Geçtiğimiz ay Londra’da patlayan bombalar yine
dünyayı ayağa kaldırdı. Haber ajanslarının geçtiği
görüntüler tam anlamıyla içler acısıydı. Etrafa
yayılmış yaralılar ve bir panik havası kaplamıştı
ortalığı. 7 Temmuz 2005 sabahı, Londra’da yaşayanların
bir kısmı bir anda kendini hastanede yaralı olarak
bulurken, bir kısmı da hayata veda etti. Dört
ayrı yerde patlayan bombalar bir anda ülkenin
gündemini değiştirdi.
Herkes, sıcağı sıcağına kendi açısından yapılan
bombalı saldırıları değerlendirdi. En üst düzey
yetkililerden, bombanın patladığı sokaklardan
geçmeye başlayan insana kadar. Kimisi şaşkındı,
kimisi de yaşananları normal karşılayacak olgunluktaydı.
En azından, bu sahneleri insanlar daha önce görmüştü.
Hatırlatırsak, yaşananlar, 11 Eylül, Madrid, İstanbul
vb. yerlerde yapılanlara çok benziyordu.
Dünyadaki tepkiler de ikiye ayrılmıştı. Bir kısım
yapılanı lanetlerken, bir kısım da eden bulur
mantığıyla hareket ediyordu. Daha sonrasında ortalık
beyanatlardan geçilmez oldu. İngiliz istihbarat
servisi açıklama üzerine açıklama yapıyordu.
Eylemi yapanların kim olduklarından, günde kaç
kez dişlerini fırçaladıklarına kadar, haber merkezlerine
en ince detay ulaşıyordu. Beceriksizlikle suçlanan
İngiliz istihbaratı nasıl oldu da böyle bir patlamayı
atlamıştı. Üstelik MOSSAD’ın daha önceden bildirmesine
(hep öyle olur zaten!) rağmen... Eylemin, İngiltere’nin
kalbi sayılan Londra’da yapılması bu soruyu daha
da önemli kılıyordu.
Tüm bunları bir kenara koyarsak, CIA’den tutalım
MI-6’sına kadar, hepsi de daha önce olduğu gibi,
bu sefer de dünyaya rezil olmuştu. Her defasında
şişirip durdukları yenilmez, yıkılmaz imajı yerle
bir oluyordu. Son model teknoloji ile donanmış
silahları başlarına çalınıyordu. Korku dağları
yaratmak isterken, korku çığlarının altında boğuluyorlardı.
Toplumu daha fazla terörize etmenin kargaşası
kendilerinde daha fazla hayat buluyordu. Bir hafta
sonra “terörist”ler istihbarat örgütlerini yine
ayağa kaldırdı. Üstelik bu durumun ortasında,
Londra’yı vuran ve 52 kişiyi öldüren, onlarca
kişiyi yaralayan “terörist”ler bu sefer dalga
geçercesine, yine aynı tarzda eylem yaparak, bir
kişinin bile burnu kanamasına izin vermiyorlardı.
Bu eylem emperyalizmin içi boş bir dev olduğunun
ispatlanmasından başka bir şey değildi. İngiltere
devleti, kendi terörünü artırarak, insanlara gözdağı
vermek istiyordu. Bunun sonucunda, bir Brezilyalı
genç sokak ortasında katledildi. İngiliz devleti,
İngiltere ve dünya emekçi halklarından özür dilemek
yerine, bunun gibi sokak infazlarını devam ettireceğini
açıklıyordu. Herkes korksun istiyordu.
Tüm bunların arasında eylemlerin yapılış tarzı
ve tarihi işin en önemli yanlarından biriydi.
Eyleme kadar İngilizler zafer sarhoşluğunu yaşıyordu.
Bir gün önce 2012 olimpiyatları bir sürü dönen
dolaplarla İngiltere’ye verilmişti. Bunun verdiği
moralle İngiltere Başbakanı Tony Blair, G-8 zirvesine
gidiyordu. Diğer önemli nokta ise, eylemin G-8’lerin
yapıldığı sabaha denk ge(tiri)lmesiydi. Yani,
dünyayı köleleştiren politikaların yapıldığı toplantıya
mesajlar verilmek istenmişti.
8 emperyalist ülkenin yaptığı bu zirvede, daha
önce olduğu gibi bu sene daha fazla yoksulluk,
daha fazla açlık, daha fazla ölümün tasarlandığı
projelere imza atmak için bir araya gelinmişti.
Emperyalist yağma zirvesi, İngiltere’nin yanı
başında İskoçya’da yapılıyordu. Ne kadar mesafe
olsa da, anında o patlamaları duymuştu zirvedeki
barbar takımı. Zirvenin hazırlıkları bir kenara
bırakılarak, zirveye katılan emperyalist haydutlar
açıklama yarışına girdiler. Bunu da çok alçak
bir biçimde yaptılar. Bunlardan Tony Blair, “özellikle
barbarca” idi çünkü “insanların, Afrika’daki yoksulluk
sorunlarına ve uzun vadeli iklim değişikliği ve
çevre sorunlarına yardımcı olmak üzere bir araya
gelip çalıştıkları bir günde gerçekleşmişlerdi.”
diye açıklama yaparken, katil Bush da “İnsan hakları
ve insan özgürlüğüne derin bir bağlılığı olan
bizlerin niyetleri ve kalpleri ile kalplerinde
günahsız insanların yaşamlarını alacak kadar kötülük
bulunanlar arasındaki fark daha iyi ortaya çıkamazdı…
daha iyi bir dünya için görüşmelere devam edeceklerini....
Burada, bu zirvede, dünya önderlerinin dünya üzerindeki
yoksullukla mücadele etmek ve insanların yaşamını
kurtarmak ve iyileştirmek için çaba sarf ettiklerini”
söyledi.
Bush ve Blair nezdinde emperyalizme sövgü ve kinin
daha da bileneceği bu laflar, emperyalist odağın,
11 Eylül’den bu yana hayata geçirmeye çalıştığı
projeyi çok net açıklıyor. Yakın döneme damgasını
vuran bu düşünce, sistemli bir işleyiştir. Yalan
ve çarpıtma üzerine kuruludur aynı zamanda.
Dünya, Sovyetlerden sonra bir kez daha iki kampa
bölünüyordu. Buna göre, Amerika’nın yanında ve
Amerika’nın karşısında olanlar, yani “şer eksen”leri.
11 Eylül’den sonra insanlığa karşı savaş, bu sloganla
açılmıştı. Ya Amerika’ya itaat edilecekti ya da
bombalarla Amerikan karşıtlarının kafasına ölüm
yağdırılacaktı. Böyle de oldu. Afganistan’la başlayan
proje Irak’la devam etti.
Bu sürece damgasını vuran kavramlardan olan “terörizm”
de emperyalistlerin vazgeçilmez malzemelerinden
biri oldu. Kim Amerika karşıtı ise teröristti
(!) Buna göre muamele görecekti. En gelişmiş teknolojisini
arkasına alan ABD emperyalizmi, “terörist”leri
yok ederken, bunların kendisine geri döneceğini
belki tahmin etmiyordu. Ve o “terörist”ler 11
Eylül’de sahneye çıktı. 2001’de 11 Eylül, 2002’de
Tunus ve Bali, 2003’te Suudi Arabistan, Fas, İstanbul,
2004’de İspanya, son olarak Londra ve Şarm El
Şeyh’te emperyalizme olan nefret, bomba olarak
patladı.
Usame Bin Ladin ve Örgütü
Adını bilmeyen insanın kalmadığı Usame Bin Ladin,
1957 doğumlu. Dolar milyarderi babası ve 53 kardeşi
var. Cidde’de Kral Abdülaziz Üniversitesi’nde
eğitim gören Usame Bin Ladin aynı zamanda mühendislik
ve işletme de okudu.
Usame Bin Ladin için 1979 yılı dönüm noktalarından
biri oldu. Suudi gizli servisi tarafından, Pakistan’ın
Peşaver kentine gönderildi. Burada dünyanın dört
bir tarafından gelen müslümanlar eğitiliyordu.
Bunu ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan Gizli Servisi
ISI organize ediyordu. Usame Bin Ladin burada
ön saflarda çatıştı. Sovyetler Birliği, 1979 yılında
Afganistan’ı işgal etti.
Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan, Sovyetler’e
karşı Afgan ve müslüman ülkelerden topladığı bu
anti-komünist gerici çeteleri destekledi ve her
türlü yardımı sağladı. Usame Bin Ladin, Sovyetler
ile çatışmalara girerek, Afganistan’da gerici
çeteler arasında sivrilen bir isim oldu. 1990
başlarında gericiliğin hakim olduğu ülkesine ülkesine
kahraman olarak döndü.
Güçlendikçe, ABD ile araları bozuldu. Artık, kendi
başına bir güç haline geldi. “Kafir”lere karşı
“mümin”lerin sesi iddiasıyla savaş açtı batıya.
Yahudilere yardım eden ABD’yi de karşısına aldı.
Usame Bin Ladin’in Afganistan’da ABD ile kesişen
yolları, ABD’nin Ladin’in başına 5 milyon dolar
ödül koymasına kadar vardı. Bundan sonra O, Amerika’nın
bir numaralı düşmanı, Afganistan’a bomba yağdırmanın
malzemelerinden biridir. 1998 yılında eğittikleri
gönüllüler için bilgisayarda bir veri tabanı oluşturur.
Gün geçtikçe büyür El-Kaide. Bir rivayete göre
dünya çapında 55 ile 70 bin arasında militanı
vardır. Yine bir rivayete göre, Bin Ladin El-Kaide’ye
900 milyon dolarlık kişisel servetini seferber
etmiş durumdadır.
Bin Ladin kim ne derse desin, bir gerçekte, şu
anda belirli bir hareketin önderidir. Geldiğimiz
aşamada Amerika’nın kendi adamı, Amerika’ya karşı
en büyük hareketlerden birini örgütlemiş durumdadır.
Daha doğrusu, Amerika’nın dizginsizce katliamlarına
bir biçimde tepki vermek isteyen insanlar, karşılarında
en kestirme yol olan El-Kaide’yi buluyorlar ve
El-Kaide giderek bir örgütten çok bir tür üst
çatı haline dönüşüyor. Sosyalistlerin, komünistlerin
örgütleyemediği öfkeyi, El Kaide bünyesinde topluyor.
Bu noktada, başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlerinde
bu durumdan memnun olduğunu söyleyebiliriz. Son
15 yıl içinde her durumda El Kaide’nin öne çıkarılması
emperyalistlerinde orta ve uzun vadeli çıkarları
açısından en az riskli olan seçenektir. Emperyalistler
yürüttükleri kanlı yeniden paylaşım mücadelesi
ve bunun en vahşi alanı olan Ortadoğu’da geniş
emekçi kesimlerin direniş eğilimlerinin gelişeceğini
elbette bilmektedirler. Bu direniş eğilimlerinin
kapitalist sistemle bir sorunu olmayan, ayrıca
evrensel bir dile ve kurtuluş projesine sahip
bulunmayan, “ilkel müslümanlar” söylemini ve “medeniyetler
çatışması” hikayesini en ırkçı ve fanatik dinci
tarzda işlemeyi mümkün kılan islamcı örgütlerde
kanalize olması onların işini kolaylaştırmaktadır.
Her durumda El-Kaide ve uzantıları öne çıkarılarak,
Ortadoğu’nun militan halk dinamiklerine adeta
bir adres de gösterilmektedir. Irak’ta bu daha
somut yaşanıyor. Irak’ta işgal karşıtı direnişin
bir bileşeni olan El-Kaide uzantısı örgüt veya
örgütler adeta direnişin tek unsuru gibi lanse
edilmeye ve böylece direniş El-Kaide ile özdeşleştirilmeye
çalışılmaktadır. Bu yoldan direnişe dönük enternasyonal
dayanışmanın önü kesilmeye, savaşı gerekçelendirmede
sağlam bir ırkçı ve dinci söylem geliştirilmeye
çalışılmaktadır.
Bu bağlamda El-Kaide anti-emperyalist bir hareket
değil. Emperyalizmi yıkıp, yerine daha adil bir
sistem isteyen bir örgüt hiç değil. Belki, bu
niyetle de bu harekete katılanlar olabilir. Bu
bir şeyi değiştirmez. Ortada Amerika’ya, emperyalizmine
karşı biriken bir öfke var ve tek gerçek ise;
El-Kaide’nin değil bizim o insanlara ulaşmamızın
gerektiğidir.
El Kaide ve Eylemleri
Yapılan istatistikler, Amerika’nın Irak’ı işgal
ettiğinden bu yana intihar saldırısı eylemlerinde
çok büyük bir artışın olduğu yönde. Gün geçmiyor
ki, bomba yüklü bir araç, beline bombaları bağlayan
bir eylemci bir hedefe yönelmesin. Bu eylem tarzı,
Irak’ın sınırlarını da aşarak büyüyor. Ortadoğu’da
özellikle dinci hareketler arasında tipik hale
gelen bu eylem tarzı artık sadece bölgeyle sınırlı
kalmıyor, giderek batı coğrafyasına taşınıyor.
Metropol kentleri hedef seçen bombalar, ortaya
vahşet görüntüleri çıkarıyor.
Diğer taraftan ise, yıllardır, Ortadoğu’da emperyalistlerin
de bu bombalamalardan kat kat fazlasını yaptığı
ve bunlara karşı insanların seyirci kaldığı gerçeğini
tüm dünyaya gösteriyor. Çocuk, genç, yaşlı demeden,
bombalara hedef olmasından başka bir suçu olmayan
insanların nasıl hayata veda ettiklerini de gösteriyor
aynı zamanda. Elbette, El-Kaide eylemlerinin tarzı
da hiçbir toplumsal kaygı taşımamaktadır. El-Kaide
vb. gibi örgütler için önemli olan sadece elde
edeceği sonuçtur. Ki bu noktada ki somut hedefi
de dehşet yaratmaktır. Şimdiye kadar yapılan eylemlerde
temel kıstas bu olmuştur. Yüzlerce insan bu tarz
eylemlerde ölmüştür. Londra’da olan budur. Belki,
El-Kaide tarafından tehdit edilen İtalya ve Danimarka’da
da bunlar olacaktır.
Bu eylemlerin arkasından topluca dökülen timsah
gözyaşları da artık, emperyalist politikanın vazgeçilmezlerinden
olmuştur. Bir anda hepsinin insan oldukları, acıma
hissinin hâlâ varolduğu akıllarına gelir. Birkaç
saniye sonra da unutulur (!) Çünkü, insani değer
yerini, kâr oranlarına bırakmıştır. Kapitalist,
düşünce, kapitalist hissiyat bu oranlardan bağımsız
düşünemez, hareket edemez. Zaten hemen akabinde
intikam yeminleri içilir, bombalamak için yeni
hedefler aranır. Bu şunu açıkça gösterir ki, Londra
ve diğerleri birer sonuçtur. Birikmiş öfkenin
dışa vurumudur. Kısasa kısastır. Irak’ta binlerce
insanı katleder, pazar yerlerini bombalar, yaraladığın
insanı dünyanın gözü önünde kurşuna dizer, taş
üstünde taş bırakmaz, bir ülkeyi yıkar sonra da
bir kenara geçip, ben özgürlük götürüyorum dersen
kimse bu pişkinliğe, bu yalana inanmaz ve sessiz
duramaz.
Devrimci sosyalistler, hiçbir koşulda emperyalist
saldırılarla doğrudan ilişkisi olmayan sivil hedeflere
dönük saldırıları eylemleri tasvip etmemiştir
ve etmeyecektir. Ancak bundan emperyalist hedeflere
emperyalist ülkelerde saldırı yapılmayacağı anlamı
çıkmaz. Emperyalistleri, kendi ülkeleri de dahil
olmak üzere dünyanın her yerinde vurmak meşrudur.
Bu saldırılara öyle lanetli bir şeymiş gibi bakanlar
önce dönüp kendi iki yüzlülüklerine bakmalıdır.
Irakta ölen sivil sayısı şu ana değin asgari 100
binin üzerindedir ve bunların 39 bininin doğrudan
işgalci güçlerin hedef gözeterek ateş açması sonucu,
geri kalanının ise işgalin sonucu olarak öldüğü
belirtiliyor.
Pazar yerlerini santralleri, sivil yerleşimleri
akıllı bombalarıyla, roketleriyle yerle bir eden
aşağılık emperyalistler mızrağın ucu kendi ülkelerine
döndüğünde “terör” yalanına başvuruyor.
Aslında açık bir ırkçı, dinci söylemin en vahşi
görünümü bu. El-Kaide gibi kendi ürünleri olan
örgütleri vahşi dinciler olarak suçlayanların
asıl kendileri misliyle vahşi ve ırkçı, dinci
bir söyleme ve pratiğe sahiptirler. Arapları ve
tabii ki ezilenler halkların tümünü aptal ve ilkel
gösteren, islamı sürekli aşağılayanlar ve bu temelde
ayrımcılık yapanlar kendileridir. Rüzgar ekiyorlar
sürekli ve fırtına biçiyorlar. Bu saldırılar ezilenlerin
öfkesinin kör yönünü ifade ediyor. Haklı ve meşru
bir nesnel zemine dayanıyor. Ancak doğru hedeflere
yönelmiyor, doğru yöntemlere yaslanmıyor.
Burada ikili bir görevle karşı karşıyayız. Ne
haklı zemine dayanması nedeniyle bu eylemlerin
sivil hedefleri vurmasını onaylayacağız ne de
sivil hedefleri vuruyor diye bunların haklı zeminlerini
görmezden gelip, “terör” söylemini kendimizi kaptıracağız.
Biz terörün kaynağının kapitalist sistem ve barbar
emperyalistler olduğunu biliyoruz.Biz çarenin
ezilenlerin öfkesini onları insanlığın daha yüksek
bir düzeyine ulaştıracak devrimci savaş olarak
ifade ettiğimiz ölçüde sorunun çözülebileceğini
biliyoruz. Bunun için de sosyalizm perspektifi
taşımayan, hiçbir yapılanma insanlığın kurtuluşu
olamayacaktır. Son olarak, şu bilinmelidir ki,
bu barbarlık karşısında, tek alternatif, insanlığın
kendi eliyle kuracağı sosyalist toplumdur. Gerisi,
Bush, Blair gibi yalancıların insanları aptal
yerine koymasından başka bir şey değildir.
Küresel Haydutluğun
Son Sloganı: Esmerleri Kafasından Vur!
11 Eylül'ün ardından hortlatılan
yeni-ırkçılık, her adımda yeni faşizan öğelerle
beslenerek güç kazanıyor. 1980'lerden bu
yana temelleri atılan yeni-sağcı saldırgan
politika, tipik Nazi uygulamalarını da geçmişten
ödünç alarak kendisini açık bir "ku
klux klan" düzenine dönüştürüyor.
11 Eylül sonrasında batıda yaşayan müslümanlara,
Ortadoğululara ve aslında bütün göçmenlere
karşı başlatılan resmi ve gayrı resmi saldırılar,
en son Londra cinayetiyle zirveye ulaştı.
İngiliz polisi, daha doğrusu özel olarak
adam avlamakla görevli özel timler, geçtiğimiz
günlerde Brezilyalı elektrik teknisyeni
Jean Charles de Menezes'i "terörist
zannedip" 8 kurşunla kafasından vurdu.
Menezes'in tek suçu, kuşkusuz renginin esmer
oluşuydu ve Ortadoğuluya benzemek, onun
öldürülmesi için yetti. Menezes'in polisi
gördüğünde şüpheli hareketler yaptığı iddia
edildi; oysa onun yaptığı, herhangi bir
göçmenin polis gördüğünde hep yaptığı şeydi:
Korkmak ve kendini sakınmak! Bu kadarı bile
Menezes'in öldürülmesi için yeterliydi.
Kuzeni Alex Pererira'ya göre Menezes'in
"Kendisini en iyi şekilde ifade edecek
düzeyde İngilizcesi vardı. Sorulacak her
türlü soruya yanıt verebilecek kadar açık
meşru hayatı vardı" ama bütün bunlar
onu kurtarmaya yetmedi.
İngiliz polisinin ise olay üzerine söylediği
şey tek bir cümleden ibaretti: Üzgünüz ama
kafadan vurmaya devam edeceğiz! Londra Emniyet
Müdürü Sir Ian Blair ''terörle mücadele
sırasında çok daha fazla masum insan ölebilir''
diye açıkça ilan etti.
Blair de soruları hiç sektirmeden yanıtladı;
evet vuracağız, "Menezes olayı da mantıksız
bir eylem değildir!"
"Bu polisin politikası değil, ulusal
politikadır" diyen Blair, "Bu
politikanın doğruluğu konusunda çok rahatız,
ancak tabii ki fantastik bir şekilde zor
zamanlar da olacaktır" diyordu aynı
rahatlıkla.
Daha da önemlisi, İngiliz polisinin "kafadan
vurma" görevlisi olan SO19 timlerinin
İsrail polisi ve İsrail istihbarat örgütü
Şin Bet tarafından eğitildiğinin açığa çıkmasıydı.
Bu, şüphesiz sıradan bir eğitim de değil;
örneğin "eylemcilerin çok terlediklerini
ve bu tip insanların vurulması gerektiğini"
öğreten bir eğitimden söz ediyoruz. "Şüphelendikleri
herkesi başından vurma yetkisine sahip"
olan özel timler böyle bir eğitimden geçiyor
işte.
Böylece saflar da belirginleşmiş oluyor:
Bir yanda emperyalistler ve onların koltuk
altlarında büyüttükleri siyonist çete devleti,
diğer yanda Ortadoğu, Asya, Afrika ve Latin
Amerika'nın yoksul halkları; yani biz, dünyanın
"karakafalı"ları...
|
|