Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

K. Tutkun

AB üyeliği... Niye şimdi?
Son dönemde geleneksel Türk politikacısının gelgeç heveslerinden olmaktan çıkarak ciddi bir “milli mesele” haline gelen AB üyeliği sorunu, sol çevrelerde de yoğun biçimde tartışılmaya devam ediyor. Daha doğrusu, aslında bu konuda yanlış sorular üzerinden başlayan tuhaf bir tartışma yürütülüyor; adeta bu işin taşeronluğunu ele almış bulunan bir grup insan, “Avrupalı olmanın faziletleri”ni gitgide daha abartılı “kanıt”larla kafamıza kafamıza vururken, bir “ölüm-kalım meselesi”yle karşı karşıya olduğumuzu iddia ederek bizi korkutmaya çalışıyor ve bu konuda yalnızca “evet” ya da “hayır” kelimelerine mahkum olmamızı istiyor. Neredeyse “aptal mısın akıllı mısın”a yaklaşan bir ses tonuyla “AB’ye karşı mısın değil misin” sorusu hiç ara vermeksizin ortalığa atılıyor ve herkesin hizasını bu soruya göre ayarlaması talep ediliyor.
Bu soruyla ilgileneceğiz. Ama daha önce işe başka bir yerden, asıl çözücü olduğuna inandığımız sorudan başlamak istiyoruz.
Gerçekten de... Şu malum “Kıbrıs Sorunu”na benzer biçimde 40 yılı aşkın süredir arasıra şöyle bir tartışılıp geçilen “Avrupa sorunu” niye şimdi bu kadar ciddiye bindi? Bir vakitler uzak mı uzak bir ihtimal olarak üzerinde durulmayan bu sorun nasıl oldu da şimdi ülke politikasının düğüm noktası haline gelerek “solun zekâsının da sınandığı” bir mihenk taşı oluverdi?
Oysa, Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasının yeni olmadığı biliniyor. Bu macera, neredeyse Avrupa Birliği fikrinin kendisi kadar eskidir. Bugün isim olarak AB, kulağımıza yeni gibi gelse de aslında Avrupalı emperyalist güçlerin kökü ta yüzyılın başına dek uzanan eski düşüdür. Ama uzun süre yalnızca bir düş olarak kalmıştır. Birinci paylaşım savaşının sonuçlarının tetiklediği derin düşmanlıklarla parçalanmış olan Avrupa, 40’larda yeniden kan ve barut dumanlarına boğulduğunda ve sonuçta büyük bir yorgunlukla birlikte sosyalist sistemi de doğurarak boylu boyunca çöktüğünde, yeniden uyanan bir düş...
II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra bu yönde oluşan güçlü eğilim ise sonradan gösterilmek istendiği gibi bir “akıllanma”nın eseri değildir. Olgu, paylaşım hırsının azalmasından çok dünyanın yeni dengeleri ve tehlikeleriyle ilgilidir. Bu bakımdan, 6 devletin katıldığı Avrupa Çelik ve Kömür Birliği’yle temeli atılan ilk adımların daha sonradan Avrupalı emperyalist güçlerin genel bir koalisyonuna dönüşmesi ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) kuruluşuna dek uzanan süreç, (Uzakdoğu ayağı ile birlikte düşünüldüğünde) aynı zamanda emperyalistler arası çelişkilerin çağdaş tarihini oluşturur. İki paylaşım savaşının sosyalizmi yaygınlaştıran sonuçlarından sonra, III. Bunalım Dönemi’nin sabit dünya dengelerine bağlı olarak emperyalistler arası çelişkilerin bir yandan keskinleşirken diğer yandan doğrudan paylaşım savaşına dönüşemeyişi, daha çok bölgesel hesaplaşmaları ya da sistem kurumlarındaki (BM, IMF, NATO, vb..) etkinlik çatışmalarını öne çıkarmış, Avrupa Birliği düşü de böyle bir çözümsüz çelişki içersinde anlam ifade etmiştir. AET, bu bakımdan 1914’ün ve 1940’ın bilinen kamplaşmalarından sonra oluşmuş (şüphesiz bu örneklere benzemeyen türden) en net rekabet kurumsallığıdır. Gerçi 45-90 dönemi boyunca bütün çalkantılara rağmen emperyalist sistem içindeki ABD ağırlığı hep devam etmiş ve AET’nin simgelediği kanat her zaman belli bir ürkekliğe mahkum olmuştur; ama en azından Avrupalı emperyalist ülkelerin kendilerini tahkim etme aracı olarak bir anlam ifade etmiştir. Belirtmeye gerek var mı bilmiyoruz; bütün bunların iddia edildiği gibi “demokrasi”yle de “insan hakları”yla da bir ilgisi yoktur; karşımızdaki olgu, düpedüz dünyanın paylaşılmasına ilişkin çelişkilerin bir ürünüdür.
Sürecin ta en başındanberi açıkça ABD emperyalizminin koltuk altında varlığını sürdüren Türkiye oligarşisi ise, bu dönemde bir yandan kaderini genel olarak emperyalist batıya bağlamakta çok net iken diğer taraftan “jandarma çavuşluğu” görevinin sağladığı avantajlardan, çarpık tekelleşmeye yol açan bu tek yönlü bağımlılık biçiminden hoşnuttur. Esasen bu bir “tercih” değil, yeni-sömürgeleşme süreci boyunca gelişen ilişkinin kendi özelliğidir. Gerçi ta 1949’lardan beri üyelik hevesi ve başvuruları vardır ama 1963 Ankara Antlaşması’yla başlayan ilişkilerin ve sonra 1973’teki “Katma Protokol” ile “Geçiş Süreci”nin başlatılmasının, üyelik bakımından güçlü işaretler olduğu söylenemez. Sürecin iniş çıkışları, yapılan-reddedilen başvurular, vb... de esasen iddia edildiği gibi “demokrasi” sorunuyla ya da dinsel motiflerle ilgili değildir. Sözü edilen dönemde belli bir düzene oturmuş bulunan emperyalist sistem ve onun yeni-sömürgeleştirilmiş parçası Türkiye bakımından böyle bir yakıcı ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla geçmişle ilgili olarak “kaçırılmış trenler”den bahsedilmesi de aptalcadır; ortada kaçan tren filan yoktur, hatta istasyon bile yoktur. Henüz yalnızca “göçmen işçi” trenlerini törenlerle karşılamakla meşgul olan Avrupalı emperyalistler açısından da bu olasılık çok uzak geleceği bile içermeyen bir fantaziden ibarettir. Konuyla ilgili biraz daha ciddiye alınabilecek gelişmeler ise 1990’lı yıllarda önümüze çıkar, ki 1995’teki Gümrük Birliği süreci bunlardan biridir.

90’ların Sırrı ve Yeni Durum
Konuyu bugünkü ciddiyet noktasına taşıyan olgu, hiç kuşku yok ki 1990’larda reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte başlayan emperyalizmin yeni süreci ve bu sürecin Türkiye’de 1980’lerde başlatılan restorasyonun sonuçlarına denk düşmesidir.
Sosyalist Barikat’ın ilk sayısında özet halinde açıklamaya çalıştığımız bu yeni süreç, sömürü ilişkilerinden emperyalistler arası çelişkilere ve kapitalist üretimin örgütlenişine dek bir çok alanda kapsamlı değişikliklere yol açarken, yeni-sömürgeler dünyasında da önemli dönüşümleri beraberinde getirmiştir. Bugün artık daha net biçimde görülebildiği gibi, 90’lar sonrasındaki süreç, yeni sömürgeci ilişkilerde belli bir “katmanlaştırma” operasyonu biçiminde gelişmiş, yeni-sömürge ülkelerin bir bölümünde daha 80’lerde başlatılan restorasyon, olgunlaştırılarak tamamlanmıştır.
Bu süreç boyunca emperyalizm, sermaye dolaşımının dünya yüzeyine yayılmasının riskli avantajını, monetarist politikalarla birleştirerek bütün zamanların en geniş ve en kritik sermaye ihracı düzenini kurmuştur. Klasik kapitalist üretim düzeninin normal ölçülerini zorlayarak ülkelerin toplam üretimini onlarca kat aşan bir finans hareketiyle kendini yürüten bu düzen, sermaye ihracının elemanları arasındaki oranları yeniden değiştirmiş ve kâr oranının yüksek olduğu her alana hangi risk oranını taşırsa taşısın hızla kayan ve aynı hızla geri çekilebilen sıcak bir akış yaratmıştır. Bu, içinde emperyalist bir soygunun gerçekleştiği bütün iktisadi sınırlarının delik deşik edilmesi, ulusal sınırları aşan bir sermaye akışkanlığının yaratılması ve emek hırsızlığının “küreselleşmesi”anlamına gelmiştir. Böylece geçmişte “ithal ikameci” modele uygun olarak kurulmuş bulunan “ortak sanayi ve ticaret kurumları” düzeninin nisbeten içe kapalı sistemleri parçalanmış, geri bıraktırılmış ülke ekonomileri dünya finans zincirine daha köklü bağlarla bağlanmıştır. Uluslararası mali sermayenin olağanüstü düzeyde merkezileştiği ve organize olduğu koşullarda bu bağlanma, artık bütün titreşimlerin her köşede hissedildiği bir düzen yaratmış, bütün sistemin aynı “fay hattı” üzerine kurulmuş olması anlamına gelmiştir.
Bu arada yeni-sömürge ülkelerin birikim bakımından en uygun olanları, bölgesel planda -politik çerçevesi de olan- yeni rollere yöneltilmiş, eski “ileri karakollar” sermaye akışının sıçrama tahtaları olarak da konumlanmışlardır. Bu ülkelerde, başlangıçta burjuvazinin en maceracı kesimlerine özgü bir tür kumarbazlıkmış gibi görünen söz konusu faaliyet, giderek öteden beri yeni-sömürgeci ilişkilerin taşıyıcılığını üstlenmiş bulunan klasik tekellere de sirayet etmiş ve geri bıraktırılmış ülkelerin ekonomileri tam bir bataklık haline gelmiştir. Kısaca söylendiğinde, bu durum, bağımlılığı geçmişe oranla daha da kapsamlı ve derin hale getiren, geri bıraktırılmış ülkelerin ekonomilerini daha doğrudan bir biçimde uluslararası finans sistemine bağlayan ve en küçük bir aykırı davranışı imkânsızlaştıran bir düzendir. Bu ise II. Paylaşım Savaşı sonrasında başlayan “kaba sömürgeciliğin tasfiyesi” sürecinin artık bütünüyle tamamlanmış olduğu anlamına gelmektedir.

“Derinleştirilmiş” Yeni Sömürgecilik
Bu yeni bağımlılık biçiminin politik çerçevesi ise yeni-sömürgeciliğin bilinen tarzından daha kapsamlıdır; daha doğrusu o tarzın geliştirilmiş bir biçimidir. Denilebilir ki, böylece, emperyalizmin yeni-sömürge ülke yönetiminde bir “içsel olgu” olması hali, yani işgalin gizlenerek ülkenin “bağımsız”mış gibi görünmesi biçiminde tanımlanan durum, bu tanımın bütün mantıki sonuçlarına dek ulaşmıştır. “Emperyalizmin yerli işbirlikçileri” diye tanımlanan güçler, bu konumlarından bir adım öteye geçerek, yanılsamalı bir biçimde kendilerini “sistemin parçası” sayma noktasına ulaşmışlar, böylece emperyalist ilişki, ipin ucu kaçmadıkça özel bir yönlendirme gerektirmeyecek kadar sağlamlaşmış, tam anlamıyla “içerde” bir olgu haline dönüşmüştür.
Bu, özellikle Türkiye gibi ülkeler bakımından, oligarşik blokun ve onun pratik siyasi tezahürü olan politik kurum ve kadroların artık özel manipülasyon gerektirmeyecek ölçüde sisteme bağlanması, böylece daha “bağımsız” gibi görünen bir noktadan daha köklü bir işgalin inşa edilmesi anlamına gelmiştir. Üstelik bu kez, 1960’lardan farklı olarak, global düzeydeki haydutluk örnekleriyle desteklenen bir dehşet ortamında kitleler üzerinde de bir ideolojik hegemonya yaratılmış, emperyalist sistem dışında bir hayatın mümkün olmadığı ve olamayacağı zihinlere yerleştirilirken, bilinen anlamıyla anti-emperyalist tepki neredeyse sıfır noktasına çekilmiştir. Emperyalist işleyiş, ilk kez bu kadar açıkça reel bir olgu olarak kitlelerin kafasına yerleşmiş, onun dışında bir davranışın mümkün olmadığı, olsa da kolayca ezileceği düşüncesi, bugünkü durumun bir “bağımlılık”tan çok “bağımlı olmaya mecburiyet” olduğu fikrine yol açmıştır. Sonuçta ortaya çıkansa, 60’lı yıllardakine görünüm bakımından benzemeyen, “aynı gemide olma” yanılsamasına daha çok dayanan “derinleştirilmiş” bir bağımlılık anlayışıdır ki, bu, M. Çayan’ın “içsel olgu” saptamasının bir adım ötesi, onun vücut bulmuş halidir.
Başka bir deyişle, geri bıraktırılmış ülke oligarşisinin çıkarlarıyla emperyalistlerin çıkarları tek bir finans ağı üzerinden bu ölçüde içiçe geçtiğinde, zaman zaman alınan ekonomik/politik kararların tamamen “bağımsız”mış gibi göründüğü bir durum ortaya çıkmıştır. Bu arada emperyalist metropollerin bölgesel ihtiyaçlarını karşılamanın önemini ve avantajlarını farkeden oligarşilerin zaman zaman dünya düzeninin esaslarına ilişkin olmayan konularda yapabildikleri -yapmalarına katlanılan- çıkışlar da aynı yanılsamayı güçlendirmiş, aynı süreçte geliştirilen “emperyalist kurumları genişletme” projeleri de bu amaca hizmet ederken böylece hem zenginler kulübünü “demokratikleştirme” yalanı desteklenmiş hem de “herkesin aynı gemide olduğu” yanılsaması güçlendirilmiştir. Emperyalist terminolojide “eksen ülkeler” tanımıyla onore edilen bu kategorideki yeni-sömürgeler sürecin asli unsurları olurken, “en alttakiler” ise tamamen çukura doğru itilmiş, onlar açısından zaman zaman klasik sömürgeci uygulamalara çok yakınlaşan doğrudan müdahaleler genel bir çizgi haline getirilmiştir. G-7 diye bilinen emperyalist kulübe yapılan G-20 eklentisiyle geri-bıraktırılmış ülkelerden en irilerinin “hademe” sıfatıyla da olsa “sürece dahil edilmesi”, AB’nin kısmi genişlemesiyle bazı eski sosyalist ülkelerin “uygar uluslar” arasına kabulü girişimleri ve NATO’daki genişleme/konsept değiştirme eğilimi, hep aynı sürecin bir taşla çok kuş vuran uygulamalarıdır.

