Bir dönem sadece P-C çizgisini savunan yapılara
özgü bir kavram gibi algılanan oligarşi kavramı,
günlük politik söylemde giderek daha fazla ve
daha değişik kesimlerce kullanılıyor. Buna bağlı
olarak kavramın en dar anlamı aynı kalmakla birlikte,
günlük politik kullanımdaki içeriği giderek bozulma
riski taşıyor.
Öte yandan, P-C literatüründe 71'de kullanılmaya
başlanan oligarşi kavramının içeriğini dolduran
olgular aradan geçen süre içinde önemli değişimler
yaşadı.
Tam da bu noktada, kavramın genel çerçevesini
bir kez daha somutlaştırmak yararlı olacaktır.
Genel Olarak Oligarşi ve Oligarşik Diktatörlük
Oligarşi, siyasi gücün birkaç kişilik bir grubun
elinde toplandığı yönetim, aristokrasinin daralmış
biçimi, takım erki olarak tanımlanıyor sözlükte.
Sözlük bize en dar anlamı veriyor.
Oligarşinin bu dar anlamında da görüleceği üzere,
kavram ile sınıflı toplumlarda çok küçük bir azınlığın
yönetimindeki devlet biçimi ifade ediliyor. Burada
kilit olgu gücün az sayıda insanın, kesimin elinde
merkezileşmesi, yoğunlaşmasıdır.
Bir üstyapı ilişkisi, kurumlaşması olarak siyaset,
devlet vb. esas olarak bir toplumsal alt-yapı
üzerinden yükselir. Sınıflı toplumlarda ekonomik
ve toplumsal yaşama egemen olan sınıf, doğal olarak
siyasi iktidara da egemen olur. Ekonomik alt-yapıya
egemen olmayan bir sınıfın siyasal alana egemen
olması ya mümkün değildir ya da oldukça geçici
durumlarda söz konusu olabilir.
Her sınıflı toplum ortaya çıktığı ve geliştiği
ilk dönemlerde ilerici dinamikler taşır. Toplum
yapısına egemen olan sınıf içindeki farklılıklar
henüz büyük değildir. Egemen sınıf içindeki ilişkiler
az-çok birbirini dengeleyecek, eşitleyecek düzeye
yakındır. Ekonomik ve siyasal güçte merkezileşme
ve yoğunlaşma henüz zayıftır. Köleci toplumda
köleci sınıf, feodal toplumda feodal sınıf, kapitalist
toplumda ise burjuvazi içindeki güç ilişkileri
bu toplumların ortaya çıktığı süreçlerde henüz
çok zayıf bir hiyerarşik zemindedir ve çok çatışmalı
değildir.
Ancak tüm sınıflı toplumlarda toplumsal gelişme,
ekonomik, siyasal ve toplumsal gücün ve olanakların
egemen sınıflar içinde giderek daha küçük bir
kesimin elinde toplanması yönünde işler. Başlangıçta
üretici güçleri geliştiren nispi özgür gelişme
ortamı, giderek gücü elinde toplamaya başlayan
daha az sayıdaki unsur tarafından engellenmeye
ve denetlenmeye başlanır. Toplumsal ilişkilerde
ve egemen sınıf içindeki katmanlaşma ve hiyerarşi
derinleşir, büyür, toplumsal yapının tüm hücrelerine
sızar. Ekonomik güç, egemen sınıf içindeki küçük
bir azınlığın elinde merkezileşmeye ve yoğunlaşmaya
başlar. Böylece, giderek üretim ilişkilerinin
üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline
geldiği bir düzeye ulaşılır. Bu süreç aynı zamanda
hem ezilen sınıfların, hem de egemen sınıf içinde
daha geri konuma düşmüş kesimlerin muhalefetinin
büyüdüğü, çelişkilerin keskinleştiği ve açık çatışmalara
dönüştüğü bir süreçtir. Bu nedenle, ekonomik gücü
elinde toplamış olan hiyerarşinin en tepesindeki
küçük kesim siyasal gücü de elinde merkezileştirir.
Devlet aygıtı özellikle ezilen sınıflar karşısında
egemen sınıfların kolektif baskı aygıtı olma özelliğini
korur. Egemen sınıflar arasındaki ilişkilerde
ise ekonomik gücü kendisinde yoğunlaştıran küçük
ama güçlü kesimin aracı haline gelmeye başlar.
