Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Geçen yıl yapılan bir genel kurul toplantısında, kırdan gelenlerin işsizliğinden söz edilirken TÜSİAD başkanı Ömer Sabancı, şöyle diyordu: “işsizlik demokrasiye karşı olan inancı zayıflatabilir...”
Ne kadar kibar ve dolambaçlı bir ifade! “Demokrasiye olan inancın zayıflaması...”
Oysa daha düz ve kaba bir dile çevirdiğimizde aslında söylenen şudur: Eğer durum böyle giderse, işsiz ve yoksul kitleler, artık bizim onlara “demokrasi” diye yutturduğumuz ayak oyunlarını yutmayabilirler. Sınırlarını sopa zoruyla belirlediğimiz bu “demokrasi” alanı onlara dar gelmeye başlayabilir ve o zaman düzen dışındaki çözüm yollarına, yani devrimci alternatiflere yönelebilirler.
Üç aşağı beş yukarı bütün burjuva temsilcilerinin arada sırada ağızlarında geveledikleri “sosyal patlama”, vb. gibi lafların gizlediği endişe hep: “Bir gün bıçak kemiğe dayanacak ve gelip gırtlağımızı keseceklerdir!”
Tabii ki onlar, devrimci alternatiflerin bugün için henüz bu dipten gelen öfkeyi örgütlemekten uzak olduklarını bilirler; ama sorun değil! Yalnızca bir yıkım hareketi bile, bir öfke patlamasının yanıp sönmesi bile onlar için yeterince ürkütücüdür. Çünkü “sosyal patlama” denilen şey, şöyle ya da böyle bir toplu davranış biçimi olarak ezilen sınıfları atomize etmeyi esas ilke edinmiş olan neoliberal düzenin mantığına aykırıdır. Yoksulların biriken şiddetinin kendi içlerine ya da klasik “sokak suçları” aracılığıyla yine yoksulların dünyasına değil de düzene yönelmesi, sistem açısından rahatsız edicidir. İkincisi: bu tür hareketlerin tümü, eninde sonunda “alışkanlık” yapar ve “gelenek” yaratır.
Hiçe sayılanlar, yok farz edilenler, var olmanın ve kendilerini bir tehdit olarak hissetmenin tadını alırlar ve hiç unutmazlar. Ve nihayet üçüncüsü: bu yıkıcı öfke, belki her zaman doğrudan bir biçimde kendi içinden politik gelişmeler doğurmaz ama devrimci hareketler için ciddi dersler yaratır, bu hareketleri olgunlaştırır ve geleceğe dönük sıçrama tasarılarına yön verir.
Sonuçta nereden bakılırsa bakılsın, kapitalizmin yarattığı bir olgu olarak yoksulluk, dip noktalara doğru ilerledikçe, düzen temsilcilerinin dilinde de bir yakınma konusu olmaya başlar. Bu, ikiyüzlüce bir yakınmadır; toplumu çürütüp mahvedenler çoğu kez yine toplumun bütünü adına konuşup “huzur” ve “istikrar”dan söz ederler, oysa asıl korktukları kendi saltanatlarının sarsılmasıdır. Arjantin’deki büyük ayaklanma sırasında Türkiye’nin burjuva basınında yapılan tartışmalar ve “ülkemizin sosyal-manevi yapısının sağlamlığı”na şükreden yorumlar hatırlanırsa, söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Dünyanın başka köşelerinde kapitalist sistem açısından durum kuşkusuz daha vahimdir. 1990’ların ilk şaşkınlık yıllarını çoktan atlatmış bulunan emekçiler ve yoksullar, çeşitli ülkelerde (hem yeni-sömürgelerde, hem de metropollerde) postmodern gericiliğin “kamusal davranışı” yasaklayan uydurmalarını gitgide daha büyük patlamalarla aşmakta, kimi ülkelerde devlet başkanlarını yerinden edebilecek, IMF politikalarını uygulanamaz hale getirebilecek şiddete ulaşabilmektedir. Üstelik daha da önemlisi, bu patlamalar, kalıcı örgütsel biçimlere ulaşarak daha önceleri tanışmadığımız türden örgüt biçimlerini de önümüze getirmektedir.
Bu kitle hareketlerinin en azından bazılarını, çoğu kez alışkanlıkla yapıldığı gibi şu ünlü “Yeni Toplumsal Hareketler” kategorisine sokmak da mümkün değildir. Bu kez karşımızda olan şey, ekoloji ya da cinsel kimlik gibi nispeten sınırlı alanlar değil, neoliberal yıkımın sonuçlarına karşı gösterilen bütünlüklü tepkidir ve bu tepki tipik bir halk hareketi biçiminde kendisini ortaya koymaktadır.
Bir siyasal parti gibi davranmayan ama çoğu kez o ülkedeki bilinen sol partilerin toplamından daha fazla insanı bir araya getirebilen bu hareketler, giderek kalıcı biçimler yaratmakta, bu sayımızda da örnekleriyle anlatacağımız özgün örgütlülüklere ulaşabilmektedir. Son yıllarda dünya kapitalist sisteminin kimi kurumlarında birden beliren şu sahtekârca “iyilikseverlik” ve “yoksullara yardım” hevesi, hümanist bir yerden değil, tam da bu gelişmelerin yarattığı korkudan kaynaklanmaktadır. Her zaman olduğu gibi emperyalist sistem, bu işlerin taşeronu olarak uluslararası bazı kurumları (UNICEF gibi) devreye sokmakta, ama bunu bile tam bir iki yüzlülükle, üç kuruşluk fonları bile esirgeyerek yapmaktadır.

Bir Sosyal Olgu ve Direniş Potansiyeli Olarak Yoksulluk
Peki nedir yoksulluk? Bu olgu, kendi içinde gerçekten devrimci imkânlar barındırmakta mıdır? Geçen sayımızda yoksulluk kavramını ayrıntılı biçimde irdelemiş ve göreli-mutlak biçimlerini de ele alarak genel bir çerçeve çizmiştik. Orada da belirttiğimiz gibi, yoksulluğun çeşitli kesimler tarafından çeşitli biçimlerde yapılabilecek olan tanımları arasında en genel ve kabul edilebilir olanı şudur: İnsanın asgari seviyede gıda ve diğer temel ihtiyaçlardan ve toplumsal-kültürel-politik, vb. hayata katılmak için gerekli gelir kaynaklardan yoksun olması.
Kolayca anlaşılabileceği gibi daha çok sosyo-ekonomik bir zemini esas alan bu tanım, tam olarak sınıfsal ölçütlere denk düşmemektedir ve kendi içinde de göreli-değişken özellikler barındırmaktadır. Kuşkusuz yoksulluk kategorisi büyük ölçüde işçi sınıfının değişik katmanlarını, özellikle de günümüzün yeni işçi katmanlarını kapsamaktadır ama sınıf tanımlaması, insanın üretim sürecinde aldığı rol üzerinden yapılırken, burada daha belirleyici olan insanın temel ihtiyaçlarına ulaşıp ulaşamaması, yani “gelir düzeyi” dediğimiz şeydir. Kapitalist toplum koşullarında -işçi aristokrasisi diye tanımlanan küçük bir azınlık dışında- bir bütün olarak proletaryanın yoksul olduğu söylenebilir.