“Pilot Ülke” Türkiye
Türkiye’nin özgün gelişimi de bu süreçlerin tipik olgularını yansıtır. Daha doğrusu, emperyalist sistemin her yeni konseptinin “pilot ülke”si olmak, tarih boyunca adeta Türkiye’nin kaderi ve rolü gibidir. Örneğin 1945-50’lerde ABD’nin anti-komünist stratejisi içinde de jeopolitik olarak belli bir konuma oturan Türkiye’nin savaş sonrasında hemen Marshall planları ve NATO kapsamına dahil edilmesi bu bakımlardan şaşırtıcı değildir. 1980’lerdeki Friedmancı politikaların da ilk kez Şili’yle birlikte Türkiye’de uygulanması rastlantı sayılamaz, vb...
Aslında, klasik sömürge ülkelerin “bağımsızlaştırılarak” emperyalist sistem içinde soğurulması yolundan ilerleyen alışılmış yeni-sömürgeci yöntem, Türkiye örneğinde ta başından beri değişik bir anlam ifade etmiş; az çok mevcut olan bir kapitalist birikimin dünya kapitalizmiyle bütünleştirilmesi sürecin karakteristik unsuru olmuştur. Cumhuriyetin tartışma götürmez bir burjuva niteliğe sahip olan ilk 30 yıllık sürecinde her zaman var olan emperyalist bağımlılık ilişkileri, belli bir noktadan itibaren yarattığı bütün birikimle birlikte emperyalizmin yeni tahakküm ilişkilerine angaje edilmiş, devlet eliyle kurulmuş işletmelerin sağladığı hammadde ve finansman olanakları hızla emperyalist ithal ikameci sisteme entegre edilmiştir. Sonuçta, Türkiye bakımından bir tür “kalkınma hamlesi” gibi görünen çarpık-bağımlı kapitalistleşme, en az kendisi kadar çarpık bir tekelleşme olgusunu yaratmış, tipik bir pazar genişlemesi süreci yaşanmıştır. Bu gelişme, gelişkin kapitalist ülkelerdeki klasik süreci izlemeyen, yani serbest rekabet koşullarında yaratılmış bir birikime ve sermayenin bilinen yollardan temerküzüne değil de, korunma esasına dayanan bir tekelleşmenin de önünü açmıştır.
Öte yandan bu süreç, toprak düzeninde ciddi ve radikal bir demokratik çözücülük yerine kapitalist ilişkilerin tedrici yayılması yoluyla gelişmiş, bir yandan feodal ilişkilerin en güçlü odaklarıyla politik iktidarı kısmen paylaşan ya da en azından doğrudan karşısına almayan tekelci burjuvazi ve emperyalizm bir yandan da tarımdaki birikimi sanayiye çekmenin kademeli yollarını bulmuştur.
Bu arada, yeni sömürgeci kapitalist kalkınma hamlesi, ilk gelişme yılları boyunca ülkenin bir “şantiye” haline gelmesine yol açmış, ne kadar soluksuz ve çarpık olursa olsun bir kapitalist sanayileşme yaratmış, işçi sınıfının sayısında ve merkezileşmesinde büyük bir gelişme yaratmıştır. Orta ölçekli sanayi bölgeleri ve işçi havzalarının oluşması bu döneme rastgelmiş, hastalıklı bir kentleşme, yalnızca fiziksel değil kültürel-sosyal sonuçlarıyla da sürecin karakteristik görüngüsü olmuştur. Bu noktadan sonra, varoşlarla kuşatılmış metropol kentler ve onun kültürel formları Türkiye gerçeğinin ayrılmaz parçaları olmuştur.
Böylesi bir süreçte emperyalizm, yeni-sömürgecilik düzeninin mantığı içersinde kendini doğrudan yönetici konumdan kısmen geriye çekerek ülkedeki oligarşik yönetimin “içinde” bir pozisyon kazanmış, hakim politik blok, emperyalizmin de içinde bulunduğu ve esas olarak işbirlikçi tekelci burjuvazinin hegemonyasında olmakla birlikte toprak ağaları ve büyük tüccarları da kapsayan bir oligarşi biçiminde oluşmuştur. Bu oligarşik yönetim, yapısal zaaflarından ve her dönemeçte belirip bastırılan iç çelişkilerinden kaynaklanan güçsüzlüğü nedeniyle kendisini her zaman bir faşist diktatörlük biçiminde ortaya koymuştur.

Değişimin ön ve arka yüzü
Kısaca bu karakteristik çizgilerle anlatılabilecek olan yeni sömürge düzeni, şüphesiz kendi içinde sınırları ve tıkanma noktaları olan bir işleyiştir ve esas özelliği emperyalizme bağımlılık olan bu düzen, uluslararası dalgalanmaların darbelerine açıktır.
Türkiye’nin 1950’lerdeki yeni-sömürgeleşme süreci nasıl, 45 öncesi dönemin birikimine yaslandıysa, 90’lardaki yeni biçimleniş de birdenbire ortaya çıkmamış, 80 cuntası sonrasında yaratılan esaslı değişikliklerin ucuna eklenmiştir.
Artık tamamen tıkanmış olan ithal ikameci düzenin adım adım tasfiyesi ve onun yerine “ihracata dayalı model” adı altında yamalı bohçaya benzer bir karışıklığın konulması bu dönemin en belirgin girişimidir. Öte yandan, klasik (Fordist) üretim ve fabrika düzenini alt üst ederek esnek üretim ve ücret sistemlerini getiren uygulamalar, gerçek sonuçlarına bugünlerde varmış olsalar da esasen 83 sonrasında gündeme gelmişlerdir. Ayrıca, kökenleri cumhuriyetin ilk yıllarına dek giden ya da bazı hallerde safdil müslümanlıktan beslenen bütün ahlaki ölçüleri de sakatlayan yeni Özalist pragmatizm/ Sosyal Darwinizm, dönemin belirleyici ideolojik formu olarak süreçte etkili olmuş ve toplumsal deformasyonun en önemli ayağını oluşturmuştur. Hayali ihracat ve kumar, karapara, uyuşturucu ticareti gibi sektörleri bizzat destekleyerek geliştiren devlet, böylece her türden ahlaki sınırlamadan uzak, her türden rüşveti ve hırsızlığı mubah gören bir iş mantığının kapısını açmış, bu yolları zaman zaman ekonominin canlılığının yegane nedeni haline getirmiştir. Aynı süreçte yaşanan savaş da sanıldığı kadar büyük bir “kaynak israfı” anlamına gelmemiş, tam tersine korkunç büyüklükteki silahlanma ihaleleri ve kirli savaşın kirli rantları ekonominin bütünü açısından büyük girdiler olarak iş görmüştür.
Tarımda gerçek panaroması daha sonradan anlaşılan büyük değişiklikler de bu süreçte gerçekleşmiştir. 15 yıl boyunca devam eden savaş, sonuçta bölgedeki sınıfsal yapıda da önemli değişiklikler yaratmıştır. Savaşın feodal ekonomik birimler üzerindeki tahribatı, fiilen bir tasfiyeye dönüşmüş, süreç boyunca politik olarak konumlanmak zorunda kalan yarı-feodal unsurlar artık iktisadi güçleri ve yöresel politik etkinlikleri yoluyla sağladıkları baskı düzeyini kaybetmişlerdir. Daha doğrusu esasen yeni emperyalist iktisat politikaları yoluyla başlatılan “bütün kaynakların tekelci burjuvaziye aktarılması” operasyonu, savaş sürecinde hız kazanmış ve atıl biçimde bekleyen finansal miktarlar dolaşıma sokulmuştur. Ancak bu iktisadi gücün somut paraya ve kağıtlara dönüşerek sistemin işleyişine girmesi, ellerinde tuttukları bu güçle politik sürece ortak olan kesimlerin etkisini zayıflatmış, onları iktidar mekanizmalarının odak noktalarından tamamen uzaklaştırmıştır. Geçmişte tekelci burjuvazinin ezici üstünlüğüne karşın yine de şu ya da bu biçimde politik kararların alınmasında etki sahibi olabilen bu unsurlar yeni süreçte artık bu konumlarını da yitirmişlerdir. Bölgedeki tarım ve hayvancılığın fiilen sakatlanmış olmasıyla da birleşen bu gerçeklik, feodal kökenden kaynaklanan toprak ağalığını “savaş ağalığı”na çevirirken, çok kesin ve gözle görünür bir “rütbe düşüşü” yaratmış, oligarşi içindeki homojenleşmenin de temellerini atmıştır. Yeni süreçte Türkiye’deki kapitalist sömürünün örgütlenişi değişikliğe uğramış, emperyalist sermaye ihracının bileşimindeki değişikliklere paralel olarak ekonominin sektörleri yeniden harmanlanmıştır. Tekelci burjuvazinin geçmişten gelen klasik klanlarına ek olarak finans ve “hizmet” sektöründen yeni unsurlar devreye girmiş, yeni ekonomik politikaların nimetlerinden yararlanarak hızla büyüyen hırslı kesimlerden ayakta kalabilenleri de sürece dahil olmuştur. Bir yandan klasik aileler yeni duruma ayak uydururken diğer yandan da yeni unsurlar zaman zaman devlet marifetiyle törpülenmiş, böylece geçici de olsa oldukça sorunlu bir bütünlük yakalanabilmiştir.
Gelinen yeni noktada oligarşik diktatörlük, tam ve kesin biçimde tekelci burjuvazinin hegemonyasını ifade eder olmuştur. Düzenle artık “dışsal” değil doğrudan doğruya “içerden” bir ilişki kuran ordu ve büyük medya güçlerinin de dahil olduğu bu hakim blok, bugün ülke yönetiminin kesin sahibidir. “Devletin yeniden yapılandırılması” olarak tarif edilen durum da bu çerçeve içersinde bir anlam taşımaktadır. Düzen içi siyaset yapma biçimlerinin merkeze büzüştüğü ve tamamen aynılaştığı bir ortamda aslında cuntanın politik devamı sayılabilecek yarı-askeri bir yönetim tarzı, simgesini MGK’da bulacak biçimde inşa edilmiştir. Katmanlaştırma politikası sonucunda yeni bir statüye “yükseltilen” ve bölgeye yönelik yeni iktisadi-politik roller yüklenen Türkiye, böylece son derece yoğun ve derin bir emperyalist hegemonyanın nesnesi olmuştur. Özellikle Ortadoğu ve Kafkaslar açısından bu roller yalnızca çokuluslu şirketlerin taşeronluğu ya da yeni gelişen sektörlerin açılım noktaları açısından değil, politik ve ideolojik bakımdan da çok önemlidir. Reel sosyalizmin eski topraklarını sisteme dahil etme operasyonunun bir parçası olarak süreçte koç başı görevi üstlenen Türkiye, İsrail’le birlikte aynı zamanda bölgenin katliamcı askeri gücü olarak fonksiyon yüklenmektedir. Böylece geçmişteki nispeten basit anti-sovyetik rol, dönüşüme uğramış, Türkiye’nin tekelci burjuvazisi ve oligarşik diktatörlük salt bir maşa olmanın ötesinde dahil olduğu kulüple birlikte “kendi çıkarlarını” da koruyan bir konum kazanmıştır.
Emperyalist ilişkilerin doğrudan bir uzantısı olarak şekillenen oligarşi bakımından emperyalizm, hiçbir “dışsallık” içermemekte, sürecin adeta “doğal” bir unsuru olarak yönetimde yer almaktadır. Daha doğrusu, sistemle bütünleşmiş olan Türkiye’nin hakim güçlerinin esasa ilişkin kararlar ve politikalar belirlerlerken, emperyalist ilişkilerin bilinen parametrelerini uygulamakta, böylece (açıktan yapılan finansal müdahaleler dışında) bu hegemonik ilişki neredeyse yokmuş gibi görünmektedir. Yalnızca politik-askeri konulardaki resmi temasları ya da finansal reçeteleri veri almak bu ilişkiyi anlamak bakımından yetersizdir; çünkü bütün bu yüzeyin altında işler başka ve daha derin bir yoldan yürütülmekte, politik konseptler her şeyi belirlemektedir. Sözgelimi bir IMF anlaşmasını ya da herhangi bir emperyalist askeri operasyona katılma kararını veri almak gerçek durumun anlaşılmasını sağlamaz; çünkü bütün süreç aslında dünya finans merkezleriyle bütünleşmiş kadrolar tarafından yürütülmekte ve yine askeri-politik işbirliği resmi düzeylerin altında bir yerlerde fiilen her zaman devam etmektedir.1