Ezen sınıf(ın)ların diğer kesimlerinin siyasal
gücü, yetkileri zayıflatılır. Devlet aygıtı buna
göre düzenlenir. Devletin kilit kurumları ve kadroları
egemen sınıf içindeki küçük azınlığın siyasal
uzantıları haline gelir. Küçük azınlık hem ezilenlerin
tepkilerini bastırmak, hem de egemen sınıfın diğer
kesimlerinin homurtularını kesmek için baskı aygıtını
büyütür, daha da sıkılaştırır, siyasal katılımın
içini boşaltır, giderek gerici terörü yoğunlaştırır,
koşullara göre biçimlenişi değişen bir diktatörlük
kurar. Hiç kuşkusuz, bu diktatörlük ve güç ilişkisi
salt oligarşinin gücüne dayanmaz. Küçük bir azınlık
olan oligarşi sömürücü sınıfların geniş kesimlerini
kendisine ve sisteme bağlayan bir ilişki sistemi
kurar. Hatta buna ezilenler içinden küçük kırıntılarla
ayartılmış kesimleri de katar.
İşte tüm sınıflı toplumlarda yaşanan bu gelişme
seyri, ekonomik ve siyasal egemenliğin, egemen
sınıf içindeki küçük bir azınlığın, yani oligarşinin
elinde toplanması ile sonuçlanır. Ortaya çıkan
siyasal yönetim ise oligarşinin devlete egemen
olması ve tüm siyasal erkin kendisinde merkezileştirilmesi
ve diğer kesimleri siyasal yönetimin dışına atması
anlamında bir oligarşik diktatörlüğe dönüşür.
Emperyalist Ülkelerde Oligarşik Yapı: Mali
Oligarşi
Marksist literatürde oligarşi kavramının popülerleşmesi
esas olarak emperyalizm tartışmaları ile birlikte
başlar. 19. yy'ın sonlarına gelindiğinde, serbest
rekabetçi kapitalizmin küçük ve orta boy kapitalist
sanayiciler, atölyeciler, tüccarlar, tefeciler,
bankacılar denizi yerini, artık tüm ekonomik yaşama
egemen olmaya başlamış olan tekellere bırakmaktadır.
Tekeller üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin
ve bununla bağlantılı olarak sanayi ve banka sermayesinin
kaynaşmasının ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu kaynaşma ile ortaya çıkan tekeller daha özgün
bir kapitalist yapıyı; mali sermaye (finans kapital)
olarak tanımlanan küçük bir azınlığı ortaya çıkarmaktadır.
Mali sermaye, yani egemen kapitalist sınıf içinden
çıkan bu küçük egemen azınlık, kapitalizmin emperyalist
aşamasının en önemli aktörlerinden, unsurlarından
biridir. Sayısız küçük ve orta boy işletmeyi,
tefecileri, tüccarları yutarak büyüyen, sermayeyi
ve üretimi merkezileştirip yoğunlaştıran mali
sermaye, kapitalist ülkeleri ve uluslar arası
ilişkileri yeniden biçimlendirir. Toplumsal ve
uluslar arası hiyerarşi ve katmanlaşmayı hızla
derinleştirir. Mali sermaye, oligarşik bir yapıdadır
ve kendi egemenlik sistemini geliştirir. Emperyalist
kapitalist ülkelerde mali sermaye oligarşiyi oluşturduğundan,
mali oligarşi olarak tanımlanmıştır.
Kapitalist toplumda oligarşinin ve dolayısıyla
emperyalizmin gelişmesine bağlı olarak siyasal
açıdan ezilen sınıfların siyasal katılımının içeriği
boşaltılmış, diğer kapitalist kesimlerin siyasal
gücü ise önemli ölçüde etkisiz hale getirilmiştir.
Tüm toplumsal ve siyasal süreçleri belirleyen,
gücü elinde merkezileştiren oligarşidir. Hiç kuşkusuz
güçlü bir sınıf mücadeleleri tarihine sahip olan,
proletaryanın büyük mücadelelerinin derin izlerini
taşıyan bu ülkelerde oligarşik diktatörlüklerin
siyasal hakları ve devleti biçimlendirme konusundaki
tutumları farklı süreçlerde ve ülkelerde ciddi
farklılıklar gösterebilmiştir. 1930'larda Almanya
ve İtalya ve Japonya'da faşist karakter kazanırken,
genel olarak içi boşaltılmış, olağanüstü ölçüde
askerileşmiş (bunu iyi biçimde kamufle de edebilmektedirler),
siyasal bir şova dönüştürülmüş, baskı aygıtlarının
daha çok geride durduğu bir burjuva demokrasisi
karikatürü söz konusudur. Oligarşi, sistemi yalnız
kendi gücüne dayanarak ayakta tutamaz. Bunun geniş
bir ittifaklar sistemi kurarak gerçekleştirir.
Sömürücü sınıfların geniş kesimlerini ve işçi
aristokrasisini kapsamlı bir ödüllendirme ve cezalandırma
sistemi içinde kendine bağlayarak sistemi daha
geniş toplumsal zemine oturtarak garanti altına
almaya çalışır.
Yeni-sömürgelerde Oligarşi
Farklı biçim ve içeriklerde de olsa yeni-sömürgelerdeki
kapitalist yapıda da egemen olan küçük bir azınlıktır.
Yeni-sömürgecilik öncesinde ezilen halklar dünyasının
önemli bir bölümü sömürgeci egemenlik altındadır.
Bu nedenle, asıl egemen güç emperyalistlerdir.
Yerli sömürücü sınıfların ekonomik ve siyasal
gücü kendilerinde merkezileştirmeleri söz konusu
değildir. Yarı-sömürgelerde ise 19. yüzyılın ortalarından
itibaren gelişen komprador burjuvazi ile büyük
feodal güçlerin ortak yönetimleri ağırlıktadır.
Bunların da esas olarak oligarşik bir yapı kazanmaları
söz konusudur. Ancak yarı-sömürgeci kapitalist
yapının zayıflığı ve feodal ilişkilerin ise çözülmekte
oluşu, yani feodalizmden kapitalizme doğru bir
geçiş süreci yaşanması, bu oligarşilerin özellikle
günümüzdeki oligarşik yapılara nazaran çok daha
zayıf olmasını, kimi durumlarda belirsizleşmesini
beraberinde getirmiştir.
Ezilen halklar dünyasında oligarşik yapılar gelişkin
biçimiyle esas olarak, 1945 sonrası yeni-sömürgeciliğin
gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkmışlardır.
Savaş sonrasında muazzam ölçülerde birikmiş olan
sermayeye (özellikle ABD sermayesine) yeni pazar
alanları açmak amacıyla sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin
pazarlarının kapitalist üretime ve dolayısıyla
tüketime açılması yönünde büyük ve stratejik bir
hamle geliştirildi. Emperyalist tekeller, yerli
işbirlikçileri aracılığıyla bu ülkelerde tekel
niteliğinde büyük kapitalist işletmeler, finans
kurumları vb. kurarak kapitalist üretim ilişkilerini
derinliğine ve genişliğine bu ülkelere sokmaya
başladılar. Böylece kapitalizm, ülkedeki kapitalist
girişimcilerin kendi birikimleri ile kapitalizmi
geliştirmeleri, ülkenin dinamiklerinin tümünü
harekete geçirmeleri temelinde aşağıdan yukarıya
doğru değil, emperyalistlerin istemlerine, ihtiyaçlarına,
kar hesaplarına uygun olarak yukarıdan aşağıya
doğru çarpık tarzda geliştirilmeye başlandı. Bu
kapitalist yapı herhangi bir serbest rekabetçi
aşamadan geçmeden, doğrudan emperyalist tekeller
eliyle ve dolayısıyla tekelci tarzda geliştirildi.
Bu yoldan, işbirlikçi yerli tekelci burjuvazi
geliştirildi. Ülkedeki başka olası dinamikler
tekel gücüyle boğuldu. Üretici güçlerin gelişimi
daha baştan tekellerin kar istemlerine bağımlı
kılındı, yani önemli ölçüde sakatlandı. Mahir
yoldaş tüm ara aşamaların atlanması ile oluşturulan
bu çarpık tekelci yapılanmayı emperyalist üretim
ilişkileri olarak tanımladı. Emperyalizmin yerli
işbirlikçileri her yeni-sömürgenin tarihsel-toplumsal
yapısındaki özgünlüklere bağlı olarak belli farklılıklar
içermesine karşın, ağırlıklı olarak bir önceki
dönemin komprador burjuvaları, henüz palazlanmamış
sanayicileri, yiyici bürokratlar, kapitalist gelişme
dinamiklerini gören büyük toprak sahipleri vb.
arasından çıktı. Yeni-sömürgeci kapitalist yapının
bu çarpık, yukarıdan aşağıya doğru tepeden inmeci
tarzda gelişmesi, daha ilk aşamasından itibaren
kapitalist yapının küçük bir azınlığın; yani emperyalist
tekeller ve işbirlikçi tekelci burjuvazi denetimi
altına girmesini beraberinde getirdi. Daha ilk
andan oligarşik bir çekirdek oluştu. Ancak oligarşik
çekirdek gelişmesinin ilk aşamasında henüz diğer
egemen sınıfların (büyük feodaller, büyük tarım
kapitalistleri, büyük tefeci-tüccarlar, vb.) ekonomik
ve politik gücünü kıracak konumda değildir. Bu
nedenle, ekonomik ve siyasal güç diğer kesimler
ile paylaşılır. Bu ittifak aslında çatışmalı bir
ittifaktır. Oligarşik ittifak, tüm sömürücü sınıfları
kendisine bağlayan geniş bir ilişkiler ve ittifaklar
ağı da yaratmıştır. Orta sınıfların geniş kesimleri
ve küçük burjuvazinin bir bölümü de buna dahildir.
Öte yandan, gelişmenin yönü doğal olarak feodalizmin
ve diğer geleneksel tefeci-tüccar kesimlerinin
ve diğerlerinin tasfiyesi yönündedir. Emperyalistler
ve yerli tekelci burjuvazi sürecin her adımında,
her anında ekonomik ve siyasal gücünü büyütür.
Diğerleri ise konumlarını korumak ve/veya kendilerine
işbirlikçi tekelci burjuvazi içinde yer açmak
için çabalarlar. Siyasal alan ve devlet yapısı
da, oligarşik karakter kazanır. Tüm devlet mekanizması
olağanüstü düzeyde merkezileştirilir. Baskı aygıtı
büyütülür ve denetimi yoğunlaştırılır. Çarpık
tekelci kapitalist yapı sürekli krizlerle sakatlanmış
bir yapıdır. Emperyalistlerin mali oyunlarla krizler
yaratarak ekonomileri sürekli biçimde boşaltması,
sanayinin bağımlı yapısı, hortumculuğun olağan
bir sömürü yöntemi haline gelişi, vb. pek çok
faktör krizleri süreğen hale getirir. Bu ise emekçi
sınıfların yoğun sömürüsü, çelişkilerin hızla
derinleşmesi, sürekli çatışmalı bir ekonomik,
politik ve toplumsal atmosferin oluşması demektir.
Bu nedenle, oligarşiler devlet aygıtına faşist
bir karakter kazandırır. Bu kimi zaman askeri
darbeler yoluyla hızla yapılır ve faşist uygulamalar,
kurumlaşmalar ve hukuki, siyasi altyapı buna uygun
düzenlenir. Faşist terör açık biçimde uygulanır.
Kimi zaman ise bu süreç daha yavaş gelişir. Devlet
aygıtı ve siyasal alana faşist bir karakter kazandırılması
süreci burjuva parlamentosunun varlığı koşullarında
adım adım gerçekleştirilir. Siyasetin altı boşaltılır.
Karar alma mekanizması bugünkü moda deyişiyle
devletin çelik çekirdeğinde, yani oligarşilerin
ve onun devlet aygıtındaki unsurlarında merkezileşir.
Bu sürecin genel olarak tüm yeni-sömürgelerde
1970-80'lere değin sürdüğünü söyleyebiliriz. Bu
yıllara gelindiğinde, oligarşik ittifaklar içinde
emperyalizm ve yerli tekelci burjuvazilerin egemenliği
artık adeta rakipsiz konuma yükselmiştir. Feodal
kesimler hemen hemen tümüyle tasfiye edilmiştir
(bir bölümü ekonomik ve sosyal gücünü yitirirken,
daha küçük bir bölümü ise burjuvazinin değişik
kesimleri içine hatta tekelci burjuvazi içine
dahil olmuştur) ve oligarşiler içinde temsiliyeti
kalmamıştır. Büyük tefeci-tüccar kesimleri ise
öncelikle emperyalizm ve oligarşilerin büyüyen
gücü karşısında cılız kalarak, diğer yandan da
neoliberal politikalar sonucu güçlerini önemli
ölçüde yitirmişlerdir.
Neoliberal politikalar sonucu, büyük tefeci ve
tüccar kesimleri önce yasal alana çekilmiş, banka
ve bankerlik kurumlarıyla geniş ölçüde emperyalizmin
ve yerli tekelci burjuvazilerin egemen olduğu
alana dahil edilmiştir. Ardından da, çeşitli mali
oyunlarla bunlar iflasa sürüklenmiş ve olanaklarına
el konulmuş, oldukça zayıf konuma düşürülmüşlerdir.
Oligarşiler içindeki çatışmalı süreç ve yeniden
yapılanma sadece bunlarla sınırlı kalmamıştır.
Yerli tekelci burjuvaziler içinde de olağanüstü
bir katmanlaşma ve rekabet yaşanmaktadır. Özellikle
emperyalistlerle güçlü ilişkilere sahip ve banka
sermayesine sahip olan tekeller ile, bu ilişkileri
zayıf ve banka sermayesine sahip olmayan kesimler
arasında kıran kırana mücadeleler yaşanmış ve
bankalara sahip olmayan yada bu alan geç girip
güçsüz kalan kesimler önemli tasfiyelere uğramıştır.
Böylece günümüze gelindiğinde yeni-sömürgelerde
oligarşinin bileşimi önemli değişimlere uğramıştır.
Oligarşi içinde emperyalizm ve yerli tekelci burjuvazi
kesin bir üstünlük kurmuştur. Emperyalizm, IMF,
Dünya Bankası, Kredi Dereceleme Kuruluşları, doğrudan
yatırımları, finans kurumlarıyla oligarşi içindeki
en etkin unsur konumdadır. Yerli tekelci burjuvazi
içinde katmanlaşma yaşanmış ve büyük banka sermayesine
sahip emperyalistlerle daha sıkı ve sağlam ilişkiler
kurmuş olan tekeller, banka sermayesine sahip
olmayan tekellerin gücünü önemli ölçüde kırmışlardır.
Büyük tefeci-tüccar kesimi oligarşi içindeki eşit
olmasa da, güçlü konumunu yitirmiş, önemli ölçüde
tekelci burjuvaziye ve emperyalizme tabi, oligarşinin
zayıf bir bileşeni haline gelmiştir. Neoliberal
politikalara uyum sağlayamayan kesimleri ise oligarşinin
dışına düşmüş vaziyette giderek daha da zayıflamakta
ve sistemden kopmadan varlığını sürdürme gayreti
içindedir.
Oligarşi içindeki hiyerarşinin böylesine derinleşmesi,
yeni-sömürgelerdeki oligarşilerin emperyalist
ülkelerdekine benzer tarzda homojenleşmesi, oligarşinin
geçirdiği evrimin en belirgin ve hala sürmekte
olan yönüdür.
Oldukça dinamik olan yeni-sömürge ekonomileri
içinde sürekli biçimde, yeni büyük sermaye gruplarının
palazlanması, bunların oligarşi içine dahil olmaya
çalışması, kimilerinin dahil olması kaçınılmazdır.
Oligarşik yapı oldukça dinamik olmuştur, olacaktır.
Yeni-sömürgelerde oligarşinin yapısı böylesi bir
evrim geçirirken, diğer kapitalist sınıflar ile
olan ilişkisi de sürekli biçimde değişimler yaşamaktadır.
Oligarşi ile geleneksel orta sınıflar ve küçük
burjuvazi (tekelci burjuvazi ile doğrudan bağı
olmayan küçük ve orta tüccar, bakkal, manav, geleneksel
üretim yapan orta ve küçük boy işletme sahipleri,
küçük memur kesimleri, küçük ve orta köylü vb.)
arasındaki çelişkiler, tekelleşmenin olağanüstü
düzeydeki yoğunlaşması nedeniyle derinleşmektedir.
Öte yandan, oligarşi ile doğrudan bağı olan küçük
ve orta burjuva kesimler (tekellerin acentaları,
büyük şirket yöneticileri, vb.) kısmen büyümekte
ve oligarşi ile bağları güçlenmektedir. Yine neoliberal
politikaların dolaysız sonucu olarak gelişen ve
emperyalist tekellere ve pazarlara dönük ara malı
yada nihai ürün üreten, ticaretini yapan orta
ve küçük boy işletmelerin kaderleri önemli ölçüde
emperyalist tekellere bağlı olduğundan sistemle
bağları güçlenen bir kesimi oluşturuyorlar.
1980'ler sonrasında yeni-sömürgeler dünyasının
burjuva siyasal alanında, oligarşi dışında hiçbir
burjuva siyaset gücünden sözedilemez. Oligarşi
içinde emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin
kesin bir ağırlık kazanmasıyla bu siyaset alanına
da yansımış, tüm burjuva siyasal aktörler esas
olarak emperyalizm ve tekelci burjuvazinin onayı
ile siyaset yapar hale gelmiştir. Yeni-sömürgelerde
devletin oligarşinin kesin egemenliği altında
olduğunu, devleti oligarşi ve onun devlet içindeki
uzantısı olan, devletin çelik çekirdeğini oluşturan
bürokratik, askeri ve siyasal elit ile birlikte
oligarşik bir yönetim; daha doğru bir ifadeyle
oligarşik diktatörlük oluşturarak yönettiğini
belirtmiştik. Oligarşik diktatörlüğün yönetim
tarzı faşizmdir. 1980 sonrasında yeni-sömürgelerde
açık ve gizli faşizm uygulamaları yerini yavaş
yavaş açık ve gizli faşizm uygulamalarının iç
içe geçtiği bir faşizm uygulamasına bırakmıştır.
Bir yandan içeriği tümüyle boşaltılmış, bir gösteriye
dönüştürülmüş burjuva parlamentarizmi, diğer yandan
her türden ciddi hak arama mücadelesinin azgın
saldırılarla bastırılması...
Yeni-sömürgelerdeki oligarşilerin tarihsel gelişim
seyirlerinin ana hatlarını kısaca böyle özetleyebiliriz.
Türkiye Oligarşisi
Türkiye oligarşisinin gelişim seyri de esas olarak
yukarıda yeni-sömürgeler için çizdiğimiz tabloyla
yaklaşık olarak benzer biçimdedir.
1945'den itibaren ABD eliyle yeni-sömürgecilik
zincirine dahil edilen Türkiye'de tüm toplumsal
yapı yeniden organize edilir. Komprador burjuvazinin,
büyük toprak ağalarının ve bürokrat burjuvaların
bir bölümü hızla emperyalist tekellerle ilişkilenerek
sanayi alanında doğrudan yatırımlar yaparak tekelleşirler.
Bunlara paralel olarak emperyalistlerin doğrudan
yatırımları ve büyük çaplı borç verme ilişkisi
gelişir. Emperyalistler ve işbirlikçi yerli tekelciler
hemen en önemli ekonomik ve siyasal güç haline
gelirler. Ancak bu küçük azınlık özellikle 1950
ve '60'lı yıllarda henüz tek başına egemen güç
olabilecek durumda değildir. Bu nedenle, büyük
toprak ağaları ve büyük tefeci-tüccar kesimiyle
işbirliğine giderler. Bu kesimlerin ittifakı ile
oligarşik bir yapı oluşur. Bu yıllarda oligarşi
hem kendi içinde güç ve rant paylaşımı mücadelesi
vermektedir, hem de henüz devlet içindeki ve ekonomik
alandaki gücünü koruma uğraşısı içinde olan küçük
ve orta burjuvaziyle ve giderek gelişmekte olan
emekçi sınıfların mücadeleleriyle karşı karşıyadır.
Ancak oligarşik ittifak içinde tüm ibreler esas
olarak emperyalizm ve oligarşinin yükselişin göstermektedir.
1970'lere gelindiğinde bu dengelerin tümü kırılma
noktasına gelmiştir. Ve oligarşi hamlesini 12
Mart 1971 darbesi ile yapar. Saldırının görünen
yüzü emekçilere ve devrimci güçlere yönelik boyuttur.
Ancak hesaplaşma çok boyutludur. Oligarşinin aynı
zamanda küçük ve orta burjuvazinin ordu ve devlet
içindeki gücünü tümüyle kırmayı da hedeflemektedir.
Ordu OYAK yoluyla zaten ayartılmış ve oligarşinin
bileşimi içine dahil edilmiş durumdadır. Oligarşi
tüm kademelerdeki ilerici, devrimci yada orta
sınıf reformistlerinde temizlenmesini ve böylece
Ordunun bir bütün olarak kazanılmasını hedeflemektedir.
Ve bunu da kısa sürede başarır. Çatışmanın bir
diğer boyutu ise oligarşinin kendi içindeki tasfiye
girişimleri oluşturmaktadır. Emperyalizm ve işbirlikçi
tekelci burjuvazi oligarşi içinde asıl ağırlığı
oluşturmasına karşın, tekel dışı kesimlerin hala
küçümsenemeyecek düzeyde olan ekonomik ve siyasal
gücünü kırmayı hedefler. O güne değin Odalar ve
Borsalar Birliği içinde örgütlü olan tüm burjuva
kesimlerin bu örgütsel birliği, bu dönemde TÜSİAD'ın
işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından kuruluşu
ile parçalanır. Emperyalist kuruluşlardan OECD'in
"tavsiyeleri" ile işbirlikçi tekelci
burjuvazi lehine bir dizi tebdir uygulamaya konulmaya
çalışılır. Ancak Partimizin ve THKO'nun bir dizi
eylemiyle cuntacıların planları ve "ilerici"
imajları önemli ölçüde bozulur. Oligarşi içinde
sadeleştirme planları yapan işbirlikçi tekelci
burjuvazi bu durum karşısında kendi saflarında
çatlakları büyütmemek için diğer kesimler aleyhine
olan "tedbir"leri uygulamayı durdurur.
Böylece oligarşi içinde emperyalizm ve işbirlikçi
tekelci kesimler biraz daha ilerleyip ağırlıklarını
arttırmalarına karşın asıl amaçlarına ulaşamazlar.
Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin yaşadığı
yapısal krize karşı 1980'lerden itibaren giriştiği
büyük restorasyon süreci, yeni-sömürgecilik sisteminin
de baştan aşağıya yenilenmesi anlamına geliyordu.
Türkiye'de bunun yolu ancak emekçilere dönük büyük
bir saldırıyla açılabilirdi. Saldırının adı 12
Eylül oldu. 12 Eylül darbesi ile oligarşi, darbeye
karşı siyasal, askeri, örgütsel, teorik vb. alanlarda
ciddi bir hazırlığı olmayan devrimci güçleri ağır
bir yenilgiye uğratarak ilk elde sistemin geleceğini
güvence altına aldı.
IMF'nin planı olarak gündemleşen 24 Ocak kararlarıyla
ve daha sonraki uygulamalarla tüm ekonomik alan
emperyalizm ve yerli işbirlikçi tekelci burjuvazinin
istemlerine uygun olarak yeniden dizayn edilmeye
başlandı. Toplumsal gücü zaten kalmamış olan,
ya büyük burjuvaziye dönüşmüş, ya da silinmiş
olan feodal kalıntılar oligarşinin tümüyle dışına
atıldı. Büyük tefeci-tüccar kesimlerinin gücü
1983'lerden bu yana süregelen banka-banker operasyonları
ve krizler içinde önemli ölçüde kırıldı. Her on
yılda bir, bu kesimlere dönük kriz süreçlerinde
gündemleşen büyük temizlik operasyonları yapıldı.
1994’ün 5 Nisan kararları, 2001 banka operasyonları,
bunların başlıcalarıdır. Bu operasyonlarla aynı
zamanda tekelci burjuvazi içinde de büyük hesaplaşmalar
gerçekleşmiştir. Banka sermayesine sahip olmayan
ya da yada bu alanda (mali alanda) zayıf olan,
bankaları küçük ve güçsüz olan tekellerinde gücü
de önemli kırılmıştır. Bu anlamda, tekelci burjuvazi
içinde de bir homojenleşme ve ayrışma yaşanmış,
emperyalistlerle güçlü ilişkilere sahip olan,
büyük güçlü bankalara sahip bulunan tekeller oligarşi
içinde en güçlü kesimi oluşturmuştur.
Öte yandan, süreç göstermektedir ki, her on yılda
bir palazlanan yeni bir büyük burjuva kuşağı gelmektedir.
80'li yıllarda Özal'ın prensleri, 1990'larda ANAP
ve DYP çeperinde yemlenenler, aynı dönemde büyüyüp
bugün iyice palazlanma hevesinde olan MÜSİAD'cılar
bunun örnekleridir. Bunlar bir biçimde oligarşi
içinde yer alan, temsiliyet bulan, ancak oligarşinin
çekirdeğinde yer almaya çalıştıklarında, tekelci
burjuvazinin sınırlarını zorladıklarında ciddi
biçimde güçleri kırılan ve püskürtülen kesimler.
Bu bağlamda, Türkiye oligarşisinin, tüm yeni-sömürge
oligarşileri gibi oldukça dinamik ve değişken
bir yapıya sahip olduğunu, oligarşi içi hiyerarşi
piramidinin aktörlerinin sürekli bir değişim yaşadığını
söyleyebiliriz.
Gelinen noktada, Türkiye oligarşisini kimlerin
oluşturduğunu saptamak için en somut gösterge
zaman zaman İş Adamları Çevresi adı altında yapılan
toplantılara katılan isimlerdir. Türkiye oligarşisinin
çekirdeğini, başlıca karar alıcılarını bu toplantılara
katılanlar oluşturmaktadır ve en temel politikalar
bu toplantılarda belirlenmektedir. Toplantıların
başlıca aktörleri Koç Grubu, Sabancı Grubu, Doğuş
Grubu, Doğan Grubu, Dinçkök Grubu, Çukurova Grubu
(bu grup oligarşi içi rekabet sonucu şu anda oldukça
zayıflatılmış durumda ve öyle görünüyor ki çekirdekten
uzaklaştırılmış vaziyette.), TÜSİAD temsilcisi
ve zaman zaman TOBB temsilcisidir. Bu ekibe emperyalistleri
temsilen IMF, Dünya Bankası ve Ordunun temsilcisi
OYAK'ı da katmak gerekiyor. Kısacası, oligarşi
içinde gücün odağında emperyalizm ve 7-8 tane
en büyük işbirlikçi tekelci grup bulunuyor. Bu
7-8 büyük tekelci grup TÜSİAD içinde bulunmalarına
ve onu kontrol etmelerine karşın kendilerini TÜSİAD'ın
geri kalanından da ayırıyorlar. TÜSİAD temsilcisi,
bu anlamda 7-8 büyük grubun hemen çeperini oluşturan
birkaç yüz büyük burjuva grubun temsilcisi olarak
bu karar toplantılarına katılıyor. Yine tekel
dışı büyük burjuvazinin daha geniş kesimlerinin
temsiliyetini ise bu kesimlerin denetimindeki
TOBB tek üye ile yapıyor. Evet, oligarşik ittifak
sürüyor, oligarşik azınlık emperyalizm, yerli
tekelci burjuvazi ve büyük burjuvazinin bileşiminden
oluşuyor. Ancak bu ittifak artık emperyalizmin
ve yerli tekelci burjuvazinin büyük banka sermayesine
sahip en iri birkaçının kesin egemenliği altında
yürüyor.
Oligarşinin diğer burjuva kesimlerle (küçük ve
orta burjuvaziyle) ilişkisine gelince; oligarşik
ittifakın tüm yeni-sömürgelerde olduğu gibi, küçük
ve orta burjuvazinin geleneksel kesimleriyle olan
bağları oldukça zayıflamıştır. Öne çıkan olgu,
bu kesimlerin uygulanan ekonomi politikaları sonucu
hızla yıkıma uğrayarak tasfiyeleridir. Bu kesimler
hala demagojik söylemler temelinde ağırlıklı olarak
sağ partilerin etkisi altındadır ve bu yoldan
oligarşinin siyasetine bir biçimde bağlanmaları
dışında sistemin dibe itilenleri konumundadırlar.
Sayıları hızla büyüyen tekellerin acentaları,
büyük şirket yöneticileri, uzmanları, ihracata
dönük üretim yapan küçük ve orta boy işletmeler
vb. den oluşan neoliberal politikaların ürünü
olan yeni küçük ve orta burjuva kesimler ise oldukça
güvencesiz bir çalışma ortamında bulunmalarına
karşın oligarşi ile doğrudan bağ içindedirler
ve kaderlerini önemli ölçüde oligarşi ile birleştirmiş
durumdadırlar.
Yukarıda belirttiğimiz üzere, 1980 sonrası yeni-sömürgelerdeki
siyasal sistem yeniden biçimlendirilmiştir. Bu
değişim sürecini Türkiye'de çok somut gözlemek
mümkündür. Herşeyden önce, devletin tüm hücrelerine
değin, faşistleştirilmesi ve oligarşinin denetimi
altına alınması 1980'lerin başlarında tamamlanmıştır.
Emperyalizmin belirlediği "düşük yoğunluklu
demokrasi ve çatışma" konsepti temelinde,
faşizm yeniden yapılandırılmıştır. Artık darbeler
ve göstermelik parlamentolar döngüsüne son verilmiş,
açık ve gizli faşizm uygulamaları parlamentoların
sürekli olduğu bir sahnede iç içe uygulanmaya
başlanmıştır. Bir yandan en vahşi faşist terör,
bir yandan içi boşaltılmış, ağır bedellerle alınmış
sınırlı hakların kullanımı... Siyasal alanın yeniden
yapılandırılması sürecinin başlıca aktörü elbette
oligarşidir, ama özellikle de emperyalizme ve
yerli tekelci burjuvazidir. Burjuva siyaset alanına
giren herhangi bir aktörün emperyalistlerden,
özellikle de ABD emperyalizminden onay almadan,
IMF politikalarına tam sadakat bildirmeden, TÜSİAD'dan
icazet almadan güçlü bir politik hareket yaratması,
hele hele iktidara gelmesi, es kaza hükümet olduğunda
uzun süre dayanabilmesi artık kesinlikle mümkün
değildir. Bu bağlamda, şu yada bu sınıfın partisi
diye bir şey artık yoktur burjuva siyaset alanında.
Aslında tek bir parti var... Partilerin değişik
kesimlere daha yakın durması ve bunların özgül
çıkarlarını daha fazla gündemleştirmesi bu gerçeği
değiştirmez. Hiçbiri asli görev olarak önlerine
konulmuş emperyalizmin ve oligarşinin (dar anlamda
tekelci burjuvazinin) çıkarlarını koruma görevinin
üstünden atlayarak başka kesimlerin çıkarlarını
öne çıkaramaz. Bunu yaptığında uzun süre hükümette
kalamaz. Hatta parti olarak varlığını sürdürmesi
bile tehlikeye girer. Siyasetçi olarak "üstü
çizilir", çoğu yolsuzluk batağından geldiği
için kısa sürede mahkeme kapılarına düşerler.
Bunun uygulamaları son 10 yılda sıkça görülmüştür.
Kısacası, oligarşi içi güç dengelerinin değişimi,
siyaset alanına da güçlü biçimde yansımış, oligarşik
diktatörlük buna uygun olarak yapılanmıştır. Emperyalizm
ve yerli tekelci burjuvazi siyaset alanının tüm
boyutlarına, devletin tüm kademelerine ve biçimlenişine
damgasını güçlü biçimde vurmaktadır.
Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Devrim
Oligarşi çözümlemesi basitçe bir durum çözümlemesi
değildir.
Oligarşinin yapısı, kapsamı, bileşenleri vb.,
aynı zamanda devrimin stratejik hedefini de önemli
ölçüde belirler.
Partimiz stratejik hedefini anti-emperyalist anti-oligarşik
devrim (bir diğer deyişle demokratik halk devrimi)
olarak belirlemiştir.
Devrimimiz, emperyalizmin coğrafyamızdaki tüm
varlığını sona erdirmeyi, tüm bağımlılık ilişkilerinin
yok edilmesini, oligarşinin bütün kesimleriyle
tasfiyesini, ittifak ilişkileriyle kendisine bağladığı
ve sistemin dayanağı haline gelmiş yeni orta ve
küçük burjuva kesimler bundan vazgeçmedikleri
ölçüde tasfiyelerini, oligarşik diktatörlüğün
tüm siyasal ve toplumsal aygıtının yok edilmesini
hedefleyecektir.
Proletaryanın öncülüğünde diğer halk kesimleriyle
birlikte demokratik halk iktidarı kurulacak ve
halk iktidarı kesintisiz biçimde, araya hiçbir
aşama, süre vb. konulmadan, hızla sosyalist toplumun
inşasına yönelecektir.
|