Temel argümanlarını toplum ve birey,
devlet ve piyasa'nın birbirlerinden kesin sınırlarla
ayrılmasına dayandıran 18. yüzyıl aydınlanma çağı
düşünürlerinin öngörüleri aynı zamanda yaşadığımız
çağın hakim ideolojisinin altyapısını oluşturur.
Descartes'in birey merkezli felsefesi, A. Smith'in
"görünmez el" yardımıyla toplumların
ilerleyeceği varsayımı, Locke ve Rousseau'nun
toplum sözleşmesi kavramları devlet, ekonomi,
toplum ve bireylerin birbirinden bağımsız işleyen
yasaları olduğu varsayımından hareket eder. Sınıflı
toplumların yapısını es geçen bu düşünceler yurttaşlık
kavramı çerçevesinde Fransız Devrimi'yle olgunluk
ve işlerlik kazanmıştır.
Burjuva ideolojisi bir yandan devleti (başlangıçta
özellikle monarşik devlet) karar alma arenasından
çıkarmaya ve sekülerleştirmeye çalışırken diğer
yandan da sistemin iç dinamikleri zaaf gösteriğinde
varolan devlet aracılığıyla çıkarılan yasalar
yoluyla egemen sınıfların çıkarlarına işlerlik
kazandırmaya çalışır.
Örneğin Britanya'da Tahıl Yasaları'nın (1846)
yürürlükten kaldırılması devletin rekabeti engellediği
gerekçesiyle uygulanırken aynı tarihlerde iş ve
istihdam koşullarının burjuvazinin çıkarları doğrultusunda
düzenlenmesi için parlamento aracılığıyla Fabrika
Yasaları çıkarılır. Dolayısıyla kapitalizm hemen
her dönemde ancak devlet ile özdeş hale geldiği
zaman, kendisi devlet olduğu zaman muzaffer olur.
(Braudel)
1920'li yılların sonuna gelindiğinden dünya ekonomisi
yaşanan paylaşım savaşlarının da etkisiyle pazar
daralması yaşar ve istihdam fazlası ürünlerin
yeni alanlara açılamayışı, kitlelerin de alım
gücünün oldukça azalması kapitalizmin kronik krizlerinden
birine yol açar. Adını İngiliz iktisatçı J. Keynes'ten
alan Keynescilik bu kriz ortamında devletin akılcı
bir siyasetle tam istihdamı sağlama ve sürdürme
zorunluluğu üzerinde durur. Keynesciliğe göre
devlet özel sektörün yatırımlarına güvenli bir
ortam sağlamak ve serbest ticaretin önünü açmakla
görevli bir para siyaseti izlemelidir. Dolayısıyla
özel sektör yatırımlarının teşvik edilmesi amacıyla
faiz hadlerinin düşürülmesi gerekir. Devlet bu
noktada bir sübap işlevi görür ve Keynescilik
sermayeye soluk aldırma girişiminin ideolojik
ifadesidir. Programatik uygulamalarını sosyal
demokrat, reformist partilerde bulan Keynescilik
devleti "sol" cepheden kutsayarak devlet
mekanizmasını parçalamayı erteler ve devletçi
kalkınmayı önüne hedef olarak koyar. Kısacası
Keynescilik, rekabet dönemini artıkgeride bırakarak
emperyaizm aşamasına geçmiş olan kapitalizmin,
sürekli bunalımın ilk ciddi kayasına tosladığı
anda açığa çıkardığı emperyalist çağ teorisidir
ve bir ucu daha sonra faşizme dek gidecek kapıların
açılması anlamına gelir. Keynesciliğin ya da genel
olarak devletin ekonomiye müdahalesinin sol bir
cephesi olduğu inancı konusunda ise Engels'in
çok çok önceden söylemiş oldukları, hâlâ anlamlı
görünüyor:
"Eğer her devletleştirme sosyalistlik (ya
da ilericilik sayılsaydı ve devletçilik politikasına
yüklenen anlamın karşılığı olsaydı) sayılsaydı
Napolyon'la Metternich'i sosyalizmin kurucuları
arasında saymak gerekirdi. Belçika devleti politik
ve maddi nedenlerle demiryollarını kendi yaptırdıysa,
Bismark demiryolu memurlarını hükümete oy veren
bir sürü haline getirmek ve kendisine yeni bir
gelir kaynağı yaratmak için Prusya Demiryollarını
devletleştirdiyse, bu asla sosyalistlik değildir.
Aksi halde krallık porselen imalatı ve hatta ordu
terzihanesi (Fredricih Wilhelm III devrinde bir
açıkgözün kemali ciddiyetle devletleştirdiği genelevler
bile) sosyalistliğe özgü kurumlar olurdu..."
(Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm)
|