Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

N. D. Polat

Giriş: Birkaç temel başlık ve bir uyarı
Yaklaşık yüz elli yıllık tarihi boyunca marksist teorinin en problemli alanlarından biri onun ortaya koyduğu “kurtuluş” teorisinin kendisinden öncekilerden farkı ve bu farkın toplumsal pratikte bulduğu ifade biçimleri olmuştur. Problemlidir; çünkü insanlık tarihi boyunca ortaya çıkan bütün diğer “kurtuluş” vaadleri ve projeleri hemen her zaman “mesihçi” bir düzleme otururken, ilk kez Marks ve Engels, daha zor bir yoldan yürümeyi denemişler ve ezilen sınıflara “kurtarıcılar” önermek ya da kendilerini böyle bir misyonla görevlendirmek yerine, bizzat onların “kendi kendilerini kurtaracakları” bir projeyi ortaya koymuşlardır. Yalnızca bu bile marksizmin insanlık hazinesine yaptığı çok büyük bir katkı olmuştur; çünkü Marks ve Engels, bu “kendini kurtarma” projesini sunarken, sömürünün ve mülkiyet dünyasının böylece çöplüğe atılmasıyla birlikte, bu devasa işi gerçekleştiren proletaryanın da ortadan kalkmasını öngörmüşlerdir ki, bunun anlamı, sorunun basit bir iktidarın eldeğiştirmesi noktasının ötesine taşınması ve “kurtarıcı”nın nihai olarak sınıf karşıtlığıyla birlikte kendisini de “yok ederek” bu kez hakiki bir “insanlık” kavramına ulaşmasıdır.
Öte yandan, aynı projenin son derece önemli bir diğer öğesi de, dünyayı değiştirme eyleminin aynı zamanda bu işi yapanların da değişimini içermesidir. Yani marksizm, insana asla durağan bir olgu olarak bakmaz; dünyayı değiştirme işine giriştiği andan itibaren kendisini de değiştirmeye başlayan insan, onun bütün teorik kurgusunun derinliğinde yer alır. Bunun anlamı, marksizmin değiştirme eylemine teknik bir yerden, salt iktidarın fethi noktasından değil, bununla birlikte yeni bir insan tipinin oluşması noktasından da bakmasıdır. Yığınların elitleri iktidara taşıdıktan sonra evlerine çekildikleri bütün diğer devrimlerle sosyalist devrimin farkı işte buradadır. Ayrıca, nihayetinde “başlayan ve biten” politik/toplumsal olgular olan bütün diğer devrimlerin tersine sosyalist devrimin iktidarın fethinden önce başlayan ve hiç bitmeksizin sonsuza dek uzanan bir devamlılık olması da buna dayanır. Komünist ütopyanın özü, kendi kaderine el koyan ve örgütlü eylemiyle bunu bir devrim halinde geliştiren proletaryanın, bu kaderi artık hiçbir biçimde özel bir gruba devretmemesi ve böylece aslında “kader” olmaktan da çıkarmasıdır.
Devrimci sosyalizmin örgüt-öncülük konusundaki kavramsal çerçevesi de bu temeller üzerine oturur. Devrimci örgütlenme, böylece marksist kavrayış bakımından “salt iktidar fethetmeye yarayan” teknik bir aygıt değil, kendi içinde yer alan insanların ve kitlelerin toplumsal hareket aracılığıyla eğitilip değiştirildikleri, bunun fırsatını ve zeminini buldukları bir yapı olarak ele alınır. Böylece öncülük basit bir “sürükleyicilik” durumu olmaktan çıkar ve dünyanın değiştirilmesi amacı ile bu işte kullanılan araçlar, birbiriyle uyumlu hale gelebilirler.
Yukarıda çok özet olarak ortaya konulan çerçeve, esasen marksizmin tarihinden de eski olan (tarihin her döneminde her toplumsal hareket, kaçınılmaz biçimde geniş yığınlar ve onların önderlikleri arasında çeşitli ilişki biçimleri yaratmıştır) şu ünlü “öncüler-kitleler” sorununun gerçek bir çözümünün temelini oluşturur. Tersinden düşünüldüğünde, aynı çerçevenin doğru anlaşılamaması ya da tarihin kritik dönemlerindeki “zorunluluklar”ın baskısıyla gözardı edilmesi de bir anlamda sonuçları 90’lara dek uzanan çeşitli sorunların ve tıkanmaların kaynağı olmuştur. Büyük alt üst oluşlar ve devrimler döneminde az çok doğru bir zeminden gelişen bu ilişki, daha sonraları geleneksel yaklaşımların kurbanı olabilmiş, böylece kitlelerle onların artık tartışmalı hale gelen “öncü”leri arasında derin uçurumlar oluşabilmiştir. Rus Devrimi’nden bir süre sonra başlayan donuklaşma ve içe kapanma koşullarında yavaş yavaş bunun örnekleri görülürken, marksistler bu soruna yönelik çözümler aramışlar, bazı hallerde de en azından ip uçları yakalayabilmişlerdir. Örneğin, sonradan varmış olduğu uç noktalar ne olursa olsun, ekonomist-teknisist sosyalizm anlayışının karşısına (abartılı bir biçimde) kitlelerin ideolojik ve kültürel dönüşümünü koyan Mao, bunlardan biridir. Kitleleri sosyalist ilerlemenin basit işçileri olarak değil de her alana müdahale eden özneleri olarak tanımlayan bu anlayış, diğer yandan da onları övgüye boğarak sevme anlayışını yıkmış, sonraları tam bir saçmalık noktasına varsa da belki ilk çıkış noktası tartışılabilir olan “arınma” sürecini ortaya koymuştur.
Daha sonra gelen yeni-sömürge devrimcileri kuşağında ise bu anlayış belli bir noktasından tutularak geliştirilmiş, “sosyalist insan” ve “değiştirme-değişme” kavramı üzerine (Oxford’da değil dağlarda) daha ciddi tartışmaların kapısı aralanmış ama Che-Fidel odağındaki bu eğilim, söz konusu devrimci çizgiyi sistematik-homojen bir teorik bütünlük biçiminde netleştirememişlerdir. Ama yine de bu eğilim, Lenin’den Mao’ya akıp gelen belli temel çerçeveleri, gerilla ve politik-askeri örgüt koşullarında (en azından pratik olarak) geliştirmiş, böylece yeni bir “öncü-kitleler” ilişkisinin hiç olmazsa bazı ana noktalarını ortaya koyabilmiştir. Daha sonraları, 90’ların çöküşüyle birlikte tartışılmaya başlanan kof sosyalist kitlesellikler, milyonlarca üyeli Sovyet sendikalarının fiili “yok”luğu sorunlarının Che’nin Prag’tan Fidel’e yazdığı mektuplarda yer alması rastlantı değildir.
Bugün gelinen noktada, bu sorun hâlâ net ölçütler ve çerçeveler içersinde tam çözümlenebilmiş değildir ve devrimcilerin kitlelerle ilişkileri, çoğu durumda popülizm-dalkavukluk alanıyla sekterlik alanı arasında bir salınım göstermektedir. Bol bol “kitleler”den söz edilir ve her durumda başka birileri “kitlelerden kopukluk”la suçlanırken, aslında bu ilişkinin nasıl bir yerden kurulduğu kuşkuludur; örneğin kitlelerin en geri noktalarına oynayan, kalabalıklar uğruna en temel ilkeleri kolayca terkediveren bir anlayış da mümkündür ve gözlenmektedir. Üstelik bu, kitlelerle ilişkinin ötesine geçip örgütsel yapıların iç düzenine de yansıdığında, ortaya çıkan, ciddi bir nitelik düşüşü, en berbat türden “militanlık” biçimleri ve insanların yapılara girip-ayrılma hızında görülen büyük artıştır.
Bu anlamda, hem bütün bu sorunların yeniden ele alınması hem de sosyalist insanın temel beslenme kaynakları olan ekonomi-politik, felsefe ve siyasal alan üçlüsünün yanına bunlarla çok bağlantılı bir dördüncü olarak “kültür”ün konulması gereği gün gibi ortada durmaktadır. Ayrıca öncü-kitleler ilişkisinde geleneksel tarzın eleştirisi ve Che ekolünün ipuçları, uzun süreli savaşın “ikili iktidar” durumunu zamana yayan yönüyle “yeni insan”ın yaratılmasına sağladığı avantajlar, vb.. bütün bunlar, yeni sürecimizin esasa ilişkin parçalarındandır ve daha geniş yazılarda ele alınarak tartışılmayı hak etmektedir. 1996 yılında kaleme alınmış olan bu çalışma ise, olguya bu kapsamlı sorunun bir cephesinden bakmayı ve çözümler getirmeyi deniyor. Bu bakımdan okunurken, yazının kendisine seçtiği sınırlı alan da dikkate alınmalıdır.

1. Eleştiri: Aklın Sınırsızlığı

Gerçeğe ulaşma mücadelesi ve bu temelde oluşan bilincin hayata egemen olması için en şiddetli savaşımlar insanlığın tüm tarihsel serüveninin en özlü anlatımıdır. Eleştiri bu süreçte gerçeğin aranması çabasında aklın temel aracıdır, hayatın değişitirici motor gücüdür. Yeni ve ileri olan herşey eleştirel bilimsel aklın ürünüdür. Eleştiri devrimci, ilerici gelişmenin bilincini üretmenin temel yolu olması bağlamında devrimci bir öze sahiptir.
Peki nedir eleştiri? Eleştiriyi, kabaca, bir olguyu, durumu ya da süreci tüm iç ve dış bağlantıları-dinamikleri ile birlikte bütünlüklü olarak sorgulayarak değerlendirme, tanıma, çözümleme ve ona ilişkin belli bir kesinlikte yargılara ulaşma ve aşma çabası olarak nitelendirebiliriz. Bir olgu ya da süreci, yukarıda belirtilen noktalar temelinde çok yönlü eleştiriye-sorgulamaya tabi tutmadan, o olgunun ya da sürecin sadece görünen (yüzeysel), ya da kimi nedenlerle-kaygılarla keyfi tarzda belirlenen kimi sınırlı boyutlarıyla değerlendirip yargılara ulaşmaya ise yüzeysel ya da önyargılı eleştiri, önyargılı yaklaşım denir. Sekterizm, dogmatizm ve tüm idealist yaklaşımların temel unsurlarından biri yüzeysel, önyargılı yaklaşım ve eleştiridir.
Bütünlüklü-çok boyutlu ve nesnel verilere dayanan eleştiri gerçeğe, önyargılı yaklaşım ise tıkanmaya ve açmazlara götürür.
Sınıflı toplumun insanı (egemen sömürücü sınıfların temsilcileri hariç) bilimsel düşünme yönteminden uzak olduğu, sistem tarafından sürekli yüzeysel verilerle düşünmeye alıştırıldığı ve gerçeklerle yüzyüze gelmekten hem alıkonulduğu, hem de korktuğu için esas olarak önyargılarıyla düşünür. Daha doğrusu o, bizim ona ulaşmamızdan önce ve hatta sonra temiz-beyaz bir sayfa olarak hazır bulunmaz; çarpılmış bir bilinçle birlikte, bazen bu durumdan memnun olarak yaşar.
Kendini devrimci ya da emek yanlısı olarak tanımlayan, örgütlü veya örgütsüz sol kitlelerin oldukça önemli bir bölümü de sistemin düşünme ve davranış kalıpları ile belirlenmiş oldukları ve bu durumu aşamadıkları için yüzeysel ve önyargılı düşünme tarzının etkisi altında bulunurlar. Tabii bu, genellikle sığ bir sol söylem ile iç içe geçmiş tarzda olmaktadır.
Bu durumun pek çok çarpıcı görünümünü yaşamın her alanında gözlemleyebilmek mümkün. Bu yazıda ise daha çok, devrimcilerin kendilerini, yoldaşlarını ve kitleleri değerlendirmede, çözümlemede ve ilişki tarzı belirlemede devrimci eleştiri silahını kullanmak yerine, önyargılı yaklaşım ve eleştirileri esas almaları üzerinde durulacaktır.

2. Kitlelere Bakmak...

Yüzeysel ve önyargılı yaklaşımın bir boyutunu, devrimcilerin, emekçilerin, yoldaşlarının ve kendi gerçekliğinin bütününe hatalar ekseninde, negatif bir yerden bakması; gelişeni, ileri olanı temsil edeni, üretken olanı ve olumsuzu aşma arayışını, pratiğini görememesi oluşturuyor. Bu tutum, kimi zaman emekçilere tepeden bakma hastalığı ile malül olan burjuva aydın tavrının devrimci saflardaki kalıntılarının, kimi zaman ise siyasal, pratik sığlığın ve sekterliğin dışa vurumu olarak ortaya çıkıyor. Bu tarzın terk edilmemesi durumunda ise kısa sürede umutsuzluğa düşerek devrimci dinamiğin tüketilmesi kaçınılmazdır. Bu tarzın sahipleri kendilerini tüketirken, devrimcilerin kendi iç ilişkilerinde ve emekçiler ile devrimciler arasındaki ilişkilerde de oldukça ciddi tahribatlar yaratırlar.
Önyargılı eleştiri ve yaklaşımın bir başka biçimi ise, zayıf olanı, bu durumun nedenlerini, sonuçlarını vb. irdelemeden salt bu zayıf konumundan ötürü sahiplenmek, desteklemek düşüncesi ve tavrıdır. Zayıflığa, neden olan geri tutumların üzerine gitme, mahkum etme ve bu temelde daha ileri ilişkiler, tutumlar üretme perspektifi yoktur bu yaklaşımda. Bu önyargılı yaklaşım, kaynağını devrimcilerin emekçilere bakışının tek yönlü ve mekanik biçimde kavranmasında bulur. Özünde, devrimci hareketin yoksul, ilkel ve geri, zayıf bir yaşama mahkum edilmiş emekçilerin hareketi olmasının yanlış kavranışı vardır. Bu yazı, özel olarak önyargılı eleştiri ve yaklaşımın bu boyutuyla ilgilenecektir.

3. “Halkımız” ve Biz

Evet doğrudur, devrimci hareket, bilinci, iradesi ve yaşam koşulları olağanüstü zayıflatılmış, kişilik ve yaşam tarzı olarak köleliğe mahkum edilmiş emekçileri sahiplenir. Onlardaki olumlu değerleri açığa çıkarır, ayağa kaldırır ve hareket böylece giderek emekçi hareketi haline gelir.
Fakat devrimci hareket, salt emekçilerin ezilmişliğine ve zayıflığına tepki hareketi değildir. Özelde proletarya, sınıfsal konumlanışı ile toplumsal kurtuluşu sağlayacak sınıf olduğu için, devrimci hareket onun sınıf bilinçli iradesi olarak ortaya çıkar ve ona yönelir. Devrimci hareket sınıfın toplumsal yaşamdaki bu rolünden hareketle onu gerçekçi bir analize tabi tutar, geri, zayıf ve ilkel yanlarını tesbit eder. Esasen emekçiler, salt emekçi oldukları için dürüst, zeki ve ahlaklı olmak zorunda değillerdir! Hatta denebilir ki, yoksulluk ve sınıf kardeşlerinin aleyhine olarak sürekli zorlandıkları rekabet, çoğu kez onları “tuzu-kuru” olduğu için biraz “dürüstlük” yapmakta sakınca görmeyen orta sınıflardan daha geri bir noktaya bile taşır.
Devrimcilerin görevi emekçilere bütün bu gerçekliği ve bu durumun kaynağı mevcut düzende olan nedenlerini apaçık göstermektir. Bu geri yanlara vurmak ve onlarla savaşmak, güçlü, direngen, kurtuluşçu öğelerini ise geliştirmek ve geri yanlara karşı savaşta birer silaha dönüştürmektir. Yani devrimci hareket zulme uğrayan, sömürülen, zayıf ve geri bırakılan insanlara, sınıflara, "hatasıyla sevabıyla" sahip çıkan sıradan bir hümanist hareket değildir.
Öyleyse, emekçilerin geri ve ileri yanları devrimci eleştiride, çalışmada karşılığını nasıl bulmalıdır?
Her şeyden önce, devrimci hareket, emekçilerin geri ve zayıf yanlarını, ezilmişlik-geri bıraktırılmışlık edebiyatı için kullanmaktan çok, onlarla daha kararlı ve şiddetli biçimde savaşmanın koşullarını oluşturmak ve savaşmak için gösterir, ifade eder. Öte yandan, devrimci hareket, devrimci düşünceler ve pratikle karşılaşarak bütün bunların farkına varmasına rağmen bu gerilikle mücadele etmeyen emekçinin en az sistem kadar suçlu olduğunu açık biçimde ifade eder. İlkel ve geri yanlarıyla barışık yaşayanın en ilkel konumlara düşebileceğini, en aşağılık tutumları kabul edeceğini gösterir. Emekçiye kendi gerçeğini ve bunu aşmanın yollarını göstermeyen bir devrimcinin, emekçilerin dönüşmesine, devrimci eylemin yaratılmasına öncülük edebilmesi de mümkün değildir. Öyleyse, devrimci hareket emekçilerin mevcut duruş noktalarına cepheden tavır almayı, emekçilerle ilişkide ve devrimci eleştiride esaslı bir nokta olarak ele almalıdır. O, bu noktalarda ve bu yüzden kaybetmekte ve köleliğe mahkum edilebilmekedir. O ancak kaybettiği yerde, yani geri ve zayıf olduğu yerde, en sert savaşımla kazanacak ve gelişecektir. Nazım’ın “Akrep Gibisin” şiiri bu anlamda bir hakaret içermez; gerçeği süslemesiz ortaya koyar. Korkaklığın emekçinin bilincini ve yaşamını nasıl zayıflaştırdığını, onu nasıl çirkinleştirdiğini, sözü fazla dolaştırmadan doğrudan ifade etmek ve kaynaklarıyla birlikte ortaya koymak gerekir. Çünkü o, bizimle birlikte yürürken korkaklığı ile mücadelede insanlaşacak, tarihsel rolünü oynayacak düzeyi yakalayacaktır.
Ya da örneğin, ahlaki bakımdan batağa mı saplanıyor, aile içi ilişkilerde feodal, burjuva barbar ilişkileri mi dayatıyor, fabrikasında, iş yerinde, köyünde, semtinde, okulunda, birleşik mücadeleye mi gelmiyor, okumuyor mu, şovenizme destek vererek ucubeleşiyor mu, vb, bütün bunların onun gerçekliği olduğunu, onun köleleştirildiğini, bu nedenle yaşamının özünü kaybettiğini ve ancak bunları aştığında kendisini yeniden kurabileceğini sakınmasız ifade etmek gerekiyor.
Hiç kuşkusuz, bu gerçeklerin salt ifade edilmesi yetmez. Bu gerçeklerin, doğrudan dayanışmacı, özgürleştirici pratik yoluyla, yani bütünlüklü devrimci mücadele yoluyla da gösterilmesi, emekçilerin bu pratiğe katılmalarının kanallarının açılması gerekir. Burada sözünü ettiğimiz, salt kelimelerden oluşan bir eleştiri değil, esasen devrimci çalışmanın bütünüdür.
Türkiye sol hareketinde emekçileri, halkı, proletaryayı ezilmişliğinden, zayıflığından ötürü olduğu gibi sahiplenme eğilimi baskındır. Bu yaklaşımın kaynağında da küçük burjuva aydın solculuğu, ezilen sınıfların sığ kavranışı vardır.
Evet, proletarya insanlığın kurtuluş mücadelesinin öznesidir, bu rol ve tarihsel görev onundur. Ancak proletarya bu rolü, ancak bunun bilincine sahip olduğunda, geri yanlarını aşıp devrimci dinamik ve potansiyelini harekete geçirdiğinde fiilen oynayabilir. Sol hareketin teorik yazınında ise proletaryanın ve emekçi yığınların tarihsel rollerini oynamaları için teorik ve pratik olarak uzun bir hazırlık süreci yaşamaları gereği vurgulansa da, bu, yaşamın bütün alanlarında aynı zamanda bir hesaplaşma olarak ele alınmaz. Hazırlık ile kastedilen daha çok emekçilerin siyasal bilinçlenmesi ve siyasal savaşımın içine çekilmesidir. Bu yaklaşım, emekçilerin geri yanlarını salt siyasal ve örgütsel konumunda görür. Binlerce yıllık sınıflı toplum mirasının altında çürütülmüş emekçinin mevcut duruşunu bütünlüklü olarak analiz etmez. Onun yaşamının sosyal, kültürel vd. her alanına nufüz eden ve siyasal geriliğiyle birleşen gerici, burjuva öğeleri açığa çıkarma ve mücadele etme perspektifi taşımaz. Bu yaklaşım emekçinin toplumsal yaşamdaki duruşunun bütünlüklü değişimini hedeflemez. Kaldı ki, emekçilerin siyasal bilinçlenmesi, hazırlığı vb. de çoğu kez lafta kalır. Tam da bu noktada, devrimcileşmeye yaklaşımda sığ geleneksel sol yaklaşımı görürüz.
İkincisi, teorik yazında proleteryanın ve emekçilerin tarihsel rollerini oynamaları için uzun bir hazırlıktan söz edilse de, güncel siyasal çalışmada emekçiler ve proletarya adeta bu rolünü oynayabilecek konumda imiş gibi bir söylem egemendir. Bilindiği gibi, 1990'lara değin, ülkemiz sol hareketinin güncel ajitasyon ve propaganda çalışmalarında, emekçileri değerlendirmede hamasi söylemlerden, "şanlı halkımız", "şanlı işçi sınıfı" vb. edebiyatından geçilmezdi. Kimse, boyun eğmiş, kölece yaşama karşı tavır almayan işçilerin-halkın neden ötürü "şanlı" vb. olduğunu sormaz. Halkın ve sınıfın geri ve ilkel yanlarına özel bir vurguyu ve cepheden tavır alışı ise bu yazında görebilmek mümkün değildi. Küçük burjuva sol, emekçilerin gerçeği ile yüzyüze gelmek, hesaplaşmak, deyim yerindeyse onunla "arayı bozmak" istemez. Tersine, kitle dalkavukluğu ile hamasi söylemle onları mücadeleye çekip eğiteceğini, önünü açacağını zanneder. Kısacası emekçileri, proletaryayı, ileri ve geri yanları ile birlikte bütünlüklü tarzda değerlendirmeyen, onun ezilmişliğinden ve tarihsel rolünden hareketle geri yanları ile hesaplaşmayan ve bu nedenledir ki, emekçilerin ve toplumsal yaşamın bütünlüklü tarzda dönüştürülmesi hedefini içermeyen bu yaklaşımın arkasında, öncelikle devrimcileşmenin ve proletaryanın tarihsel rolünü, anlamını kavrayamama, diyalektik materyalist çözümleme gücüne kavuşmama, yani teorik-siyasal sığlık vardır. İkincisi ise, birinci ile bağlantılı olarak küçük burjuva aydının emekçilere bakışında önemli bir yeri olan ezilmişliği ve tarihsel rolünden hareketle güncel durumunu abartma, bu yaklaşımın zeminini oluşturan bir diğer noktadır. Üçüncü ve önemli bir nokta ise emekçilerin geri yanları ile hesaplaşmanın zorluklarından kaçış, geri yanlarıyla uzlaşarak, görmezden gelerek ya da pratikte bu geriliklerle mücadelenin üzerinden atlayarak emekçilere daha kolay "ulaşabileceğini" sanma kolaycılığı vb. ile dışa vurulan küçük burjuva faydacılığı, uzlaşmacı, ortalamacı yaklaşımdır.
Emekçilerin gerçekliğinin geri ve ilkel yanlarını görmeme yaklaşımı, yazının başında belirttiğimiz önyargılı eleştiri yaklaşımının diğer boyutu (sekterizm) ile aynı madalyonun iki yüzünü oluştururlar. Her iki yaklaşım da sonuç alamaz ve bu noktada kaçınılmaz biçimde emekçilerin devrimci dinamiklerine ve devrime karşı umutsuzluğa dönüşürler, yani tükenişin zeminini hazırlarlar.
Devrimci hareket emekçilerle gerçek devrimci bağları, ancak sekterizmi olduğu gibi, kaynağını siyasal-teorik sığlıkta, küçük burjuva hümanizmi, uzlaşmacılığı ve faydacılığında bulan bu uzlaşmacı önyargıları da aşabildiği ölçüde kurabilir. Diyalektik materyalizme dayanan bütünlüklü bir analiz, bize bugünün dünyasında emekçilerin ve özel olarak proletaryanın insanlığın kurtuluşunun ve sömürüsüz bir dünyanın yaratılması sürecinin motor gücü olduğunu, ancak bugünkü duruşuyla, siyasal, sosyal, kültürel yaşamı, kişiliği alabildiğine kirletilmiş, geri ve zayıf bir konuma itilmiş ve bu konumu şu ya da bu ölçüde kabul etmiş bir güç olduğunu gösterir. Devrimci, olgunun iki yanını görmek, emekçiye bu gerçekliğini dosdoğru ifade etmek, onunla birlikte geri yanlarını aşma, ilerici dinamiklerini açığa çıkarma ve geliştirme mücadelesini örgütlemek zorundadır. Emekçilerdeki devrimci dinamikler ve tarihsel eylem gücü ancak böylelikle açığa çıkabilir.

4. İç İlişkiler Bakımından

Öte yandan, bu geri yaklaşımlar, sadece emekçi halk kitleleri ile ilişkilerde ortaya çıkmamaktadır. Devrimci ve sol hareketin kendi iç ilişkilerinde de yoğun biçimde yaşanıyor.
Mücadelenin gelişim seyri içinde kendisindeki düzen kişiliği ile savaşmak yerine uzlaşarak zayıflık gösteren, suç işleyen, görevlerine sahip çıkmayan, kısacası ideolojik, politik, örgütsel, pratik, ahlaki vb. hatalar yapan, zaaf gösteren ya da şuç işleyen unsurlarla, bu yanlarına karşı değişik boyut, biçim ve içerikte amansız bir eleştiri ve mücadele yürütmek zorunludur. Bu mücadele kimi zaman sadece ön açıcı eleştiri tarzında olabilirken, kimi zaman ise devrimci faaliyetin hukukuna uygun cezalarla yürütülür.
Ancak devrim gerçekliğini kavramamış, devrimci eleştiri ile uzlaşmacı önyargılı yaklaşım arasındaki farkın ayırdına varamamış unsurlar, yoldaşlarındaki hata ve zaaflara ve çeşitli unsurların işlediği suçlara karşı uzlaşmacıdırlar. Onları kırmama, onları elinde tutma adına, onları hatalarıyla birlikte sahiplenirler. özellikle sıkı kişisel ilişkiler sözkonusu ise bu sahiplenme daha güçlü biçimde ortaya çıkar.
Bu tutumun tipik bir görünümü, hata ve suç işleyen unsurlara sert eleştiriler yöneltildiğinde ve çeşitli cezalar verildiğinde ortaya çıkar. Uzlaşmacı, hemen eleştirilerin sert, cezaların ağır olduğundan, haksızlık yapıldığından, hata sahibinin de kendince haklı nedenleri olduğundan, bu ceza ve eleştirilerin onu daha da yıkacağından vb. sözetmeye başlar.
Uzlaşmacı, orta yerdeki hata ve zaafları, bunların kurtuluş mücadelesine verdiği zararları görmek istemez. Bunların sınıf mücadelesindeki anlamını, nedenlerini, sonuçlarını kapsamlı biçimde irdeleyerek, bunları aşmak için alınması gereken önlemlerin, bu tür tutumların sahiplerine karşı alınması gereken tavrın üzerinde durmaz.
Uzlaşmacı, sadece alınan tavra bakar. Eğer alınan tavır, hata ile uzlaşmıyorsa, sert, kesin ve cepheden tavır alışı ifade ediyor, karşıdaki insanı kendisi ile kesin biçimde hesaplaşmaya itecek nitelik taşıyor ve yaptırımları içeriyorsa, hemen feryat eder. Çünkü hata ve suçlara karşı açık, kesin ve cepheden tavır alış ve yaptırım, kişileri kendi gerçeği ile yalın biçimde karşı karşıya koyar. Bunun kabul görmediğini, üzerinden atlanamayacağını, çeşitli yaptırımlarla karşılık bulacağını gösterir. Yaptırımların nitelik ve boyutuna göre iç dünyasında derin bir sarsıntı ve iç hesaplaşma süreci başlatır. Uzlaşmacı ise kişilerin böylece içine düştüğü bu sarsıntı ve geri konumdan, çoğu zaman yoğun ve moralsiz iç hesaplaşma sürecinden vb. kimi olugulardan hareketle bu kişi veya grubun haksızlığa uğradığı, ezildiği düşüncesine kapılır.
Özellikle eleştirilerin üslubunda sertliğin dozu biraz kaçırılmışsa ya da yaptırımlar biraz abartılı ise uzlaşmacı için nimet doğmuş demektir. Sözde ezileni, haksızlığa uğrayanı sahiplenen uzlaşmacı, "sert bir üslup kullanılmış, örgütünde hataları var", "bu eleştiri ve cezalar onu daha da yıkar" vb. gibi bir dizi itirazla ortaya çıkar.
Olgulara, sorunlara, süreçlere yaklaşımda bu uzlaşmacı, bütünlükten ve devrimci kararlılıktan yoksun değerlendirme tarzı ile çoğumuz yüzyüze gelmişizdir. Bu tarz, sıradan, tesadüfi, gelgeç bir durumun ürünü değildir. Bu, bir sınıfın tarzı, yaşam karşısındaki duruşudur.
Kolayca anlaşılacağı gibi burada sözünü ettiğimiz şey, devrimci yapı içindeki yaptırım ve eleştirel uygulamaların dokunulamazlığı değildir. Hiçbir uygulama ve tutum ayet emri değildir ve şüphesiz eleştiriye açıktır; ayrıca hatayı değil kişiyi ezen bir uygulama elbette kabul edilemez; ancak bununla ahbap çavuş ilişkilerinden ve başka nedenlerden kaynaklanan “sürekli itirazcılık” halini karıştırmamak gerekir. Örgütü, zaman zaman suçların ve kusurların da gizlenip belli bir hoşgörüden yararlandığı bir kasaba ailesi gibi görmek, bu yapının kendi özgür iradeleriyle devrimci görevler için bir araya gelmiş insanlar topluluğu olduğunu unutmak doğru değildir. Belli bir işi yapmak için iradelerini birleştirmiş insanların o belli işi yapmakta eksik ve ağır davranmaları, esasen kendi kararlarına da aykırıdır.
Uluslararası sosyalist hareketin tarihinde de bunun pek çok örneğini bulabilmek mümkündür. Dünya sosyalist hareketinde en temelli siyasal sonuçlar doğuran bolşevik-menşevik ayrışması bile, RSDİP içinde pek çok önder kadro tarafından böyle algılanabilmiştir. Lenin'in "sert" üslubu, menşeviklerin ve "eski" unsurların yönetici organlarda daha az temsil edilmesi, vb. menşeviklere haksızlık yapılması, mağdur edilmeleri ve bölünmenin de bundan kaynaklandığı biçiminde ilkel bir kanıya yol açmıştır. Tabloyu şu sözler oldukça net ortaya koyuyor;
"... Kongre iki kampa ayrılmıştı. Pek çokları bu durumdan Plehanov'un ‘patavatsızlığını’, Lenin'in ‘öfkesini’ ve ‘hırsını’, Pavloviç'in ‘kinciliğini’, Vera Zasuliç ile Akselrod'a yapılan ‘haksızlığı’ sorumlu tutmuşlardı. O nedenle haksızlığa uğrayanların safında yer almışlar ve kişilerle uğraşırken sorunun özünü gözden kaçırmışlardı. Lenin'e karşı öfkeli bir hasım haline gelen Troçki de bunlardan biriydi. Aslında sorunun özü şuydu; Lenin'in çevresinde toplanan yoldaşlar, ilkelerde ısrarlıydılar. Savunulan ilkeleri mutlaka hayata geçirmek istiyorlar, bu ilkelerin bütün çalışmalara damgasını vurmasını istiyorlardı. Diğer grup ise, daha çok küçük burjuva düşüncelere sahipti; uzlaşmacılar ilkelerden taviz vermeye hazırdı ve daha çok kişilerle uğraşıyordu." (Lenin'den anılar. N. Krupskaya, s.97 İnter Yay, Temmuz 1990)
Uzlaşmacı tutumun bu türden örneklerinin yanısıra, çok daha sık karşılaşılan biçimi ise ortadaki hatalı durumun kabulü ama buna rağmen söz konusu kişilerin yukarıdaki örnekte belirtilen sudan sebepler vb. temelinde "haksızlığa uğradığı", "mağdur edildikleri" gibi iddialarla sahiplenilmesidir.
Bu yaklaşımda hatalı olanı daha ileri olan bir yaklaşım ve pratikle aşma kaygısı yoktur. Çoğu durumda zaten apaçık olan hata ve zaafların varlığı kabul edilir. Ancak itirazlar sürer ve ileri sürülen iddia ve itirazlar, sadece görünen yüzeysel ve keyfi tarzda belirlenen kimi verilerle temellendirilmeye çalışırlar.
Geçerken belirtelim; şüphesiz her kural ya da kurallar bütünlüğü, yapılması muhtemel hatalar varsayımı üzerinden düzenlenir ve hayatın karmaşık olan yapısına mümkün olduğunca düz bir yerden yaklaşır. Oysa, sonuç olarak, her tek olgu ve her insan kendi özgüllüğü içersinde ele alınır ve alınmak zorundadır. Bunun anlamı, kuralların uygulanması sırasında söz konusu hatalara yol açan özgün nedenler, kişilerin kendilerine ilişkin tutumları, vb., dikkate alınır. Ama sonuçta, özellikle sert bir mücadele yürüten yapıda, hata da hata olarak değerlendirilir; çünkü hata, sonuçsuz, boşlukta uçuşup giden ve kimselere zarar vermeksizin ortaya çıkıp kayıplara karışan bir durum değildir, yarattığı somut sonuçlar vardır ve yapı o sonuçlardan olduğu kadar aynı şeylerin yarın yeniden yapılması olasılığından korunmaya çalışır. Bu ise, o şeyi yapan kişinin eleştiri, yaptırım, yardım temelinde yeni bir noktaya taşınması, böylece tekrarın önlenmesidir.
Bu uzlaşmacı yaklaşımın zemininde büyük ölçüde zayıf siyasallaşma ve örgüt bilinci vardır. Temel olanla tali olanın ayırt edilememesi bunun sonucudur. Hatalı olana karşı yapının aldığı tavır, tali, yüzeysel verilerden hareketle değerlendirilir ve bu davranışların mücadeleye, örgüte verdiği zararlar görülmez, zayıf siyasallaşma ve örgüt bilinci buna engeldir. Bunun yerine, hatalı, suçlu olanın kendisine yöneltilen eleştiri ve yaptırımlar nedeniyle, düşmüş olduğu geri pozisyon, "mağdur" görüntüsü öne çıkarılır.
Gerçekte ise az önce belirttiğimiz gibi, zarar gören, geri düşürülen, hatalar ve/veya suçların yarattığı tahribat nedeniyle ortak devrimci etkinlik, değerler ve yapıdır. Ancak örgütlü davranış bilinci gelişmemiş bireyci küçük burjuva, kollektif değerlerin karşısına mağdur birey savunusu ile çıkar. Bu savunu çoğunlukla burjuva hümanizminin tüm soyut ve aldatıcı öğeleri ile desteklenir. Devrime, ortak etkinlik ve değerlere, yapıya zarar veren hata ve suçların üstünden atlayan ya da önemsiz bir ayrıntı derecesine düşüren, genel-geçer bir insanların iyiliği, kazanılabileceği, hatalı ve suç işleyenlere karşı yapının tavır alışının bu insanları kötü duruma düşürdüğü vb. üzerine soyut, ilerletici dinamikleri olmayan, gerilikle uzlaşmayı öğütleyen, burjuva aydının tepeden bakışının uzantısı olan acıma, kollama çabasını ifade eden bu tür söylemler, burjuva hümanizminin devrimci hareket içinde üretilmesinden başka bir şey değildir. “İnsanları kazanmak” denilen şey, boşlukta yapılamaz; bu kavramı genel olarak tekrarladığımızda da insanlar kendiliğinden “kazanılmış” olmaz; insanı kazanmak, onun hatasının sonuçlarıyla yüzleşmesini de içeren bir yardım biçimiyle mümkündür.
Yapı içindeki hatalara ve zaaflara karşı uzlaşmacı değerlendirmelerin kimi durumlarda bir kaynağı da kişinin aynı gerilikleri kendisinde görmesi ve aslında böylece kendindeki gerilikleri savunması, onlarla uzlaşması bulunmaktadır. Kendi gerilikleriyle barışık yaşayan kişinin aynı gerilikler nedeniyle tavır alınmış başka unsurları savunmaya, onlarda açığa çıkan durumu makul, doğal, önemsiz göstermeye çalışması, bir tür ittifak anlamını taşır ve bu tür ittifakların devrimci bir hareketi körelteceği kesindir.
Öte yandan hata ve zaaflarla uzlaşıldığından bu insanların saflarda tutulacağının sanıması da uzlaşmacı tutumun bir başka kaynağıdır ki, bu tutum burjuva faydacılığının, görüntüyü kurtarma çabasının tipik bir dışavurumudur. Bu yaklaşımın hem yapıya hem de söz konusu kişiye ciddi zararlar vereceği açıktır. Çünkü her çeşit hata ve suçla barışık yaşayan, bunlara karşı cepheden mücadele yürütmeyen, yaptırım uygulamayan, gerektiğinde bu tip insanları saflarından uzaklaştırmayan bir yapı, kaçınılmaz biçimde ilkesiz, devrimci özelliklerini yitirmiş, entrikalarla çalkalanan, çürüyen bir yapıya dönüşür. Devrimci bir yapı, sürekli olarak saflarını arındırarak yürür ve bu tutumun o anda yarattığı kayıplar ne denli ağır olursa olsun gerçekte geleceği kazanır.
Aslında bütün mesele, bir kez verilmiş bulunan “devrimci olma” kararının, bu durumu sürdürmek bakımından bir anlam ifade etmemesi, devrimciliğin her gün yeniden üretilen bir olgu olmasıyla ilgilidir. Yani, devrimci yapının saflarında bulunan herkes, sürekli bir yenilenme devinimi içinde yürür ve bunun aksadığı durumda kişinin kendini tanımlayışından hareketle icat edilen bir “eleştiri muafiyeti” en büyük zararı yine aynı kişiye verir.
İdeolojik, politik, örgütsel, pratik alanlarda ve moral değerlerde saflığını korumayan bir devrimci hareketin emekçilere umut taşıması asla düşünülemez. Burjuva faydacılığı ve uzlaşmacılığıyla kirlenenler burjuva düzeninin aşılmasına öncülük edemezler.


5. Kendini Aşmak
ve Hayatın Bütünlüğü

Devrimci yaşamda, sadece emekçi halk kitlelerinin gerçekliğini ele alışta ya da yoldaşlarını değerlendirmede değil, kişinin kendi gerçekliğini ortaya koyuşunda da sık sık gerilik ve zayıflıklarla uzlaşan, onları doğal ve meşru gören yaklaşımların esas alındığı görülebiliyor.
½u sözleri çokça duymuşuzdur; "ben mücadeleye ancak şu kadar katkıda bulunabilirim, daha fazlasını yapmam, gücüm yetmez, beceremem."
Böylesi bir cümle ifade edildiği an açısından olumlu bir işlev taşır. Kişinin yaşam ve mücadele karşısında o anki duruşunu kavramamıza yardımcı olur. Ancak bu tür tespitler çoğunlukla sadece o andaki durumu anlatmak için ifade edilmez. Kişinin geleceğe ilişkin yaklaşımını ve kendisi ile mücadele arasında çizdiği sınırı da ifade eder. Yani bu yaklaşımda gelecek için daha ötesi yoktur. "½u anda gücüm, olanaklarım, yeteneklerim bunlar, bu temelde her türlü katkıyı sunacağım, ama bu yetmez; daha fazlasını sunmak, kendimi gerçek bir komünist gibi sınırsızca özgürlük mücadelesine katmak için sistemli ve çok yönlü çaba harcayacağım" biçiminde bir hedef ve yaklaşım yoktur. Daha çok, devrimci harekete yeni katılan, mücadeleye katkıda bulunmak isteyen ama düzen yaşamından kopmayan ya da mücadele içinde kendini yenilemenin, gelişmenin, kendindeki dinamikleri açığa çıkarmanın yollarını, kanallarını bulamayan, bu nedenle mücadeleye katılımına sınır çizen devrim sempatizanları bu geri duruşlarını sıkça yukarıdaki cümle ile ifade ederler. Bu yaklaşımda o anda ulaşılmış olan gelişme düzeyine teslim oluş vardır.
Kendi gerçekliğini değişmez, gelişmez bir olgu olarak değerlendiren, mevcut statükoya teslimiyeti, onun değişmezliğine inancı ifade eden bu yaklaşımın arkasında, insanın eşsiz gelişme, değişme ve değiştirme gücünü bilmeme, bu nedenle bu güce güvenmeme, iç dünyasındaki düzenin etkileri ile, düzen yaşamıyla kesin ve açık bir hesaplaşmayı göze alamama, hesaplaşma yerine uzlaşma tavrı bulunuyor.

6. Özeleştirinin Yozlaşması

Kendi gerçekliğindeki olumsuz yanlarla uzlaşma tutumunun bir diğer görünümü ise özeleştirel tutuma karşın bunları aşmada pratik adım atmama tavrıdır. Bu noktada, kimi zaman samimiyetsiz, kimi zaman ise sorunları ele alışta sığ ve ciddiyetsiz yaklaşım sözkonusudur. Devrimci özeleştirel tutum, derinlikli ve çok yönlü bir sorgulamaya girişip sorunu bütün boyutlarıyla çözümlemeyi, aşma yollarını belirlemeyi ve bu temelde tavır geliştirmeyi gerektirir. Halbuki, samimiyetsiz yaklaşımları bir kenara bırakacak olursak, çoğunlukla hata ve suç olduğu zaten apaçık ortada olan bir tutumu "hata yaptım" ya da "suç işledim", "küçük burjuva zaaf gösterdim" boyutunu fazlaca aşmayan bir "özeleştiri" ile geçiştirme yaklaşımı, yani yüzeysel bir ele alış söz konusu olmaktadır. Bu yaklaşımdan hareketle doğru bir pratiğin geliştirilmesi doğal olarak mümkün değildir. Çünkü bu yaklaşımda sorunun özünü açığa çıkarma, olgunun zeminini oluşturan olgularla, yani kendi gerçekliğiyle hesaplaşma yaklaşımı yoktur. Bu yaklaşım hıristiyan günah çıkarmasının değişik bir versiyonudur ve kimi zaman devrimci özeleştiri de bu yaklaşımla benzeştirilmeye çalışılmıştır.
Oysa yanlış olan, devrimci özeleştiri kavramı değil, yüzeysel ve çözüm gücü olmaktan uzak, sadece hatayı, suçu tespitle yetinen hıristiyanvari 'özeleştiri' yaklaşımıdır. Bu noktada, yapılması gereken, olgunun bütün kaynaklarının açığa çıkarılmasına ve aşılmasına dönük kapsamlı bir sorgulamadır.

7. Devrimcilik İnsanın Yeniden İnşasıdır

Devrimcileşme, insanda varolan tüm ilerici dinamiklerin açığa çıkarılması ve özgürce, sınırsızca gelişmesi eylemidir. Bu bağlamda, devrimcileşme aynı zamanda kişinin kendisindeki geri yanlarla cepheden, sonuna dek savaşması, kendisini yeniden inşa etmesi demektir.
Devrimcileşmeye sınır koymak insanlaşmaya sınır koymak demektir. Çünkü devrimcileşme yönünde sınırsızca ve sürekli bir çabanın sahibi olunmadan insani değerleri korumak ve geliştirmek mümkün değildir. İnsan için devrimcileşmede sınır yoktur. Olduğunu sandığımız sınırlar sadece aşamadığımız önyargılar ve zaaflarımızdır. Önyargılarımızla, zaaflarımız ve suçlarımızla her uzlaşma, sonuna dek devrimcileşme yolu ile aramıza bir duvar örer, bizi sonsuz özgürleşme yolundan biraz daha uzaklaştırır. Bu nedenledir ki, devrimcileşme-özgürleşme yoluna giren her insanın netleşmesi-kavraması gereken ilk noktalardan biri, bu yolda başarılı bir yürüyüş gerçekleştirebileceğine kesin inanç ve bu konuda sınır tanımamadır. İkincisi ise bu yürüyüşün en temel öğelerinden birinin kişinin kendisindeki yetmezliklerle, gerilik ve zaaflarla mücadele ve arınma olduğudur. Devrimcileşme bu yönde değişime kesin ve tam bir inancı, değişimin içeriğinin araç ve yöntemlerinin derinlikli biçimde açığa çıkarılmasını ve enerjik, cesur bir çabayı gerektirir. Bu bilinç ve pratik düzeyine her insan ulaşabilir, yeter ki, çaba ve emek harcasın, net bir irade koysun.
Toparlayacak olursak; devrimci eleştiri, gerçeklerin açığa çıkarılması ve devrimci tarzda dönüştürülmesinin yolunu aydınlatan en önemli silahlarımızdan biridir. Devrimci eleştiri, olguları, sorunları bütün boyutları ile ve derinliğine irdeleyek, onları bütünlüklü biçimde çözümleme, temel olanı öne çıkarma, gerici olanı aşma çabasıdır.
Sınıfsız topluma yönelmiş bir toplumsal devrim hareketi olan devrimci sosyalist hareket ve kadrolarının pratiği devrimci eleştiri zeminine dayandığı ölçüde hedefe ulaşır. Toplumsal devrim sürecinin en temel ve en önemli halkalarından birini ise devrimci hareketin ve kadrolarının, emekçilerin, yoldaşlarının ve kendilerinin gerçekliğini devrimci eleştiri zemininde çözümleyebilmesi, ilerici ve geri-zayıf yanları açığa çıkarıp geri yanları aşmak için cepheden ve açık bir mücadele iradesi ve pratiği yaratması oluşturuyor.
Devrimci örgüt ve kadrolarının, sorunları, olguları ele alışta her zaman devrimci eleştiri zeminine ulaşamadıkları, burjuva ideolojisinin ve yaşam tarzının saflardaki etkileri tümüyle aşılmadığı için eksikli, önyargılı sekter ya da uzlaşmacı eleştiri tarzının zaman zaman değerlendirmelerde egemen olduğu görülüyor.
Günümüzde devrimci güçlerin emekçilerle çok yönlü ve derinlikli, istikrarlı ilişkiler kuramadıkları, mücadele ile az-çok ilişkisi olan herkes için açık olan bir gerçek. Bu sıkıntı ve açmazların yaşanmasında bu yazıda özel olarak vurgulanan, devrimci örgüt ve kadroların emekçileri, yoldaşlarını ve kendi gerçeklerini devrimci eleştiri zemininde çözümleyememelerinin ve geri yanlara, unsurlara cepheden tavır alarak mücadele etme yerine uzlaşmalarının önemli payı bulunuyor.
Devrimci hareket ve devrimci militanlar bu gerçeği kavradıkları ve devrimci eleştiriyi bir düşünme ve yaşam tarzı olarak özümsedikleri ölçüde güçlü kişilikler ve güçlü bir devrimci hareket ortaya çıkacaktır.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul