Geçtiğimiz yıllarda Mercedes Benz Stattgat’ın
Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Kurt S. Coruk şöyle diyordu:
“Aslında çok daha hızlı küreselleşebilirdik, fakat
iki önemli engelle karşılaştık bu süreçte: Demokrasi
ve trilyonlarca dolar değerindeki emeklilik fonlarının
kamu, yani ulus devletlerin kontrolünde olması.
Doğrudan yatırımların veya bir başka deyişle sanayinin
küreselleşmesi için gerekli adımları zaten yıllardan
beri kat ediyoruz. Ama artık, bizim için asıl
olan, finansal sermayemizi küreselleştirebilmektir.
Yani borsalarda işlem gören hisse senetlerimizin
prim yapması ve böylece bilanço varlıklarımızın,
sermayelerimizin bilanço değerlerinin giderek
daha da büyümesi, büyümesi… Fakat bunun için borsalara
sürekli para girişi yapılması gerekiyor ve bu
para da emeklilik fonlarında yatıyor. Bu emeklilik
fonları özel aracı kurumların emrine tahsis edilecek
olursa, borsalara kanalize edilecek ve biz daha
da zenginleşeceğiz” (Akt. Murat ÖZVERİ, Praksis
Dergisi, Sayı 9, s.328)
Bu cümleler, neoliberal süreçte kapitalistlerin
yalnızca emeklilik fonlarına değil, genel olarak
yoksulluk ve zenginlik meselelerine nasıl baktığını
açık bir biçimde özetliyor.
Esasen burjuvazinin genel olarak hayata bakışı
da böyledir. Onlar her zaman, kârlarını yüksekte
tutmayı ve böylece oluşacak yoksulluk çukurunu
ise devletin yurttaşlardan topladığı vergilerle
kapatmasını tercih ederler. Şimdiyse artık, bu
fonlara da gözlerini dikmiş durumdalar ve bütün
sosyal kurumların köküne kibrit suyu dökmeye kararlılar.
Böylece yeni bir aşamaya geçiliyor: Devletin sosyal
fonksiyonlarının azaltılması, mevcut fonların
hortumlanması ve giderek daha fazla derinleşen
yoksulluk çukurunun devlet kurumlarınca doldurulmasından
vazgeçilmesi...
Bu noktada yoksullar kitlesinin acılarının birazcık
hafifletilmesi ve tepkilerin törpülenmesi için
geriye tek seçenek kalıyor: Daha çok orta sınıfların
hayırseverlik duygularını sömürerek azıcık kaynak
yaratabilen burjuva hayır kurumları. Tabii ne
kadar yaratabiliyorlarsa...
Yük Olarak Görülen Ama Vazgeçilemeyen Kurum:
Fak-Fuk-Fon
Bugün Türkiye’de ulaşılan nokta tam da budur.
Her gelen hükümet tarafından şatafatla ilan edilen
“yoksullukla mücadele” programlarının tümü aynı
hızla raflara kaldırılmakta, gitgide artan yoksullaşmaya
karşı devlet kurumlarının aldığı önlemler her
geçen gün daha komik düzeye düşürülmektedir.
Ama bu kadarı bile oligarşi açısından hem zorunlu
hem de can sıkıcıdır. Örneğin krizle çalkalanan
2001 yılında 6 milyon kişiye Sosyal Yardımlaşma
ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’ndan (Fak-Fuk-Fon)
toplam 381 trilyon yardım yapılmıştır. Aslında
rakam kişi başına vurulduğunda 65 milyon gibi
komik bir duruma denk düşmektedir ama toplam olarak
düşünülünce hırsızların nasıl iştahını kabartacağını
hayal etmek zor değil.
Bu yüzden IMF’nin de emirleriyle hükümet bugünlerde
bütün bu kurumları tamamen kendi emrine almasını
sağlayacak yeni yasalarla meşgul. Bu kadar büyük
bir kaynağı özgürce kullanmak, istediği alanlara
sevk etmek ve en önemlisi “işe yaramazlar”a giden
paraları büyük ölçüde azaltmak, bugünlerin en
büyük derdi. Bu amaç çoğunlukla “partiler yardımları
kendi yandaşlarına dağıtıyor” gibi demagojilerle
gizlense de (ki bu iddia kuşkusuz doğrudur) asıl
sorun, miktarın kendisinin göze batacak ölçüde
büyük görünmesidir. Dolayısıyla, örneğin 20 milyondan
fazla insanın tamamen sigortasız olduğu, 10 milyondan
fazla insanın tam olarak yoksul olduğu Türkiye’de
Fak-Fuk-Fon’un tek ciddiye alınabilir uygulaması
olan Yeşil Kart’ların 1 milyonunun iptal edilmesi,
bu sıkıntının ürünüdür.
Uygulamanın başladığı 1992’den beri 12 milyonu
onaylanan 15 milyon Yeşil Kart başvurusu, özellikle
Batman, Adıyaman gibi Kürt bölgelerinde Kart sahiplerinin
kent nüfusunun neredeyse tamamına ulaşması, IMF’nin
dikkatini çekmiş ve bu alanın uygun bir biçimde
tasfiyesi kararı kesinleşmiştir.
Bu nedenle Yeşil Kart sayılarında ciddi bir ayıklama
yapılmakta, yeni yasalarda artık Kart sahiplerinden
de %20’lik “Katılım Payı” alınması öngörülmektedir
ki, bu kadarı bile zaten Yeşil Kart’ın anlamsız
hale getirilmesidir. Kuşkusuz Türkiye’de ve bütün
ülkelerde yoksul insanlar her zaman yaşamlarını
kolaylaştırmak için ufak tefek “yolsuzluk”lar
yaparlar; kaçak elektrikten, hileli emeklilik
işlemlerine dek bir çok yöntemi kullanırlar.
Ancak yolsuzluk alanında bütün dünyada isim yapmış
olan Türkiye burjuvazisi, yoksul tabakaların bu
(büyük hırsızlıklarla kıyaslanamayacak) küçük
kurnazlıklarını sık sık gazete manşetlerine taşıyarak
Yeşil Kartların iptali için kamuoyu oluşturmakta,
bir yandan da insanları kuyruklarda canından bezdirerek
azaltmaya çalışmaktadır. Ama bu bile çok kolay
bir iş değildir; çünkü bu uygulamanın masraflı
olmasından yakınanlar, aynı zamanda kurumun kitlelerin
öfkesini azaltıcı bir rol oynadığını da bilmektedirler.
Tel Tel Dökülen SHÇEK
Konuyla ilgili bir başka kurum ise skandallarıyla
ünlü Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’dur
(SHÇEK). Aynen Kızılay gibi bin türlü rezilliğin
içine batmış olan SHÇEK, artan yoksullaşma koşullarında
artık öyle bir terk edilmiş çocuk tablosuyla karşılaşmaktadır
ki, durum tam bir kaosa dönüşmüştür. Yalnızca
2001-2003 arasında çocuklarını SHÇEK’e bırakmak
isteyen ailelerin sayısı 4 kat artmış, buna karşın
evlat edinmek isteyenlerin sayısı aynı oranda
düşmüştür. En çok çocukları ve geleneksel aile
yapısını vuran yoksulluk durumu her geçen gün
daha da içinden çıkılmaz hale gelmektedir.
Kuruma bağlı yurtlardaki çocuk sayısı 2003’te
19 bin 182 olarak belirtilirken yurtlardaki kapasite
oranlan aşılmış durumda. Yılda 8 bin çocuk SHÇEK’e
gelmekte ve çoğu da bizzat aileleri tarafından
teslim edilmektedir. Korunmaya muhtaç çocukların
toplam sayısı ise 1 milyon olarak tahmin ediliyor.
Yani sonuçta sayıları ölçülemeyecek kadar çok
olan göç ve yoksulluk çocuklarından ancak bazıları
kurumun kapısından içeri girebilmektedir. Kurum
müdürleri artık çocukları sıraya koyduklarını
ve bir bölümünü sokağa attıklarını gizlemiyorlar.
Hatta basındaki en son haberlere göre SHÇEK, ailelere
ayda 250 milyon TL gibi komik bir yardım yaparak
çocuklarını geri almaları istemeyi planlamaktadır.
Ve tabii birkaç ayda bir kurumlarda patlayan skandalları
söz konusu bile etmiyoruz. Toplumun alt kesimlerini
“mutlak yoksulluk” yani umutsuz bir açlık noktasına
iten düzen, bu tür kurumları tamamen kendi kaderine
terk etmiş durumdadır. Bizzat genel müdürler de
kimsenin bu kurumlara kaynak ayırmadığından yakınmaktadırlar.
Çünkü gerçekten de son 10 yılda korunmaya muhtaç
çocukların sayısı durmadan artarken, diğer yandan
kurumun bütçesi istikrarlı bir biçimde düşmekte,
düşürülmektedir. Yalnızca bütçe de değil, kurumun
kadroları da daralmakta, giderek yurtlar bir tür
hapishaneye dönüştüğü için de özellikle sokak
çocukları için “sokaktan da beter” bir yer haline
gelmektedir. Vahşi kapitalist işleyiş açısından
bu bir hata da değildir; çünkü bu işleyiş esasen
üretim gücü yerinde olan yetişkinleri bile işsizliğe
ve yoksulluğa iter durumdadır ve bu alan için
para ve kadro ayrılması hiç de kârlı bir iş değildir.
Belediyeler ve Aşevleri
Devlete ait sosyal kurumların giderek çökertilmesiyle
birlikte, “sivil” alanda ortaya bir kargaşa çıkmış
ve İslami akımlardan televizyon yapımcılarına
ve belediyelere dek birçok kişi ve kurum bu alanda
boygöstermiştir.
Kuşkusuz bu alanın en gözle görülür unsuru özellikle
belediyelerdir. İlk bakışta daha çok bir Ramazan
uygulaması gibi görünen aşevleri aslında kalıcı
bir noktaya ulaşmıştır. Bugün Türkiye’de aşevi
açmamış herhangi bir belediye yok gibidir. Bunlardan
bazılarının,örneğin İstanbul Fatih ya da Eyüp
ilçe belediyelerinin günlük yemek dağıtma kapasiteleri
2 bin ile 3 bin arasındadır ve rakamlar gitgide
artmaktadır.
Böyle bir onursuzluğa mahkum edilmiş insanlar
gitgide artan oranlarda aşevlerine başvurmakta
ve bunların büyük çoğunluğu günlük beslenmelerini
tamamen bu kurumlardan karşılamaktadır. Yine aynı
şekilde belediyeler, bazen partinin yandaşı birkaç
tüccarın, vb. katkısıyla gıda maddeleri dağıtımları
da yapmakta ve bunların çoğunda da artık alışılmış
izdiham manzaraları sergilenmektedir. Ama ne olursa
olsun, sonuçta bu işlerin belediyelerin üzerine
yıkılmış olması, “devleti sosyal işlerle meşgul
etmek istemeyen” büyük patronların hoşuna gitmektedir.
İslami Kanalın Merhamet Şovu: Deniz Feneri
Bu arada ortaya onur kırıcılığın bir başka türü
olarak TV yapımcılarının merhamet gösterileri
çıkmış, TV kanallarında gitgide sayıları artan
“çare bulucu” sunucular, insan dramlarının satın
alındığı yozlaşmışlık örnekleri ortalığı sarmıştır.
Bunlar içersinde en iyi organize olmuş olanı,
islami kesimlerin duyarlılıklarına oynayan ve
tarikat bağlantılarını da kısmen kullanan Deniz
Feneri programıdır.
İlk kez 1996 yılı Ramazan ayında yayına başlayan
program, islami eğilimli market sahiplerine dayanarak
başlattığı faaliyetini 1998 yılında dernek haline
getirmiş ve 2000’e gelindiğinde kendisine ait
oldukça büyük binaları, soğuk hava depoları, özel
taşıma araçlarıyla iş görmeye başlamıştır.
Neoliberal sürecin yoksulları nasıl başından attığının
en iyi kanıtı, Deniz Feneri’nin örneğin 2003 yılında
50 bin aileye 20 trilyon civarında aynî ve nakdî
yardım yapmış olmasıdır. Bu rakam Fak-Fuk-Fon
gibi devlet kurumlarının yanında elbette çok büyük
değildir ama TV desteğiyle birlikte sistemin yükünün
bir bölümünü hafiflettiği kesindir. (Şüphesiz
burada başka İslami kurumların, tarikat okullarının,
vb. yürüttüğü fitre-zekat faaliyetlerini de saymak
gerekir.)
Laikler Kulübünün Pazar Eğlencesi: ÇYDD
Deniz Feneri’ne kıyasla daha büyük bir organizasyon
olan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ise “irtica
karşıtı” yapısıyla başka bir kesimin bağış kanalını
elinde tutmaktadır. 1989 yılında kurulan ÇYDD,
parasal ya da gıda yardımlarından çok işin eğitim
bölümüyle ilgilidir.
Türkiye’nin 96 yerinde örgütlü olan ÇYDD, daha
çok burs verme, meslek edindirme, vb. gibi işlerle
uğraşmakta, hatta kendisine ait okullar kurmaktadır.
“Para toplama” konusunda resmi devlet iznine sahip
olmanın yanında gittiği her yerde devlet katından
ve özellikle askerlerden destek gören ÇYDD, böylece
kaynaklarını artırmakta, bu arada özellikle Kürdistan’da
asimilasyonu da kapsayan eğitim projelerini Milli
Eğitim Bakanlığı’yla ortak olarak hayata geçirmektedir.
Ki zaten ÇYDD, sadece bir kamu yararına dernek
olmanın ötesinde, resmi devlet ideolojisinin taşıyıcısı
olarak da hizmet gören, sisteme eleman yetiştiren
ve bu anlamda özellikle ordu tarafından “sivil
uzantı” gibi yönlendirilen bir kurumdur; onun
asıl özgün yanı da budur.
Sonuç
Sonuç olarak elbette yukarıda sayılan ya da sayılabilecek
olan bütün “hayırseverlik” türleri yeni-sömürge
kapitalizminin yarattığı yoksulluk uçurumunu kapatamamakta,
hatta genel durumun birazcık iyileştirilmesi konusunda
bile dişe dokunur bir başarı sağlayamamaktadır.
Ama bütün bunlar, toplumun acımasızca dibe itilen
alt kesimlerinde yine de belli bir etki yaratmakta,
binlerce insan söz konusu kurumlara umudunu ve
hayatını bağlamış olarak yaşamaktadır.
En önemlisi de bu tür “hayırseverliğin” yarattığı
politik sonuçtur. Kapitalizm tarafından yoksullaştırılmış
insanlar böylece kendi varlıklarına, üretici güçlerine
de yabancılaştırılmakta, onurlu, başı dik bir
yaşam yerine “muhtaçlık” durumuna mahkum edilmektedir.
Bu anlamda, ne kadar “temiz” duygularla yapıldığı
iddia edilirse edilsin yeni-sömürge kapitalizminin
temeline dokunmayan, yalnızca bu vahşi işleyişin
acı sonuçlarından bazılarını birazcık hafifletmeye
çalışan her türden girişim, bir yandan yaşam enerjisi
köreltilen emekçiyi aşağılamakta ve onurunu kırmakta,
diğer yandan da sistemi meşrulaştırarak bütün
bu ezilmişlik tablosunu sıradanlaştırmakta, kanıksanır
hale getirmektedir.
Bu, en görgüsüz TV rezilliklerinde olduğu kadar
ciddi görünen kurumların faaliyetlerinde de böyledir
ve bütün örneklerin tekrar tekrar kanıtladığı
gerçek, insan onurunun ancak mücadele içinde korunabileceği,
yoksulluğun da ancak yoksulluğu yaratanlarla dişe
diş bir savaşla yok edilebileceğidir.
|