Bir kez daha aynı şey oldu... Önce Genelkurmay’ın
açıklaması, sonra faşistlerin yeni bir linç girişimi
ve sonra durumdan vazife çıkaran hükümetin “teröre
karşı” yeni önlemleri gündemine alması...
Hatırlanacaktır, aylar önce de, var olmayan bir
kibrit ve var olmayan bir ateşle “bayrak yakılmış”
ve Genelkurmay’ın provokatif açıklamasının ardından
da faşist çete sokaklarda devrimcilere saldırmaya
başlamıştı.
Ancak öyle görünüyor ki bu kez daha köklü ve daha
ciddi istekler söz konusu. Özellikle Kürt sorununda
çatışma boyutlarının artışı ve kontrol dışına
çıkma eğiliminden rahatsız olan ordu, geçen ay
Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un
ağzından direktiflerini sıraladı.
Aslında tartışma ya da tartışma gibi görünen şey,
şu malum sınır ötesi harekat meselesinden başlamıştı.
Meydanı boş bulduğu 90’lı yıllar boyunca canı
istediği zaman, kimseye de sormadan Güney Kürdistan’a
dalıp çıkmayı alışkanlık haline getirmiş olan
TSK, bu kez durumun o kadar basit olmadığı kendisine
“büyük ağabey” tarafından hatırlatılınca çok bozulmuştu.
Ama gerçek de böyleydi artık. Irak eski Irak değil
diyordu ABD, orada ben varım artık ve üstelik
senin girmek istediğin yer, benim sırtımı dayadığım
en istikrarlı bölge. Mesele bu sertlikte ortaya
konulunca, elbette söylenecek şey kalmadı. Bir
şeyler söylendi söylenmesine ama artık bunların
tümü durumu kurtarma manevralarıydı. ABD’nin açıkça
izin vermediği bir harekatı yapmanın bugünkü dünya
koşullarındaki karşılığı bellidir. İç kamuoyuna
karşı ne kadar yiğitlik gösterileri yapılırsa
yapılsın, bu iş Trabzon çarşısında adam dövmeye
benzemez.
Asıl sorun, ABD’nin PKK’ye duyduğu sevgiden kaynaklanmıyordu
tabii. Başbuğ’un dediği gibi ABD, PKK’ye yönelme
kararlılığına sahipti ama pratikte bir şey yapmıyordu.
Yapmamasının nedeni de çok bilinmeyen bir şey
değil: Irak işgalinde bir bataklığa saplanan ve
her patlayan bombada batılı yardakçılarını da
kaybetme tehlikesini hisseden ABD, bütün bu karmaşa
arasında Güney Kürdistan’da bir çatışmalar zincirine
girmek istememekte, bunun yerine sağlam darbeler
için (PKK’ye yönelik) bilgi biriktirmeyi yada
orta vadede PKK’yi de kendi denetim zincirine
bir biçimde katmaya dönük planlar ve pratikler
geliştirmeyi tercih etmektedir. Aynı süreçte Türk
ordusunun Güney’i çatkapı girilecek bir yer olarak
kullanması da şüphesiz bölge Kürtlerini rahatsız
edecek ve birçok sıkıntı yaratacaktır.
Bu bağlamda, sonradan Washington’dan yalanlama
gelse de ABD ordusunun PKK yönetimini yakalamak
için emir vermiş olduğu iddiası tamamen gerçek
dışı değildir. ABD, büyük bir olasılıkla gerçekten
de böyle bir karara sahiptir ve bu da çok olağanüstü
bir durum değildir; çünkü ABD’nin yalnızca kendisine
açıkça uşaklık edenleri sevdiği, hatta onları
bile bir gecede hedef tahtasına çaktığı hep bilinen
şeylerdir.
Güney’de Olmuyorsa Kuzey’de Vuralım: “Topyekun
Savaş” Stratejisinin
Yeniden Öne Sürülmesi...
Başbuğ’un açıklamasında asıl gözlerden kaçırılmaması
gereken nokta, Güney Kürdistan değil, Türkiye
ile ilgili söyledikleridir. Türkiye halkları ve
devrimciler artık biliyor: Ne zaman bir Genelkurmay
yetkilisi, “terörün sadece silahlı mücadeleyle
önlenemeyeceğini” söylese, ardından mutlaka kirli
işler geliyor. Ne zaman bir Genelkurmay Başkanı
(Özkök’ün yaptığı gibi) “teröre karşı cephe”den
bahsetse yeni baskı yasalarının kapıda olduğunu
anlıyoruz. Bu anlamda Başbuğ’un “terörizmle topyekun
mücadele” isteyen açıklamalarının ne demek olduğu
biliniyor. Zaten o da saklamıyor. “Terörle mücadele
bir ulusal mesele olmalıdır” diyor; yani herkes
çenesini kapatsın ve “mehmetçik” gazetecilerden
başkası konuşmasın demek istiyor.
Yine Başbuğ, “örgütle bağlantısı olanlar, örgüte
destek sağlayanlar, örgütün propagandasını yapan
bazı kuruluşlar, kişiler ve sivil toplum örgütleriyle
mücadele edilmelidir” diyor; ki biz bunun “sempatizan
olduğundan kuşkulanılan”ların katli anlamına geldiğini
defalarca, somut deneyimlerle öğrendik.
Kurumları kapatın! Demokratik alandaki yurtseverleri
vurun! Söylenen ve istenen budur.
“Demokratik haklar ve hukuki düzenlemelerle güvenlik
ihtiyaçları arasındaki dengenin tam sağlanamaması
ve bunun neticesi olarak da bu hukuki durumdan
teröristlerin faydalanması” denilen şeyi ise neredeyse
40 yıldır, “bu anayasa bu memlekete bol geliyor”
laflarının edildiği 1960’lardan beri biliyoruz.
Hukukla Olmazsa Sokakla...
Çok açık söylüyor Başbuğ: “Hukukun yetersiz kaldığı
yerlerde etik ve ulusal değerler vardır.”
Yani Terörle Mücadale Yasası’nı değiştirin, RTÜK’ü
çalıştırın, herkesi susturun ama yasalar yetmiyorsa
da, yasadışı yollardan bildiğinizi yapın!
“Ülkemiz terörü öven, onu yücelten yayınlarla
doludur. Bölücü terör örgütünü öven kitaplar ise
raflarda yer almakta ve rahatlıkla satılabilmektedir”
diyor Genelkurmay, ve örnek veriyor: “İngiltere’de
2000’de çıkarılan terörizm kanununa göre yasaklanmış
bir örgütün renklerini taşıyan bir rozet bile
takamazsınız. Teröristin resmi veya sesi radyo-TV’den
verilemez. Ülkemizde ise Adalet Bakanlığı’na başarısız
bir intihar saldırısında bulunan teröristin öldürülmesinin
ardından bazı sivil toplum örgütü üyeleri açıktan
bu teröristin ölümsüz olduğu şeklinde slogan atabilmişlerdir.”
Mesele iyice anlaşılıyor: “Mehmetçik” basın, “mehmetçik”
televizyonlar ve tabii ki şu ya da bu yoldan susturulması
gereken “terörist basın...”
Bütün bu işlemler için kullanılacak kurumlardan
biri de şimdiden belli olmaya başladı: Ülkü Ocakları...
Bin türlü rezalet ve rüşvet pisliğinden sonra
iktidardan düşmüş olan MHP, şimdi yeniden, muhtemelen
yeni emirler almış olarak sahneye çıkmaya başlıyor.
Ve artık Trabzon’dan Eskişehir’e uzanan süreçte
olanların ranstlantı sayılamayacağı açıktır.
Kısaca, her zaman olduğu gibi Genelkurmay emirler
yağdırıyor; hükümet ‘başüstüne komutanım” diyerek
TMY için komisyon oluşturuyor; sokaklardaki serseri
çetesi ise devrimcilerin üstüne çullanmak için
kendi korkak ruhlarına en uygun pozisyonları arıyor...
2005 Temmuz’unda tablo böyle...
Ama bu tablo umutsuz değil. Her şeyden önce Kürt
ulusal hareketinin bu yollarla bitirilemeyeceği
daha önce kanıtlandı; bir kez daha denemek isteyenler
de aynı sonuçla karşılaşacaklardır.
Devrimci sosyalist hareket ise yenilenmiş bir
anlayışla yürüyüşüne devam etmektedir ve bu yürüyüşün
durdurulması tarihsel olarak mümkün değildir.
Cep Telefonları Kayıt Altına
Alınıyor
Genelkurmay Emrediyor, Hükümet Uyguluyor
Gözetleme-kamera sistemlerinin kentlerde yaygınlaştırılması,
MİT’e sınırsız dinleme yetkisi, vb. derken
şimdi de cep telefonları kayıt altına alınıyor.
Görünüşte her şey masum: Vatandaşın güvenliğini
sağlamak. Kameralardan söz edildiğinde örneğin,
hemen kapkaç olaylarından söz ediliyor; sanki
insanların çantası oligarşinin umurundaymış
gibi... Dinlemeden söz edildiğinde ise mafyadan
örnekler veriliyor. Şimdi de cep telefonlarının
kayıt altına alınmasıyla hırsızlık arasında
ilişki kuruluyor. Her gün yüzlerce cep telefonunun
çalındığı ve çalınanların da açıktan satıldığı
bir ülkede devletin gerçekten de bu hırsızlıktan
mağdur olanları çok düşündüğüne inanmamız
isteniyor.
Oysa mesele gayet basit: Telekomünikasyon
Kurumu Başkanı Tayfun Acarer’in açıkladığı
na göre şu anda sayısı 12 milyon civarında
olan kayıtdışı cep telefonu her şeyden önce
telefon üreticisi yabancı tekeller açısından
bir sorun oluşturuyor. Telefon hat şirketleri
için değil tabii, onlar için ikinci el-üçüncü
el bir şey farketmiyor; ama telefon cihazlarını
üretip satan tekeller, ortalıkta bu kadar
çok eski model telefonun dolaşmasından, elden
ele satışın bu kadar fazla olmasından rahatsızlar.
Sonuçta, tüketim mallarının makul bir sürede
eskiyip devreden çıkması ve yenisinin bir
ihtiyaç haline gelmesi kapitalist işleyişin
temellerinden biridir. Ve rakam doğruysa eğer,
ikinci-el satışlarının yaygınlığı, şimdiye
dek tekellere 3 milyar dolara patlamış durumda.
Devletin vatandaştan hortumlayacağı 1 milyar
dolar değerindeki vergi de bu arada elden
ele geçen telefonların trafiğinde gürültüye
gidiyor. Şüphesiz, bütün kaçakların önlenmesini
onlar da beklemiyor ama yine de bir bölümünün
denetim altına alınmasında fayda görüyorlar.
Ama tabii ki asıl meselemiz bu değil: 14 Aralık
2005’ten itibaren kayıtsız ve faturasız bütün
telefonların görüşmeye kapatılacağını açıklayan
devlet, bununla asıl olarak ilan edilmemiş
bir sıkıyönetimin temellerini atıyor. Bütün
diğer baskı yasalarıyla birlikte düşünüldüğünde
bu önlem, bütün telefonların tam anlamıyla
kontrol edilmesini, istenen her telefonun
sadece dinlenmesini değil, aynı zamanda sahibinin
belirlenebilmesini hedefliyor.
Çünkü, Acarer’in açıklamalarına göre, bu 5
aylık sürenin ardınan artık cep telefonu satın
alınmasına da yeni kurallar getiriliyor. Yeni
uygulamaya göre, alıcılar artık daha net kimlik
bilgileri vermek zorunda olacaklar ve SIM
kartı alırken de mutlaka fatura gösterecekler.
“Şimdi alıcıdan çok net bilgiler istemesini
sağlayacağız” diyor Acarer, “Cep telefonun
kim tarafından, kime satıldığını net bir şekilde
göreceğiz. Cep telefonu alım satımı belgeye
dayalı bir sisteme oturtulacak..”
Böylece yapılmak istenen şey, son derece açık
biçimde anlaşılıyor. Oligarşinin istihbarat
ve baskı aygıtları, kontrol dışı bir telefon
trafiği olmasın istiyorlar; bunun için hırsızlık
olaylarını öne sürseler de mızrak çuvala girmiyor.
Eğer isterse bugünkü sistemle de çalıntı telefonların
bulunmasının mümkün olduğu, ancak devrimci-muhalif
güçlere karşı bu tür teknik olanakları kullanan
devletin her gün çalınan yüzlerce telefon
için bu olanakları kullanmadığı bilinmeyen
şey değil. Devletin asıl problemi, eninde
sonunda devrimcilerle ve düzen-dışı toplumsal
hareketlerledir; asıl yöneldiği ve kontrol
altına almak istediği kesimler de onlardır.
Elbette bunun için yasa gerekmiyor ve zaten
şu anda da (aslında her zaman) yoğun bir dinleme-listeleme
faaliyeti yürütülüyor. Bugün yapılan ise,
-bütün diğer kontrol-baskı önlemleriyle birlikte
düşünülürse eğer- hem yapılan bu işe yasal
kılıf giydirmek, hem de daha sistemli hale
getirmekten ibarettir. |
|