaşa yönelmesini beraberinde getirmiştir. Savaşla ABD, hem ekonomik durgunluğu aşacak, (ABD ekonomisinin savaş ekonomisi olduğu gerçeğinden hareketle bunu söylüyoruz) hem de rakiplerinin etkinliğini kıracak ya da onların hareket alanlarını daraltacak tarzda hedefler belirlemiştir. Böylece süper güç olma özelliği devam edecekti. 11 Eylül sonrası hedef seçilen ülkeler Afganistan (Rusya’nın Afganistan’daki zenginlikleri ele geçirmesini önleme ve burada Rusya’yla olası savaşta burayı üs kullanma) Irak, (Ortadoğu’nun en çok ilgi gösterilen ülkesi) Kore Demokratik Cumhuriyeti’dir. (Güney Kore’ye asker yığarak Çin ile olası savaşta asker yığmanın ön hazırlığı) Ayrıca bu yerlerin hepsinin Asya’da olduğu gözden kaçmamalıdır.

Savaşın Başka Yolları...
Kuşkusuz savaş sadece bombalar uçaklarla olmuyor. Ya da sadece bunlarla bir yer ele geçirilmiyor. ABD’in son operasyonunda Gürcistan’ı nasıl ele geçirdiğini Evrensel gazetesi (9 arlık 2003 Salı) şöyle anlatıyordu: “Gürcistan’daki kadife darbeyi perde arkasından ABD’in Tiflis büyükelçisi Richard M. Miles’in yönettiği ortaya çıktı. Miles NGO’ları (hükümet dışı kuruluş) yönlendirerek E. Şevardnadze hükümetinin yıkılmasını sağladı. Büyükelçi, Washington destekli NGO’ları koordine ederek darbe için gerekli ortamı hazırladı. Miles 1992-1993 yıllarında Bakü büyükelçisiydi. Aynı yıl Karadağ sorunu nedeniyle Azerbaycan ile Ermenistan arasında şiddetli tartışmalar devam etmiş. Haziran 1992 seçimlerle birlikte Azerbaycan devlet başkanlığına Amerikan yanlısı Ebufeyz Elçibey geçmişti”.
Yani, artık Amerikan ordusu sadece rambolardan kurulu değil. Amerika’nın yeni ordusu NGO’lardır. Onlara biçilen rol aynı gazetenin aynı sayısında söyle belirtiliyor: “ABD’nin NGO’lara biçtiği yeni görevler ocak 2003 tarihli USAID (Amerikan Kalkınma Ajansı) raporunda açıkça ifade edilmektedir. Raporda çeşitli ülkelere yönelik kalkınma programları ve mali yardımların bundan böyle “demokratik reformları teşvik edici” olacağı vurgulanmıştı. Bu sözlerin ardında yatan gerçek ABD’in sevmediği hükümetleri devirmek için bu ülkelere yönelik USAID yardımlarını NGO’lar üzerinden yapacağıydı. Nitekim raporda hızla çoğalan NGO’ların mali yardımların stratejik dağıtılması için çekici bir araç olduğunu dile getiriyor. Counterpunch dergisine darbeyi değerlendiren J. Lewich, Washington destekli NGO’ların sayısının Küba’da hızla arttığına işaret ederek bir sonraki hedefin Küba olabileceğini öne sürdü.”
ABD’nin eski Sovyet cumhuriyetlerine olan ilgisi de dikkat çekicidir. Tabii ki bunun gerekçelerinden en önemlisi, Rusya’nın büyümesini, gelişmesini ve kendisi için tehlike oluşturacak düzeye gelmesini engellemeye çalışmaktır. Öte yandan, ABD’in yaptığı operasyonlar da tümüyle hedeflerine ulaşamamıştır.
Örneğin Afganistan ve Irak’ı istediği tarzda bitirememiştir. Kısaca ABD süper güç olma özelliğini sürdürmek için her yolu deniyor. Ancak daha önce de değindiğimiz gibi ABD için olumlu olan diğerleri için olumsuzdur. Bu ülkelerin ABD’ye pastanın hepsini yedirmeyeceği açıktır.

Savaşa Karşı Tutumumuz
Günümüzdeki savaş emperyalist hiyerarşide en tepede olma savaşıdır. Bunun proletaryaya, emekçilere, halka kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Aksine bu savaşlar sırtındaki kamburu daha da ağırlaştıracak özelliğe sahiptir. Fatura gene halkların boğazından kesilecektir.
Bunun için ne yapılmalı? Şüphesiz öncelikle bunun haksız bir savaş olduğu kitlelere anlatılmalı ve bu dönemde ortaya çıkacak “ulusal onur”, “ulusal çıkar” “vatan, millet, Sakarya” edebiyatına karşı sınıf bilinci aşılanmalıdır. Ulusal çıkarın aslında burjuvazinin çıkarı olduğu anlatılmalıdır. Bizim işimiz burjuvaların kendi aralarındaki savaşta taraf olmak bu anlamda onların politikalarının bir aracı olmak değil, bu kavgadan yararlanarak onları alaşağı edip iktidarı ele geçirmektir. Lenin’in Rusya’sı Ekim Devrimi’nde böyle yapmıştır. Lenin “emperyalist savaşı, iç savaş durumuna çeviriniz ve savaş sırasındaki tüm tutarlı sınıf savaşımları ciddi bir biçimde yürütülen bütün yığın hareketleri eninde sonunda bu amaca yönelmelidir” diyordu.
Savaş yıkımdır, ölümdür, insan haklarının en dibe vurduğu dönemdir. Buna rağmen sosyalistlerin savaşa bakış açıları burjuva hümanistlerinden farklıdır. Olaya sadece insani boyutuyla değil, -ya da görünüşüyle değil- olayın özüne inerek sınıfsal temelde değerlendirirler. Sosyalistler tüm savaşlara karşı değildirler. Lenin, savaşları savunma-haklı savaşlar ve haksız savaşlar olarak ayırmaktadır.
Hangi savaşlar haklıdır, hangi savaşlar haksızdır ya da sosyalistler hangi savaşlara destek vermelidir, sorusuna Lenin söyle cevap vermektedir: “Savunma savaşı sözü ile sosyalistler yalnızca ‘anayurdun savunulması’ için verilen savaşlara ya da savunma savaşlarına meşru, ilerici ve haklı savaşlar gözüyle bakmışlar ve bakmaktadırlar. Her sosyalist, ezilen, bağımlı, eşit olmayan devletin ezen, köleci, soyguncu büyük devletlere karşı zaferi sevgiyle karşılar”. Lenin karşı durulacak savaşı ise 1.Emperyalist paylaşım savaşı koşullarında söyle açıklamaktadır: “100 kölesi olan bir köle sahibi kölelerin daha adil bir dağılımı için 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor.
Açıktır ki bu durumda “savunma savaşı” ya da “anayurdun savunulması” için savaş deyimlerinin kullanılması tarihsel bakımdan yanlış ve uygulamada halkın, işin inceliğini anlamayan ve bilinçsiz insanların köle sahiplerince aldatılması olur.” Bu tür yaygaralara karşı, yani ulusal söylemlere karşı Lenin, “kendi ulusunun başka ulusları ezmesine göz yuman bir proleter sosyalist olamaz şiarını yükseltmeliyiz” demektedir.
Son derece açık: Savaşların olmaması için “son kanlı kavgayla” iktidarı ele geçirmek gerekir. Tabii bu tek ülkeyle sınırlı olmayacaktır. Barış olayına gelirsek, bugüne kadar yapılan tüm barışlar aslında emperyalistlerin paylarını aldıkları barışlardır. Pastadan daha fazla pay kaptığının kabul ettirilmesidir günümüzdeki barışın anlamı. Lenin bununla ilgili şunu söyler: “ancak biz tek ülke değil bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir ve onları mülksüzleştirirsek savaşlar olanaksız duruma gelir.”
Sonuç olarak günümüzdeki emperyalist savaşlar haksız savaşlardır. Bu savaşlara hümanist bakış açısıyla değil, sınıfsal temelde bakılmalıdır. Gerçek barış ancak tüm dünyada burjuvazinin yıkılmasıyla mümkündür.

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul