Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

H. Z. İlker

Yeni-sömürgecilik ilişkileri ile bağlı olduğu emperyalist devletlerin “bölgesel kılıcı” olarak, kendisine verilen her görevi yerine getiren Türkiye oligarşisi, bugünlerde alacağı “kırıntılar” karşılığında, yeni görevlere de talip olmaktadır. Başta “Türki Cumhuriyetler” olmak üzere, çeşitli ülkelerle “askeri eğitim ve işbirliği anlaşmaları” imzalayarak “40 ülkeyi eğitiyor” denilen Türkiye Ordusu’nun son görevi ise, Afganistan’ı işgal altında bulunduran “Uluslararası Güvenlik Destek Gücü/ISAF”ın komutasını almak olmuştur.
“Türkiye, Atatürk’ün belirlediği hedeflerden ‘Cihanda Sulh’a ilk kez Kore’ye asker göndererek katkıda bulundu... Somali, arkasından Bosna, Arnavutluk ve son olarak Afganistan katılımlarımız, Türkiye’ye ‘Cihanda Sulh’u sağlamada artık ben de varım’ dedirten atılımlar olmuştur.” (“Ulusal Strateji”, Nisan 2002, Sayı;22, sf;83) sözleriyse “Cihanda Sulh” adı altında, kitleleri manipüle etmek ve emperyalist haydutlar adına işgal gücü olarak yaptığı görevin üzerini örtmektir.
Öte yandan Türkiye, NATO ile geliştirdiği ilişkilere bağlı olarak, askeri gücünü de durmadan büyütmekte ve bugün saldırgan politikalar izlemekten geri durmamaktadır. Türkiye-NATO ilişkilerine özet bir bakış, emperyalizmin “bölgesel kılıcı” Türkiye’nin, asla “Sulh”u savunmadığını, tersine, “saldırgan” politikalar izlediğini ortaya çıkaracaktır...

NATO Üyeliği ve Saldırganlık
2. Paylaşım Savaşı döneminde, Nazi Almanya’sıyla açık-gizli ilişkiler geliştiren Türkiye, Naziler’in yenilgiye uğraması üzerine, savaşın emperyalist galibi ABD ile ilişkiler geliştirmeye başladı. Türkiye’nin bu ilişkiden, iki temel çıkarı söz konusuydu. Bir yandan SSCB’nin savaştan galip çıkması ve sosyalizmin prestijinin yükselmesine bağlı olarak gelişecek olan ülke içindeki halk isyanlarının körüklenmesi önlenecek ve diğer yandan da Türkiye, ABD’ye yaslanarak bölgesinde önemli bir ekonomik, askeri ve siyasi güç haline gelecekti.
ABD’nin Türkiye’yi NATO üyesi yapma planı ise, çok yönlü çıkarlar içermekteydi. Her şeyden önce; Sovyetler Birliği ve onun etrafında bir araya gelen demokratik/sosyalist halk iktidarlarını kuşatma stratejisi için, Türkiye’nin jeo-politik konumu uygundu. Ayrıca, enerji ve su kaynakları, stratejik konumu ve jeo-politik önemi nedeniyle tarihinden bu yana sömürgeci güçlerin ve emperyalistlerin ilgi odağında bulunan Ortadoğu’ya yerleşerek, buralarda yeni nüfuz alanları oluşturmayı ve yeni sömürgecilik ilişkilerini yaygınlaştırmayı amaçlıyordu.
İşte bu karşılıklı çıkarlara bağlı olarak, ABD-Türkiye ilişkileri geliştirildi. Ekonomik, askeri ve siyasi alanda, ilki 1947 yılında yapılan ve çok gizli olan -bir çok anlaşmanın içeriği, bugün bile gizlenmektedir- ikili anlaşmalar yapıldı. Bu dönemde, ABD askeri personeli, “eğitmen” görüntüsüyle Türkiye’ye yerleşmeye başladı. Türkkaya Ataöv’ün, “Amerika, NATO ve Türkiye” adlı yapıtında belirttiği üzere; “..... daha NATO üyeliği gerçekleştirilmeden, Türkiye’deki Amerikan Askeri Heyeti, 1256 personelden oluşuyordu.” (bkz. Haluk Gerger, “Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği”, Belge Yayınları, sf;70)
ABD’nin, Truman Doktrini’ne bağlı olarak gerçekleştirilen bu ikili anlaşmalar ve; “Marshall-Truman yardımları paravanası altında, Amerikan emperyalizmi, ülkeye iyice girmiş” (Mahir Çayan, “Toplu Yazılar”, Özgürlük Yayınları, sf; 337) ve Türkiye, ABD emperyalizmine bağımlılık yolunda hızla ilerlemeye başlamıştı. NATO’nun kurulmasından hemen sonra, ABD Başkanı H. Truman, 11 Mayıs 1949’da Cumhurbaşkanı İnönü’ye bir mesaj göndererek; “İlk olarak Türkiye ve Yunanistan için söylenmiş olan prensipler, bu Pakt ve diğer hürriyetsever milletlere de verilecektir.” sözleriyle, Türkiye’nin NATO’ya girmesini telkin ediyordu. Bunun üzerine, Türkiye Hükümet’ince, NATO’ya giriş başvurusu yapıldı. ABD, İngiltere ve Fransa Dışişleri Bakanları’nın kendi aralarında anlaşamamaları (!) üzerine, Türkiye’nin başvurusu, 18 Temmuz 1949’da geri çevrildi. Yapılan ikinci başvuru da, 1950 Eylül’ünde reddedildi. Türkiye’nin, emperyalistlere bağımlılık rüştünü, gerçek anlamıyla ispat etmesi isteniyordu ve bu nedenle, her iki başvuru da geri çevrildi. Zira, NATO üyesi olmak ayrıcalık olarak sunulmaktaydı ve bu statüye kavuşmak için, bedel ödemek gerekecekti...
Emperyalistlere rüştün ispatlanması için; Kore Halkı’nın yürüttüğü halk kurtuluş savaşının bastırılmasına yönelik emperyalist müdahale/işgal savaşına Türkiye’nin de katılması, bizzat ABD tarafından istendi. Görünen oydu ki; NATO’ya girmenin kıstası, ABD ve diğer emperyalistler adına Kore’de savaşmak olarak belirlenmişti.
Bu nedenle, henüz üç ay önce başlamış olan Kore Savaşı’na katılmak için hazırlıklara başlayan Türkiye, binlerce emekçi, yoksul Türk, Kürt ve Anadolu evladını Kore’ye yolladı. Oligarşi, emperyalistlerin uşaklığına o kadar gönüllüydü ki; “Kore Savaşı’nda, bölgeye kuvvetlerini gönderen ilk ülke ABD ve onu izleyen ülke ise, Türkiye oldu” (Cumhuriyet, 26 Mayıs 1990) 21 Eylül 1950’de, Albay Tahsin Yazıcı komutasında hazırlanan beşbin kişilik Türk Birliği, Ekim ayında Kore’ye ulaştı ve emperyalistler adına başarılı (!) muharebeler gerçekleştirdi. 1953 yılına kadar süren savaş boyunca, en ağır kayıp veren ülke olan Türkiye idi: 717 ölü, 167 kayıp ve 5247 yaralı... Birliğin, yıllık 100 bin dolar olan gideri de, Menderes Hükümeti’nce karşılanmıştı.
Kore’ye asker göndererek, emperyalistlere rüştünü ispat eden Türkiye; askeri birliğin yola çıkmasının birinci yılında, NATO Konseyi’nin 21 Eylül 1951 tarihli bildirisiyle, Yunanistan ile birlikte, NATO’ya katılmaya davet edildi. Bu davetten üç gün sonra, ABD başkanı Truman, Türkiye Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a bir mesaj göndererek; “Komünist tehdidine karşı hür dünyanın müdafaa kalesini inşaaya yardım etmek için, Atlantik Paktı Teşkilatı içinde Türkiye ile birlikte çalışmayı sabırsızlıkla intizar etmekteyiz.” (Tempo, ‘Türkiye(nin 75 yılı”) sözleriyle, Türkiye’nin NATO’ya giriş ödülünü kutluyordu. Ve 17 Ekim 1951’de, Londra’da imzalanan bir protokolle, Türkiye ve Yunanistan NATO’ya üye kabul edildi. Bu kararın, 18 Şubat 1952’de TBMM’de onaylanmasından sonra, Türkiye resmen NATO’ya üye oldu ve başta ABD olmak üzere, emperyalizmin bölge politikalarındaki en güvenilir bağlaşığı olarak görev yapmaya başladı.
Süreç bundan sonra iyice hızlandı. İlki, 1947 yılında yapılan ve 1967 yılına kadar geçen sürede sayısı 54’e ulaşan ikili anlaşmalar ve Marshall-Truman yardımları ile altyapı tesislerinin imarına başlandı. Menderes Hükümeti’nce, “kalkınma hamlesi başlatıyoruz” denilerek yollar, havaalanları, deniz limanları, barajlar, elektrik santralleri, fabrikalar, petrol rafinerileri/istasyonları yapılarak, emperyalizmin meta ihracına açık hale gelindi ve iç dinamik çarpıtılarak, bağımlı ekonomik gelişim kaydedildi.
1954 yılında, ABD ve Türkiye arasında imzalanan “Askeri Kolaylıklar Anlaşması” ve diğer anlaşmalara bağlı olarak, Türkiye’nin ve Mezopotamya’nın Kuzey’indeki bir çok bölgesinde, askeri üsler/tesisler açıldı ve hukuki ayrıcalıklar tanınan onbinlerce ABD’li asker-sivil personel, Anadolu coğrafyasına yerleştirildi. Yine, 2. Paylaşım Savaşı’nda kullanılan ve ağırlığını konvansiyonel silahların oluşturduğu karşılıksız askeri yardımlar ve açılan kredilerle alınan uçaklar, helikopterler, değişik sınıflardaki askeri gemiler, denizaltılar vb. yeni silahlar ile, bağımlı askeri gelişim sağlandı.
Böylece; “Amerikan emperyalizminin ekonomisinden-politikasına, kültüründen sanatına kadar damgasını vurduğu ve bizzat oligarşi içinde yer aldığı” (Mahir Çayan, age sf;338) Türkiye, ABD’nin yenisömürgesi haline geldi ve artık, “Küçük Amerika” olarak anılmaya başladı.
Anadolu coğrafyasına yerleştirilen NATO’ya ait radarlar, askeri tesisler ve uçuş üslerinin birçok işlevi vardı. Bu askeri üs ve tesisler, sadece SSCB için değil, aynı zamanda tüm bölge içinde tehdit oluşturmaktaydı. Çünkü Türkiye, bulunduğu bölgede ABD ve tüm emperyalistlerin çıkarlarını savunacak bir saldırganlık sergileyecekti.
1955 yılında İran, Irak, Pakistan ve İngiltere ile Bağdat Paktı’nda yer alan ve 1956 yılında, İngiltere, Fransa ve İsrail’in “Süveyş Bunalımı’nı gerekçe göstererek Mısır’a yaptığı askeri saldırıları destekleyen Türkiye, emperyalizmin bölgede, güvenilir bağlaşığı olma yolunda hızla ilerlemekteydi. 1956 yılında, Suriye’nin SSCB ile ilişkilerini geliştirmesi ve bu ülkeden askeri yardım almasını kendi varlığına yönelik tehdit olarak değerlendiren Türkiye’nin Suriye sınırına askeri yığınak yapması ve buralarda askeri manevralar düzenlemesi, tüm bölge halkları için tehdit oluşturmasına örnek teşkil ediyordu.
ABD’nin, Ocak 1957’de ilan ettiği Eisenhover Doktrini’ne karşı çıkan Suriye’ye ve 1958 başında, Mısır ile Suriye’nin “Birleşik Arap Cumhuriyetleri”ni kurmasına karşı açık tavır alan Türkiye, ABD ve NATO adına giriştiği saldırgan politikaların ödülünü de almakta geçikmeyecekti. 5 Mart 1959’da, ABD ile yeni bir askeri anlaşma imzalaması ve dolaylı saldırı tehdidi gerekçe gösterilerek, ABD’nin nükleer başlık taşıyan Jüpiter Füzeleri’nin İzmir/Çiğli ve Adana/İncirlik askeri üslerine yerleştirilmesi, Türkiye’nin yeni ödülüydü. Böylece Türkiye, askeri olarak da gelişim kaydetmiş oluyordu.
Ekim 1962’de, ABD ve SSCB’yi -dolayısıyla, NATO ve Varşova Paktı’nı- karşı karşıya getiren, Küba üzerindeki “füze krizi”nde Türkiye’deki Jüpiter Füzeleri pazarlık konusu yapılarak, sonuçta bu füzeler söküldü. Ancak, çok kısa bir süre sonra, yeni nükleer bombalar Türkiye’ye yerleştirildi. Nükleer başlık taşıyan Pershing Füzeleri vb. nükleer bombaların yeniden bu ülkeye yerleştirilmesi, ABD ve NATO’nun, Türkiye’ye verdiği önemi ortaya koymaktaydı.
12 Mart ve 12 Eylül’de gerçekleştirilen askeri darbelerle ABD ve NATO’ya güven tazeleyen Türkiye yapılan yardımlar ve yeni silah alımlarıyla askeri olarak güçlenmesini sürdürdü. Bağımlı ekonomik, askeri ve siyasi gücüne dayanarak, emperyalistlerin kuşatma stratejisinde yer aldı ve bölge halklarına yönelik tüm saldırgan politikalarda “kılıç” görevi yaptı.
Reel sosyalizmin çözülüşüne bağlı olarak, NATO Konsepti’nde de değişikliğe gidildi ve saldırganlık, NATO’nun yeni stratejisi olarak belirlendi. Elbette Türkiye, bu saldırgan politikalarda, emperyalizmin kendisine yüklediği tüm görevlerin gereğini yerine getirme gayretini, arttırarak sürdürdü.

“Cephe Ülkesi”
NATO’nun bir “Kanat Ülkesi” olarak, SSCB’nin kuşatmasında önemli görevler üstlenen ve aynı zamanda tüm bölge halkları için, açık tehdit oluşturan Türkiye, emperyalistlerin bölgedeki en önemli ve güvenilir bağlaşıklarından biriydi. NATO üyeliğinden itibaren, kendisine biçilen role uygun davranan ve emperyalistlerin bölge özgülündeki saldırgan politikalarında açıkça yer alan Türkiye, reel sosyalizmin çözülmesi sonrasında, stratejik öneminin azaldığını ve eski konumunu yitirdiğini düşünmeye başlamıştır. Bu endişenin dışa vurumu ise; “batının bize gereksinmesi kalmadı” sözlerinin çokça seslendirilmesiydi. Emperyalistlerce kendilerine akıtılan ekonomik ve askeri kaynakların kesilmesini; siyasal ve her türden desteğin azalmasını engellemek için; jeo-politik konumunu yeniden pazara sürmek için harekete geçildi. Türkiye egemenleri adına konuşan, eski Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu’nun; “Türkiye’nin stratejik önemi azalacak diye bir sorun yoktur. Türkiye, bu coğrafyada, bu jeo-politik konumda yaşadığı sürece stratejik önemi her zaman var olacaktır. Yani Türkiye, Ortadoğu’nun anahtar ülkesi olmaya devam edecektir.” (Cumhuriyet, 12 Kasım 1989) sözleriyle; bir yandan emperyalizmin yeni sömürgesi durumundaki Türkiye’nin bölgesel önemi vurgulanmış ve diğer yandan da Ortadoğu, emperyalist efendilere hedef olarak gösterilmiştir. Ayrıca, başta ABD olmak üzere, NATO’da odaklanan emperyalist güçlerin Türkiye’ye verdiği önemin azalmadığı dönemin NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner’in 1990 yılı başında söylediği; “Türkiye, jeo-politik açıdan en az eskisi kadar önemlidir. Hatta size, Türkiye’nin jeo-politik öneminin daha da artacağını söyleyebilirim. Yakın-Doğu’ya baktığımız zaman Türkiye, coğrafi, tarihi ve kültürel açıdan çok önemli bir köprüdür.... bu çerçeve içinde de, Türkiye’nin oynayacağı bir rol olacaktır. Yarının bu tip sorunlarına baktığınız zaman, değerinin azalmadığını, arttığını göreceksiniz.” (Cumhuriyet, 28 Ocak 1990) sözleriyle ortaya konulmuştur.
Wörner’in belirtmiş olduğu, yarının sorunlarının ilki, CIA’ın kışkırttığı Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin yönetiminin, Kuveyt’i işgal etmesiyle gündeme geldi. Bu işgal, Türkiye’nin emperyalistlerden beklediği görevin somutlanmasına yol açacaktı. Zira Türkiye, Ortadoğu’nun anahtar ülkesiydi ve Irak’a yönelik olası harekatta, bir kez daha jeo-politik konumu öne çıkmıştı. Gelişmeler, Türkiye’nin beklentisi doğrultusunda seyretti.
Kuveyt’teki Irak işgalini ortadan kaldırma gerekçesine dayandırılan emperyalist saldırganlık, Körfez Savaşı’yla noktalandı. “Bir koyup üç alma” anlayışıyla harekete geçen Türkiye, kendi sınırları içinde bulunan NATO ve ABD’ye ait askeri üs ve tesisleri, ABD ve bağlaşıklarının kullanımına açtı.
“ABD’nin istekleri doğrultusunda İncirlik Üssü, koalisyon güçlerinin emrine verilmiş ve bu üsten Irak’a bombalamak üzere yüzlerce sorti yapılıyordu. ABD basınında da, Türkiye’ye neredeyse övgüler yağıyordu.” (Turan Yavuz, “ABD’nin Kürt Kartı”, AD Kitapçılık, sf;59) Bu “övgüler”, Türkiye açısından yakın zaman sonrasının yeni görevlerine yol açacaktı. Körfez Savaşı sonrasında, Saddam’ın güçleri Kuveyt’ten çekildi ve “Koalisyon Güçleri” olarak bilinen emperyalist haydutlar, Bağdat’a kadar ilerledi. ABD’nin planı doğrultusunda ve kışkırtmasıyla başlayan Kuveyt işgali sonrasında gündeme getirilen Körfez Savaşı, yerkürenin tamamını ilgilendiren bazı gelişmelerin yaşanmasını sağladı. Emperyalistler ve Türkiye açısından da önemli sayılabilecek bu gelişmeleri, satırbaşlarıyla şöyle ifade edebiliriz:
* Emperyalist güçlerin egemenliğinde olmasına rağmen, denetim dışı hareket eden Saddam’ın başında bulunduğu Irak yönetimine gözdağı verilerek, önümüzdeki süreçte de benzer “yola getirme” operasyonları yapılacağı mesajı verilmiştir. Bu mesajın anlamı açıktır; dünya emekçi halklarının anti-emperyalist eylemlilikleri, yine ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri, sindirme/baltalama amaçlı askeri harekatlarla karşılık bulacaktır.
* Irak-Kuveyt çatışma örneği ve benzer çatışmalar dayanak yapılarak; NATO’nun NSC Konsepti’nde (NATO’nun, 1991 tarihli “yeni Stratejik Varsayım” -The New Strategic Concept/NSC-adlı konsepti), “sınır çatışmaları” yeni bir tehdit olarak yer almıştır.
* SSCB döneminde, Ortadoğu’ya yönelik böylesi kapsamlı bir saldırganlık düzenleme güç ve cesaretinden yoksun olan ABD ve diğer emperyalist bağlaşıkları; Körfez Savaşı’yla, reel sosyalizmin çözülmesi ve SSCB’nin parçalanması sonrasında ortaya çıkan Rusya karşısında, açık üstünlük sağlamışlardır.
* Bölgede konuşlandırılan Çekiç Güç -ki, bu isim, daha sonraları “Kuzeyden Keşif Gücü” olarak değiştirilmiştir- ile birlikte, emperyalistlerin Ortadoğu’ya askeri olarak yerleşmeleri açıklık kazanmıştır.
* Türkiye ve Mezopotamya topraklarındaki NATO ve ABD’ye ait askeri üs ve tesisleri, ABD ve bağlaşığı emperyalist güçlere açan Türkiye jeo-politik konumunun ne kadar önemli olduğunun bu savaşta daha iyi anlaşıldığını belirterek, emperyalistlerin bölgeye ilişkin politikalarında kendisine verilecek her türden göreve hazır olduğunu ortaya koymuştur.
NATO’nun bir “Kanat Ülkesi” olarak, yıllardır kendilerine hizmet eden ve Körfez Savaşı döneminde toprakları üzerinde bulunan askeri üs ve tesisleri koalisyon güçlerinin emrine veren Türkiye’ye yağdırılan övgüler, yeni görevlendirmeye dönüşmüştür. ABD önderliğindeki NATO’ya odaklanan emperyalist güçlerin Türkiye’ye verdiği öncelikli görev, bölgesel kılıç statüsüyle Ortadoğu halklarına karşı konumlandırılması olmuştur. Bunun karşılığında Türkiye, emperyalizmin bölgeye yönelik askeri saldırı gücü olan ve günümüze kadar varlığını sürdüren Çekiç-Güç’ün, Irak’a yakın olan İncirlik askeri üssünde konuşlanmasına izin vermiştir. Emperyalist generallerin komutasındaki Çekiç-Güç, bölge ülkelerine gözdağı verircesine denetim görüntülü uçuş iznine ve Irak’a yönelik hava saldırıları düzenleme serbestisine sahiptir.
Bu gelişmeleri izleyen dönemde sıra, yeni görevlendirmeye uygun olarak, Türkiye’nin askeri gücünün büyütülmesine gelmiştir. Ulusal hareketin bastırılması görüntüsüyle ABD ve Avrupalı emperyalist güçlerden ve ayrıca, işbirliği içerisinde olduğu İsrail’den alınan silahlarla, Türk Silahlı Kuvvetleri, bölgenin etkin ve vurucu gücü yüksek ordusu olarak, emperyalistlerin hizmetine koştu. Körfez Savaşı’nda yaptığı hizmetlerin karşılığının bir kısmını, değişik nitelikteki konvansiyonel silahları Türkiye’ye hibe ederek ödeyen emperyalistler; ayrıca iki Almanya’nın birleşmesi sonrasında gündeme gelen ihtiyaç fazlası tanklar ve değişik nitelikteki silahları Türkiye’ye karşılıksız vererek, askeri gücün daha da büyümesine katıda bulundular. (Bugünden baktığımızda; Türkiye’nin Körfez Savaşı’ndaki ekonomik kaybı, 100 milyar doların üzerindedir. Bu ekonomik kayıpla ilgili hoşnutsuzluklar, zaman zaman çeşitli hükümet yöneticileri ve askeri yetkililerce seslendirilse de, emperyalistlere tam-bağımlılık ilişkileri geliştirmeye devam edildi. Zira, yeni-sömürge bir ülke olmanın ilişki tarzı buydu...)
Bölgedeki en güvenilir iki bağlaşığından biri olan Türkiye’nin askeri gücünün büyütülmesini, en çok ABD istiyordu. Zira, yeni-sömürgesi Türkiye, bölge çapında önemli jeo-politik özelliğe sahip bir ülkeydi. Bu kıtalar arasındaki kara, deniz ve hava ulaşım koridorlarının kontrol edilebilirliği açısından da kilit görev üstlenen Türkiye, geniş bir coğrafyaya sahipti ve ayrıca müslüman kimlikli laik bir ülke oluşu, kendisine ayırdedici özellik kazandırmaktaydı. Saydığımız bu özelliklerin bileşkesi olan jeo-politik konumu; ABD’nin Avrasya Stratejisi’nin yaşamsal kılınması için, Türkiye’yi öne çıkarıyordu. İşte bu konumu nedeniyle Türkiye, ABD emperyalizmince her açıdan desteklendi ve NATO’da etkin bir konuma gelmesi için, ABD olanakları seferber edildi. Emekli Orgeneral Çevik Bir’in, yıllar sonra sarfettiği; “Soğuk Savaş döneminde, bir kanat ülkesi olan Türkiye, Varşova Paktı’nın çökmesi nedeniyle.... bir cephe ülkesi (abc/yn) konumuna gelmiştir. (Ulusal Strateji, Kasım-Aralık 1999, sf;7)” sözleriyle de açıkladığı üzere Türkiye, bundan sonra ABD ve NATO için, önemsenmesi gereken bir ülkeydi. Ve bu konumu nedeniyledir ki; gelinen aşamada emperyalizmin Türkiye’ye yükleyeceği görevler, artık Cephe Ülkesi konumuna uygunluk arz edecekti.

Yeni Görevler ve Global Kılıç
ABD ve NATO’cu emperyalist güçlerin bölgesel kılıcı olarak, üzerine düşen tüm görevleri eksiksiz yerine getiren Türkiye, artık uluslarası göreve çıkacak kadar ABD ve diğer emperyalist güçlerin güvenini kazandı. Yeni edindiği silahlarla, etkin ve vurucu gücü yüksek konuma erişen ve ayrıca savaşta edindiği savaş deneyim ve yeteneği ile Türk Ordusu; savaş harekat ve manevra yeteneğine sahip olarak, dünyanın her yanında görev yapmaya hazır hale getirildi. TSK’nın, bu niteliğine uygun ilk dış görevi Somali operasyonuydu.
NSC Konsepti’nin belirlenmesinden birbuçuk yıl kadar sonra gündeme getirilen Somali müdahalesi; bu konseptteki; “etnik karşıtlık, kitlesel göç ve terörizm vb.” tehditler öne sürülerek gerçekleştirilmiştir. Bu tehdit (!) gerekçeleri dayanak yapılarak; öncelikle ABD liderliğinde bir koalisyon gücü olarak UNITAF, 9 Aralık 1992’de Somali’yi işgal etti. UNITAF’a katılmak üzere, Türkiye’ye ait bir askeri birlik de, 19 Aralık 1992 günü Somali’ye hareket etti. Türk Genelkurmayı’ndan Orgeneral Çevik Bir’in komuta ettiği “UNOSOM-2” (Birleşmiş Milletler’e bağlı Barış Gücü), Mayıs 1993’te görevi UNITAF’tan devraldı. Somali işgal güçlerine komuta ederek Kore sonrası ilk dış görevini de başarıyla (!) yerine getiren TSK, her türlü hizmeti yerine getireceğini ispatlamış oldu. Çevik Bir’in yaptığı hizmetler nedeniyle, sonraki zaman diliminde ABD yönetimi ve çeşitli ABD kuruluşları tarafından ödüllendirilmesi boşuna değildi. Ancak asıl ödülü, bu görevini eksiksiz yerine getiren Silahlı Kuvvetler’iyle birlikte Türkiye alacaktı.
130 milyar dolarlık dış borç ve 40 milyar dolardan fazla iç borcuna rağmen Türkiye, emperyalizmin isteği doğrultusunda hızla silahlanmaktadır. Türk Ordusu, 2025 yılına kadar alınacak 150 milyar dolarlık silahla -ki, bu rakamın çok daha fazla olacağı, geçen yıl yaşanan “kriz”e rağmen yeni silah siparişleri verilmesi ve yapılan silah yatırımlarından anlaşılmaktadır- küçük ve modernize hale getirilerek; ateş gücü yüksek ve savaş harekat ve manevra yeteneğine sahip bir yapıya kavuşturulacaktır. Bu nedenle, saldırı silahları ve yeni teknoloji ürünü silahların alımına öncelik verilmekte ve eldeki silahlarını da modernize ettirmektedir. Bugün de, 800 bin kişiden fazla olan kapasitesi ve mevcut silahlarıyla, NATO’nun ikinci büyük ve bölgesinin en güçlü orduları arasında yer alan Türk Ordusu; ABD’nin bölgesel müttefiki olarak, başta bulunduğu bölge olmak üzere, yerkürenin her yanında rol üstlenmiştir.
ABD-İsrail ve Türkiye arasında, 23 Şubat 1996 tarihinde imzalanan stratejik işbirliği anlaşmasının çıkar birliği, sadece Ortadoğu ile sınırlı değildir. ABD açısından, Avrasya Stratejisi’nin (Ünlü, siyasal coğrafyacı, İngiliz Sir Halford MacKinder’in; “Avrasya’ya egemen olan dünyaya egemen olur!” anlayışından hareketle geliştirilen strateji) yaşamsal kılınmasını amaçlayan bu anlaşmanın içeriği, İsrail ile Türkiye’nin hedefleri açısından da, dış düşmanlarla çevrili olarak yaşadıklarını söyledikleri bölgelerinde, ABD’nin de yardımıyla kuşatılmış ve yalıtılmış olmaktan kurtulmak, sorunlu komşuları karşısında güçlü ve etkin konumda bulunmak, ekonomik çıkar ve kırıntı elde etmek, bölge halklarının mücadeleleri karşısında istedikleri çözümleri yakalamak vb. olarak sıralanabilir. Bu nedenle Türkiye, bu işbirliğine sıkıca sarılmış ve ABD-İsrail’in de yardımlarıyla, PKK Genel Başkanı A. Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinin yanısıra, Bakü-Ceyhan petrol boru hattının imzalanması, Türkiye’nin G-20’ye alınması, AB üyeliğinin önünün açılması, kurulacak Avrupa Ordusu’nda (AGSP) yer alacak olması ve NATO’da etkin bir konuma gelmesi vb. gelişmeler sağlanmıştır.
Türkiye’nin, ABD tarafından desteklenmesi ve NATO’da etkin kılınması için olanaklarını seferber etmesi, Avrasya Stratejisi ile bağlantılıdır. Zira, ABD’nin bu stratejisi; reel sosyalizmin çözülmesiyle ortaya çıkan yeni etki ve nüfuz alanlarının, kendi denetimine alınmasıyla yaşamsal kılınabilirdi. Yani, Kafkasya, Orta Asya, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Ortadoğu’da kendi egemenliğini kurması gerekmekteydi. Bu amacını gerçekleştirebilmesinin yolu ise; küresel düzeydeki politikalarında kendisine eklemlenen İngiltere dışında, güçlü bağlaşıkların harekete geçirilmesini şart koşmaktaydı. Bölgesel düzeydeki jeo-politik özelliği ve küresel düzeydeki “jeo-politik mihver” konumu ile öne çıkan Türkiye, 50 yıllık hizmetiyle, ABD’nin aradığı güvenilir bağlaşık ülkelerin ön sıralarında yer almaktaydı.
NATO Genel Sekreteri M. Wörner’in; “.... coğrafi, tarihi ve kültürel açıdan çok önemli bir köprüdür” sözleriyle, emperyalistler açısından ne kadar değerli olduğunu belirttiği Türkiye’nin bu durumu, yeni dönemde de yinelenmişti. ABD’li stratejist Z. Brzezinski’nin; Hazar-Kafkasya coğrafyasındaki Türki Cumhuriyetlerle, etnik-dinsel, kültürel birliğine vurgu yaptığı Türkiye’nin, bu konumu nedeniyle de ABD için öne çıkması doğaldı.
İşte, ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger’in; “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” söylemini ortaya atmasının gerisinde yatan, ABD’nin bu çıkarıdır. Zira Türkiye, bu ortak özelliklerini kullanarak; Türki Cumhuriyetleri, ABD denetimine girmeye teşvik edecek ve kırıntı almaya çalışacaktır.
Gelinen aşamada, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “Türkiye, stratejik konumunun, öneminin ve sorumluluğunun farkındadır ve Balkan, Kafkasya ve Orta-Asya ülkeleri ile ortak tarihi ve kültürel bağların, avantajlarını değerlendirerek, bu ülkelere Batı ile entegrasyon çalışmalarında siyasi, askeri ve ekonomik yapılanma sürecinde, her türlü desteği sağlamaya devam edecektir.” (“Ulusal Strateji”, Sayı; 5, sf;21) demesi açık bir taahhüttür. NATO’nun saptadığı; “16 tehditten 13’ü Türkiye’nin bulunduğu bölgede cereyan ediyor” diyen Türk Genelkurmay yetkililerinin bu sözleri, verilecek her türden görevin yerine getireleceğinin açık ifadesidir.
11 Eylül sonrası, ABD’nin (bağlaşığı İngiltere ile birlikte) bastırması ile gerçekleştirilen Afganistan askeri saldırısı ve işgalinde; “Türkiye, üç kıtanın teşkil ettiği dünya adasının kapısı durumundadır. Bu kapı açılmadan, bu bölgelere nüfuz etmek mümkün değildir. Şimdi, bir bölük büyüklüğünde askerimizi Afganistan’a gönderiyoruz.” (“Ulusal Strateji”, Mart 2002, Sayı:21, Sf;50) diyerek, üzerine düşen görevi yerine getireceğini belirten Türkiye, çeşitli biçimlerde ödüllendirilmiştir.
Yeni kurulacak olan ve NATO’nun askeri saldırı gücünün temelini oluşturan; “Yüksek Seviyede Hazırlıklı Acil Müdahale Kolordusu/HRF’nin bir gücünün, Türkiye’de konuşlandırılması için, ABD desteği alınmış, Afganistan’daki işgal gücünün (“Uluslarası Güvenlik Destek Gücü/İSAF”) komutanlığı Türkiye’ye verilmiş, çeşitli silah alımlarında Türkiye’ye kolaylıklar sağlanmış, IMF kredilerinin Türkiye’ye verilmesinde ve çeşitli borçların ödenmesi için girişimlerde bulunulmuş, İran-Azerbeycan gerginliğinde olduğu gibi, Türkiye’nin Azerbaycan’ı desteklemesi örneğinde görüldüğü üzere, Türkiye’ye siyasal destek sunulmuş vb. Özcesi, emperyalistlere güven veren Türkiye, omurgasını ABD’nin oluşturduğu emperyalist ülkelerce desteklenmiştir ve bu destek, görevlerini eksiksiz yerine getirdiği sürece, Türkiye’ye verilecektir!..
Özcesi, tüm bunları gözönüne aldığımızda; Türkiye’nin, Türki Cumhuriyetler’de asker-polis danışmanları bulundurması; Azerbaycan ve Gürcistan’da NATO üsleri açılmasını teşvik etmesi; yine Bosna, Makedonya, Arnavutluk, Kosova, Afganistan vb. yerlerde görev yapan ve omurgasını NATO ülkelerinin olusturduğu IFOR, SFOR, KFOR, ISAF vb. çok uluslu güçler içerisinde yer alarak; Abhazya’dan-El Halil’e, Somali’den Arnavutluk’a, Kosova’dan Bosna’ya, Doğu Timor’dan Afganistan’a kadar, ABD ve NATO adına bütün saldırgan politikaların fiili katılımcısı ve aktif destekçisi olmasının tek nedeni vardır. Ve bu neden; ABD ve NATO’cu emperyalist güçlerin, bir Cephe Ülkesi olarak, kendisine vermiş olduğu yeni görevlerin yerine getirilmesinden başka birşey değildir!...

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul