İşsizlik ve yoksulluğa karşı mücadele üzerine
bir çalışma yaparken, dünyadaki deneyimlerin yanında
coğrafyamızda da bu alanda devrimci çalışma yürüten
yapıların görüşlerini almayı gerekli bulduk. Bu
amaçla, Dayanışmaevleri, Halkevleri (İstanbul
Halkevi), Emekçi Hareket Partisi, Halk Kültür
Merkezleri ve Kürt göçü ile ilgili çalışmaları
olan Göç-Der’den dostlarımıza başvurduk. Yaklaşık
olarak aşağıdaki üç maddeden oluşan sorularımıza
gelen yanıtları bu sayfalarda veriyoruz (Göç-Der
soruları yanıtlamak yerine uzunca ve çok değerli
bir araştırmayı bizimle paylaşmayı tercih etti.
Bu yüzden onların araştırmasını gelecek sayımızda
tam metin olarak vermeyi uygun bulduk):
1- Yoksulluk, göreli ve karmaşık özellikler taşıyan,
örneğin sınıf gibi çok net tanımlamalara konu
edilemeyen bir kategori. Bu büyük ve bir ölçüde
şekilsiz denebilecek yığının neoliberalizm koşullarında
örgütlenebilir bir devrimci potansiyel taşıdığını
düşünüyor musunuz, böyle bir potansiyel varsa
eğer nasıl ve hangi araçlarla değerlendirilip
örgütlenebilir?
2- Yoksulluk aynı zamanda bir sosyal-kültürel
çürüme-çürütülme alanı olarak beliriyor. Öyleyse
bu alandaki çaba, aynı zamanda bir kültürel mücadeleyi
de kapsamalı mı? Kurumunuz bu konuda nasıl bir
program ve pratiğe sahip?
3- Yoksulluk karşıtı hareketler, özellikle Latin
Amerika'da çeşitli örnekleri olan, çeşitli biçimleri
ve alanları kapsayan bir dalga oluşturuyor. Ama
aynı hareket günümüzün geçiş koşullarında ideolojik
tartışmalar da yaratıyor. Daha doğrusu devrimci
iktidar için mücadele perspektifi ile bu türden
kitlesel potansiyeller arasındaki ilişki tartışılıyor.
Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
DAYANIŞMAEVLERİ: “Yeni mücadele tarzlarını
bir öğrenci
alçakgönüllülüğü ile incelemeliyiz”
1) Yoksulluk sabit bir kategori değil, kimlerin
yoksul sayılacağı asgari yaşam standardının sınırını
nereden çekeceğinize bağlı olarak değişir. Yoksulluk
kavramı Marksistler için bilimsel olmaktan çok
propagandif bir değer taşır. Yoksulluk ve onun
ters kutbu olan zenginliğe aynı anda bakıldığında
toplumsal adaletsizliği en çıplak haliyle görmek
mümkün olur. Bu üretim sürecinde gerçekleşen artı
değer sömürüsünü anlatmaktan çok daha görünür
ve gösterilebilir bir gerçekliktir. Zaten sömürü
düzeninin dolaysız sonucudur yoksulluk. Genel
bir küme olarak yoksullardan söz ettiğimizde bu
kümenin içersinde işçiler, işsizler, yarı-işçi
olarak tanımlanabilecek kesimler, köylülerin önemli
bir kısmı, küçük esnaf vb. girer. Yoksulluğun
homojen bir kategori olmadığını da belirtmek gerekiyor,
belirli bir yoksulluk sınırının altında yaşayanlar
kendi içlerinde faklı tabakalara ayrılırlar. Yalnız
unutmamak gerekir ki işçi sınıfı da bugün “şekilsiz
denebilecek yığın” haline gelmektedir. Hizmet
sektörünün gelişimi, taşeronlaşma, esnek çalıştırma
ve ücret farklılaşmaları işçi sınıfının yapısını
gittikçe daha karmaşık bir hale getiriyor.
Yoksulluğun en alt basamaklarında işsiz ve yarı-işsiz
denebilecek güvencesiz işçiler yer alıyor. Yeni
liberal politikaların bir sonucu olarak sayısı
her geçen gün artan bu kesimin kapitalist sistemle
çelişkisi nesnel olarak derinleşiyor. Bu anlamda
yoksullar devrimci bir potansiyel taşımaktadır.
Ama bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi için sistem
karşıtı bir örgütlenmenin başarılması gerekir.
Bu kesimlerin “örgütlenebilir” olduğunu dünyanın
çeşitli ülkelerinde gerçekleşen deneyimler gösteriyor.
Yoksulların yaşam ve çalışma koşullarındaki düzensizliğin
örgütlenmede yarattığı sorunlar yaratıcı yaklaşımlarla
aşılabilir. Mao, Marks’ın “patates çuvalı” dediği
köylülerle Çin’de devrim yaptı. Her kesime uygun
esnek örgütlenme modelleri geliştirmeliyiz, bunu
biz yapamadığımızda Arjantin’de olduğu gibi işsizler
kendileri yapıyorlar ama bu sefer de düzenin ideolojik
ufkunu aşamıyorlar. Yoksullar içinde örgütlenme
çok çeşitli araçlarla yapılabilir. Koşullara göre
sendika, parti, dernek, meclis vb. tarzlar hayata
geçirilebilir. Her yere ve zamana uyan bir reçete
olduğunu düşünmüyoruz.
2) Ağır yaşam koşulları yoksullar üzerinde çürütücü
bir etki yapar ve onları her türlü istismara açık
hale getirir. İşsizler, mafya örgütlerinde tetikçi,
fuhuş sektöründe seks kölesi, uyuşturucu satıcısı
(ve bağımlısı), hırsızlık yapan bir sokak çetesi
mensubu olmaya itilirler. Yoksul mahallelerde
örgütlenirken bu gerçeklere gözlerinizi kapatamazsınız,
zaten siz istemezseniz de onlar sizi bulur. Bu
yüzden yeni bir kültür yaratma mücedelesi özel
bir önem taşıyor. Bir yandan çürütücü güçlere
(mafya, uyuşturucu ve kadın tacirleri vb.) karşı
etkin bir mücadele yürütürken bir yandan da yeni
bir kültürü yeşertecek etkinlikler düzenlemek
gerekiyor. Kültürel yozlaşmaya temel oluşturan
bireycilik ve bencillik ideolojisine karşı dayanışmacı
değerlerin sözden öte bir yaşama kültürü haline
gelmesi gerekiyor.
Dayanışmaevleri bu amaçla eğitim, sağlık, giysi,
yakacak, güvencesiz işçilerin sorunları vb. konularda
dayanışmalar örgütlüyor. Kültür ve spor etkinliklerinin
yanı sıra çeşitli kurslar düzenliyor. Bütün bu
etkinliklerle ve yaratılan sosyal ortam içinde
güven, kardeşlik, dayanışma, adalet gibi değerlere
dayanan bir kültürün yeşermesi için çaba gösteriyor.
Dayanışmaeevleri en son “Toplumsal çürümeye karşı
halk savunması” adlı bir kampanya düzenledi. Özellikle
uyuşturucuya ve mafyalaşmaya karşı halk dayanışmasını
geliştirmek için bildiri, afiş, panel vb. proganda
çalışmasının yanısıra spor turnuvaları, tiyatro
ve konser etkinlikleri düzenledi, acil talepleri
içeren binlerce imza topladı.
3) Bolivya ve Arjantin’deki halk ayaklanmaları
hükümetleri devirdiği halde devlet iktidarını
ele geçirmeye yönelmedi. Çünkü devrimci bir önderlik
yoktu. Bir yanda iktidarı hedeflemeyen halk hareketleri,
diğer yanda iktidarı hedefleyen ama kitlesel dayanaktan
yoksun devrimci örgütler. Dünyanın her yerinde
yeni liberal saldırıya karşı tepkiler kendini
değişik kılıflar içinde ortaya koyuyor, Latin
Amerika’da olduğu gibi zaman zaman köklü hareketlere
dönüşebiliyor. Sosyalistler bu hareketlerin toplumsal
devrim hedefine yönelmesi için postmodern ve liberal
yanılsamalara karşı mücadeleyi yükseltmeli. Ama
belki daha da önemlisi bu hareketlerden öğrenmesini
de bilmeli. Ortaya çıkan yeni örgütlenme, propaganda
ve eylem biçimleri, yeni mücadele tarzlarını bir
öğrenci alçakgönüllüğü ile incelemeliyiz.
HALKEVLERİ: “Yoksullar, işçi sınıfının bir
parçasıdır.”
Yoksulluğu “geçim olanaklarının göreli zayıflığı”
olarak ele alırsanız, yoksulluk durumunun ve yoksulların
devrimci potansiyelini görebilmeniz zorlaşır.
Nitekim ülkemiz ve dünya solunda “yoksulluk” uzun
bir süre “yedek emek ordusu”nun genişlemesi ve
“gerçek ücretlerin azalması” temelinde kavrandı.
Bu nedenle de yoksulluk olgusu karşısındaki en
ileri tutumlar, genel olarak istihdamın artırılması,
sosyal güvenlik mekanizmalarının güçlendirilmesi
gibi konulara odaklandı. Bu politikaların hareket
noktasını “işçi sınıfının kazanılmış haklarını
koruma” kaygısı oluşturuyordu.
Oysa ne ülkemizde ne de dünyada giderek büyüyen
yoksulluk sorununu bu alışılageldik biçimde ele
almak doğru değil. Kuzey ülkeleri de dahil olmak
üzere bütün dünyayı içine alan bugünkü “yoksulluk”
olgusu, gerçekte dünya tarihinin en büyük işçileştirme
sürecinin bir ifadesidir. Bu sürecin bir yüzünde
geçim araçlarından ve yollarından koparılan yani
yoksullaştırılan büyük yığınlar, diğer yüzünde
ise emperyalist sermaye birikimi süreci bulunmaktadır.
Bugünkü yoksulluk sorununun özgünlüğü bu temelden
kaynaklanmaktadır. Bugünkü “kitlesel yoksulluk”
küresel işçileştirme sürecinin başlangıç noktasıdır.
İşçileştirme sürecinin “küresel” niteliği, sermaye
birikimi sürecinin emperyalist niteliğinden kaynaklanmaktadır.
Emperyalist sermaye birikiminde yoksulluk ile
sermaye birikimi aynı ülke ve toplum içerisinde
gerçekleşmez.
Bu nedenle yoksulluk geçici bir toplumsal olgu
değildir ve yoksullaştırma, işçileştirme sürecinin
başlangıç halkasını oluşturmasına karşın bir “geçiş
kategorisi” olarak ele alınamaz. “Yoksullar” emperyalist
kapitalist dünya sisteminin küresel “emek-deposu”nun
ana maddesidir. Bugünün dünyasında yoksulları
proletarya-dışı bir toplumsal grup olarak ele
almak, işçi sınıfının en büyük kitlesini işçi
sınıfı hareketinin dışına itmek anlamına gelecektir.
Yoksulların örgütlenmesi sorunu işçi sınıfı hareketinin
örgütlenmesi sorunudur. Çünkü yoksullar, lümpen
proletaryanın temeli olan sınıf-dışı bir grup
oluşturmazlar; onlar işçi sınıfının bir parçasıdır.
Yoksulluğun bu tanımı, işçi sınıfı hareketinin
içeriğine ve biçimine ilişkin bütün kavrayışımızın
temelden değiştirilmesini gerektirmektedir. İşçi
sınıfı hareketinin 19.yy’ın sonunda oluşan çerçevesi
artık geride kalmıştır. Emek ve sermayenin örgütlü
güçlerinin işyeri ve işkolu ölçeğinde karşı karşıya
geldiği ekonomik mücadele düzlemi artık çalışma
ve yaşam koşullarının düzenlenmesinde temel bir
önem taşımamaktadır. İşçi sınıfının sermaye karşısındaki
öz-savunma hatları artık işyerlerinin dışına taşmıştır.
Kamusal hizmetler alanının genişletilmesi ve mülkiyetin
sınırlanması, işçi sınıfı mücadelesinin bugünkü
en geri savunma hattını oluşturmaktadır. İşçi
sınıfı için bu savunma hattının gerisinde bir
mücadele alanı artık bulunmamaktadır. Geleneksel
sendikal mücadele düzlemi artık bu hattın gerisinde
kalmıştır.
Bu gerçektir ki, dünyanın dört bir yanında benzer
bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkan yoksul
yığınların yeni bir ekonomik-demokratik mücadele
düzlemi yaratma yoluna girmelerine neden olmuştur.
Arjantin’in piqueterosları, Brezilyanın “topraksızlar”ı,
G.Kore’nin “düzensiz işçiler”i bugünün yoksul
mücadelelerinin öne çıkan örneklerini oluşturmaktadır.
Gerek toplumsal ve ekonomik temeli, gerek siyasal
geçmişi, gerekse de kültürel alt yapısı bakımından
bu ülkelere yakın bir konumda bulunan Türkiye’de
kitlesel yoksulluğa bağlı toplumsal mücadelelerin,
işçi sınıfı hareketinin bir parçası olarak gelişmesi
bizce yalnızca zaman ve devrimci müdahale sorunudur.
Yeni ekonomik mücadele alanının çerçevesini oluşturan
ilk unsurlar daha şimdiden ortadadır: Herkese
eşit, ücretsiz sağlık ve eğitim için mücadele;
güvencesiz işçiliğe karşı mücadele... Bu iki noktaya
odaklanmış bir mücadele çizgisi, yoksulları bulundukları
bütün yaşam alanlarında mücadeleye seferber etme
gücündedir.
Ne tip örgütlenmelerden yararlanılacağı ve hangi
mücadele biçimlerinin kullanılacağı birbirleriyle
yakından ilişkilidir.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, yoksulluğu katlanılır
hale getirmeyi hedefleyen yöntem ve araçlar temel
alınmamalıdır. Burada yalnızca “dilencileştirme”
politikalarından söz etmiyoruz, doğrudun doğruya
“dayanışmacı” yaklaşımlardan söz ediyoruz. Elbette
işçi sınıfı mücadelesi güçlü bir iç dayanışma
olmaksızın yürütülemez. Ancak dayanışma “amaç”
değil, araçtır; temel değil, türevdir. Mücadeleyi
öngörmeyen, mücadele için ve mücadele içinde geliştirilmeyen
bir dayanışma kooperatifçilikten tarikatçılığa
kadar uzanan bir yelpazede sonuçlar verir ama
devrimci sonuçlar vermez.
Biz yerleşim ve çalışma bölgelerinde kitlesel
hareket formlarına uygun düşen örgüt ve eylem
biçimlerini geliştirmek gerektiği düşüncesindeyiz.
Bu örgütlenme ve hareket biçimlerinde G. Amerika,
G. Kore gibi başarılı örneklerden ilham alınabilir
ama bunun bir “kopyalama” olamayacağının da farkında
olmalıyız. Çünkü yoksul halk hareketlerinin içinden
çözünülen toplumsal yapılarla, karşı karşıya gelinen
siyasal rejimlerin dokusuyla, her ülkenin yerli
halk kültürüyle yakından ilişkisi bulunmaktadır.
Diğer yandan bu ülkelerde gelişen yoksul halk
mücadelelerinin yeni tip bir sosyal demokrasinin
gelişmesine neden olmasından kaygı duymuyoruz.
Sosyal demokrasi, işçi sınıfı hareketinin tarihsel
gelişme sürecinin kaçınılmaz bir “yan ürünü”dür.
Sorun, bu ülkelerde devrimci güçlerin, sosyal
demokrasi eğilimini aşamamış olmasındadır. Bu
yetmezliğin Türkiye için de önemli bir tehlike
olduğunu düşünüyoruz. Ancak bu, bugünün değil,
geleceğin bir sorunudur. Çünkü bu tehlike, bugünkü
Türkiye sosyal demokrasisinde somutlaşan bir tehlike
değildir. Bugünkü Türkiye sosyal demokrasisi (DEHAP’ı
dışta tutarsak) yoksul halk hareketleriyle hiçbir
gerçek ilişki içinde değildir ve olmaya da hevesli
değildir.
HALK KÜLTÜR MERKEZLERİ: “Sokağın gerçek gündemini
yakalamak gerekiyor.”
1- Yoksulluk, göreli ve karmaşık bir kategori,
evet ama artık milyonlarca insan açısından çok
da geçici bir olgu gibi görünmüyor. Yani insanlar
bir kez bir gelir uçurumunun dibine doğru itildiklerinde
dönüp yeniden yukarılara tırmanamıyorlar; çünkü
ekonomik yapı 1960'larda olduğu gibi ufak tefek
umutlara bile izin vermiyor. İnsanlar çukurun
dibinde boğuluyor. Zaten bu yüzden hükümetin "rekor
büyüme" iddiaları bir palavraya dönüşüyor;
çünkü 30-40 yıl önceki gibi genel bir "gelişme"
yanılsaması bile oluşmuyor. Dolayısıyla, artık
dibe çakılmış olan bu büyük yığın düzenle çok
zayıf bağlar taşıyor ve devrimcileşmeye daha fazla
hazır. HKM'lerin kampanyası sırasında aldığımız
izlenim de insanların bu damarlara dokunulduğunda
olumlu tepki verdiği yönünde. Düşünün ki İkitelli'de
binlerce çocuk akşamları da atölyelerde yatıyorlar,
tam köle barakalarında olduğu gibi... Yani buradaki
devrimci potansiyel çok açık, tartışılmaz biçimde
var. Üstelik, yoksulluk hiç de sınıfsallıktan
uzak bir kavram değil; burada söz konusu olan
zaten büyük ölçüde işçi sınıfının yeni katmanları
ya da işsizler, evde çalışan kadınlar gibi değişik
parçaları. Bütün sorun, solda genelde yapılan
şeyden, yani "kendi kapalı devre sorunlarımız
üzerinden siyaset yapmak"tan koparak gerçekten
bu devrimci damara yönelmek ve bunun için yaratıcı
yollar bulmakta. HKM'ler bunun açık alandaki araçlarından
biri ve önemli. Bu kesimlerin klasik sendikal
yollarla örgütlenemeyeceği artık kesin biçimde
ortadadır. Onların hayatlarına bir bütün olarak
bakmak ve o hayatların her cephesine, sorunların
her türüne değişik yaklaşımlar üretmek zorundayız.
2- Halk Kültür Merkezleri, zaten artık devrimci
mücadelenin çok bilinen üç ayağı olan "politik-ekonomik-ideolojik
mücadele"ye "kültür" alanının da
eklenmesi gerektiğini düşünüyor. Çünkü bugün içine
girmiş olduğumuz yeni tarihsel süreçte, yalnızca
neoliberalizm ya da emperyalist saldırganlığın
yükselişi ile karşı karşıya değiliz. Postmodernizmde
felsefi ifadesini bulan bir parçalayıcı, tekleştirici
saldırı da ezilen sınıfın bilincinde büyük yaralar
açtı. Ve bu yalnızca bir felsefi sorun değil,
bu saldırı pratikteki somut ifadesini emekçilerin,
yoksulların mahallelerinde, evlerinde, bir bütün
olarak hayatlarında genel bir çürüme-yozlaşma
olarak ortaya koyuyor. Her şeyden önce, dayanışma
duygularını, toplu duyarlılıkları zayıflatan bir
süreç yaşadık ve emekçiler, yoksullar arasındaki
bir devrimci çalışma bütün bu olguları yeniden
güçlendirmelidir. Artık uyuşturucudan kişilik
deformasyonlarına dek her türden sorun bizim sorunumuz.
Zaten çalışmalar sırasında da bununla karşılaşıyoruz;
bugün iğneyle kuyu kazma aşamasındayız ve her
ilişki kurduğumuz insanda bu büyük tahribatın
izlerini silmek, yeni bir kültürle onu yeniden
donatmak, deyim yerindeyse onu yeniden inşa etmekle
karşı karşıyayız. Geleneksel sola ait bir tavırla
"zemzem suyuyla yıkanmış proleter" arama
lüksüne sahip değiliz. Ve tabii bu çabanın bir
ayağı da sanatı, kültürü onların hayatına taşımaktır.
Bu amaçla HKM'ler zihnini her türden örgütlenme
ve çalışma biçimine açık tutuyor, hiçbir olguya
ezberci yaklaşmamaya çalışıyor. Çeşitli kurslardan
tiyatro çalışmalarına, film gösterimlerine dek
her yolu deniyor.
3- Diğer ülkelerdeki, özellikle de Latin Amerika'daki
işsizlik ve yoksulluk karşıtı hareketleri uzun
süredir mümkün olduğunca çevirilerden, vb. izliyoruz.
Elindeki şablona uymayan her unsurun üstünü kolayca
çizen bir anlayışa sahip değiliz. Bugün Brezilya,
Arjantin gibi bazı ülkelerde sözü edilen hareketler,
geleneksel partilerin hayal bile edemedikleri
kitleleri bir araya getirebiliyorlarsa eğer, bu
süreci dikkatle izlemek gerekir. Biz, bütün bu
hareketleri belli bir mesafe ile, gerçekten anlamaya
çalışarak izliyoruz. Belli bir mesafe ile diyoruz;
çünkü bir yandan da bugün bütün dünyada bir "geçiş"
sürecinde olduğunu düşünüyoruz. Yani bugün ortaya
çıkan belli hareket ve örgütlenme biçimleri, yarın
muhtemelen yeniden harmanlanacaktır. Sözgelimi,
"politik iktidarı hedeflemeyen toplumsal
hareket" tarzının kalıcı bir form olduğunu
söylemek ve bunu marksist parti-devrim kavramlarının
karşısına koymak bizce hiç doğru değil; çünkü
bugünkü hareketler de henüz böyle bir katılaşma
içinde değiller. Politik iktidar perspektifi olmaksızın,
yani mevcut kapitalist sistemi ortadan kaldırıp
yeni bir sosyalist projeyi hayata geçirmeksizin
ne yoksulluğu ortadan kaldırmak mümkündür, ne
de daha insanca bir yaşam kurulabilir. Yani şu
ya da bu IMF dayatmasının püskürtülmesi kitlelerin
morali bakımından çok önemli olsa da sorunun köklü
çözümü için bir garanti oluşturmamaktadır.
Kısacası biz, bu hareketleri anlamaya, deneyimlerini
dağarcığımıza katmaya, öğrenilebilecek her şeyi
öğrenmeye çalışıyoruz. Gelecek için ise şöyle
söylemek gerekir: bu deneyimler tarihsel olarak
boşlukta kalmazlar, hiçbir zaman da kalmamışlardır;
eninde sonunda kendi içlerinden daha gelişkin
başka olguları çıkarırlar ya da yeni olgular onları
aşar. Bütün bunları da önümüzdeki yıllarda daha
net göreceğiz. Ama bugün için esas olan, bütün
bu hareketlerin hiç küçümsenmeyecek bir devrimci
potansiyel oluşturduğudur.
EMEKÇİ HAREKET PARTİSİ: “Her şey emek-sermaye
çelişkisi temelinde şekilleniyor.”
1- Marksist bir analizle kavramları ele almak
bu anlamıyla da tartışmayı soyutlaştırmamak gerektiğini
düşünüyoruz. Yoksulluk diye vurgu yapıldığında
soyutlaşıyor tartışma. Doğal, insanlığın başına
gelmiş bir tür felaket, sorumlusunun olmadığı
gibi bir izlenim yaratıyor. Sanki yer yüzünde
kaynaklar tükenmiş, nüfus artmış da o nedenle
insanlık bir afetle karşılaşmış gibi. Tam da böyle
bir hava içersinde Dünya Bankası da yoksullukla
mücadele programı açıklıyor. Oysa yoksullaştırılanlar
üretim sürecinde yer alamayan işsizler, topraksız
köylüler ve yarattıkları değere el konulan işçilerdir.
Bugün üretim süreci esnek çalıştırma anlayışı
nedeniyle bölünmüş, parçalanmış ve formel alandan
informel alana geçiş olmuştur. Formel alanda emekçilerin
kazanılmış hakları törpülenmiştir. Bunu da kapitalizmin
neo liberal politikaları yaratmıştır. Her şey
emek-sermaye çelişkisi çerçevesinde şekillenmiştir.
Marks, burjuva ekonomi politiğinin emek sömürüsü
üzerine örttüğü sis perdesini “artı-değer” kavramını
ortaya koyarak dağıtmıştı. Yoksulluk kavramı da
tarihsizmiş gibi, yani sınıf mücadelelerinden
bağımsız, ezelden beri hep ve hiç değişmeden varolmuş
bir yoksulluk durumu varmış gibi bir görüntü vererek,
sömürünün gözden kaybolmasına neden oluyor. Yoksulluk,
kapitalist işleyişin anlaşılmasını zorlaştıran,
hayali ve burjuva ideolojik bir kavram, tıpkı
toplumu uyuşturmaya hizmet eden trafik canavarı,
enflasyon canavarı, piyasa gibi bir çağdaş masaldan
başka bir şey değil. Yoksulluk kavramı ve ona
eşlik eden yoksullukla mücadele, yardım severlik,
sivil toplum örgütleri aracılığıyla dışlanan bu
kesimleri yeniden topluma kazandırma ifadeleri
ile yeni liberal politikaların sonucunda ortaya
çıkmıştır. Tüm bunlarla ilgilenmekte sonuçlarla
ilgilenmenin ötesine geçmez. Yoksulluk aşırı üretim
bunalımlarının sonucu sermayenin ücretli emeğe
saldırısı ve işsizler ordusu yaratması ile ilgilidir.
İşçi sınıfı mücadelesinin terminolojisinin dışına
çıkmamak gerekir. Sosyalistlerin temel görevi
işçi sınıfını örgütlemektir. O nedenle bizce hareket
noktamızda bu olmalıdır. Yeni liberal politikaların
işçi sınıfına saldırdığı ve bu saldırının karşısında
işçi sınıfı örgütlerinin güçlü bir biçimde duramadığı
bu dönemde önemli olan bu örgütlerde devrimci
bir yarma harekatı yapmaktır. Devrimci bir sendikal
anlayışla sendikal bürokrasi mahkum edilmelidir.
Sosyalist bir siyaset ancak işçi sınıfı içinde
yürütülecek mücadele ile mümkündür. Yaratabildiğimiz
ideolojik hegemonya tüm bu alanları etkileyecektir.
2- Yoksulluğu üreten maddi koşullar sürdüğü sürece,
bunun sonuçları da varolmaya devam edecektir.
Sonuçta kültür dediğimiz şey bir üst yapı biçimidir,
değişmesi onu üreten tarihsel maddi altyapının
değişmesi ile mümkündür. Elbette yoksulluk tek
başına para meselesi değildir, yoksulların bir
kısmının kurtulduğu bir anı varsaydığımızda bile,
sınıflı toplumların ideolojik üstyapısından gelen
kültürel yapı kolay değişmez. Burada belirleyici
olan bunu üreten altyapının, başka yoksulların
olması dolayısıyla yoksulluk tehditinin hep devam
etmesidir. Kaldı ki, yoksulluk kültüründen söz
edilecek ise, bu yalnızca sosyo-kültürel bir çürüme
niteliğiyle değil, “fakirim ama onurluyum” sözüyle
cisimleşen, yoksullardan beklenenler ile de ele
alınmalıdır. Çünkü burada toplumsal bir beklentiymiş
gibi sunulan yine burjuvazinin ihtiyaçlarına göre
şekillenmiş ve popülarize edilmiş olan telkinlerdir.
Sonuçta yoksulluk kültürü toplumsal bilince çıkarılırken
de, yine dönüp bakılması gereken Marksist üretim
ilişkilerin analizidir.
3- Emperyalist Amerika ve Avrupa Birliği ülkeleri
kendi refahlarını diğer ülkeleri sömürerek sağlarken
sömürdükleri bu ülkelerde de yoksulluğu yaratırlar.
Venezuella da Chavez yoksulluğa karşı savaş açtığı
için değil emperyalist Amerika’ya kafa tuttuğu
için başarılı olmuştur.
Emperyalizm ve savaş heyulasının dünyanın üzerinde
dolaştığı bir tarihte ezilen yoksul halkların
taleplerinin propagandasını yaparak yeni liberal
politikalara karşı durmaları açısından Chavez
ve Lula deneyimleri olumlu ve ümit verici gelişmelerdir.
Bu deneyimler de kendi içinde farklılaşmakla beraber
ufku işçi sınıfının iktidar perspektifine, yani
sosyalizme kapalıdır.
Meksika’da topraksız yerlilerin silahlı isyan
hareketi olan Zapatist hareket de yine bu türden
olumlu bir gelişme olarak görülmeli ancak ülke
çapında iktidarı hedeflemediği ve yerel bir hareket
olarak kalmakta olduğu için sosyalist bir hareket
olarak görülemez.
Bu hareketler toplumun genelinde genel bir sosyalist
işçi sınıfı iktidarı potansiyelinin ve ihtiyacının
yansımaları olarak görülmelidirler.
|