“Kaybedecek zamanı” olmayan kim?
İşte 2000’li yıllarda AB kapısında duran Türkiye böyle bir Türkiye’dir. Bu Türkiye’nin AB’ne alınıp alınmayacağı üzerine kehanetlerde bulunmak, uzun uzun ihtimal hesapları yapmak niyetinde değiliz. Türkiye’nin AB üyeliğine alınmasının pek öyle bugün-yarın mümkün olmadığı şimdiden anlaşılıyor. Gerçi heves yok değil; içinde bulunulan “kritik nokta”yı sık sık hatırlatarak herkesi korkutan medya tekelleri, TÜSİAD başta olmak üzere bütün tekelci patronlar ve içinde sendikacıların da bol miktarda yer aldığı “sivil toplum temsilcileri” az çaba göstermiyorlar; hatta kararsızları hizaya sokmak için yaratılan suni borsa panikleri bile devreye sokuluyor. Artık el altından yapılan açıklamaları bile bir kenara bırakarak bizzat en rütbeli ağızlardan desteğini ifade eden ordu da elinden geleni yapıyor. Ama bölgeyi esasen kendi nüfuz alanı kapsamında gören ABD’nin adaylığı desteklediğini net olarak deklare etmesi bile henüz süreçte çok hızlı gelişmeler yaratmış değil. Geçtiğimiz günlerde yapılan Sevilla zirvesinden de çoğu eski sosyalist ülkelerden oluşan yeni katılımcılara yönelik yeşil ışıklar çıkarken, Türkiye için ciddi bir gelişme sağlanmış değil. En iyimser tarihler bile Türkiye’deki AB taşeronlarının düşlerini canlı tutmaktan uzak görünüyor.
Bütün bunların Türkiye’nin “demokrasi” ve “insan hakları” alanındaki eksiklerinden ya da MHP’nin direnişinden, parlamentonun tembelliğinden, vb.. kaynaklandığı iddiaları da oldukça tartışmalıdır. Bütün protokolleri bal gibi imzaladıktan sonra kendi tabanının “hassasiyetleri” üzerine oynayan MHP’nin türlü entrikalar çevirdiği doğru olsa da, bir adım ileri iki adım geri temposuyla yürüyen bu süreçte ekonomik/demografik faktörlerin yanında Türkiye-ABD bağlantısının ve başka bir çok unsurun etkili olduğu kesindir. Her ne olursa olsun, sonuçta, “kaybedecek zamanımız yok” çığlıkları atarak bizi “torunlarımızın laneti”yle korkutmaya çalışan liberal solcular ve “işçi sınıfı önderleri”nin(!) aksine karşı tarafın bol bol zamana sahip olduğu anlaşılmaktadır.

Yanlış Sorudan Doğru Yanıt Çıkmaz
Ancak, sonuçta, AB macerası kısa ve orta vadede nereye varırsa varsın Türkiye’nin emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde yeni ve daha derin bir konum kazandığı kesindir. Asıl buraya gelmek ve durumu bu nokta üzerinden ele alıp irdelemek gereklidir. Yaratılmak istenen bütün karmaşa bir yana, asıl önemli olan budur ve devrimcilerin acil görevi bu yeni konumu çözümleyerek somut müdahale biçimlerini yaratmak, yeni bir devrimci tarzı bunun üzerine inşa etmektir. “AB üyeliğinden yana mısın değil misin” kısırlığına sıkıştırılmış bir soru bu görevin yerine getirilmesi bakımından hiçbir anlam ifade etmez. Daha doğrusu bu soru, daha basit ama daha anlamlı bir başka soruyu beraberinde getirir:
Çok açık ve dürüstçe yanıtlanması gereken asıl soru şudur: Herhangi bir ülkede mücadele eden sosyalistler, üzerinde yaşadıkları toprak parçasında hakim olan iktisadi-politik gücün, şu ya da bu kapitalist blok ile nasıl ilişkiler kuracağı konusunda “taraf” olmak zorunda mıdırlar? Ya da daha genel bir ifade kullanırsak, sosyalistler, yaşadıkları ülkenin ezilen sınıflarını örgütleyip harekete geçirmekle değil de, egemen sınıflara akıl vermekle mi yükümlüdürler? Tuhaf görünebilir ama bugün gelinen saçmalık noktasında mesele tam da bu soruya gelip dayanmıştır.
Şu hepimizin anlayabileceği bir şeydir: Devrimciler, devamlı biçimde güncel ya da dönemsel çözümlemeler yaparak kendi yönelimlerini bu çözümlemeler eşliğinde düzenlerler. Şüphesiz bu sürekli performans, bölge ve dünyaya ait kapsamlı analizlerin yanında, sözkonusu ülkenin burjuvazisinin (ya da genel olarak hakim güçlerinin) eğilimlerinin kavranması çabasını da içerir. Devrimciler, bütün politik-iktisadi-sosyal gelişmeleri izleyerek, sözkonusu yeni olguların ezilen sınıflar ve devrimci hareket açısından ne gibi avantaj ya da dezavantajlar sağlayabileceğini anlamaya çalışırlar. Bu, düz bir haber takipçiliği de değildir; devrimci çözümleme, bir bakkalın kendi köşesinden yaptığı “iyilik-kötülük” değerlendirmelerinin içine sığmaz; o kendi işini özellikle tarihsel dönem belirlemeleri üzerinden yürütür. Dünya kapitalist sisteminin dönemsel eğilimleri ve özelliklerinin saptanmasından hareket eden devrimci çözümleme, önündeki somut olguya geldiğinde artık daha bütünlüklü ve açık bir zihinle yürür ve daha sistematik sonuçlara ulaşır. Sözgelimi özelleştirme olgusu, ufku kendi fabrikasıyla sınırlı olan işçi tarafından belki yalnızca sezgisel bir refleksle kavranabilirken, devrimci çözümleme, onu kapitalist sistemin yeni eğilimleriyle birlikte ele alarak değerlendirir ve kapsamlı bir müdahale tasarımına varır. Şüphesiz bu müdahale, her zaman çok belirgin, olguların yönünü değiştiren sonuçlara yol açmayabilir; çoğu kez her şey devrimci hareketin politik ve fiziksel gücüne bağlıdır. Ama zaten işin can alıcı noktası da burasıdır; oluşum süreçleri itibarıyla her zaman güçsüz ve kitlelerle buluşamamış durumda olan devrimci hareket, sağlam çözümlemelere dayanan müdahalelerle kendini büyütür ve güçlenir.
Belki tam bir örnek teşkil etmeyebilir ama seçimlerle ilgili tartışmalar da bazen böyle yanlar içerir. Yani siz herhangi bir genel ya da yerel seçimde sonuçları ciddi biçimde etkileyebilecek bir güce sahip olmayabilirsiniz; ama yine de özellikle seçim süreci ve sonuçları üzerinden politik saptamalar yaparsınız; şu ya da bu burjuva politik kadronun iktidara gelmesinin siyasal-sosyal ortamda ne gibi değişiklikler yaratacağını tartışır, özellikle ezilen sınıfların seçimdeki tutumlarını ele alarak sonuçlar çıkarırsınız. Eninde sonunda bu saptamalar o seçimlerle ilgili bir somut tutum ve slogana da yol açar ama o aşamada bundan daha önemlisi durumu kavramak ve uzun vadeli politik müdahale biçimleri/programlar için dersler çıkarmaktır. Eğer gerçekten doğru belirlemeler üzerinden yürüyerek doğru sonuçları çıkarıyorsanız ve devrimci tasarımınızı hayata geçirmek için yeterince güçlü bir politik iradeye sahipseniz, pek uzak olmayan bir gelecekte artık olguları da değiştirebilecek bir aşamaya varmanız mümkündür.
Tam bu noktada, “madem ki bugün ve şu anda sonuçları değiştirecek güce sahip değilim; öyleyse seçimlerle ilgili özel bir tutum almam da gerekmez” denilebilir ve şüphesiz bu bir ahmaklık olur. Çünkü devrimci hareket, genel stratejik planının yanında, hayata karşılıklar üreterek, bu karşılıkları genel planına bağlayarak ve her güncel olgudan uzun vadeli olana kan taşıyarak yürür.
Ama bundan daha büyük bir ahmaklık, “madem ki bugün ve şu anda sonuçları değiştirecek güce sahip değilim” diye söze başladıktan sonra, bundan otomatik olarak mevcut manzara içinden bir politik kadronun desteklenmesi sonucunu çıkarmaktır. Burada, devrimci hareketin herhangi bir andaki herhangi bir seçimde kendi dışındaki bir siyasi partiyi destekleyip desteklememesi ihtimalini tartışmıyoruz; belirli koşullar altında bu olabilir ya da olmayabilir, tartıştığımız şey, “madem gücümüz yok, öyleyse etkisiz eleman gibi ortalıkta durmaktansa bir tarafta yer alalım olsun bitsin” diyen anlayıştır.
“Sosyalistler Avrupa Birliği konusunda nasıl tutum almalıdır?” sorusu üzerine yapılan tartışma da her şeyden önce yöntem ve amaçlarla ilgili böyle bir sorun içermektedir. Yani, bu konudaki tartışma, esasen iktisadi-politik argümanlar ve çözümlemeler üzerinden değil, “düşünme biçimleri” ve bu düşünme biçimlerini neredeyse doğrudan koşullayan sınıfsal konumlar üzerinden yürümektedir. Daha açıkça söylersek, kapitalist sistemin 90’lardan itibaren içine girdiği yeni dönemi tam da emperyalist merkezlerin istediği gibi yorumlayan bir grup insan, “günümüzde ‘zayıf halka’ tezinin artık iflas ettiği ve devrimci iktidarların imkânsızlaştığı” düşüncesinden hareketle Türkiye ölçeğine gelmekte ve bu yerellikte de işçi sınıfının/ezilen katmanların iktidar elde etme kabiliyetini temelli olarak yitirmiş olduklarını saptamaktadır. Bu saptamanın doğal sonucuysa, Türkiye koşullarında devrimi hedefleyen bir örgütsel-politik çabanın boşuna olduğu, esasen toprağın da böyle bir çabayı desteklemediği tezidir. Öyleyse yapılması gereken, beyhude bir devrim fikrinin ardında meczuplar gibi dolanarak güçsüzlük içinde boğulmaktansa, ülkenin “demokratikleşmesi” için şimdilik en cazip seçenek olan AB konusunda taraf olmak, böylece burada, Türkiye toprağında “mevcut olmayan” toplumsal dönüşüm imkânını başka bir yerde aramaktır. Bütün bunları biliyoruz, zaten bu düşüncelerin sahipleri de artık çok gizli kapaklı imalarla konuşmuyorlar; büyük çoğunluğu “artık kaybedecek şeylere de sahip bulunan” sol entelektüellerden oluşan bu grup, sık sık önümüze çıkıyor ve hep aynı soruyu soruyor: “AB üyeliğinden yana mısınız değil misiniz?” Bu soruya olumsuz yanıt verirseniz eğer, ellerinde bu ihtimal için bulundurdukları kocaman bir çuval var ve faşistlerden dincilere dek herkesi koydukları bu çuval içinde “geleneksel solcular”a da bir yer ayırmış durumdalar.
Ancak, burada asıl önemli olan olgu, bütün şu yukarıda sıraladıklarımızın esasen “tez”ler ve “saptamalar” olmadığı, daha doğrusu ortaya konulan düşünme tarzının “tez”lere ve “saptama”lara dayanmadığıdır. Daha doğrusu, “bir tezi kimin öne sürdüğü değil, tezin içeriği önemlidir” biçimindeki temel bilimsel kural (ki marksistler genel olarak bu kurala uymalıdırlar) bu tartışma bakımından tersine dönmüştür. Çünkü yukarıdaki düşünme tarzı, bütün sahte argümanların ötesindeki bir şeye, bu düşünce sahiplerinin zaten inşa etmiş bulundukları yaşam tarzlarına ve sınıfsal konumlanışlarına dayanmakta, kaynağını oradan almaktadır. Mevcut sınıfsal konumlanış “kendisine uygun” bir “sosyalistlik-solculuk” biçimine yol açmakta ve ancak daha sonra bu “solculuk” türü, olguların içinden kendi “kanıt”larını arayıp bularak karşımıza “tez”ler biçiminde çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında geçmişte “sosyalist devrim” adına herkeslere tafra yapan Sadun Aren’le eski Devrimci Yol kadrolarının aynı saflarda buluşması sürpriz olmamaktadır. Kolayca anlaşılacağı gibi, artık burada sorun AB üyeliğinin faziletleri-sakıncaları sorunundan ötede, devrim-devrimci iktidar-devrimci örgüt gibi kavramları kapsamayan bir hayat alanında yaşayan insanların/insan topluluklarının kendi konumlanışlarına uygun bir politik yer tutmaları, vazgeçtikleri devrim uğraşının yerine oligarşiye akıl hocalığı etme faaliyetini koymalarıdır.

“Çoğulculuk” Dedikleri
Böyle Bir Şey mi?

Bu durumun doğal sonucuysa artık gizlenemez hale gelen bir dil kayması ve “çoğullaştırma” işlemidir.
Marksizmin bütün “can sıkıcı kabalıklarından” kurtulmuş bulunan bu kesim, “bireyleşme” kavramı üzerinden varmış olduğu birinci tekil şahıs söylemini, şimdi birinci çoğul şahsın özel bir kullanım biçimiyle tamamlamıştır. Geçmişin toplumsallık ifade eden “biz” kavramından koparak “ben” kavramına iltica eden bu insan grubu, bu kez oligarşiyi ve hakim sınıfları da kapsayan yeni bir “biz” söylemine geri dönmüştür. Artık kimse “Türkiye’nin AB’ye girip giremeyeceğinden” söz etmemekte, devlete ve burjuvaziye mesafeli duran bu dil yerine “AB’ye girip giremeyeceğimiz” cümlesi tercih edilmektedir.
Örneğin, TÜSİAD’ın Prof. Asaf Savaş Akat’a hazırlattığı AB senaryosu tipik iktisatçı körlüğüyle bunun iyi bir örneğidir. “AB’ye girmezsek” diye başlayan senaryonun felaket bölümüne baktığımızda, bu durumda başımıza gelecek felaketleri öğreniyoruz; Gayrı Safi Milli Hasıla (GSMH) hızla azalacak, kişi başına milli gelirimiz düşecek, vb... “AB’ye girersek” senaryosunun iyimser versiyonunda ise kesinlikle karun oluyoruz; AB’siz yaşamda 2012 yılında taş çatlasa 3 bin 258 doları aşmayan kişi başına milli gelir AB olasılığında 9 bin dolara kadar yükseliyor... “Peki nedir bu milli gelir?” diye münasabetsiz bir soru sorduğunuzda ya da “bu 9 bin doların bizim cebimizle ne ilgisi olduğunu” merak ettiğinizde ise şüphesiz kabalık ve bencillik etmiş oluyorsunuz. Çünkü Prof. Akat bunun hepimizi zenginleştireceğinden emindir. Bu, tabii ki örneğin Sao Paulo türü bir zenginlik olabilir; Brezilya’nın 18 milyonluk Sao Paulo kenti, evet, çok zengindir. O kadar ki eğlenmeye ancak helikopterle gidebilecek kadar korkaklaşmış olan zenginler, kendileri için yüzlerce özel polis tarafından korunan elektronik alarmlı siteler yaptırmakta ve ancak böylece sokaktaki açların dehşetinden kaçabilmektedirler. Ama ne farkeder, kişi başına milli gelir artmışsa, bu zenginleşme demektir ve zenginlik hepimiz için zenginliktir!
Günlük dil de böyle kurulur aslında; örneğin “turizm gelirlerimiz arttı” dendiğinde bunun otel sahibi olmayı aklının ucundan bile geçiremeyecek olan Bağcılar’daki bir konfeksiyon işçisini nasıl ilgilendirdiği meçhuldür; ya da “eğitim seviyemiz düşüyor” denildiğinde bununla “Davutpaşa Lisesi”nin mi yoksa “Koç Lisesi”nin mi kastedildiği bilinmez. Ve işte tam bu yoldan, Sadun Aren’in Afganistan operasyonu için kurduğu “ülkemizin gelişmiş ülkeler cephesinde yer almış olması[ndan] memnunluk ve ferahlık duyuyorum” cümlesine ya da Öcalan’ın “uluslararası toplum” gibi “çoğulcu” kavramlarına geliriz. “Biz”in içinde çıkarları çatışan başka başka “biz”ler olduğunu, ulusların sınıflardan oluştuğunu, vb. bir kez unuttuğumuzda ise artık sınır kalmaz. Ömer Laçiner, kendisini Rahmi Koç, Mesut Yılmaz ve Kıvrıkoğlu ile aynı biz içinde saymaktan çekinmez; AB’den (şüphesiz hepimiz için!) gelecek “refah”ın “devrimi önleyeceğinden korkan” hayali bir devrimci tipi icat ederek onunla savaşmaya başlar, Ahmet İnsel küskünlük yazılarına başlayıp AB’ye girişi engelleyenler “allahından bulsun” demeye başlar, vs... vs... Çünkü artık biz, bu bayların kendi cephesini temsil etmekte, onlar denildiğinde ise geriye kalan anlayışsızlar topluluğu kastedilmektedir! Üstelik, geçerken mutlaka belirtmek gerekir, bu biz kavramı, aynı zamanda Ortadoğu’yu ya da genel olarak Doğu’yu dışlayan çok ciddi bir Batılı şovenizmini de içerir, ki işin bu bölümü başlı başına bir inceleme konusudur; örneğin hemen bir çırpıda söylenebilir: Pek sık dillendirilen “ya dilenci olacağız ya patron” cümlesindeki dilenciler Filistin başta olmak üzere bu taraftakilerdir, patronlar ise Bush’un başını çektiği Batı Cephesi’dir...

Emeğin Avrupası...
Elinizi Kim Tutuyor?

Ama hepsi bu kadar değil. Bizi ikna etmek için böyle bir hayırlı olayın yalnızca “zenginleşme” anlamına geldiğini söylemek yetmez; en duyarlı yerimiz olan işçi sınıfının birliği ve enternasyonalizm noktasından da vurmak gerekir. “Emeğin Avrupası” diye önümüze sürülen kart da tam buna denk düşer.
Ama bu da çok problemli bir argümandır. Yani siz tutup, AB üyesi olunduğunda işçi sınıfımızın Avrupa işçi sınıfıyla sıkı bağlar kurabileceğini, böylece Avrupa çapında bir muhalif hareketlenmenin içinde olunacağını öne sürerseniz, çok sıradan bir zekâya sahip insanlar bile böyle bir dayanışma için devletlerarası bir antlaşmanın gerçekten gerekip gerekmediğini sorar. Gerçekten de, siz eğer işçi sınıfının enternasyonalist birliğinden söz ediyorsanız ve bunun yolu da öncelikle sınıf örgütlerinin, sosyalist-devrimci partilerin ve diğer bütün toplumsal hareketlerin belli platformlarda bir araya gelip tartışarak programatik birlikler oluşturmasından geçiyorsa, niye bekliyorsunuz? Böyle bir muhteşem birliğin oluşmamasının nedeni sözkonusu örgütleri ve özellikle de sendikaları yönetenlerin darkafalılığı ve işbirlikçiliğiyse eğer, AB’nin nasıl bir “zihin açıklığı” yaratacağını umuyorsunuz?
Kolayca anlaşılacağı gibi AB taşeronlarının sorunu, emekçilerin örgütlenmesi, harekete geçirilmesi değildir; esasen bu grubun büyük bir çoğunluğunun emekçi kesimlerle uzun süredir herhangi bir bağlantıları da yoktur, Cenova görüntüleriyle heyecanlansalar da Topkapı’daki bir grevin nasıl yapıldığını çoktan unutmuşlardır; böyle bir dertleri de yoktur. Yani örneğin A işletmesindeki işçiler greve başladığında bilmem kaç taşerona bölünmüş olan fabrikanın arka kapısından içeri giren başka işçilerin harıl harıl çalışmasını nasıl önleyeceğimiz konusunda “Emeğin Avrupası” teorisyenlerinin en küçük bir fikri yoktur. Daha doğrusu, esasen onlar, “üçüncü dünya solculuğunu” terketmelerinden bu yana, kapitalizmin yeni örgütleniş biçimleri konusunda da tereddütlü bir yerdedirler; herhangi bir fatura kuyruğunda geçirdikleri ilk onbeş dakikadan sonra “devletin hantallığı”ndan başlayan bir muhabbeti kısa sürede “özel olan güzeldir” noktasına vardırabilirler. Emeğin Avrupası gibi büyük lafların ardında tek bir emekçiyle kurulmuş tek bir gerçek ilişki olmadığı gibi, bu taşeron grup artık bu ilişkinin oluşabileceği mekanların da uzağındadır; bu noktada ise yukarıda örneklediğimiz “çoğullaştırma” işlemi “toptanlaştırma” işlemiyle tamamlanmakta, tek ülkede devrimci iktidarı çoktan imkânsız ilan etmiş olan bu grup, “tek fabrika” yı, “tek mahalle”yi de boş işler kategorisine koyarak, “imkânsızı istemek” biçimindeki devrimci metaforu yüz kızartıcı biçimde kirletmektedirler. Burada, “imkânsızı istemek”, artık hakikaten de “imkânsız” olanı istemek anlamına gelmekte, varoşlarda, işçi havzalarında toz toprak içinde taban tepmenin yerine devasa hedefler(!) geçirilerek vaziyet kurtarılmaktadır.

Reformizmden Daha Kötüsü...
Bu, klasik anlamıyla bir reformizm bile değil, ondan daha alt seviyede bir kurgulamadır. Nihayetinde “reformlar için mücadele”yi gerektiren reformizmin tersine, bu anlayış, reformları da kendi gücünün dışında bir yerden beklemekte, üzerinde yaşadığı topraklardan esirgediği umudunu ülkemize demokrasiyi getirecek ya da bizi bunun için zorlayacak bir başka gücün varlığına yöneltmektedir. Tarihin garip tecellisidir; 60’lı yılların herhangi bir kemalist cuntacısını, sözgelimi Doğan Avcıoğlu’nu bir çırpıda “tepeden inmeci” olarak suçlayıp defterden silebilecek olan bu kesim, pratikte, onunla aynı ideolojik kaderi paylaşmaktadır: İşçi sınıfına ve halka güvensizlik... Ve üstelik bu, pratik olarak da (Avcıoğlu’nun dürüstlüğüne saygısızlık etmek istemiyoruz ama) bir paralelliktir: İşçi sınıfının dönüştürücü misyonundan umudunu kesmiş olan AB taşeronlarının saf tuttuğu Avrupa cephesinde, hatırı sayılır miktarda üniformalı şahıs vardır!
Sonuçta, oldukça tuhaf bir “sivil toplumculuk” çeşidine denk düşen bu anlayış, klasik reformizmi birçok noktada aşmış, tamamen bizim dışımızda, işçilerin, yoksulların ve ezilenlerin dünyasının dışında bir yerde konumlanmıştır. Ama daha kötüsü, aslında bunun siyasal anlamda bir “ahlaksız teklif”i içermesidir. Çünkü, bütün silah anlaşmalarının ve “polisin modernizasyonu” projelerinin muhatabı olan yerden bu ülkeye, bu ülkenin bütün insanlarına dönük bir eşitlikçi-demokratik düzen ihracının söz konusu olamayacağını, esasen genel olarak “silahın geldiği yerden özgürlüğün gelemeyeceğini” bu grup da bilmektedir. Ancak, zaten asıl sorunları da bu değildir; onların asıl sorunları bizimle ilgilidir. Artık hiç gizlemedikleri bir nefret duygusuyla söz ettikleri düzen-dışı sol, biz diye çoğullaşarak kaynaştıkları burjuvazinin olduğu kadar onların da sorunudur ve sonuçta yürüdükleri yol, bir zamanlar açıktan açığa “kontr-gerillanın Ziverbey’de2 ne işi var, Şemdinli’ye gitsin” diye yazabilmiş olan Uğur Mumcu’nun yoludur. Orada, şimdilik belki de bir ar duygusuyla açıkça söylenmeyen bir “radikallerin tasfiyesi” arzusu vardır; Batılı anlamda bir solculuk tarzının önündeki en büyük engel olan düzen-dışı solun tasfiyesiyle alan düzlenecek ve makul muhalefet biçimlerinin de önü açılmış olacaktır. Avrupa metropollerindeki devlet terörü örnekleri karşıt argüman olarak verildiğinde duymazlıktan gelmelerin asıl nedeni de budur aslında; çünkü hayatları boyunca asla Andreas Beader ya da Ulrike Meinhof olmayı aklının ucundan geçirmemiş olanlar, onların akıbetine asla uğramayacaklarına emindirler. Esasen Mumcu’nun öğüdünü tutmuş olan Türkiye oligarşisi de şiddeti konsantre ederek çizmeyi aşmayanları artık “işkence”den muaf tutarken bu güvenceyi fazlasıyla vermektedir ve korkulacak bir şey yoktur! Vatan Caddesi, kategorik ayrımlarını çoktan yapmıştır artık ve hiç kuşkusuz “pembe” bölümde, çaylar demli ve sıcaktır... Andreas, Ulrike ve diğerleri için dizayn edilmiş olan diğer bölüm ise, solun bu kesimini hiç ilgilendirmemektedir ve ilgilendirmeyecektir. Sorun bu kadar açık ve anlaşılır biçimde ortadadır.

Çoğullaştırıcılığın başka bir versiyonu: Ulusal Solculuk
“Emperyalizmin dünyayı ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye bölmesi Batı ile Doğu’nun işçi sınıfı arasındaki enternasyonalist dayanışmanın temellerini ortadan kaldırmıştır. Ulusal solun dayanışmadan anladığı emperyalizme karşı mazlum milletler cephesinin kurulmasıdır.” (Türk Solu, 2. sayı)
Sosyalist Barikat okurunun saçmalığın bu kadarı karşısında oldukça bocaladığını biliyoruz ama gerçekten de AB cephesinin “karşısında” bir yerdeymiş gibi görünen Ulusal Sol’un pozisyonunu en iyi anlatan cümle budur. Bütün yaşamını orduya ve devlete akıllar fikirler vermekle geçirmiş olan Perinçek’ten Türk kanı konusunda tahlil uzmanı kesilmiş emekli generallere dek karmakarışık bir bileşim oluşturan bu kesim, esasen başka türden bir “çoğul” dili benimsemiştir; aynen AB hayranları gibi işçi sınıfından ve sosyalizmin iktidar olasılığından umudunu kesmiş olan bu insanlar en kötüsünden bir şovenizmi devrimcilik diye yutturmanın gayreti içindedirler. Ve tam bu noktada, onların terminolojisindeki biz kavramı da, işçi sınıfı ve ezilenleri değil, hiçbir biçimde bir bütün oluşturmadığı son derece açık olan “ulus” kavramını ifade etmektedir. Üstelik son derece trajiktir, “ulusal mücadele” dedikleri şeyin en önemli ayağını da büyük finansal-ticari güçleriyle çoktan dünya kapitalist sisteminin organik bir parçası haline gelmiş olan ordu oluşturmaktadır.
Sorunun esası bakımından ise Laçiner ve diğer AB hayranlarıyla tam bir uyum içindedirler: Düzen-dışı solun tasfiyesi... Eski savcı alışkanlığıyla (ki öyledirler) bütün bir devrimci kuşağı terörizm ve bölücülükle suçlayabilen bu kesim de, karakolların “pembe” bölümünden ötesiyle muhatap değildir; üstelik “demokrasinin kendisini koruyabileceği” yolundaki sağlam fetvaları uyarınca zulmün bütün biçimlerini hoşgörmeye de hazırdırlar.

Devrimci Sosyalizm İkilemlere Mecbur Değildir
Artık kesebiliriz... Bütün bu saçmalık dizilerine bir noktada son verip sorunun özüne gelmek zorundayız.
Böyle bir noktada ilk elde söylenebilecek olan şey ise, devrimci sosyalizmin bu türden daraltılmış tartışma zeminlerine girmesinin ve ikilemlere sıkışmasının tamamen gereksiz olduğudur. Doğrusu dünyanın hiçbir köşesinde, kendi ülkesinin egemen sınıflarının tercihleriyle bu kadar yakından ilgilenen, kendi burjuvazisine akıl vermeye bu kadar meraklı bir “sol”a rastlanılmamıştır; üstelik kimse kimseden böyle bir akıl talep etmediği halde...
Devrimci sosyalizmin asli işi, bütün bu karmaşa içersinde boğulmak, Türkiye oligarşisinin şu ya da bu blokla ilişkilerinin nasıl olduğu, nasıl olması gerektiği üzerine gevezelikler üretmek değil, günümüz dünya kapitalist sisteminin ve Türkiye’nin politik-ekonomik-sosyal düzeninin sağlıklı bir çözümlemesini yapmak ve bu çözümlemenin sonucu olarak sürece devrimci bir müdahalede bulunmanın koşullarını yaratmaktır. Türkiye oligarşisi, herhangi bir emperyalist bloka dahil edilsin ya da edilmesin, burada, bu topraklar üzerinde yaşanan değişimin anlaşılması ve devrimci karşılığının üretilmesi, hiçbir lafazanlık türünü ya da tribün amigoluğunu kaldırmayacak kadar ciddi bir iştir. Bu ölçüde ciddi bir görevle karşı karşıya olan devrimci sosyalizm, dünya kapitalist sisteminin herhangi bir blokunu tercih etmek etmemek gibi temelinden sakat bir ikilemin içinde, bu ikilemi ortaya atanların inisiyatifinde kendisine yol arayamaz. Her şeyden önce, dünyanın neresinde olursa olsun, devrimci bir iktidar perspektifine sahip hiçbir güç, bu kavramı “bağımsızlık” ve “enternasyonalizm” kavramlarından ayrı düşünemez; kavramların arkaplanı ve anlamları her yeni aşamada yeniden biçimlendirilebilir belki, sözgelimi “bağımsızlık” ile “enternasyonalizm” kavramlarının yeni dönemde birbirine ne kadar sıkı bağlarla bağlandığı, devrimci bir iktidarın artık sınır taşlarına değil ancak yoğunlaştırılmış bir enternasyonal dayanışmaya güvenebileceği üzerine uzun uzun saptamalar yapılabilir; ama bütün bunların metropol dünyasıyla nasıl ilişki kurulabileceği üzerine edilen boş laflarla ilgisi yoktur. Sosyalizmi isteyen, devrimden ve devrimci iktidardan bahsediyor demektir ve kim devrimci iktidardan bahsediyorsa, o, bu iktidarın ertesi günü bütün emperyalist bağımlılık ilişkilerinin sona erdirilmesini kastediyor demektir. Yok eğer sosyalizmi istemiyorsanız ya da artık insanlığın önünü açıcı bir yol olmaktan çıkmıştır diyorsanız, çıkıp bunu söylemekte de özgürsünüz; ama kavramları ve onların anlamlarını sulandırmadan! Kapitalist piyasayı sosyalist ekonomiye, burjuva demokrasisini devrimci diktatörlüğe, emperyalist metropollerin dalkavukluğunu devrimci enternasyonalizme bulaştırarak varılabilecek bir yer yoktur. Üstelik bu yoldan yürüyenler, Yaşar Kaya’nın Özgür Politika’da her zamanki patavatsızlığıyla sorduğu “madem AB’den yanayız, o zaman niye NATO’ya karşı oluyoruz” sorusunu doyurucu bir biçimde yanıtlamaya da mecburdurlar. Gerçekten de bu sahibinin niyeti bir yana, tam yerinde sorulmuş iyi bir sorudur.
Biz tereddütsüz ve son derece net olarak bütün emperyalist blokların karşısında ve bütün ezilenlerin, dünya proletaryasının bütün katmanlarının omuzbaşında duruyoruz, orada kalmaya ve o büyük ailenin bir parçası olarak üzerimize düşen görevleri yeni bir devrimci anlayışla yerine getirmeye kararlıyız. Avrupa’nın bütün burjuva diktatörlüklerinin köküne kibrit suyu dökmeye, bunun için sokakları dolduran insanlarla ve onların devrimci örgütleriyle her türden enternasyonalist ilişki geliştirmeye de hazırız. Günün birinde üzerinde yaşadığımız toprakların büyük Avrupa, hatta dünya ailesinin bir parçası olmasını da bütün içtenliğimizle istiyoruz; sosyalist Avrupa birliğinin dinamik bir parçası olmaktan ya da belki böyle bir birliğin ilk köşe taşını yaratmaktan da kesinlikle onur duyarız. Bu ütopyaya sahip olmanın bedeli, neo-liberal cepheden ve kör şovenizmden uzakta durmaksa eğer, o kadarına da katlanabiliriz herhalde!
Hem zaten Türkiye’nin yüzölçümü yeterince geniştir, bizim yanımızda durmaya hiç mecbur değilsiniz!
---------------------------------------------------
Dipnot
(1) Bütün bu olup bitenlerin yüzeysel bir fotoğrafına bakarak özellikle Türkiye için yapılan “geri-bıraktırılmış ülke statüsünün dışına çıkma” yorumları ya da “emperyalist ülke” tanımlamaları ise her şeyden önce aslında daha da derinleştirilmiş bir bağımlılık ilişkisinin görülmemesi anlamına gelmektedir. Daha önemlisi, bu erken değerlendirmeler, henüz hayat tarafından sınanmamış, ciddi bir krizin yükünü kimin çekeceği sorusu bakımından belirsizlikler taşıyan bir ilişki üzerinden yapılmaktadır. Bağımlılık ilişkisi ya da hangi biçimiyle olursa olsun sömürgecilik, dünyanın efendileri tarafından keyfi sebeplerle ikide birde altı çizilecek bir olgu değildir; hatta tam tersine onun -özellikle günümüzde- mümkün olduğunca bulanık kalması arzu edilir bir şeydir. Dolayısıyla bugünkü fotoğrafa, sistem ciddi bir krizle sarsıldığında ya da bu sözde “bağımsızlık” bir biçimde “kötüye kullanıldığında” yeniden bakmak en doğru ölçütü verecektir. Bugünkü koşullar içinde, medyatik dezenformasyondan da etkilenerek yapılan ve orijinallik-teorik cüretkârlık adına savunulan tesbitler çok anlamlı değildir ve derindeki sömürge ilişkisini görmemesi bakımından da siyasi bir körlüğe denk düşmektedir. Dolayısıyla, -daha sonra açacağımız gibi- AB üyeliği konusunda yaratılan “sanki bağımsız bir ülke ne yapacağına kendi başına karar veriyormuş” havası da yanıltıcıdır. Sonuç olarak toparlandığında, yeni-sömürgeciliğin bugün almış olduğu biçim, hem iktisaden hem de politik anlamıyla 1950-60’lardaki bilinen tarzı (bu tarz halen uygulanıyor olsa da) aşmış, daha “derinleştirilmiş” bir biçim üzerinden yürütülmeye başlanmıştır. Nisbeten gelişkin olanlardan başlayarak yapılan bir “kademe yükseltmesi”yle karakterize olan ve bir yandan pazarın derinleştirilmesi sürecini yeni bir boyuta taşırken diğer yandan politik bağımlılığı gizleyerek (daha da içselleştirerek) artıran bu yöntemin 60’lı yılların klasik yeni-sömürgeci tarzından yapısal olarak değilse de biçimsel olarak farklı olduğunu söyleyebiliriz.
(2) Belki şimdilerde hatırlanmıyordur; Ziverbey Köşkü diye bilinen yer 12 Mart cuntası sırasında İlhan Selçuk, Altan Öymen dahil bir yığın solcu bilinen insana işkence yapılan MİT merkezidir. Şimdi artık yok; gerek de yok zaten...


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul