Antonio Gramsci ve Devrim
M. Yıldırım
|
“ Kendinizi eğitin, çünkü aklınıza
ihtiyacımız olacak . Örgütlenin, çünkü tüm gücünüze
ihtiyacımız
olacak. Harekete geçin, çünkü coşkunuza ihtiyacımız
olacak.”
Sardunya adasında 1891’de doğan Antonio Gramsci, çocukluğunu
geçirdiği bu bölgede köylülerin nasıl korkunç bir yoksulluk
içinde yaşadıklarına tanık olur. Daha sonra üniversite
öğrenimi için gittiği Torino’ da daha yoğun çelişkiler
yaşamaya başlar. Burada Güney İtalya’nın yoksulluğunu,
Kuzey İtalya’nın zenginliğini görür.
İtalya’nın bu manzarası Gramsci’yi ciddi bir şekilde
sorgulamaya götürür. Ayrıca, bu yıllarda Torino da gelişen
işçi hareketi de Gramsci için iyi bir deneyim olur.
1913 yılında İtalya Sosyalist Partisi’ne giren Gramsci
için artık yeni bir sayfa açılmıştır. İtalya Sosyalist
Partisi’nin sol kanadında yer alan Gramsci, ele avuca
sığmaz devrimci girişkenliği ile düşünsel ve pratik
dinamizmiyle hızla sivrilir, İtalya solu içinde göze
çarpan bir yere sahip olur. 1. Paylaşım savaşı başladığında
üyesi olduğu Sosyalist Parti’nin aksine savaşa karşı
çıkar. 1917’de bir grup yoldaşıyla birlikte “Yeni Dünya”
adlı haftalık sosyalist kültür dergisini çıkarır.
“Fabrika konseyleri” fikri de bu dergide dillendirilir.
1920’de patlak veren işçi hareketlerine fabrika konseyleri
önderlik eder. Fabrika konseyleri, o dönemde işçiler
içinde büyük bir prestij sahibidir. İşçiler, fabrika
konseyleri aracılığıyla bir çok fabrikada yönetime geçer.
Ama gelişen işçi hareketine önderlik edecek çap ve düzeyde
olmayan parti, devrimci durumu devrime dönüştürecek
taktik politikalar yerine yatıştırıcı politikalar güder
ve sonuçta İtalya işçi hareketi, arkasında “fabrika
konseyleri” gibi deneyler bırakarak yenilir.
1924 yılında 18 Komünist milletvekili ile birlikte parlementoya
giren Gramsci, tüm enerjisiyle faşizmi teşhir etmeye
çalışır. 1926 yılına gelindiğinde faşist diktatörlük
tüm İtalya çapında yayılmış, baskılar artmıştır. Bu
sırada Gramsci de tutuklanır. Savcı, Gramsci’yi göstererek
“bu beynin çalışmasını en az 20 yıl durdurmalıyız”der
ve “halkı ayaklanmaya teşvik etmekten” 20 yıl “ceza”
verilir, tek kişilik hücreye konulur. Sağlığı cezaevi
koşullarında iyice bozulan Gramsci, çok zor koşullarda
yaşar. Ama göz kamaştırıcı direnişiyle, partisi ile
ilişkisini sürdürmeye, döneme ilişkin taktik ve stratejik
düşünceler üretmeye devam eder. Kendisini gece gündüz
araştırmaya/incelemeye verir. Böylece “Hapishane Defterleri”
adıyla geriye incelemeye değer bir yığın teorik yazılar
bırakır. Sağlığı gitgide bozulan Gramsci, zaman zaman
komaya girer ve ölümün soğuk nefesini hisseder. Kendisine
Mussolini’den “af” dilemesi için öğütlerde bulunulur,
ama o her defasında bunu reddeder. Doğru dürüst tedavi
edilmeyen ve sağlıksız koşullarda yaşayan Gramsci, 27
Nisan 1937 yılında yaşama gözlerini yumana kadar proleter
bir aydın, devrimci bir savaşçı gibi yaşamıştır.
Filozof Gramsci
Emperyalist-kapitalist sistemin anatomisinin anlaşılmasında
devlet ve ideoloji sorunu önemli bir yere sahiptir.