Ama aynı verili koşullarda bütün yoksulların proleter sınıfa mensup oldukları söylenemez. Özellikle günümüzde olduğu gibi kapitalist düzen, kâr oranlarını yükseltmek için hayatın bütün alanlarına yönelik vahşi bir saldırıya giriştiğinde, küçük burjuvazinin çeşitli kesimleri de, (esnaflar, küçük işletme sahipleri, küçük tarım üreticileri, vb.) yoksulluk sınırının altına düşerler. Hatta bazen bu düşüş daha da keskin olabilir ve bir küçük esnafın proletere özendiği ya da tipik küçük burjuva olarak tanımlanan bir üniversite öğrencisinin bir fabrika işçisinden daha kötü koşullarda yaşadığı, vb. durumlar görülür. Sömürge ve yeni sömürgelerde ise bu durum kalıcıdır; çünkü çarpık kapitalist yapı yalnızca proleterleri değil, bir avuç ultra-zengin ve orta sınıflar dışındaki bütün toplumsal kesimleri sürekli olarak yoksullaştırır. Bu ülkelerde sürekli bir nitelik gösteren kriz, her derinleşme noktasında farklı nüfus gruplarını daha dibe doğru iter, gelir uçurumunu biraz daha derinleştirir.
Bu kesimler, kuşkusuz böylece otomatik olarak proleter konumuna gelmezler; yoksullar denilen bu şekilsiz yığın böyle kararlı bir kitle de oluşturmaz. En dibe itilmiş olan mutlak yoksullar dışındaki gruplar, ülkedeki ekonomik süreçlere bağlı olarak çoğalırlar ya da azalırlar, bazıları “kefeni yırtıp” bir basamak yukarı tırmanırken daha çok sayıda insan üç basamak aşağıya düşer vb. vb...
Sonuç olarak burada sözünü ettiğimiz kategori, içinde işçi sınıfını da barındıran ama işçi sınıfından ibaret olmayan yığınsal bir güçtür. Dolayısıyla, bu kesim, işçi sınıfı gibi devrimci mücadeleye öncülük edebilecek temel niteliklere sahip değildir.
Ancak öte yandan, yoksulluk, tümüyle sınıf dışı bir kavram da değildir. Yoksulluk sınırının altında yaşayan insanlar toplumun rastgele kesimlerinden gelmezler. Yoksulların ezici bir çoğunluğu ve belkemiği, işçi sınıfı, işçi sınıfının parçaları olan işsizler, kadınlar, vb.’den oluşur. Bu anlamda yoksulluk, bizzat kendisi bir sınıfı tarif etmese de esasen işçi sınıfı ve onun çevresindeki katmanların yaşadığı bir durumu ifade etmektedir.
Bu açıdan yoksulluk teması üzerinden yapılan her devrimci kitle çalışması, kaçınılmaz olarak aslında bir sınıf çalışmasıdır. Yoksulluğu, safdil teorilerle ya da burjuva hayırseverliğinin palavralarıyla tanımlamayan her çalışma kaçınılmaz olarak bir kapitalizm eleştirisine dayanacak ve esas çözüm yolu olarak da bu sistemin yıkılmasını görecektir. Ve yine bu çalışma her zaman bu alandaki isyan potansiyelini kapitalizme karşı mücadelenin en istikrarlı gücü olan işçi sınıfına bağlamayı hedefleyecektir; çünkü yoksulluğu sürekli biçimde üreten düzeni kökünden değiştirmek için işçi sınıfının öncülüğünde bir devrimden başka bir şans yoktur.
Yoksulluğa karşı yürütülen her mücadele, eğer gerçekten samimiyse, eğer gerçekten yoksulluğu kökünden bitirmek istiyorsa, ne kadar düzen-içi bir yerden başlamış olursa olsun eninde sonunda kapitalizmin yıkılması düşüncesi ve pratiğine varmak zorundadır. Diğer bütün yollar ise kaçınılmaz olarak yoksulları avutan, dolayısıyla yoksulluğu yaratanları aklayan bir yere çıkacaktır.
“Ama yoksulluk her zaman vardı”, denilebilir ve doğrudur. Geniş anlamıyla, yani bir “gelir azlığı” olarak yoksulluk, kapitalizm öncesini de kapsayan bir olgudur ve tarihin “sınıf mücadelelerinin tarihi” olmasının bir başka anlamı da yoksulların zenginlere karşı mücadelesinin tarihi olmasıdır. Kapitalizmin bu olguya eklediği asıl halka, geçmişte var olan ekonomi-dışı himayeci ilişkileri (feodal bağlar, geniş aileler, vb.) kazıyıp atması ve emekçi insanı çırılçıplak bir yalnızlığa mahkum etmesidir; başka bir deyişle kapitalizm, yoksulluğu geri dönüşsüz hale getirmiş, sığınılabilecek limanları ortadan kaldırmıştır.
Günümüzde sorunun daha fazla öne çıkmasının nedeni ise yaşamakta olduğumuz yeni sürecin kimi özellikleriyle ilgilidir. Sosyalist Barikat’ın çeşitli sayılarında ayrıntılı olarak irdelediğimiz gibi, neoliberalizm koşullarında bütün dünyada kamusal alanlara, sosyal hizmet kurumlarına, sağlıktan eğitime dek tüm toplumsal zeminlere karşı vahşi bir saldırıya geçen dünya kapitalist sistemi, yalnızca yeni sömürgelerde değil, metropollerde de yoksulluğu artırmış, milyonlarca insanı toplumsal yapının diplerine doğru itmiştir.
Kapitalist üretimin örgütlenişindeki klasik biçimleri yıkan, üretim süreçlerini her bakımdan parçalayarak yine milyonlarca insanı sokağa atan sistem, diğer yandan da ekonominin sektörlerini değiştirerek, spekülatif yatırımları öne çıkararak toplumdaki genel üretime katılma oranını aşağılara çekmiştir. Bütün bunlar yeni-sağcı politik ataklarla tamamlandığında ve işçi sınıfının kazanılmış hakları önemli ölçüde tırpanlandığında ise ortaya çıkan tabloda klasik “Zengin Kuzey-Yoksul Güney” tanımlamalarını zorlar hale gelmiş, metropollerin tam göbeğinde de ciddi ve reddedilemez bir biçimde yoksullaşma ortaya çıkmıştır.
Yeni-sömürgelerde ise, 80’lerde başlayan “ihracata dayalı büyüme” modelinin sonuçları felaket olmuştur. Bir yandan milyonlarca insan üretim süreçlerinden koparılarak sokağa atılırken, diğer yandan derinleşen kriz koşullarından küçük işletme sahipleri ve bütün diğer alt ve orta tabakalar da nasibini almıştır.
Devasa bir borç yükünün altında ezilen bu ülkelerde bir yandan gelir uçurumu derinleşirken diğer yandan yeni ekonomik modelin ultra-zenginleri azgın bir şımarıklık içinde sadece emekçilerle değil, orta sınıflarla bile alay etmektedirler.
Öte yandan, emperyalist direktifler doğrultusunda tam bir çöküntüye uğratılan tarımsal alanlar, milyonlarca insanı çarpık kentlere doğru itmekte, kentlerin üretim kapasitesinin asla kapsayamadığı bu büyük kitle, ekonominin belirsiz-marjinal alanlarına doğru kayarken sosyal kurumların da tasfiyeye uğradığı koşullarda büyük bir yoksulluğa mahkum edilmektedir. Sonuç olarak yeni-sömürgelerde yaşanan olgu, sistemli olarak artan bir yoksullaşmanın yanı sıra artık “mutlak yoksulluk” kategorisinin de giderek büyümesi ve milyonlarca insanın “açlık sınırının altında” bir yaşam sürdürmesinin kanıksanmasıdır.
Bizzat bu tablonun yaratıcısı olan kapitalistler, durumdan duydukları korkuyu azaltmak için bu tehlikeli yükün birazcık hafifletilmesi işini devlet kurumlarının bazılarına ya da yerel yönetimlere, kişisel “hayırseverlik” girişimlerine yıkmakta, böylece bu külfetten kurtulmaktadırlar. Üstelik aynı sistem, bu alana harcamaktan kaçındığı kaynakları çoğu kez militarizme yöneltmekte, yani yalnızca vahşi bir sömürü yoluyla değil, aynı zamanda soygun savaşları, işgaller, vb. yoluyla da halkların yoksulluğu artırılmaktadır. Yani 2000’li yıllar itibarıyla önümüzde esas olarak yepyeni bir olgu yoktur ama ciddi biçimde derinleşen ve gitgide daha büyük kitleleri kapsayan bir sorun vardır. Hem metropollerde, hem de yeni-sömürgelerde durum esaslı biçimde değişmiş, yeni sürecin ekonomi politikalarından ötürü yoksullaşmış milyonlarca insan ortaya çıkmış ve sosyal güvencelerden, örgütlülükten tamamen uzakta yaşayan bu insan yığınlarının yıkıcı gücü kendisini ortaya koymuştur.
Bu noktada geçmişten beri sanayi proletaryası ve fabrika dışında herhangi bir olguyla karşılaştığında derhal olumsuz bir refleks gösteren geleneksel solun yaklaşımı bu tabloyu anlamak ve değerlendirmek açısından yetersizdir. “Rafine” sosyalist ve “sınıfçı” yaklaşımıyla bu kesim, yeni süreçte kapitalist sistemin yarattığı milyonlarca insandan oluşan bir muhalefet potansiyelini anlamamakta, bu potansiyelin devrimci saflara, işçi sınıfının önderliği altına çekilmesinin önemini kavrayamamaktadır. Hayatın somut gerçekliğinin etkisiyle artık sayıları ve etkileri azalsa da halen varlığını sürdüren bu tür politik hareketler, sınıfın ve sınıfsal mücadelenin “saflığını bozabileceği” kaygısıyla kent ve kır yoksullarının karanlık dünyasına ürküntüyle yaklaşmakta, bu karanlık dünyanın çürütülmüş insan ilişkilerini, klasik sınıf davranışlarına benzemeyen dizginsiz öfkesini bahane ederek yoksulluk karşıtı hareketleri de daha en baştan “şaibeli örgütler” arasına yerleştirmektedir.
Devrimi, düzenli işçi taburlarının harekâtı olarak algılayan bu yaklaşım, zaman zaman kent varoşlarında bu lanetliler topluluğu ile temas kursa da klasik “büyük fabrika” saplantısından kurtulamamakta, onun dışındaki karışık tablodan endişe duymaktadır. Bu tür hareketlerin çoğu kez sorgusuz sualsiz “Yeni Toplumsal Hareketler”le özdeş tutulması da aynı mantığın ürünüdür. Oysa, toplumsal sürecin ihtiyaçlarından doğan ama sonradan büyük ölçüde postmodernizmin ideolojik kullanımına maruz bırakılarak marksist parti ve sınıf mücadelesi kavramlarına karşı saldırı aracına dönüştürülen Yeni Toplumsal Hareketler, bugünkü tablodan oldukça farklıdır. Bugün söz konusu olan şey, yeni dünya düzeninin acı sonuçlarından canı yanan milyonların düzensiz ama kesinlikle devrimci öz taşıyan hareketidir.
Öte yandan bu tutucu yaklaşım, aynı zamanda gelişkin kapitalist ülkeleri merkez alan bir anlayışa sahiptir ve Ortadoğu, Latin Amerika gibi havzalarda olup bitenlerin bütününe kuşkuyla yaklaşmaktadır. Bu anlayış, gerilla temelli savaşlara olduğu kadar, bu havzalarda sık sık patlayan yoksulluk karşıtı ayaklanmalara da dar bir yerden bakmakta, bu hareketlerin bugünkü karışık söylemlerini ve programlarını değişmez veri olarak ele almaktadır.
Diğer yanda ise, olguya tamamen karşıt bir noktadan yaklaşmakla birlikte sonuçta yine bugünkü durumu sabit veri olarak ele alan bir başka yaklaşım vardır. Postmodern filozoflardan ve anarşist yazından büyük ölçüde ilham alan bu yaklaşım, mevcut toplumsal hareketleri ve onların örgütlenme tarzlarını marksist-leninist çizginin alternatifi olarak düşünmekte. politik iktidarı hedefleyen bütünlüklü devrimci perspektiflerin yerini bu türden kendiliğinden temelli yapıların aldığını ve artık bütün diğer biçimlerin modasının geçtiğini iddia etmektedir.
İşçi sınıfının yeni bileşimini çözümlemekte gösterilen yetersizlik, sınıfın bir devrimci güç olmaktan çıktığı yargısına yol açarken, “devreden çıkarılan” bu kavramın yerine “ezilenler”, “yoksullar” gibi göreli kavramlar yerleştirilmektedir. Sınıflardan soyutlanmış bir “yoksulluk” tanımı, yeni bir toplumsal düzen inşasını içermeyen bir “anti-kapitalizm” doğurmakta ve bunların tümü, son tahlilde, oldukça fazla şiddet içeren yeni bir reformizm türüne yol açmaktadır. Böylece, reformizm tanımı, “barışçılık”la eşdeğer görülmekten kurtulmakta ve aslında gerçek çerçevesine, “harekete katılanların sonuç olarak nereye varmak istediği” noktasına bağlanmaktadır.
Devrimci Sosyalizm, yoksullar dünyasıyla olan ilişkisini bütün bu anlayışların dışında bir yerden, yaratıcı bir marksist çözümleme üzerinden kurar. Her şeyden önce Devrimci Sosyalizm, sözü geçen yoksulluk karşıtı hareketler sürecinin tamamlanmış bir süreç olmadığını, içinde yaşadığımız büyük geçiş dönemindeki mevcut çerçevenin sabit veri olamayacağını düşünmektedir. Dolayısıyla o, bu hareketlerin kolayca afaroz edilmesi ya da sınıf mücadelesinin rakibi olarak görülerek göklere çıkarılması yaklaşımlarını benimsemez; belirli bir mesafeyle olguları anlamaya, değerlendirmeye, ders çıkarmaya çalışır.
Devrimci sosyalizm, neoliberal süreçte derinleşen yoksulluğun ortaya çıkardığı tepkilerin son derece önemli bir devrimci potansiyel olduğunu söylerken, bu potansiyelin kısmen değişken unsurlardan oluştuğunu, kararlı bir bütünlük oluşturmadığını bilmektedir. Ancak bu potansiyelin harekete geçirilmesi ve işçi sınıfının iktidar mücadelesine bağlanması mümkündür ve daha da ötesi, zorunludur. Milyonlarca insandan oluşan bu öfkeli yığın, belirli bir anda hangi siyasal-dinsel-kültürel etkiler altında olursa olsun, esas olarak devrimci bir güçtür ve sınıfın, sınıf mücadelesinin bir parçasıdır.
Bu gücün şekilsizliğinden, lumpen-karanlık dünyayla olan ilişkilerinden, yozlaşmış davranış biçimlerinden, sınıf kinine değil de daha geçici bir duygu olan “haset” duygusuna yönelik eğilimlerinden ürkerek ondan uzak durmak, politik bir körlükten başka bir şey değildir. Şımarık zenginlerden, onları koruyan ve onlardan beslenen devlet görevlilerinden nefret eden ama bu nefretini toplu bir biçimde ortaya koymakta zorlanan bu kesimler, kuşkusuz bugünkü ufuklarıyla yalnızca yıkıcıdırlar; yalnızca hırsızları görmekte ama bir bütün olarak soygun düzenini kavrayamamaktadırlar. Bu kesimlerin zaman zaman devrimci güçlere geçici çıkarları için yaklaştıkları, daha sonra da çıkarlarını tatmin ettiklerinde geri çekildikleri söylemi ise bir bahane değil, yalnızca somut bir yaşam gerçeğidir.
Ne Yapmalı’da ifadesini bulan “dışardan politik bilinç taşıma” kavramı da aslında bu gerçeğin en baştan kabulüne dayanır. Devrim süreci, milyonlarca insanın çeşitli amaçlarla, ama en çok da kendi çıkarlarını tatmin etmek için katıldıkları ve ancak bu süreç boyunca değişerek yeneden şekillendikleri bir süreçtir.
Hatta bir devrimin arife gününde bile sokaklarda kaynaşan insanların hayli önemli bir bölümü, ulvi amaçlarla değil, “insan gibi yaşamak” gibi basit sözcüklerle ifade edilebilecek kendi öz talepleriyle oradadırlar. Sonuçta devrim sürecinin bütünü, oligarşik blokla daha altındaki sınıf ve tabakaları birbirine bağlayan sayısız ilmeğin adım adım çözülmesi, oligarşinin gerçekten de bir azınlık olmaya mahkum edilmesi ve insanların kendi kaderleriyle bu azınlığın kaderi arasındaki ilişkiyi koparmaları sürecidir.
Yani değişik toplumsal tabakalara mensup insanlar sadece biz onları çağırdığımız için devrim saflarına gelmezler, sistem tarafından gitgide daha fazla dibe, yani bize doğru itildikleri için, bizim çağrımız onları bu itilmişlik noktasında yakaladığı için gelirler.
Dolayısıyla, gerçekten bir devrim süreci örmek isteyenler, üstünde yaşadıkları toprağın insan malzemesine yemek seçer gibi yaklaşamazlar. İşçi sınıfı başta olmak üzere, düzenden zarar gören, düzen tarafından yoksullaştırılan bütün katmanlar, devrimci sosyalizmin ulaşmak istediği kitleyi oluşturur.
Bu çalışmanın legal-açık alandaki önemli ayaklarından biri olan Halk Kültür Merkezleri, tam da böyle bir zemin üzerinden yürür. O, yalnızca fabrikayı-atölyeyi değil bir bütün olarak emekçi kitlelerin hayatlarının bütün alanlarını çalışma alanı sayar. Emekçilerin, yoksulların mahalleleri, yaşam alanları, sosyal hayatları onun ilgi alanıdır; oralarda yeni bir halk kültürü olarak dayanışma ve birlik ilişkilerini yaratarak, bu ilişkileri devrimci örgütlenmeye dönüştürür. Liselilerden ev kadınlarına, işsizlerden küçük esnaflara, yaşlılardan çocuklara dek herkese yönelir, onların hayatlarının parçası olur, onları devrimci ilişkilerin bir parçası yapmaya çalışır.
Kuşkusuz her zaman çok yüksek verimlere ulaşılamayabilir; çalışılan alanların ve insan topluluklarının süreç tarafından ne kadar sakatlanmış ve yozlaştırılmış olduğunu, her gün yüzlerce güçlükle birlikte yol aldığımızı biliyoruz. Toplumsal yozlaşma ve postmodern çürütme politikaları üzerine yazdıklarımızın her satırı, keyfi teorik belirlemelere değil hayatın bu gerçeklerine dayanmaktadır ve her devrimci sosyalist, bizzat kendi devrimci çalışması sırasında bu gerçeği hissetmektedir.
Bütün bunlar, kaçınarak, milyonların dünyasından daha dar grupçuklara doğru çekilerek üstesinden gelebileceğimiz şeyler değil. Yoksulların karanlık, karartılmış dünyası içinde yol almaktayız ve oradan bir devrimci hareketin kitle bağlarını çıkartıyoruz. Bu yüzden Devrimci Sosyalizm, burjuva medyasının dayattığı gündem maddelerine ya da devrimci güçlerin iç gündemlerine değil, halk kitelelerinin gerçek gündemine, işsizlik ve yoksulluğa odaklanmakta ve oradan hareket eden kampanyalara öncelik vermektedir.
Ancak yoksulluk sorununda yapacaklarımız asla belirli dönemlerde gerçekleştirilen kampanyalarla sınırlanamaz. Yoksulluk karşıtı mücadele tüm devrim sürecinin üzerinden yükseleceği çelişki alanlarından biri durumundadır. Yoksulluk sorunu ve sonuçları ajitasyon ve propaganda çalışmalarımızın, örgütsel faaliyetlerimizin, kitlesel mücadele ve dayanışma çalışmalarımızın sürekli, sistematik ve canlı damarlarından biri olarak ele alınacaktır. Yoksulluğun sonuçları olan açlık, yoksunluk, güvencesiz çalışma, sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanamama, insanca yaşam koşullarından uzak konutlar, gecekondulaşma, gençlik arasında yaygınlaştırılmaya çalışılan çetecilik, fuhuşun ve uyuşturucu kullanımının yaygınlaştırılması, kadınların derinleşen ezilmesi vb. çürüme ve ezilme durumlarının her bir görünümüne karşı bu sorunları canlı, sistematik ve anında işleyen ajitasyon çalışmaları geliştirmeliyiz. Ancak bu tek başına yetmez. Özellikle de derin çözümsüzlüklerin girdabında olan yoksullar söz konusuysa aslolan pratik adımlardır... Bu doğrultuda, sosyalist perspektifle dayanışma ilişkileri ağlarının yaratılması, bunların kalıcılaştırılması için çalışmalar yürütmeliyiz,,, Yozlaşma-çürümeye karşı bunu geliştiren unsurlara ve sistem kurumlarına karşı somut kampanyalar geliştirmeli, bunları etkisizleştirmeye dönük kitle mücadeleleri ve militan çalışmalar yürütmeliyiz. Uyuşturucuya, fuhuşa, çetelere karşı halk inisiyatifleri, vb. örgütlenmeler yaratarak mümkün olduğunca geniş yoksul halk kesimlerini direnişe çağırmalıyız. Özellikle yoksullaşmanın ve işsizliğin yarattığı sorunları en derin biçimde yaşayan gençliği ve kadınları değişik sosyal, siyasal, eğitsel, sportif etkinlikler içinde örgütlü kılmalıyız. Yoksul işçi ve halk gençliğinden kurulacak futbol takımları, tüm yoksulların katılabileceği halk tiyatrosu grupları, müzik grupları vb. çalışmalar yoksulluğun yarattığı yıkımın devrimci bir dinamiğe dünüştürülmesi için olmazsa olmaz çalışmalardır.
Bütün bu çok yönlü etkinlik ve örgütlülüklerin toplamından işçi sınıfı eksenli bir devrimci yoksul halk hareketinin yaratılması devrimci çalışmalarımızın temel görevlerinden biri olarak ele alınmalıdır.
Devrimci güçler tarafından yoksulluğa ve sonuçlarına dönük pek çok çalışma yürütüldü, yürütülüyor. Ancak bunlar genel olarak tekil olugular, çalışmalar düzlemini aşamamıştır. Devrimci sosyalizm bu noktayı kesin biçimde aşma kararlılığındadır. Yoksulluk ve sonuçlarına ilişkin her bir çalışmamız yukarıda ortaya koyduğumuz bütünlüklü perspektifin ve devrimci bir yoklullar hareketi yaratma hedefinin bir parçası olarak ele alınacaktır. Halk Kültür Merkezleri günümüzde bu çalışmanın açık-legal alandaki ana çatısı durumundadır. HKM’ler bulundukları her alanda işzilerin ve yoksul halk kesimlerinin değişik biçimlerde örgütlendikleri, etkinlikler geliştirdikleri birlik, mücadele ve dayanışma kurumları olmayı hedefliyor. İşsizlik ve yoksullukla mücadele kampanyamız, bu perspektif doğrultusunda atılmış ilk adımlardır.
Bugün yaptıklarımızdan dersler çıkararak devam ettireceğimiz yürüyüşümüz gelecekte daha kapsamlı kampanyalara ulaşacak ve kitlelerin nabzını elinde tuttuğu sürece mutlaka başarılı sonuçlar alacaktır.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul