Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

30. Sayı - Mayıs/ Haziran 2005

Yoksulluk karşıtı hareketler konusuna özel bir ağırlık verdiğimiz 29. sayımızda, başka ülkelerdeki deneyim ve örgütlenme biçimlerinin yanında Türkiye’den deneyimleri de incelemiştik. Bu bağlamda, SODAP, Halkevleri, EHP ve Halk Kültür Merkezleri ile yapılan röportajlar da 29. sayımızda yer almıştı. Aynı konu ile ilgili olarak röportaj yapmak istediğimiz Göç-Der ise soruları yanıtlamak yerine konu üzerine yaptığı bir araştırmayı bizimle paylaşmayı uygun bulmuştu.
Biz bu araştırmayı 30. sayımıza aktarmayı tercih ettik. Bu tercih, yalnızca yer darlığından kaynaklanmıyordu aslında, aynı zamanda Anadolu ve Kuzey Mezopotamya coğrafyasının özgün niteliği de bunda rol oynadı. Çünkü Kürt coğrafyası bağlamında yoksulluk olgusu, sadece kapitalizmin doğasından ya da yeni süreçteki neoliberal uygulamaların vahşi yöntemlerinden değil, doğrudan politik nedenlerden de beslenmektedir.
Yani, hem Kürt coğrafyasındaki insanların, hem de onların metropollere savrulmuş kesimlerinin yoksulluğu, doğrudan doğruya oligarşinin sömürgeci politikalarının sonucu olarak da gelişmiştir.

Talan Edilen Ülke ve Yoksulluğun Kürtçesi
Kuşkusuz sorunun birinci ve daha geniş bir zaman dilimini kapsayan ayağı sömürgeci ilişkiyle ilgilidir. Bütünlüğü parçalanarak devletler arasında paylaşılan Kürt coğrafyasının Kuzey kesimi, TC oligarşisinin boyunduruk altında tuttuğu bir iç-sömürge olarak yaşamını sürdürmekte ve bunun ağır sosyo-ekonomik sonuçlarına maruz kalmaktadır. Klasik bir 19. yüzyıl sömürgesinden farklı olarak yalnızca zenginliklerinin talan edilmesiyle yetinilmeyen, aynı zamanda varlığı inkâr edilen Kürt ulusu, son derece özgün koşullar altındadır. Örneğin çok vahşi yöntemlerle bütün varlıkları hortumlandığı halde klasik sömürgelerde, yine de o ülkede yaşayan insanların varlığı, ayrı bir ulus-ayrı bir ülke olduğu resmen reddedilmez. Kürt ulusunun durumu bu bakımdan da değişik bir atmosfer sergiler. TC’nin kuruluşuna kadar, hatta ondan sonra da bir süre Kürt halkının varlığı reddedilmezken, daha sonra yoğun bir inkâr sürecine girilmiş ve bugüne dek sürdürülmüştür. Coğrafi-kültürel özellikler ve nüfusun büyük ölçüde iç içe geçmesi de zaman içersinde bu ilişkinin sömürgeci niteliğinin algılanmasını güçleştirmiş, kimi zaman sorunun bölgesel geri kalmışlık gibi görülmesine yol açmıştır.
Ancak politik demagojiler ne olursa olsun, Kürt coğrafyasının yoksulluğunun basit bir bölgesel dengesizlik değil, bir sömürgeci talan ve soygun politikasından kaynaklandığı, bu coğrafyanın insanlarının yoksullaşmasının doğrudan doğruya merkezi devlet politikalarına bağlı olduğu gerçeği değişmez.
Kuşkusuz, bu durumda yeni-sömürge kapitalizminin çarpık gelişmesinin de rolü vardır. Kapitalizmin klasik “en düşük maliyet-en yüksek kâr oranı” mantığı bu süreçte işlemiş, emperyalizmle bütünleşme ve ithal ikameci kalkınma sürecindeki bütün ciddi yatırımlar, bu mantık gereği haberleşme-ulaşım ağının en yaygın olduğu Batı metropollerine yakın yerlere yönelmiştir. Bu mantığın herhangi bir montaj otomobil fabrikası için örneğin Siirt’i tercih etmesi düşünülemezdi. Örneğin 1972 itibarıyla bütün yabancı sermaye yatırımlarının %74’ünün Marmara bölgesine yönelmiş olması hiç rastlantı değildir, bir anlamda yatırımın maliyet hesabıyla ilgilidir. Ancak bu noktada bile, yani basit maliyet hesapları üzerinden soruna bakarken bile şu noktanın gözden kaçırılmaması gerekiyor: bir bölgenin yatırım açısından tercih edilmesi için maddi ve teknik alt yapısının, gelir düzeyinin, yetişmiş insan gücünün vb. özelliklerinin yatırım konusuna uygun olması gerekir. Yeniden otomobil fabrikası örneğine dönecek olursak, yatırımcının Diyarbakır ve Siirt gibi bütün altyapısı geri bıraktırılmış, gelir düzeyi sürekli düşen bir alana yatırım yapması elbette mümkün değildir. Ancak Diyarbakır gibi bir metropol kent neden bu denli zayıftır diye sorulduğunda yanıt açıktır ki; sömürgeci yapıdır.
Asıl sorun, sömürgeci devletin Kürt topraklarına bakışı ile ilgilidir. İşin ta en başından beri Kürt bölgesiyle kurulan ilişki, normal bir kapitalist ilişkide olduğu gibi “karşılıklı” değildir. Sömürgecilik baştan beri Kürt topraklarını ancak talan edilecek belli zenginliklere sahip olduğu yörelerde bir ekonomik alan olarak görmüş ve bu yörelerde geliştirdiği yatırımlar da zaten bu zenginliklerin merkeze transfer edilmesine dönük olmuştur. Ve doğal olarak zorla boyunduruk altında tutulan her sömürge ülkede olduğu gibi asıl öncelik her zaman bu transferin güvenliği, ya da daha doğru bir deyimle halkın ayaklanmalarının önlenmesi için alınacak “tedbirler”de olmuştur. Fabrika yerine karakol esprisinin kaynağı tam da bu sömürge mantığıdır. Örneğin 1927’de toplam sanayi işletmelerinin ancak %10’u bu kocaman coğrafya üzerindedir. Ama gerektiğinde ordu, büyük birimlerini bölgeye hareket ettirme, “tenkil” harekatına girişerek kitle kıyımlarına başvurmak için masraftan çekinmemektedir.
1950’lere doğru gelindiğinde, yeni-sömürgeci kalkınma sürecine giren Türkiye için fazla bir şey değişmemiştir. Bu kez, karayolu taşımacılığı, haberleşme ve enerji önem kazanmış, bu alana yönelik olarak Kürt illerine yönelinmiş, ancak zaten bu üç alan da aslında merkezi zor aygıtının coğrafyaya iyice yerleşmesi, daha uç yörelere kadar müdahale edebilir hale gelmesi anlamını taşımıştır. Bu süreçte özellikle petrol kaynakları ve Kürt coğrafyasının büyük akarsularının barındırdığı enerji potansiyeli merkezi devletin ilgisini çekmiştir. Keban başta olmak üzere kurulan büyük enerji santralleri, Batman merkezli petrol işleme tesisleri ve Ergani, Murgul, vb. gibi belli yörelerde yoğunlaşan maden zenginlikleri bu ilginin başlıca konusudur. Özellikle Keban Santrali, 1970’lerin başında nakil hatlarıyla Eskişehir üzerinden Marmara’ya bağlanarak bölgedeki sanayileşmenin enerji bakımından belkemiğini oluşturmuştur. Kürt coğrafyasının önemli bir bölümü (özelikle kırsal alan) ise 1980’lerin sonuna kadar elektiriksiz kalmıştır. Bunun en traji-komik görünümlerinden biri kebanın elektiriği edirnenin köylerini ışıtırken, kebanın hemen yanı başındaki köylerin 1980’lerin ortalarına/sonuna değin elektiriksiz olmalarıdır. Aynı süreçte devreye bölgenin hayvancılık potansiyeli de girmiş, bu alanın düzene sokularak tekeller için zemin hazırlanması için çaba gösterilmiştir. Bütün bu zenginliklerin taşınması açısından bakıldığında, örneğin 1938’de bölgede toplam 366 olan kamyon sayısının 1962’de 5 bin 800’e çıkması olağan bir sonuçtur.
Böyle bir süreçte, metropol kentler ile hem diğer iller, hem de özel olarak Kürt illeri arasındaki uçurum derinleşmiş, hızla gelişen tekelci yapı büyük oranda Marmara bölgesini istila ederken, Kürt coğrafyası hem sınai bakımdan geliştirilmeyen, hem de mevcut zenginlikleri yağmalanan bir noktada kalmıştır. Böylece 80’lere dek gelindiğinde, 1965’te toplam milli gelirdeki payı %10.39 olan Kürt bölgesinin payı %8.7’ye kadar gerilemiştir. Örneğin bu sıralamada 1965’te 21. sırada olan Urfa, 1979’da 47. sıraya; 18. sırada olan Kars 40. sıraya gerilemişti. Bu arada, sosyal göstergeler bakımından da büyük bir uçurum büyümekte, sömürge toprağı her türlü sağlık, vb. yatırımından uzakta yaşamaktadır. 80’lerin başında Türkiye’deki toplam doktor sayısının ancak %8”inin bu coğrafyada olduğu düşünülürse konu daha iyi anlaşılabilir.
Daha sonrasında bu eğilim devam etmiş ve bu arada toprak düzenindeki daralmaların da etkisiyle, birbiri ardına gelen göç dalgaları metropollere yönelmeye başlamıştır. Kendi toprakları üzerinde yeraltı-yer üstü zenginlikleri hortumlanarak yoksullaştırılan Kürt insanı, bu kez de yeni türden bir yoksulluğu yaşamak üzere metropol kentlerin varoşlarına yığılmaktadır. Daha 1980’e varmadan İstanbul’da yaşayan taşra kökenliler arasında Kürtlerin oranı artmaya başlamış, ama bu kez yalnızca İstanbul ile sınırlı kalmayan göç, Ege ve Akdeniz’i de hedef almıştır. Aynı biçimde dönem boyunca Kürt coğrafyasının büyük illeri de ülkenin derinliklerinden gelen yoksulların göçüyle karşı karşıyadır.
90’lar ise coğrafyanın zenginliklerinin yakılıp yıkılması bir yana, zaten yeni dünya düzeninin tarıma yaklaşımı tarafından da sakatlanmış, insanların az çok tutunabildikleri hayvancılık gibi alanlar da mahvedilmiştir. Bu ise yeni göç dalgalarını tetiklemiştir.

Ulusal Harekete Karşı Kirli Savaş, Göç ve Yoksulluk
Kürt yoksulluğunun ikinci ayağı ise, doğrudan doğruya politik nedenlerden kaynaklanmıştır. 1980’lerin ortalarından beri başlayan Kürt ulusal kurtuluş savaşı karşısında bir süre şaşkınlıkla bocalayan oligarşi, daha sonra emperyalist merkezlerden de aldığı akıllarla en kirli yöntemleri geliştirmiş, böylece coğrafyayı yaşanmaz hale getirmiştir. Kontr-gerilla cinayetlerinden, bugünlerde toplu mezarları bulunan katliamlara, köy boşaltmalara ve yakmalara dek yüzlerce yolla Kürt coğrafyası yaşanmaz hale getirilmiş, ormanlar ve ekili alanların yakılması, meraların kullanılamaz hale getirilmesi, yiyecek ambargoları, vb. ile bölgenin zaten çok canlı olmayan ekonomik hayatı felce uğratılmıştır.
Böylece bir yandan her şeye rağmen kendi toprakları üzerinde yaşamakta ısrar eden insanlar üretimden koparılarak yoksulluğa itilirken diğer yandan ise milyonlarca insan göç yollarına düşürülmüştür. Ancak bu kez yaşanan göç dalgaları insanların hiç hazırlıklı olmadıkları bir durum olarak ortaya çıkmış, canlarını kurtarmak için köylerini terk eden insanlar ellerindeki üç kuruşluk mülkleri bile değerlendiremeden yollara düşmüşlerdir. Ki zaten çoğu durumda göçe zorlananların maddi varlıkları korucular tarafından yağmalanmıştır. Dolayısıyla göç olgusu bu kez, insanları gerçekten derin bir yoksulluğun içine itmiş, hatta bu insanların bir çoğu İstanbul gibi seçeneklerden çok büyük Kürt illerini ya da Adana-Mersin gibi yerleri tercih etmişler ve bu kentlerin etrafında korkunç bir yoksulluk çemberi oluşturmuşlardır. Örneğin, Güneydoğu Sanayici ve İşadamları tarafından 1997’de hazırlanan bir raporda Diyarbakır’a göç etmek zorunda kalanların sayısının 700 bini geçtiği ve bunlardan 300 bininin açlık, 400 bininin de yoksulluk sınırında olduğu belirtilmekteydi. Aynı raporda göç edenlerin yüzde 81’inin işsiz olduğu, yüzde 50’sinin ciddi hastalık taşıdığı, yüzde 41’inin ise çocuğunu okula gönderemediği; göç eden ailelerin yüzde 40’ının çocuklarında gelişme geriliği olduğu belirtilmişti. O kadar ki, Diyarbakır’da kanını, böbreğini, karaciğerini satmak için insanların kuyruğa girdiği sık sık basında yer alır olmuştur.
Üstelik bu büyük göç dalgası, tam da emperyalizm tarafından örgütlenen neoliberal politikalar döneminde gerçekleşmiş, eski türden üretime dönük yatırımların yerini spekülatif para hareketlerine bıraktığı bir süreçte metropol kentlerin yeni nüfusu istihdam etme kapasitesi de daralmıştır. Bunun doğrudan sonucu ise derin bir yoksulluk içinde kıvranan Kürt gençlerinin düzensiz-güvencesiz sektörlere kayması, hatta yer yer “gayrı-meşru” denilen para kazanma yollarını denemesi olmuştur. Dahası, bu durum Kürt insanının değerler sistemini de zedelemiş, özellikle genç kuşaklar kentlerin çürümüş değerler sistemi içersinde kültürel boşluklar yaşayarak farklı kanallara savrulmuştur.
Şüphesiz oligarşi açısından bunun en rahatsız edici sonuçlarından biri de ulusal duyguların ve yurtseverlik bilincinin bu kez yoğun bir yoksulluk tarafından da etkilenerek metropollere taşınması olmuştur. Öyle ki, geçtiğimiz aylardaki Newroz olaylarından sonra MGK’ye rapor sunan Jandarma Genel Komutanlığı, olaylara iç göçün neden olduğunu savunarak, aralarında İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Mersin, Antalya ve Diyarbakır’ın da bulunduğu 14 büyük ile göçün önlenmesini istemiştir. Yani milyonlarca insanı yerinden yurdundan edenler şimdi bunun sonuçlarından, sosyal patlama riskinden rahatsızdırlar.
Sonuç olarak, yeni-sömürge kapitalizminin en vahşi uygulamaları ile oligarşinin Kürt ulusuna yönelik sömürgeci, inkârcı, katliamcı politikaları süreç boyunca birlikte iş görmüş ve derin bir yoksullaşmanın en ciddi sebepleri olmuşlardır.
Böylece aslında Kürt halkının kurtuluşu ile Türkiye devrimi arasındaki derin bağ da bir kez daha ortaya çıkmıştır.



 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul