Türkiye
Nihayet ISAF Komutasında
Kaç Koyup Kaç Alınacak?
N. Yağmur
|
11 Eylül eyleminin ardından başlatılan tarihin en büyük
emperyalist operasyonlarından biri, Usame Bin Ladin’i
yakalama amacına ulaşamamış olsa da teknik olarak artık
büyük ölçüde sonuçlanmış görünüyor. Esasen Ladin’in
yakalanmasının, operasyonun “görüntüsel hedefi” olduğu
da bugünlerde pek gizlenmiyor. Gerçek amacı bütün dünya
halklarına gözdağı vermek ve sistemin yıpranan gücünü
onarmak olan işgal operasyonu, savaş kavramını tam da
Clausewitz’i doğrular biçimde “politikanın bir biçimi”
olarak önümüze koymuş bulunuyor.
Saldırının bu genel-evrensel amacının yanında, Afganistan
ölçeğindeki sonuçları da bugünlerde artık netleşmeye
başladı. İşgalin en başından beri hiç gizlenmeyen kukla-işbirlikçi
rejim arzusu, emperyalist orduların askeri olarak duruma
az çok hakim olmaya başladığı andan itibaren zaten kendi
somut biçimlerini almaya başlamıştı. Afganistan toprağında
ne kadar savaş ağası, aşiret zorbası, kerameti kendinden
menkul “general”, şah eskisi ve tecavüzcü-hırsız-yağmacı
varsa, ABD uşaklığını kabul etmeleri koşuluyla bir araya
getiren emperyalist koalisyon, böylece bazı ham hayallerin
aksine “gericilikle mücadele” gibi bir derdinin de olmadığını
ilk ağızda kanıtladı.
Sonuçta oluşan hükümetin birbirine bir çay içimi süresince
tahammül edemeyecek çetebaşlarından oluşması da zaten
ABD için bir sakınca teşkil etmiyor; çünkü emperyalist
kamp açısından sorun Afganistan’da bir istikrar ve gelişme
yaratmak değil, bölgenin genel olarak denetim altında
tutulmasıdır. Nasıl ve kimin aracılığıyla olursa olsun,
kaç yoksul insanın ölümüne mal olursa olsun bölgenin
denetimi emperyalizmin asli sorunudur.
“Çadır Tiyatrosu: Loya Jirga”
Bu sözlerin sahibi, neyin ne olduğunu bilecek kadar
“içerden” biri: Geçici Hükümetin Kadından Sorumlu Bakanı
Sema Samar... Loya Jirga’nın daha ilk gününde “bu seçim
filan değil, tiyatro oyunu” diyen Samar, aslında ABD
işgalindeki Afganistan’ın bir siyasi portresini de çıkarmış
oluyor.
Loya Jirga, Büyük Şura anlamına geliyor. Kökeni bin
yıl öncesine, ta Gazneli Devleti’ne dek uzanan bu çadır
tipi parlamento, sözcüğün tam anlamıyla feodal bir ağalar
meclisi. Bin yıldır Afganistan’la ilgili bütün kritik
kararları alan Loya Jirga, son yüzyıllardaki Şahların
seçimini de gerçekleştiren kurum; bir vakitler ülkeden
kovalanan ve son işgalden sonra Kabil’e dönen Zahir
Şah’ın da bu kurum tarafından seçildiği biliniyor. ABD
tarafından “Demokrasi Platformu” diye göklere çıkarılan
Loya Jirga’nın geçtiğimiz ay hükümeti seçmek için yaptığı
toplantı ise herhalde bin yıldır yapılan bütün toplantıların
en kirli ve sefil olanıydı. Tam da eski Türk filmlerinin
reklamlarında dendiği gibi: İhtiras, nefret, cinayet,
dehşet... Bir başka açıdan bakıldığında ise dörtbaşı
mamur bir komedi. Daha haftalar öncesinden başlayan
delege öldürmeler, rüşvet pazarlıkları, entrikalar ve
silahlı çeteleriyle toplantı çadırını sık sık basan
savaş ağaları, bu komedinin başlıca sahnelerini oluşturuyordu.
Yoğun ABD baskısı ve rüşvet pazarlıkları arasında sonuçlanan
“seçimler”in sonucuysa, çok önceden belirlenmişti zaten:
Amerikan kuklası olduğundan kimsenin kuşku duymadığı
Karzai... Sefil Doğu halklarına “demokrasi götürmek”
için işgal ve katliamları göze alan emperyalist ittifak,
milyonlarca Afgan’ın kaderinin bir avuç eli silahlı
savaş ağası tarafından belirlenmesinde bir sakınca görmemişti!
Ortaya çıkan sonuçtan ve hükümetten herkesin memnun
olması ise zaten mümkün değildi. Bu şaklabanlar demokrasisinin
kendi içindeki unsurları bile memnun etmemesi doğaldı;
çünkü bu aynı zamanda bir çıkarlar ve hakimiyet alanları
savaşıydı.
Her Köşede Lejyonerlik
İşgal operasyonunun başladığı günden beri bir şekilde
işin içinde olmak için can atan ve Amerikancı haydut
çetelerinin toplantılarının yapılması için Ankara’yı
durmadan öneren ama pek de yüz bulamayan Türkiye oligarşisi,
nihayet muradına erdi. Uluslararası Güvenlik Destek
Gücü (ISAF) komutanlığı 20 Haziran’da resmen ve törenlerle
Türkiye tarafından devralındı. Medyada bir “dış politika
atağı” olarak sunulan bu devir-teslim işinin arka planı
artık sokaktaki sıradan insan tarafından bile biliniyor.
Bölge jandarmalığı için her fırsatta heveslenen Türkiye
oligarşisi, paralı askerliği neredeyse kendisine bir
geçim kapısı olarak belirlemiştir. Bu bakımdan Afganistan
macerası daha dünkü olaydır. Üç yıl önce, 1999’un Mart
ayında Star gazetesinin “gururla” ilan ettiği döküme
bakılırsa bölgede TSK’nın ayak basmadığı toprak parçası
yok gibidir. 1999 verilerine göre; İtalya’da bir F-16
filosu Bosna hava sahasını denetlemekte, Adriyatik’te
NATO bünyesindeki iki fırkateyn Sırbistan kuşatması
görevinde, Bosna’da yerleşik bir mekanize tugay bulunmakta,
Kuveyt’te Irak’ı gözetleyen heyette Türk subaylar yer
almakta, Filistin’de 18 subay, barış sürecini denetleyen
askeri heyette “görev” yapmakta, Gambiya’da bir jandarma
bölüğü, ülkenin jandarma gücünü eğitmekte, Gürcistan’da
uluslararası gözlemci heyet içinde 7 subay yer almakta,
Kuzey Irak’ta bir mekanize piyade bölüğü ve bir hava
keşif filosu bulunmakta, Arnavutluk’ta bir deniz piyade
birliği Arnavut donanmasını eğitmekte, Mali’de bir TSK
heyeti orduyu modernize etmekte ve nihayet Kıbrıs’ta
35 bin kişilik koca bir kolordu tutulmaktadır. Üstelik
bütün bu veriler, hem eski hem de son derece sınırlıdır.
Örneğin bütün Orta-Asya ülkelerindeki askeri faaliyet,
Somali trajedisi, sık sık Güney’e kaydırılan birlikler
ve kamuoyuna açıklanmayan gizli askeri anlaşmalar ve
faaliyetler bu verilerin içinde yer almamaktadır.
Daha da önemlisi, medyada açıklanmasına izin verilen
bu tür bilgiler, yalnızca ordunun legal bölümünü, yani
bilinen kuvvet komutanlıklarını kapsamaktadır. Devlet
mekanizmasının bunun dışındaki “özel” birimleri, bunların
çeşitli emperyalist merkezlerde aldığı özel eğitimler
ve bu eğitimin diğer yeni sömürgelere aktarılması, bunun
için yapılan uzman kaydırmaları ve ayrıca TSK okullarında
bu ülkelerden gelen öğrencilere yönelik verilen eğitimler
işin bir başka yanıdır. Şüphesiz bütün bunlara eklenmesi
gereken çok temel bir başka bilgi de İçişleri Bakanlığı’nın
özellikle ABD ile birlikte yürüttüğü özel tim eğitimleridir.
Bu konularla ilgili bilgiler doğal olarak kamuoyuna
çok sık yansımamakta, bizim “mehmetçik medya”nın kurcalamayı
uygun bulmadığı böylesi operasyonlar hakkında bazen
Batı basınında yayınlanan raporlardan bilgi sızmaktadır.
1998 yılının Temmuz ayında Washington Post’un yayınladığı
ve bizim Milliyet’te küçük bir özet olarak yer bulan
haber bunun iyi bir örneğidir. Haberde, Latin Amerika
başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde sürdürülen
operasyonlar sıralanırken, 1997 yılında Türkiye’de yapılan
bir bilgi-dışı tatbikat da anlatılmakta ve bu tatbikatın
ABD ordusunun “Donanma Özel Savaş Birimi 2” diye anılan
timi ile “güneydoğudaki operasyonlardan sorumlu Türk
timleri”nin işbirliğiyle Isparta-Eğridir komando kampında
yapıldığı belirtilmektedir. (13.7.98- Milliyet)
Adam Başına Altı Aylık Ücret:
162 bin 857 dolar...
Bu kez Afganistan’da başlayan ve altı ay sürecek olan
ISAF macerası ise bütün bunların en kapsamlı olanlarından
biridir. Özal’dan kalma “bir koyup üç alma” perspektifine
uygun davranan hükümet, ISAF komutanlığı için aylarca
çaba göstermiş, bütün emperyalist efendilere dil dökmüş
ve sonuçta aslında kimsenin de pek istemediği bu kelepir
komutanlık koparılmıştır.
Üstelik bütün bu işgüzarlığın maddi bir karşılığı olacağı
da kamuoyundan hiç gizlenmemiştir. Halepçe mağdurlarına
BM’den gönderilen paralarla İstanbul’a karakol yapmayı
ya da uluslararası deprem yardımıyla bütçe açığı kapatmayı
zaten alışkanlık edinmiş olan Türkiye hükümetleri, bu
kez de Afganistan macerası yoluyla emperyalist merkezlerden
para koparmak niyetindedir. Gerçi, Güvenlik Konseyi’nin
konuyla ilgili kararında ISAF katılımcılarının Afganistan
masraflarını “kendi cebinden” yapması öngörülmektedir
ama öte yandan Türkiye, ABD’den 228 milyon dolarlık
yardım sözü almıştır. Henüz Kongre’de oyalanan bu yardım
miktarı, Afganistan’daki toplam 1400 askere bölündüğünde
ortaya çıkan 162 bin dolar gibi komik bir rakamdır.
Bu paraya karşılık ISAF birliğinin yapması gereken görevler
ise çoğu imkânsız denecek kadar ağır işlerdir. Örneğin
Afganistan gibi dişinden tırnağına silahlı bir savaş
ağaları cennetini “silahsızlandırmak” Türk birliğinin
“görevleri” arasında sayılmaktadır. “Güvenlik Sektör
Reformu” diye anılan garip bir görevin ise ne olduğu
belli değildir. Bu arada Taliban döneminden kalan askerlerin
“normal hayata döndürülmesi” gibi son derece “sivil
toplumcu” bir görev de ISAF belgelerinde sayılmakta
ve komedi uç noktalara vardırılmaktadır. Ama herhalde
bütün bu görevlerin en komiği hükümet üyesi olan bütün
general bozuntularının gırtlaklarına dek uyuşturucu
ticaretine boğuldukları Afganistan’da “uyuşturucu kaçakçılığının
önlenmesi”yle ilgili olanıdır.
Şüphesiz bunların hiçbiri ISAF’ın “görev”i değildir
ve hepsi de göstermelik işlerden ibarettir. ISAF’ın
ve dolayısıyla Türk ordusunun Afganistan’daki tek görevi,
ülkedeki ABD işgalinin devamını sağlamak, bu işgalin
politik formu olan kukla hükümetin ayakta kalmasını
sağlamaktır. Üstelik bu, son derece riyakâr bir karşılıklı
anlaşma üzerinden yapılmaktadır.
Örneğin, Washington Post’un geçtiğimiz günlerdeki bir
haberine göre, emperyalist koalisyon üyeleri, Afganistan’daki
kendi askeri ve sivil personellerini Uluslararası Suç
Mahkemesi’nin (ICC) yetki alanından çıkarmak için Geçici
Afgan Hükümeti ile özel anlaşmalar yapmaktadırlar. ISAF’a
katılan 19 ülke adına yapılan anlaşmaya göre hiçbir
ISAF personeli bağlı bulunduğu ülkenin açık onayı olmaksızın
ICC’ye verilemeyecektir. Böylece işgal ordularıyla kukla
hükümet arasındaki utanç verici uyum da gözler önüne
serilmektedir.
Bölge gücü mü? İşgüzarlık mı?
Görüldüğü gibi Türkiye, işgal operasyonunda hayli aktif
bir rol üstlenmektedir. Ve daha da önemlisi, gelecek
altı ay için bu sıkıntılı işi devralmak isteyen kimse
olmadığı için komutanlığın Türkiye’nin sırtında kalma
ihtimali de vardır. Bütün bu “atak” davranışlardan hareketle
solda, Türkiye’yi yeni-sömürge konumundan sıçratarak
“bağımsız bölge devleti” ya da “emperyalist ülke” yapmaya
heveslenenler ise o kadar aceleci olmamalıdırlar. Mevcut
dünya sisteminin ve emperyalist çıkarların çerçevesinde
yapılan bölgesel “atak”ları ya da Irak konusunda olduğu
gibi gösterilen nazlı tavırları, politik bir değerlendirmenin
konusu yapmak, doğru değildir; şüphesiz mesele 228 milyon
dolar gibi bir ucuzluğa sığdırılamayacak kadar kapsamlıdır.
ISAF’a katılmak, onun komutasını almakta gösterilen
ısrar da Türkiye oligarşisinin bölge manzarasında kazanmak
istediği rollerle ilgilidir. Ama bu, zaten emperyalizmin
yeni dönem politikaları içinde bir yere oturmaktadır;
yani geçmişe göre daha da derinleştirilmiş bir bağımlılık
ilişkisine çekilerek kısmen rütbesi yükseltilen belli
başlı yeni-sömürgeler, kendi bölgelerinde emperyalizmin
taşeronu olarak çalışmakta ve böylece haydutluk operasyonlarının
katılım zemini genişletilmektedir. Zaten emperyalist
merkezler tarafından eğitilen ve ortak tatbikatlarla
yetiştirilen bu güçler, sonuçta hangi üniformayı taşırlarsa
taşısınlar, bulundukları yerde fiilen ABD askeri olarak
konumlanmaktadırlar; hem savundukları çıkarlar bakımından
hem de eğitimleri sırasında almış oldukları politik
gıda bakımından... Elbette bu tür bir ilişkiden taşeronun
payına da belli çıkarlar düşmektedir ama sonuçta bu
pay, emperyalist anlamda bir pay değil, bölge çıkarlarının
kırıntılarıdır.
Sonuç olarak Türkiye, Kore dağlarında başlattığı macerasını
Afganistan’da devam ettiriyor ve bu politika gelecekte
de devam edecek gibi görünüyor. Bu yönelim karşısında
devrimcilere düşen ise artık basit anlamda savaş aleyhtarlığı
değil, tutarlı bir anti-emperyalizm çizgisinin yükseltilmesidir.
Genel anlamda sorunun gerçek çözüm noktası ise, şüphesiz
Ortadoğu ve Kafkasları da kapsayan geniş bir çember
üzerinde oluşturulması gereken devrimci dayanışma çerçevesinde
aranmalıdır.
|