Devlet ve ideoloji alanlarının bugünkü karmaşık yapısı
ve aldığı biçim, sınıflar mücadelesindeki etkisi, yönlendiriciliği
vb. nedenlerden dolayı adı geçen sorunu daha da aktüel
kılıyor.
Bugün devlet ve ideoloji sorununu incelerken baş vuracağımız
isimlerden biride Antonio Gramsci’dir. Bütün tartışmalı
yanlarına karşın Gramsci’nin bu alanlara ilişkin incelemeye
değer özgün görüşleri bulunmaktadır.
Kendisini Gramsci’nin takipçisi olarak gören Althusser
“bildiğimiz kadarıyla Gramsci, seçtiğimiz yoldan ilerlemiş
olan tek kişidir. Devletin, baskı aygıtına indirgenemediğini,
fakat dediği gibi, ‘sivil toplum’un belirli sayıda kurumunu
da kapsadığı fikrine sahipti: Kiliseler, okullar, sendikalar
vb. Ne yazık ki Gramsci, keskin fakat kısmi belirtmeler
olarak kalan bu sezgilerini sistemleştiremedi” diyor.
Gramsci’nin “Hapishane defterleri” bir labirent gibidir.
Bu nedenle Gramsci ve onun takipçileri zaman zaman yolunu
kaybetmiştir. Yaşamı boyunca ısrarla durduğu devrimci
sosyalist zemine rağmen, eserlerinde devrimci sosyalizmden
uzaklaşmaya götürecek teorik boşluklar bulunmaktadır.
Defterlerin bütününde kullanılan terimler, yapılan çözümlemeler
çoğu zaman birbiriyle çelişmektedir. Örneğin hegemonya
ve sivil toplum kavramlarının kullanımı ve ilişkilendirilmesi
bütün bölümlerde aynı değildir. Defterlerin bazı bölümlerinde
sivil toplum ile politik toplum birbirinden bağımsızmış
gibi çözümlenirken, bazı bölümlerde ise her iki alan
iç içe değerlendirilir. Fakat iç içe değerlendirildiğinde
bile sivil topluma aşırı rol biçilmekte, devlet bütününden
bağımsızmış gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.
Gramsci’nin bir çok noktada özgün düşünsel açılımları
bulunmaktadır. Ama hemen hemen hepsininde eleştiri süzgecinden
geçirilerek ayıklanması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle,
Gramsci’nin bir çok tezi kafa üstü durmaktadır. Marksist
teorik hazineye dahil edilebilmesi için ayakları üzerine
dikilmeleri gerekmektedir. Ancak o zaman Gramsci’yi
kendisine dayanak yapan sivil toplumcuların, liberal
solcuların, ve post-marksistlerin1 ellerindeki silahlar
alınabilir. Ve bunun mutlaka yapılması gerekiyor. Çünkü
Gramsci bütün problemli görüşlerine rağmen Marksist
dünyaya aittir. Onun içindedir.
Althusser’in dediği gibi “masum okuma yoktur.” Herkes
durduğu sınıfsal zeminde hayatı okur ve yorumlar. 12
Eylül’de darbe alan devrimci hareket, birçok sol çevre
ve aydın tarafından farklı “muhasebe” biçimine ve yorumuna
konu oldu. Kimi sol çevreler ve aydınlar yaşananların
“muhasebesini” yaparken çıkış için sivil toplumculuğa
sarıldılar ve bu noktada Gramsci’yi keşfettiler. Gramsci’yi
kendilerine göre okudular ve yorumladılar. Kuşkusuz
Gramsci’nin teorik sistematiğinde devrimden kaçışa zemin
sunan boşluklar vardır ve bu Gramsci için bir talihsizliktir.
Ama Gramsci’nin teorik ve pratik etkinliği bütünlüklü
değerlendirildiğinde sivil toplumcu Gramsci değil, devrimci
Marksist Gramsci ortaya çıkmaktadır.
“(...) Hindistan’ın İngilizlere karşı giriştiği siyasal
mücadele üç savaş şeklinde gelişti: Hareket savaşı,
mevzi savaşı, yer altı savaşı. Gandi’nin pasif direnişi
bir mevzi savaşıdır; Grevler bir hareket savaşıdır.
Gizlice silahlanmak ve dövüşçülerin hazırlanması da
yeraltı savaşıdır.”2
“Askerlik sanatındaki hareket savaşı ile mevzi savaşının,
polika sanatında bunlara denk olan kavramlar arasındaki
yakınlık sözkonusu edilirken Rosa Luxemburg’un küçük
kitabını hatırlamalıyız.3
Bu kitapta yazar, 1905’deki tarihsel deneylerden biraz
aceleyle ve yüzeyde kalan bir anlayışla, bir teori çıkarmaya
çalışmıştır. Gerçekten de Rosa bu olaylarda “iradi”
hareketlerin ve örgütlerin rolünü iyi görememiştir.
Bu öğeler “ekonomist” ve kendiliğindenci bir yargının
kurbanı olan Rosa’nın sandığından çok yaygın ve etken
olmuştur. Bununla beraber politika sanatına uygulanan
hareket savaşı konusunda bir teori meydana getirme çabasıyla
ilgili çok anlamlı bir belgedir.”4
İşte Gramsci’nin düşünce disiplininde Leninist çizginin
parlak örnekleri... Bugün Gramsci’nin kimi muğlak teorik
yazılarından reformistlerin yararlanması bir yana, gerçekte
Gramsci her zaman reformizme karşı mücadele etmiştir.
Bu hem hapishane öncesi hem de hapishane sürecindeki
pratik-politik ve teorik faaliyetlerinde çok nettir.
Örnegin “iktidarın kuvvetle fethi, işçi sınıfı partisinin
(...) mücadelenin belirleyici anında darbeler vurabilecek
askeri tipte bir organizasyonun yaratılmasını gerektirir”
demesi, defterlerde sıkça kullanılan strateji, taktik,
hücum, mevzi savaşı, manevra savaşı, topçuluk, siperler,
komutanlık vb. askeri terimlerin çokluğu sivil toplumculukla
örtüşüyor mu ? Anılan bütün bu kavramlar irade, inisiyatif
ve saldırı vurgusunun güçlülüğünü kanıtlamıyor mu?
Hapishane Defterleri
Bilindiği gibi, “Hapishane Defterleri” Gramsci’nin en
önemli teorik belgesidir. Ne var ki Hapishane Defterleri
karışık bir terminolojiye sahiptir. Tutsaklık koşullarında
yazıldığı için en başta hapishane atmosferinin yoğun
izlerini taşımaktadır. Ayrıca söz konusu yazılar engele
takılmadan dışarıya çıkabilmesi için ezop dili kullanılmış
adeta herşey şifrelenmiştir. Örnegin leninizm’e “praksizm”,
Leninist partiye “modern prens”, diktatörlüğe “hegemonya”,
ittifaklar politikasına “tarihsel blok” demiştir, vb.
Ayrıca, Defterler’deki teorik yazılar daha çok not biçiminde
olduğu için tamamlanmış düşünceler sayılmazlar. Bu nedenle,
okunması da zordur. Ve teorik sistematiğindeki boşluklar
nedeniyle sağa sola çekilmeye ve farklı yorumlanmaya
açık bir çok tespit ve kategori barındırmaktadır. Bugün
farklı farklı Gramsci yorumcularının bulunması bundandır.
Bu farklılık çok geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.
Ama Gramsci’nin derdi daha başkadır. O sosyalist devrimin
Rusya ile sınırlı kalması ve Avrupadaki sosyalist devrimlerinin
yenilgisi koşullarında 1923’lere gelindiğinde bir çıkış
arayışı duymaktadır.
Üstyapı Teorisi
Gramsci’nin teorik bütünselliğinde üstyapı fikri çok
önemli bir yer tutar. Gramsci, gerek burjuva devletin
gerekse de onun yerini alacak olan proleterya devletinin
yalnızca zor işleyişiyle sınırlı tutulamayacağını, bunun
yanında ideolojik-kültürel figürlerle (Gramsci bu figürlerin
toplamına sivil toplum demektedir) sağlanan hegemonyanın
da önemi olduğunun altını çizer.
Gramsci, hegemonya ile birlikte “ tarihsel blok” kavramını
da kullanır. Sözkonusu kavramlarla üstyapı teorisine
yeni halkalar eklemek ister. Tarihsel blok altyapıyla,
yani üretici güçlere dayalı ilişkiler silsilesiyle,
ideoloji, kültür ve politika figürleriyle form kazanan
üstyapı ilişkiler silsilesinin birliğini ifade eder.
Ancak Gramsci’nin en muğlak kavramlarından biri tarihsel
blok kavramıdır. Kavramın içeriğinde ittifaklar ilişkisine
göndermeler olsa da bu kavram hem çok net değildir,
hem de emekçi halk kategorisini çağrıştıran imgeleri
aşan ve çerçevesi belli olmayan sonuçlara yol açmaktadır.
Hegemonya ve tarihsel blok soyutlamasının alt basamakları
ise “sivil toplum” ve “politik toplum” gibi kavramlardır.
Gramsci üstyapıyı politik toplum ve sivil toplumun toplamı
olarak formüllendirmektedir. Politik toplumu açık diktatöryal
olarak ya da “ belirli bir momentte özgül bir ekonomik
ve özgül bir üretim tarzıyla halk kitlelerini uyum haline
sokan zorlama (devlet)” olarak tanımlar. Sivil toplumu
ise kiliseler, sendikalar, okullar, kooperatifler, vakıflar
vb. aracılığıyla sosyal bir kesimin bütün toplum üzerinde
hegemonyasının sağlanması olarak ifade eder. Sivil toplum
alanıyla kurulan hegemonya, zorlamadan çok, “ikna yoluyla”,
kitlelerin gösterdiği “rıza” ile gerçekleşir.
Hegemonya ve Aydınlar
Gramsci, hegemonya kavramını Lenin’den ödünç almıştır.
Ama çerçevesini geniş tutmaya çalışır. Lenin’in hegemonya
kavramında anlatmak istediği şey, geri kalmış ve burjuva
demokratik devriminin gerçekleşmediği ülkelerde proleteryanın
ideolojik-politik önderliğinde yoksul köylülük başta
olmak üzere, kurulu sistemle çelişkisi olan ve devrimde
çıkarı bulunan tüm ezilen yığınları kapsamasıdır. Gramsci
bu kavramsal çerçeveyi kabul eder ama bunu geri kalmış
ülkelerle sınırlı tutmaz ve gelişmiş ülkeler için de
düşünür. Ayrıca Gramsci’ye göre hegemonya sadece işçi
sınıfının uyguladığı/uygulayacağı bir biçim değildir.
Burjuvazi de bunu uygular/uygulamaktadır.
Sivil toplum alanıyla sağlanan hegemonyada aydınlar
omurga işlevini görür. Gramsci’nin “organik aydın” dediği
fikir üreten ve fikir taşıyan seçkin insanlar (aydınlar),
burjuvazinin ya da proletaryanın hegemonyasını yığınlara
yayma, onunla bütünleştirmede stratejik işlev görürler.
Bu nedenle, Gramsci sivil toplumun, yani hegemonyanın
ele geçirilmesinde stratejik bir role sahip olan aydınların
kazanılmasının hayati önemde olduğunu söyler. Gramsci,
aydınları iki gruba ayırır. 1) sivil toplum içinde olan
aydınlar. 2) politik toplum içinde olan (asker-sivil
bürokratlar) aydınlar...
Gramsci’nin politik toplum içindeki aydınların (devletin
organik aydınları) kazanılması/dönüştürülmesi gibi bir
hayalin taşınmaması gerektiğini söyler. Fakat sivil
toplum olarak adlandırdığı alanda, örneğin okullarda
öğretmenlerin, üniversitedeki dekanların, profesörlerin
vb. kazanılabileceğini/kazanılması gerektiğini söyler.
Gramsci, aydınlar üzerinde yaptığı çözümlemelerde “
organik aydın” kategorisi yanında bir de “geleneksel
aydın” kavramını üretir. Gramsci’ye göre geleneksel
aydınlar kendilerini bağımsız zannederler, fakat esasta
bunlar pre-kapitalist ilişkiler ile kapitalist ilişkiler
arasında gidip gelirler ve son çözümlemede kurulu sisteme
hizmet ederler. Organik aydınlar ise hem ‘alt sınıfların’
(emekçilerin) hem de ‘üst sınıfların’ (burjuvazinin)
siyasal-ideolojik-kültürel işlevlerini düzenleme gibi
bir role sahiptirler. Bu rol Gramsci’nin hegemonya dediği
alanda ortaya çıkar. Devlet, zor mekanizmalarıyla birlikte
“rıza” ile, başka bir ifadeyle zoruda içeren ama boşlukları
da (özerklik) olan hegemonyadan oluşur. Hegemonya, devletin
“güler yüzlü” bağlaşığını oluşturur.
Gramsci’nin ileri sürdüğü hegemonya tezinin anlaşılması
için yardıma çağırdığı kavramlardan biri de “pasif devrim”
kavramıdır. Pasif devrim, zor eksenli mücadeleden çok
ideolojik, kültürel, etik, dil, vb. figürler üzerine
süren “ikna” mücadelesidir. Gramsci, pasif devrim hareketlerinde
Roma İmparatorluğu içinde hıristiyanlığın gelişmesi,
Hindistan’daki Gandici hareket ve Tolstoy’un ‘barışçıl
anarşi’ görüşlerini örnek vermektedir.
Gramsci’ye göre sivil toplum alanıyla sağlanan hegemonya
çözülmedikçe, politik toplum dediği devletin zor mekanizması
bütünüyle felç olsa bile, egemen sınıfın iktidarına
son darbeyi vurmak zor olacağından, proletaryanın organik
aydınlarının önceden sivil toplum alanında çalışması
ve proleteryanın hegemonyasını adım adım inşa etmeleri
gerekmektedir.
Gramsci bu çerçeveyi Batı ülkeleri için (gelişmiş ülkeler)
çizmiş olsada iktidar bütünlüğüde sivil toplum alanına
stratejik bir misyon yüklemesi ciddi itirazları hak
etmektedir. Hegemonyanın tesisi için çalışmayı, burada
aydınlara, aydınların rolüne önem vermeyi (Bunu partinin
öncülüğü, dışardan bilinç götürmek biçiminde okumak
da mümkündür) doğru kabul etsek de, iktidara bir bütün
olarak bakmaması, hatta okun sivri yanını zor kurumlarına
yöneltmemesi, yığınların belirleyiciliğine vurgu yapmaması,
Gramsci’nin önemli zaafiyetlerinden biridir.
Dinin kaynağı kilise değildir. Tam tersidir. Dinin sonucu
olarak kiliseler vardır. Sivil toplum gerçeği de böyledir.
Sivil toplum egemenlik ilişkilerini belirlememekte,egemenlik
ilişkileri sivil toplumu belirlemektedir. Bu nedenle
sivil toplumu ele geçirmek ancak onu var eden kaynaklara
karşı mücadele etmekle, bütünsel bir bakış ve bütünsel
bir müdahale stratejisiyle mümkündür.
Lenin’in klasik “devrimci durum” analizi bilindiği gibi
“yönetenlerin artık yönetemez durumda olması, yönetilenlerin
de yönetilmek istememesi” durumunu anlatır. Ama bu yalnızca
ideolojik-politik birşey değildir; çünkü Leninist tezde
bu durumu yaratan olgu ülkenin ekonomik, sosyal, vb.
her alanda yaşadığı çöküntü halidir. Dolayısıyla, böyle
bir anın oluşması halinde sivil toplum alanının harekete
geçmiş olan kitleleri engellemesi düşünülemez ya da
toplumun bu alan üzerinden “rıza”ya zorlanması imkansızlaşır;
çünkü zaten “devrim durumu”, “rıza”nın tükendiği ve
yeni bir hegemonyanın (hatta ikinci bir iktidar odağının)
oluştuğu bir aşamaya denk düşer.
Ama “barış günlerinde”, iplerin henüz koparılmadığı
zamanlarda burjuvazinin egemenliğini sağlamlaştırmak
ve sömürüyü devam ettirebilmek için sivil toplum alanlarını
yetkince kullandığı bir gerçektir. Bütün bunları kriz
günlerine girmemek, girdiğinde ise yığınların tepkilerinin
fiiliyata dökülmesini engellemek için yapar. Gene bunun
için siyasal gericiliği ve faşizmi tırmandırırken sivil
toplum alanlarını yetkince kullandığını biliyoruz. Ama
bunu yaparken daha başından itibaren devletin zor kurumlarıyla
ilişki içinde yapar. Aynı şeyi ezilenler için düşünmek
çok zordur. Ezilenler sivil toplum alanlarında etkin
olabilmek için sivil toplumun kaynağının karşısında
durmak ve diyalektik bir politik duruş sergilemek zorundadır.
Çünkü burjuvazinin iktidara gelmeden önce sivil toplum
alanlarında güç toplaması, ekonomik güç biriktirme ile
paraleldir. Bu durum mülkiyet ilişkilerinin niteliğinden
kaynaklanmaktadır. Proletaryanın durumu ve egemen bir
sınıf olma ereği ise daha farklı bir seyir izler; onun
mülkiyet ilişkilerini özel mülkiyet niteliğinde devralma
değil, toplumsallaştırma ereği bulunmaktadır. Realite
böyle olunca, iktidar mücadelesi daha başından sert
ve cepheden olmaktadır.
“(...) Aynı indirgeme siyaset bilimi ve sanatında da
yapılmalıdır. Bu, hiç olmazsa en ileri devletler için
geçerlidir. Bu devletlerin, bağlı oldukları sivil toplumlar
çok karmaşık bir yapıya sahip oldukları için doğrudan
doğruya ekonomik öğenin yıkıcı etkisine (bunalımlar,
çöküntüler vs.) karşı koyarlar: toplumdaki üstyapıları
bir bakıma, çağdaş savaştaki siper sistemlerini andırır.
Bu son savaşta, çok şiddetli bir topçu ateşi, düşmanın
bütün savunma sistemini yıkacağı kanısını uyandırıyordu.
Oysa, aslında dış yüzeyini yıkmıştı; hücum anı gelip
de saldırganlar ileriye atılınca hala karşı koyma gücünü
elinde tutan bir savunma hattıyla karşılaşıyorlardı.
Büyük ekonomik bunalımlar olduğu için hücuma kalkan
kuvvetler, yıldırım hızıyla, zaman ve mekan içinde örgütlenmiş
ve yine bundan ötürü saldırgan bir ruh kazanmış değildir;
buna karşılık, hücuma uğrayanların morali bozulmadığı
gibi savunma mevzilerinden ayrılmaz, yıkıntılar arasında
savaşı sürdürürler, geleceğe güvenlerini kaybetmemişlerdir.”5
Bunu şöyle okumak mümkün: Birincisi, sistemin ekonomik
krizi otomatik olarak siyasal krize yol açmaz. İkincisi,
ekonomik kriz sosyal ve siyasal krizle tamamlanmazsa
ve alternatif toplumsal özne olmazsa, toplumsal alt
üst oluş gerçekleşmez. Üçüncüsü, kurulu sistemden hoşnutsuz
olan yığınlar ideolojik ve politik olarak organize olmamışlarsa,
ekonomik kriz sosyal ve siyasal krize yol açsa da kurulu
düzen kendisini yeniden tahkim etme yollarını şu veya
bu biçimde bulur. Dördüncüsü, burjuvazi zaman zaman
ekonomik krizler yaşasa da, buradan sosyal hoşnutsuzluklar
doğsa da sahip olduğu üstyapı kurumları aracılığıyla
tepkileri nötralize edebilmektedir. Burjuva devleti
önceki devlet biçimlerinden daha derin bir biçimde toplum
içinde nüfuzunu yayabilmekte, çeşitli baskı ve ideolojik
kurumlar aracılığıyla yığınları kendisine yedekleyebilmektedir.
Doğu ve Batı
“Doğu’da devlet herşey olduğundan sivil toplum ilkel
ve pelteleşmiş bir haldedir; Batı’da ise devlet ve toplum
arasında düzenli bir ilişki olduğu için sarsılmakta
olan devletin arkasında sağlam bir sivil toplum yapısı
görülür. Devlet ileri hattaki bir siperden başka birşey
değildir; arkasında sağlam bir siperler, kaleler ve
kazamatlar zinciri vardır”6 diyor Gramsci.
Gramsci’nin burada, iktidarın çekirdeği olarak politik
toplumu değil de sivil toplum alanını görmesi sorunludur.
Onun böyle bir sonuca varmasında, dönem Avrupa’sındaki
teorik tartışmaların daha çok ekonomik meseleler üzerine
olması, sınıf indirgemeciliği ve ekonomizmin hakim bir
dil ve mantalite olmasına karşı biraz tepkici bir yerden
ideoloji ve kültür söylemine ağırlık vermesinden kaynaklanıyor.
Fakat bu defa tersten bir indirgemeciliğe kapı aralamıştır.
Gramsci’nin Doğu için (siz bunu bağımlı- azgelişmiş
ülkeler olarak okuyun) yaptığı tasvirler çok fazla itiraz
görmeyebilir. Doğu ve Batı ülkelerinde “politik toplum”
ile “sivil toplum” ilişkisinde farklı dengeler olduğu
doğrudur. Fakat genede aralarına kalın bir çizgi çizmek
risklidir.
Gramsci’nin “Doğu” olarak tanımladığı ülkelerdeki kapitalizm
emperyalizme bağımlı biçimde geliştiğinden, çarpık bir
manzara ortaya çıkmakta, yapısal bir istikrarsızlık
ortamında milli kriz, şu ya da bu oranda süreklilik
arzetmektedir. Bu, “pelteleşmiş sivil toplum” tanımlamasından
daha fazla açıklayıcı olan, daha açık bir kavramsal
çerçevedir.
Yine de, herşeye karşın, Gramsci’nin Doğu ve Batı’ya
farklı siyasal-sosyal iklimlerinden ötürü ayrı ayrı
mücadele stratejileri önermesi esasta çok yanlış değildir.
Batıdaki görece istikrar ortamında ve sivil toplum alanının
etkisinin yaygınlığı koşullarında Gramsci’nin deyimiyle
“mevzi savaşı” klasik Leninist teorideki evrimci aşamaya
denk düşebilir. Doğu’da ise “sivil toplumun pelteleşmiş
olması’ndan çok, kapitalizmin gelişme tarzından ötürü
(ki bu alanı daraltan esas unsur sürekli kriz halidir)
diktatoryal/faşist tarz egemendir ve orada sürekli halde
mevcut bulunan krizin derinleştirilmesiyle devrimci
alternatifin kendi askeri-politik-kültürel etki alanını,
gücünü büyütmesi aynı sürece denk düşer.
Sivil Toplum
Bilindiği gibi, sivil toplum kavramı Hegel kaynaklıdır.
Hem Marks ve Engels hem de Gramsci sivil toplum kavramını
Hegel’den devralmıştır. Ancak bu kavramın içini doldurmada
Marks Hegel’i aşarken, Gramsci büyük ölçüde Hegel’e
dayanır. Hegel’in devletin etnik içeriğinde anlatmak
istediği siyasi dernekler, sendikalar, vakıflar, kiliseler
vb. alanları Gramsci sivil toplum alanları olarak tanımlamaktadır.
Marks ve Engels’de sivil toplumun tanımında ekonomik
ilişkiler alanı baskınken, Gramsci’de ise ekonomik ilişkiler
alanını çağrıştıran imgeler sınırlıdır.
Burjuvazi tarih sahnesine çıkarken şu temel argümanları
ileri sürmüştü: “ekonomik özgürlük, rekabet serbestliği,
feodal devletin ekonomik hayata karışmaması veya destek
düzeyinde yardımcı olması...” İşte sivil toplumun anatomisi.
“Araştırmalarım, hukuki ilişkilerin, devlet biçimlerinde
olduğu gibi ne kendi kendilerine, ne de iddia edildiği
gibi insan zihniyetinin genel evrimiyle anlaşılamayacağı,
tam tersine, bu ilişkilerin Hegel’in 18. yy İngiliz
ve Fransız düşünürlerin örneğine uyarak “uygar toplum”7
adı altında topladığı maddi varlık koşullarında kökenlerini
buldukları ve uygar toplumun anatomisinin, ekonomi politiğin
içinde aranması gerektiği sonucuna vardı.”8
Klasik Alman felsefesinde ise Engels şöyle diyor: “devlet,
siyasal düzene bağımlı öğedir, oysa sivil toplum, ekonomik
ilişkiler alanı, kararlaştırıcı öğedir.”9
Sonuç Yerine
Gramsci, 2. Enternasyonal’in ekonomistlerine ve bunun
3. Enternasyonal kökenli partiler içindeki versiyonuna
karşı saygıya değer bir mücadele vermiştir. Fakat bunu
yaparken zaman zaman çubuğu tersine bükmüş ve 2. Enternasyonal’in
ekonomik indirgemeci geleneğinin soldaki bir başka versiyonu
bu defa bu boşlukta filizlenmiştir. Örneğin E.Laclau
ve Mouffe’un post-Marksizmi bu boşlukta gün yüzüne çıkmıştır.
Anlaşıldığı gibi, Gramsci’nin düşünce disiplini bir
toplamdır ve mutlaka ayıklanması gerekmektedir. Bunu
şu ana kadar daha çok Avro komünistler ve post-marksistler
yaptılar. Tabii ki bunu içinde bulundukları platformun
sınıfsal çıkarlarına göre yaptılar. Önce Leninist fikirleri
ayıkladılar, sonra cepheden saldırmaya başladılar. Bugün
Gramsci’nin başına gelen de budur. Ama herşeye rağmen
Gramsci bizimdir. Gramsci “sağcı düşünceler taşısa da”
Marksist bir aydındır.
Dipnotlar:
1- Post-Marksizm, devrimci şiddet yoluyla iktidarın
alınması, üretim ilişkilerinin belirleyiciliği, sınıf
mücadelesi, işçi sınıfının toplumsal dönüşümdeki kollektif
özne rolü, proletarya demokrasisi/diktatörlüğü ve benzer
temel Marksist-Leninist fikirlerden uzaklaşma ve inkar
temelinde ortaya çıkmaktadır. Post-Marksizmin teorik
arka planı Brenstein’in evrimci sosyalizmi, Avro komünistlerinin
“ileri demokrasi” projesi, faşizme karşı halk cephesi
deneyimi, Kruşçev’in “barış içinde bir arada yaşama”
ve “barışçıl geçiş” gibi tez ve kavramlara dayanmaktadır.
Buna birde Gramsci’nin hegemonya ve sivil toplum kavramını
da eklemek gerekiyor.
Post-marksistlere göre toplumsal dönüşümün özneleri
üretim ilişkilerindeki konumlarıyla ortaya çıkan ve
sosyalizm arasındaki ilişki yerine, hiçbir öncelik taşımayan,
sürekli çeşitlilik gösteren hareket halindeki özneler
üzerinden inşa edilen anti-kapitalist mücadele esas
alınmalıdır. Bu anlamda post-marksizm, Marksizmin geliştirilmesi
veya ötesi değil, düpedüz Marksizmden kopmadır. Marksizmin
inkarıdır.
Post-Marksizm kavramıyla özdeşleşen isimlerin başında
Ernest Laclau ve Chantal Mouffe gelmektedir. E. Laclau
ve C. Mouffe’nin 1985 yılında yayınladıkları “Hegemonya
ve Sosyalist Strateji” adlı kitapla hegemonya kavramı
üzerinden “radikal demokrasi” ve “halk bloku” önermeleriyle
sol entellektüel kamuoyunun gündemine girdiler.
2- Gramsci, Hapishane Defterleri, syf;289
3- Rosa Lüksemburg, Kitle Grevleri, Parti ve Sendikalar
4- Hapishane Defterleri, syf;292
5-Hapishane Defterleri, syf;294-295
6- Hapishane Defterleri, syf;296
7- “Uygar toplum” kavramı bazı çevrelerde sivil toplum
olarak geçmektedir.
8- Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Önsöz,
syf;23
9- Engels, Klasik Alman Felsefesinin Sonu, syf;73
|