Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Seyhan

Genel Olarak Yoksulluğun Kavramsal Çerçevesi
Ara sıra duyarız ya da gazetelerde okuruz, sendikalar ya da devletin resmi istatistik kurumları, "yoksulluk sınırı" diye bir dizi rakam açıklarlar. "Şu kadarlık gelirin altı yoksulluk sınırıdır" diye belirtilir örneğin, şu kadarın altı için de "açlık sınırı" kavramı kullanılır.
Rakamlar bizi şaşırtır. Daha doğrusu, emekçiler açısından durum biraz karışık görünür. Kronik bir işsizlik ve yoksulluk içersinde yalnızca mideleri değil, ufukları da küçülmüş olan emekçi insanlar, işsizler, vb. açıklanan bu sınır rakamlarını belki de abartılı bulurlar. Ya da abartılı bulmasalar bile kendi yaşadıkları daha vahim gerçeklikten hareketle "yoksulluk" gibi ağır bir tanımla bu rakamları yanyana koymakta zorlanırlar. Örneğin "yoksulluk sınırı" ayda bir buçuk milyar TL olarak açıklandığında, aylardır kahvede pinekleyen işsiz, bu paranın yarısına dokuz takla atarak çalışabileceğini düşünür. Aslında söz konusu rakam, tam da söylendiği gibi yoksulluk sınırıdır, hatta daha geniş bir perspektiften bakıldığında bu rakamlar düşüktür bile. Ama kahvedeki adam, artık kültürden, doğru dürüst eğitim ve sağlık hizmetlerinden ve diğer bütün insani-toplumsal ihtiyaçlarından uzun süredir vazgeçmiş olduğu için o kadarını düşünmemektedir bile. Onun razı olduğu para miktarı, bir sigara paketinin arkasına yazılabilecek kadar basit bir hesabın sonucudur ve bu hesabın içinde ancak günlük yaşamın fiziki olarak sürdürülmesine yetecek ihtiyaçlar vardır. Tabii bu arada kahvedeki adamımızın bir cebine pahalı bir telefon, öbür cebine tesbih ve fiyatı yüksekçe bir sigara da koyabiliriz ve o zaman tablo hem daha gerçeküstü hem de daha karmaşık hale gelir ama yine de kimse tarafından yadırganmaz.
Demek ki, ayrıntıları bir yana koyuyoruz, her şeyden önce, tartışmalı bir kavramsal çerçeveye sahibiz ve işe buradan başlamak zorundayız. Bu karışıklık yalnızca akademisyen çevrelerinin zihninde olsaydı, çok dert edinmeyebilirdik; ama yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi bizzat yoksulların zihninde de böyle bir tartışmalı durum vardır. Ayrıca yine emekçilerin dünyasında yoksulluğun genel olarak işsizlikle birlikte düşünülmesi gibi başka bir eğilim de vardır; çoğu kez "bir yerde çalışıp ekmeğini kazanan" kişi, tamamen yardıma muhtaç insanlar gibi düşünülmemekte, bu arada "açlık" ile "yoksulluk" birbirine karıştırılmaktadır. Oysa yoksulluk çalışan kesimleri de kapsayan bir kavramdır.
Peki nedir yoksulluk?
Sıradan bir emekçinin dünyasında aslında kaba bir tanım vardır. O, toplumun alt kesimlerinin ortalama yaşantısını bir ölçü olarak alır ve o sınırın altını yoksulluk olarak tanımlar. Yani örneğin holding sahiplerinden aşağıya, orta sınıfların en alttaki halkalarına dek uzanan bir dizi kategoriyi bu çerçevede düşünmez; onlar için "orta halliler" gibi özel başka kavramlar vardır. Hatta o, çoğu kez sınırı kendi durduğu yerin de altında bir yerden çeker. Çünkü kavram kargaşası içersinde "ücretin yetmemesi" ya da "dargelirlilik" gibi halk arasında yaygın olarak kullanılan tanımları da tam olarak "yoksulluk" çerçevesinde görmez. Daha doğrusu ücretin hangi ihtiyaçlara "yetmediği", gelirin hangi yaşam biçimi için "dar" olduğu, emekçinin bakışının gelişkinliğine göre anlam kazanır; dolayısıyla emekçinin kendi hayatına bakışı her zaman sağlıklı bir sonuç vermeyebilir.
Aslında (okuyucuya biraz garip gelse de) denilebilir ki, yoksulluk konusundaki en sağlam tanımlar, yoksulların dünyasında değil, tam karşı cephede, yoksulluğu yaratanların cephesinde vardır. Örneğin ezilen halkların baş düşmanı Dünya Bankası'nın 1990'daki şu tanımı oldukça gerçekçidir: "Yoksulluk sınırının iki temel ögeden oluştuğu söylenebilir: Bir yanda asgari bir seviyede gıda ve diğer temel ihtiyaçları satın almak için gerekli harcamalar; diğer tarafta, her ülkeye göre değişen, bir toplumun günlük yaşamına katılmanın maliyetini gösteren miktar."
Şüphesiz bu tanımda da "her ülkeye göre değişen" gibi hilekar bir not vardır ama yine de genel bir çerçeve olarak kabul etmek mümkündür.

Mutlak Yoksulluk ve Göreli Yoksulluk:
Yaşamak ya da Yaşıyor Gibi Yapmak

Hemen anlaşılacağı gibi bu tanım da aslında iki ayrı bölümden oluşmaktadır.
1- Birinci bölüm, "mutlak yoksulluk" kavramıyla ifade edilen açlık sınırını ifade etmektedir. Mutlak yoksulluk, bir insanın yaşamını en alt düzeyde sürdürebilmesine, yani biyolojik olarak kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli kalori ve diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştirmesine dayalı olarak tanımlanmaktadır. Toplam gelirleri bu temel gereksinimleri karşılamakta yetersiz olanlar mutlak yoksulluk sınırının altında kalmaktadır. Çoğu kez yarı yarıya hayvani bir ölçüt olan günlük kalori miktarıyla ifade edilen bu durum, aslında düpedüz açlık denilen şeye denk düşmektedir. Çok kaba ve çok uç bir tanım yapılırsa eğer, karnınızı doyuramıyor ve ertesi güne sağ çıkmanızı sağlayacak kadar besin bile alamıyorsanız mutlak olarak yoksulsunuz demektir. Ama tabii ki bu tanım çok kabadır; çünkü eğer durum tam olarak böyle olsaydı, yoksullardan değil yalnızca ölülerden söz edebilirdik, oysa burada sözünü ettiğimiz şey, milyonlarca insanın devamlı bir biçimde yaşadığı kronik bir durumdur. Yani yüksek oranda ölümleri ve ölümcül durumları içerse de mutlak yoksulluk dediğimiz açlık düzeyi, kendisini sürekli bir yetersiz beslenme durumu olarak ortaya koymaktadır.
Ayrıca, bu mutlaklığın da aslında "göreli" yanları vardır ve emperyalist kurumlar çoğu kez çarpıtma ve hilelerini bu noktalar üzerine inşa ederler. Örneğin genel olarak bu sınırın günde 1 dolarlık gelir seviyesiyle tanımlanması böyle bir hiledir. Çünkü bu rakam, birbirinden birçok açıdan farklı olan ülkeler için kullanıldığında, sözgelimi herhangi bir Afrika ülkesi için ifade ettiği anlam ile ABD yoksulları için ifade ettiği anlam aynı olmamaktadır. Daha doğrusu, "asgari temel ihtiyaçlar" listesinin nasıl oluşturulduğu en ciddi sorundur. Yoksul bir Afrika ülkesinde günde 1 dolarlık harcama, sömürgeci kafa yapısına göre bir biçimde "beslenme" anlamına gelmektedir. Sömürgeci kafa yapısı diyoruz; çünkü bu belirleme bir Afrikalı'nın beslenmesi ile Avrupalı'nın beslenmesini de ayrı ölçütlerle değerlendirmektedir. Ama bunu bir yana bıraktığımızda bile asıl hile yine de sırıtmaktadır; çünkü böylece emperyalist metropollerde mutlak anlamda yoksul kimse kalmamaktadır. Oysa emperyalist metropollerde sıfır gelire sahip sokak insanlarının da ötesinde milyonlarca insan 1 dolar ölçütüyle değerlendirilemeyecek bir açlığa sahiptir. Kaldı ki, "açlık" kavramı da kimi zaman yetmemektedir; çünkü fazla ama kötü beslenme sonucunda oluşan obezlik hastalığının en çok yaygın olduğu kesim, yine bu emperyalist ülkelerdeki dip yoksullarıdır.
2- Göreli yoksulluk ise sadece biyolojik beslenme seviyesini değil, insanın toplumsal varlığını da dikkate almakta ve insanın kendisini sadece biyolojik olarak değil, toplumsal olarak da yeniden üretebilmesi için gerekli tüketim ve yaşam düzeyinin saptanmasını içermektedir. Bu durumda, belli bir toplumda kabul edilebilir en az tüketim düzeyinin altında geliri olanlar göreli yoksul olarak tanımlanmaktadır. Yani bu kez, yalnızca "karın doyurmak"tan söz edilmemekte, eğitimden sağlığa insani-toplumsal-kültürel ihtiyaçlar da dikkate alınmaktadır.
Kuşkusuz bu belirleme de emperyalist kurumların bağımlı ülkelere bakış açısının etkisi altında oluşmaktadır. Bu çarpılma, Dünya Bankası tanımında toplum yaşamına katılmanın "her ülkeye göre değişen" ölçütlerinden söz edildiği anda gerçekleşmektedir. Böylece, daha baştan evrensel ölçüler askıya alınmakta, örneğin bir insanın eğitim-kültür ihtiyaçları yaşadığı ülkeye göre belirlenmektedir. Ebu Gureyb hapishanesinde insanların boynuna tasma takabilen bir sömürgeci-ırkçı kafanın yoksul ülkeler için "yeterli" gördüğü eğitim-kültür-sağlık ihtiyaçları ise bellidir.
Öte yandan, emperyalist ülkelerin resmi kurumları, göreli yoksulluk sınırını, o ülkedeki gelir dağılımı ortalamasının %50 altı olarak belirlemektedir ki, bu da bir başka çarpıklıktır. Çünkü örneğin Fransa'da bu belirlemenin denk düştüğü yaşam seviyesi başkadır; Somali'de ise aynı hesaplamayla çıkan rakam düpedüz açlığa denk düşmektedir.
Bütün bunlardan daha önemlisi ise, yoksulluğun sadece gelir eksikliği olarak tanımlanmasının sakıncalarıdır. Çünkü insana gerçekten değer veren daha geniş bir yerden bakıldığında insanın temel gereksinmeleri yalnızca beslenme, barınma ve giyim gibi asgari olguları değil, güvenli içme suyu, kanalizasyon, elektrik, sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ulaşım, doğum ve bebek sağlığının güvence altında oluşu, yönetime katılma, temel hak ve özgürlüklerden yararlanma, sosyal güvenceye sahip olma, vb. vb. gibi bir çok unsuru içermekte, yani insanların içinde yaşadıkları ortamın insani olup olmadığını da dikkate almaktadır. Örneğin hiçbir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmaksızın çalışan bir işçi, aldığı ücretin miktarından bağımsız olarak yoksuldur; çünkü herhangi bir ağır hastalıkla karşılaştığı anda düpedüz ortadadır ve ölümle karşı karşıyadır. Aynı şekilde, toplumsal, kültürel ve siyasal haklardan yoksunluk, cinsiyet ve ırk ayrımcılığı gibi nedenlerle dışlanmışlık da yoksulluk kavramının içindedir, vb...
Sonuç olarak, nereden bakılırsa bakılsın, emperyalist kurumlar hengi ölçüleri kullanırsa kullansın, ortada iki farklı kategori olduğu kesindir: İnsanın biyolojik varlığını sürdüremeyecek kadar az bir gelire sahip olması anlamında "mutlak yoksulluk" ve insani-toplumsal-kültürel, vb. her türlü gereksinmelerini karşılayamama anlamında "göreli yoksulluk." Birincisi, kronik açlık ve yetersiz beslenme ile kendini ortaya koyarken, ikincisi ise günlük dilde "insan gibi yaşayamamak" diye ifade edilen durumu ortaya koymaktadır.

Yoksulluk: Sınıflı Toplumlar
Tarihi Kadar Eski Bir Sorun mu?

Bu açıdan bakıldığında ve tanımlar böylece ortaya konulduğunda yoksulluk kavramının sınıflı toplumlar tarihi kadar eski olduğu ve bu tarih boyunca her zaman zenginlerin yanında yoksullar diye bir tabakanın olduğu söylenebilir mi?
Kuşkusuz evet.
Ama öte yandan, aynı işsizlik sorununda olduğu gibi yoksulluk konusunda da kapitalist dönemin ayırt edici özelliklerinin olduğunu söyleyebiliriz. Bu kez durum, kesin biçimde daha farklıdır. Örneğin Ortaçağ'ın uzun süren kuraklıkları, savaşlar, salgın hastalıklar, vb. zaman zaman bugünle kıyaslanamayacak büyüklükte yoksullaşma ve açlık dalgalarına yol açmıştır ya da bazen Afrika ve Latin Amerika'da gösterişli yerli uygarlıklarının sömürgecilik öncesinde de tamamen doğal afetler yüzünden çöktüğüne ve kitle halinde açlık ölümlerinin gerçekleştiğine tanık olunmuştur. Bütün bunlar olmasa da zaten kölelik ve serflik gibi toplumsal konumlar aynı zamanda yoksulluk anlamına gelmiştir. Birbirleriyle çılgınlar gibi savaşan en görkemli feodal imparatorlukların en iyi dönemlerinde bile kırlardaki yoksul köylülerin hayatı yine aynı kör karanlık ve çulsuzlukla sakatlanmış haldedir.
Ama her şeye karşın kapitalizmin insan kitlelerinin hayatında yarattığı nitel değişim, tartışılmaz biçimde yeni bir yoksulluk olgusunu açığa çıkarmıştır. Bu kez söz konusu olan, toprağa bağımlılıktan -ve dolayısıyla toprağa bağlı eski düzenin "koruyucu" özelliklerinden kurtulmuş, "özgür birey"dir ve artık bütün gemiler yakılmış, geriye dönmek için gerekli olan bütün köprüler ortadan kaldırılmıştır. Kapitalist toplumun "özgür" bireyi, işgücünü satmak için pazara çıkan ve satacak başka bir şeyi de olmayan proleterdir. Dolayısıyla ister rekabetçi dönemdeki devrevi krizlerde olsun, isterse de emperyalist dönemin genel ve sürekli bunalım sürecinde olsun her çöküntünün proleter açısından tek sonucu, kesin ve açık bir yoksulluktur. Üstelik yalnızca onlar açısından da değil, küçük burjuvazinin en alt kesimlerini oluşturan dükkancılar ve zanaatçılar açısından da durum böyledir. İşler sarpa sardığında kimsenin eski güzel günlere ve toprak ananın sıcaklığına dönme ihtimali yoktur, düşüş sert ve kesindir, darbeyi yumuşatacak tamponlar artık mevcut değildir. Böyle durumlarda bir yandan işçi sınıfının büyük bölümleri işsizler ordusu olarak sokaklara dökülmektedir; diğer yandan ise kapitalist toplum, artık üretim dünyasına dönmeyecek olan bir kesimi, "ayaktakımı"nı da hızla büyütmektedir. Hızla büyüyen sanayi kentlerinin çevresinde gitgide daha tehlikeli bir biçimde çoğalan "uçurum halkı" ve "uçurum mahalleleri", Jack London'un romanlarında ustalıkla anlattığı o "dilenci orduları" artık varlığı kabullenilmiş bir toplumsal olgudur. Aynı süreç, Marks'ın "tüm sınıflardan kovulmuş artıklar" diye tanımladığı lümpen-proletaryayı da ilk kez tarih sahnesine çıkarmıştır. Gerçekten de ilk kez... Çünkü bu yeni tabaka daha önceki bütün küçük üçkağıtçılık-hırsızlık, vb. işlerini değiştirmiş ve olağanüstü seviyede yaygınlaştırmıştır. İşçi sınıfı ve işsizler ile yakın bir temas içersinde olan ve her büyük alt üst oluşta çoğalan ya da azalan bu kategori, yoksulluk dünyasından doğduğu halde sonuçta yoksulların da kabusu haline gelecektir.
Tekelci kapitalizm dönemi ise sosyolojik bir olgu olarak yoksulluk kategorisinin adeta kalıcılaşıp istikrara kavuştuğu bir dönemdir. Bu kez büyük krizler daha sarsıcı olmakta, sürece yayılarak süreklileşen genel bunalım ise alt sınıflardan üste doğru geçişlerin önünü kapatmaktadır. Bu kez artık "birey" daha da "özgür"dür(!) ve küçük atölyelerin nisbeten dostça havasından devasa fabrikalara geçildikçe bir yandan daha büyük kitleler halinde bir araya gelerek örgütlenilirken diğer yandan yoksullaşma süreci daha da acımasızlaşmaktadır. Geriye dönüşler artık daha zordur, çukur derinleşmiştir ve ekonomik ortam toparlanıp yeni bir hamle yapmak isteyenlere sınırsız bir özgürlük tanımamaktadır. Öte yandan toplumun tortusunda ise işler lümpen-proletarya tanımını çoktan aşmış, adeta sanayi ve ticarette olanları andırır bir biçimde bu alanda da zorbalık ve yeraltı ekonomisi tekelleşerek çete ve mafya ilişkilerine dönüşmüştür. İşsizlerin ve yoksulların bir bölümüne "iş alanı" yaratan bu alan artık kapitalizmin diğer sektörleri gibi bir "sektör"dür.
Ancak bu süreç, aynı zamanda sosyalist bir alternatifin de yeryüzünde bulunduğu bir süreçtir ve kapitalist devletler, bu koşullarda yoksullar dünyasının ve özellikle üretim dışına itilmiş kesimlerin bütünüyle defterden silinmesini uzun süre göze alamamışlar, "sosyal devlet" gibi uygulamalarla dibe itilmişleri de sisteme bağlayan yollar aramışlardır. Örneğin "işsizlik sigortası" gibi bir uygulama, gerçekte Marks'ın çizdiği kapitalist model içersinde yeri olmayan bir şeydir; teorik olarak hiçbir kapitalist çalıştırmadığı insanlara para ödemez, ödenmesini de doğru bulmaz. Ancak, sosyalist alternatifin gündemde bulunduğu özgün koşullar altında tekelci kapitalizm, özellikle Avrupa boyutunda devlet mekanizmasına böyle bir "sosyal" görevi yıkmayı uygun bulmuş ve halkın sırtından oluşturulan bu fonlara biraz sıkıntıyla da olsa katlanmıştır. Bu tür fonlara akan ve biriken büyük miktarlarda paraya göz dikmek, burjuvazinin hep kurduğu hayal olsa da yüzyılın son çeyreğine dek bu konuda açıktan bir girişim yapılmamıştır. Kaldı ki bu dönem zaten genel olarak sömürge ve yeni-sömürgelerden sızdırılan kaynakların metropollerde belli bir esneklik yarattığı bir süreçtir ve genel olarak gelişkin kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı (büyük üretim birimlerinde bir araya gelmenin yarattığı özgüven ve örgütlenme alışkanlıklarıyla) ekonomik ve sosyal haklarını koruyabilmektedir.

Yoksulluk Kadınların Bir Kat Daha Dibe İtilmesidir

Örneğin dünyada mutlak yoksulluk sınırının altında yaşayan 1.3 milyar kişinin % 70'ini kadınlar oluşturmaktadır. Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar, dünyadaki toplam üretimin 2/3'nü üretmelerine rağmen, toplam gelirin % 5'ini almaktadırlar. Her zaman düzenli bir maaşı bulunmayan, eşit iş karşısında erkeklerden daha az kazanan ve sosyal koruması bulunmayan kadınlar, dünyanın en yoksul işçilerinin yüzde 60'ını (330 milyon) oluşturmaktadır. Neoliberal politikaların uygulandığı AB ülkelerinde ise sosyal harcamalar hızla kesintiye uğrarken kadınların yaşamları gittikçe kötüleşmekte, doğum izinleri, ücretli izinler bu politikaların sonucunda tarih olurken, kadınlar evde çocuk, hasta ve yaşlıların bakımını üstlenmek zorunda kalmaktadırlar.
Türkiye'deki kadınların durumu da bu tablodan farklı değildir ve neoliberalizm durumu daha da kötüleştirmektedir. Örneğin kadınların işgücüne katılma oranı 1990'da % 34 civarındayken, 1998'de % 27.9'a, 2000 yılında da %23'e düşmüştür. Kente göre (%15.7) kırsal alanda daha çok kadın işgücüne katılıyor (%34,9) gibi görünse de kırdaki 100 kadından 90'ı tarım kesiminde ve bunların %77'si herhangi bir ücret almaksızın ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaktadır. İşteki durumları açısından bakıldığında 100 kadından sadece 11'i kendi hesabına ve işveren konumunda çalışmakta, 39'u herhangi bir ücret ya da yevmiye karşılığında çalışmakta ve geriye kalan yarısı ücretsiz aile işçisi olarak çalışma yaşamında yer almaktadır.
Öte yandan, kentte yaşayan en az lise mezunu olan genç kadın nüfusundaki işsizlik oranı, aynı durumda olan erkeklerin iki katından fazladır (Kadınlar için işsizlik oranı % 43, erkekler için ise % 20'dir.). Türkiye'de aktif sigortalı olarak çalışan toplam 11 milyon çalışanın ise ancak yaklaşık bir milyon altı yüz bin'i (yüzde 14,5) kadındır.
Bu arada özürlü kadınları ise tabii ki kimse hesaplamamaktadır. Oysa Türkiye'de 7.5 milyon olarak tahmin edilen toplam özürlü nüfusun yarıya yakınını kadınlar oluşturmaktadır ve bu kesim yoğun bir yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşamaktadır.

 

Özgün Bir Süreç Olarak Sömürgeci Talan ve Dünya Halklarının Yoksullaşması
Yeni tarihsel süreç ve yoksulluğun günümüzde aldığı yeni biçimlere geçmeden önce biraz durup sömürgecilikten söz etmemek ele aldığımız konu açısından ciddi bir eksiklik olacaktır. Çünkü esasen kapitalizm öncesinde başlayan bir olgu olarak sömürgecilik, dünyanın geniş bir bölümünün bugün hâlâ devam etmekte olan yoksulluğunun nedenlerinden en önemlisidir. İnsanlık tarihinin en vahşi suçu olan ve okul kitaplarında "keşifler" adı altında meşrulaştırılmak istenen sömürgeci talan ve vahşet, Asya, Afrika ve Latin Amerika'yı ekonomik, ekolojik, sosyal ve kültürel olarak sakatlamış, milyonlarca insanın geleceğini karartmıştır. Sömürgecilik öncesinde kimileri kendi kendini idare eden, kimileri ise hatırı sayılır zenginlikteki imparatorluklara sahip olan bu toplumların bütün yeraltı yerüstü zenginlikleri sömürgeciler tarafından alçakça talan edilmiş, böylece bir yandan bu ülkelerin iç dinamikleri kurutulurken diğer yandan da büyük çoğunluğu yalnızca sömürgecilerin ihtiyacı olan tek ürüne ya da madene, vb. yöneltildikleri için pek kısa süre sonra korkunç bir yoksulluğun pençesine düşmüşlerdir. Öyle ki, iklim ve diğer koşullar bakımından dünyanın en verimli yerleri olması gereken bu ülkelerden bazıları, yüzyılın sonunda sefil bir açlıkla karşı karşıya kalmış, TV ekranlarından gördüğümüz ölümcül tablolar ortaya çıkmıştır. Hatta bu ülkelerden bazıları politik bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da aynı derin yoksulluk ve açlıktan kurtulamamışlar, çürütülmüş ve kurutulmuş ekonomilerini (kuşkusuz sosyalizm dışında kalkınma yollarına başvurdukları ve sosyalist yönelimli olanları da avrupa merkezci kalkınmacılık projelerinin peşine takıldıkları için) ayağa kaldıramamışlardır. Bu kez ortaya IMF gibi kurumların yönlendirdiği borç tuzakları geçmişin kaba sömürgeciliğinden de beter bir süreç olarak çıkmış ve mevcut yoksulluk tablosu en iyi niyetli çabalarla bile değiştirilememiştir.
Sömürgeci talanın bu bölgelerde yarattığı ekolojik tahribat ise akıl almaz boyutlardadır. Bir yandan dolu dizgin bir hızla dünyanın genel ekolojik tablosunu bozan ve doğa felaketlerinin zeminini hazırlayan emperyalizm ve sömürgecilik, diğer yandan da el attığı her ülkeyi mahvetmiş, dünyanın en verimli bölgelerini çölleştirmiştir. Bilimsel bir açıdan bakıldığında Sahra çölünün her yıl biraz daha büyümekte oluşu, Amazon ormanlarının katledilmesi, doğrudan doğruya dünyayı yönlendiren emperyalist tekellerin gözü dönmüş kâr hırsının dolaysız sonucudur. Gelinen aşamada, doğal ortamların sömürgeciler tarafından yüzyıllar boyunca acımasızca tahrip edilmesi, batılı entelektüellerin ve tatlı su çevrecilerinin çoğunun sandığı gibi yalnızca "güzelliklerin mahvı" değildir; bu ortamlar, milyonlarca insanın yaşam alanıdır ve buralardaki her tahribatın ilk doğrudan sonucu yoksulluk ve açlık olmaktadır. En basit ve en yakın örnek olarak savaş boyunca bütün Kürt coğrafyasını ekolojik olarak dümdüz eden, doğal bitki örtüsünü katleden sömürgeci oligarşinin bu politikaları, yoksulluğun artışına sebep olmuş, büyük kentlerin çevrelerine çarpık biçimde yerleşen insanlar, böylece kent yoksullarına eklenmişlerdir.
Sonuç olarak sömürgeci talan, bugün dünyayı bir baştan bir başa kasıp kavuran açlık ve yoksulluğun derindeki temel sebeplerinden biridir ve bu anlamda asla üzerinden atlanıp geçilmemesi gereken bir konudur. Bugün dünyanın hatırı sayılır bir bölümünde hüküm süren açlık, dün başlamamıştır ve sebepleri de yalnızca dünün bugünün verileri üzerinden açıklanamaz. Akıl almaz bir açgözlülükle bu ülkelerin iliğini sömüren, doğal ortamlarını mahveden sömürgeciler böylece yüzyıllar sürecek bir katliamın temellerini atmışlardır. Görkemli İnka-Aztek uygarlıklarının yerine kendi sefil çıkarlarını koyan, Afrika'yı yalnızca elmas ve altından ibaret gören, Çin'i uysallaştırmak için milyonlarca afyonkeş yaratmaktan çekinmeyen sömürgeci hırsızlar, bugünkü yoksulluk felaketinin gerçek hazırlayıcılarıdırlar.
Daha sonraları geliştirilen yeni-sömürgeci politikalar ise asla bu soygunun durdurulması anlamına gelmemiş, tersine bağımlı ülkelerin soyulması ve yoksullaştırılması daha inceltilmiş bir yoldan, işbirlikçi oligarşiler aracılığıyla devam ettirilmiştir. Sonuç, bu ülkelerdeki bir avuç çanak yalayıcı dışında kalan milyonlarca insanın yoksulluğu olmuştur.

Yoksulluk ve Çocuklar: Geleceğimizin Sakatlanması
Şüphesiz, yoksulluğun en acımasızca vurduğu kesimlerin başında çocuklar gelmektedir. Bugün, 2005 yılında, dünyadaki toplam 2.2 milyar çocuktan 1 milyarı, yani her iki çocuktan biri yoksulluk içinde doğup büyümektedir. Bunlardan 640 milyonu yeterli barınma imkanlarından, 400 milyonu temiz içme suyundan, 270 milyonu sağlık hizmetlerinden yoksundur ve ilköğretim çağındaki 121 milyonu aşkın çocuk okula gitmemektedir. 2003'te tüm dünyada daha 5 yaşına gelmeden ölen toplam çocuk sayısı 10.6 milyondur ve genel olarak yeterli su bulamadığı için her gün ölen çocuk sayısı 3 bin 900'dür.
Çok basit aşılama ile her yıl ölümleri önlenebilecek çocuk sayısı 2.2 milyondur.
Tüm dünyada HIV/AIDS yüzünden annesiz/babasız kalan çocuk sayısı 15 milyondur, ki bu İngiltere'deki toplam çocuk sayısından daha fazladır.
Her yıl kaçırılan toplam çocuk sayısı Avustralya'da yaşayan 5 yaşından küçük çocuk sayısı kadardır: 1.2 milyon.
Milyarlarca dolarlık seks sanayiinde cinsel sömürüye maruz kalan çocuk sayısı Belçika'da yaşayan çocuk sayısı kadardır: 2 milyon.
Dünyadaki beş yaş altındaki çocukların % 27'sinin kilosu yaşına göre düşüktür.
Dünyada her yıl 20 milyon çocuk 2500 gramın altında -yani düşük doğum ağırlığıyla- doğmakta, bu doğumların da % 90'ı yoksul ülkelerde olmaktadır. Ama bu da eşit bir dağılım göstermez: Düşük doğum ağırlıklı bebeklerin yüzdesi örneğin Bangladeş'te 30 iken İsveç'te 4'tür ve 5 yaşına gelmeden ölen Japon çocuklarının sayısı 2003'te 5 bin, Zambiya'da ise 82 bindir.
Tablo böyledir. Bu kadar utanç verici ve korkunçtur.
Ve emperyalist katiller bu tabloyu değiştirmek için kıllarını kıpırdatmamaktadırlar. Çünkü onlar, çocuk kanıyla beslenmektedirler.



Yeni Süreç, Yoksulluğun Yeni Yüzleri

Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra 2000'li yıllara geldiğimizde ise, aynen işsizlik ve sömürü biçimleri sorununda olduğu gibi yoksulluk meselesinde de yeni sürecin yeni olgularıyla karşılaşırız.
Dünya kapitalist sisteminin 1980'lerde başlayan yapısal dönüşümü 1990'larda reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte hız kazandığında, bunun ilk doğrudan sonucu, bütün dünya halkları için kesin ve acımasız bir yıkım olmuştur. 1980'ler bu anlamda yoksullar için uğursuz bir başlangıcı simgeler. Hatırlanacağı gibi, daha 1980'lerde Friedmancı neoliberal politikalar gündeme geldiğinde politik alanda Reagan-Thatcher ikilisinin başını çektiği yeni-sağcı eğilim, sosyal politikaların gereksiz yük olduğunu, yoksullara yardım etmenin devletin işi olmadığını dile getirmeye başlamıştı bile. Üstelik iş bukadarla da kalmamış, aynı yıllarda aynı sağcı ekibin sosyoloji alanındaki uzantıları, yoksulların ve siyahların-Latin kökenlilerin esasında "geri-zekalı" olduklarını ve yardımı hak etmediklerini düpedüz Nazi artığı ırkçı teorilerle savunuyorlar, sosyal fonların, yoksullara yönelik sağlık programlarının tamamen gereksiz olduğunu açıkça söylüyorlardı. "Altta kalanın canı çıksın" deyişiyle özetlenebilecek bir sosyal Darvinizm her yanı kaplıyor ve bu arada aynı dönemde hiç de rastlantı sayılamayacak bir biçimde neo-nazi hareketin yükselişi gerçekleşiyordu.
1990'lardan sonra neoliberal restorasyon sıçramalı adımlarla ilerlediğinde ise artık her şey daha pervasızca söylenir ve savunulur oldu. Sosyalist Barikat'ın daha önceki sayılarında da sık sık değindiğimiz gibi bu yeni tarihsel süreç, emperyalizmin sosyalist alternatiften şimdilik kurtulduğu, böylece uçsuz bucaksız bir sömürü alanı üzerinde pervasız adımlar atabildiği bir süreç oldu. Bir yandan özellikle ABD'nin başını çektiği dünya çapında bir saldırganlık zincirlerinden boşanır ve "yeni dünya düzeni" adı altında bir zorbalık düzeni hakim kılınmaya çalışılırken, diğer yandan ise dünya kapitalist sistemi sömürü ve hegemonya biçimlerinde ciddi değişiklikler yaşandı. Neoliberal politikaların hayata geçirilmesiyle emperyalist sömürünün önündeki bütün ulusal, yerel engeller tasfiye edilerek bütün dünyanın ve hayatın bütün alanlarının uçsuz bucaksız bir talana açılması gerçekleştirildi ve eşzamanlı olarak kapitalist iş örgütlenmesindeki değişiklikler, esnek üretim politikaları, üretimin ve sınıfın büyük kitlelerinin parçalanışı, vb. bu dönemin ürünleri oldu.
Ama kuşkusuz asıl yıkım, emekçileri ve toplumun alt kesimlerini yakından ilgilendiren kamusal alanlarda ve sosyal güvenlik sistemlerinde gerçekleşti. Üstelik yalnızca bu alanların zaten çarpık ve çürük bir zemine oturduğu yeni-sömürgelerde değil, genel olarak gelişkin kapitalist ülkelerde de aynı süreç işledi ve bütün sosyal hizmet kurumları yavaş yavaş çökertildi. Reel sosyalizmin baskısından artık kurtulmuş olan emperyalist ülkeler, bütün kamu hizmetlerini adım adım ticarileştirdiler, eğitimden sağlığa ve kültüre dek her alanda geçen yüzyıl boyunca sıkıntıyla katlandıkları "sosyal devlet" ölçütlerini tasfiye ettiler. Bazılarında hızlı bazılarında yavaş olsa da bütün emperyalist-kapitalist ülkeler aynı başat politikaları eninde sonunda benimsediler ve neoliberal vahşet her tarafı sardı. "İşsizlik sigortası" gibi kurumların ne kadar "lüks" olduğu yavaş yavaş keşfedildi, sosyal önlemlerin en yaygın olduğu Almanya ve İskandinav ülkelerinde bile bu ve benzeri kurumların tasfiye planları yapılıp uygulamaya geçildi. Bu arada yeni iş örgütlenmesi sonucunda birliği ve mücadele gelenekleri zayıflatılan işçi sınıfı ise bu saldırıya karşı direnmekte zorlandı ya da gecikti. Sonuç, bir yandan yeni işsiz kitlelerinin sokağa terk edilmesi, diğer yandan da hem mutlak hem de göreli anlamıyla yoksullaşmanın artışı oldu. Geçmişte anti-komünist propaganda edebiyatı çerçevesinde "refah toplumları" diye sunulan Batı Avrupa ülkeleri ve ABD, milyonlarca insanın sokaklarda yaşadığı, milyonlarcasının ilkokul eğitiminden bile uzakta olduğu, en basit sosyal-kültürel ihtiyaçlarını karşılayamadığı, fuhuştan uyuşturucuya bütün yeraltı faaliyetlerinin olağanüstü derecede yaygınlaştığı ülkeler haline geldiler. Sokaklarında gezilemeyen, geceleri -ve hatta gündüzleri- korkuya teslim olan metropol kentler, giderek bu ülkelerin kabusu oldu.
Yeni-sömürgelerde ise durum daha vahim noktalara vardı. Bu ülkelerde zaten son derece zayıf olan kamusal hizmet alanları hızla çökertildi ve yoksulluk uçurumu en derin noktalara ulaştı. 1945'ten 1980'lere dek az çok iç tüketime dönük olarak çalışan ithal ikameci sanayileşme modeli yerine ihracata yönelik sanayileşme (daha doğrusu sanayisizleştirme) geçirildiğinde klasik iş alanları da hızla çöktü ve işsizlik katlanarak büyümeye başladı. En vahşi iş örgütlenmesi biçimlerinin uygulanmasıyla bir yandan işçi sınıfının toplam kitlesi işsizleri de kapsayacak biçimde büyürken diğer yandan sınıfın toplam gücü parçalandı ve örgütlenme gelenekleri tasfiye edildi. Dahası, aynı süreç, kamuya ait ne varsa tümünün özelleştirilmesini ve bu arada zaten zayıf ve skandallarla dolu olan sosyal güvenlik kurumlarının da çöküşü anlamına geldi. Böylece, yalnızca işsizleri değil, çalışanları da kapsayan bir yoksullaşma, bu ülkelerin genel manzarasını oluşturdu. Üstelik neredeyse eşzamanlı olarak bütün yeni-sömürgelerde tarımsal alanların dışa açılması ve böylece yerli kaynakların kurutulması, son derece ciddi bir gıda kıtlığını da ortaya çıkardı.
Bu genel yoksullaşma halinin en uç ve en çarpıcı görünümlerini ele alarak yoksulluk teorilerini bu kategoriler üzerine kurmak ve sonra da "hayır işleri"ne girişmek, burjuvazinin temsilcileri için çok tipik bir davranış biçimidir ve aslında genel durumu gizlemeye yarar; ama meseleye sadece bu kesimler açısından bakıldığında bile durum çok ağırdır. Bu görünümlerin başlıcaları olan sokak çocukları, madde ve uyuşturucu bağımlıları, hırsızlık ve dilencilik çeteleri, kısaca toplumun tortusunu oluşturan kesimler, son yirmi yılda yeni-sömürgelerin çoğunda öyle bir çoğalma ve cemaatleşme eğilimi içindedirler ki, örneğin Brezilya gibi bazı ülkelerde polis ve "sivil inisiyatif"ler sokak çocuğu öldürmeyi meşru görev olarak kabul etmektedirler. Marks'ın "lümpenproletarya" tanımını kat kat aşan bir umutsuzlar ve itilmişler kitlesi gitgide büyümekte ve zaman zaman büyük kapitalist ülkelere doğru kapsamlı göç dalgaları yaratarak oralardaki yoksulluk oranlarını yukarılara çekmektedir.

Silah Yerine Ekmek Üretilseydi Eğer...
Çocukların açlıktan ölümü karşısında kılını kıpırdatmayan emperyalistler, öte yandan milyarlarca dolarlık silah sektöründen hiçbir zaman vazgeçmediler. Yalnızca 1996 yılında dünyadaki toplam silah satışı tutarı 23 milyar dolardı ve ABD'nin bu satıştaki payı % 44, BDT'nin payı % 20, AB'ninki ise % 28 idi. Yine 1996 yılında dünya çapındaki askeri harcamaların tutarı 811 milyar dolardı.
Oysa, Harb-İş'in Ekim 1998'de yaptığı bir araştırmaya göre silahlanma gideriyle şunlar yapılabilirdi:
*3 saatlik askeri harcama tutarıyla tüm dünyada 3.5 milyon çocuğun yaşamını kurtaracak aşılama yapılabilirdi.
*Bir bonbardıman uçağının tutarıyla 16 tam taşekküllü hastane yapılabilirdi.
*Bir nükleer denizaltının parasıyla 48 milyon insana temiz içme suyu sağlanabilirdi.
*Afrika ülkelerindeki askeri harcamalar %1,5 azaltılırsa kıtadaki açlık yok edilebilirdi.
*Yalnız bir gün silahlanma harcaması yapılmazsa tüm insanlık 10 yıl temiz su içebilirlerdi.

 

Yeni Yoksullar:
Neoliberalizmin Felaket Tablosu

Ortaya çıkan bu tablonun kapitalizm tarihi boyunca hep tanık olduğumuz yoksulluk biçimlerinden daha farklı özellikler taşıdığı söylenebilir mi?
Kuşkusuz evet. Bu tablo, geçmişin yoksulluk ve yoksullaşma biçimlerinden nispeten farklıdır ve zaten "yeni yoksullar" gibi kavramlar da bu farkı anlatmak için kullanılmaktadır. Çünkü bu noktada önümüze çıkan şey, gelir düşüklüğüne dayanan ve kapitalizmin her döneminde mevcut olan klasik bir yoksulluk biçimi değildir. Bu kez karşımızda özellikle son yirmi yıllık neoliberal politikaları sonucunda dibe itilen ve aynen "mutlak işsizlik" kavramında olduğu gibi yeniden yukarı çıkması mümkün olmayan milyonlarca insan vardır. Yani bir yandan genel bir yoksullaşmadan söz ediyoruz, diğer yandan da artık tamamen terk edilmiş, unutulmuş milyonlarca insanın derin ve karanlık yoksulluğundan, düpedüz açlığından söz ediyoruz. Hem "insan gibi yaşayamamak" denilen genel bir yoksulluk halinden, hem de artık yaşayıp yaşayamadıkları bile umursanmayan insanlardan söz ediyoruz. Toplumsal hayata katılması, sağlık ve eğitimden yararlanması kısıtlı insanların yanında düpedüz açlıktan, temiz içme suyu ve gıda gibi en asgari ihtiyaçlarını karşılayamayanlardan söz ediyoruz. Ve artık bu sözünü ettiğimiz ikinci kategori, örneğin son üç-dört yüzyıl boyunca sömürgelerde gerçekleştirilen klasik hırsızlığın sonuçlarından herhangi biri değildir; bu kategori, kapitalist işleyişin metropollerde üretim dışına attığı belli miktardaki bir işsiz kitlesinden ibaret de değildir. Bu kez ortadaki durum, son yirmi yılda bütün dizginlerinden boşanmış uluslararası bir vahşi soygun düzeninin yarattığı olağanüstü büyük bir felakettir. Bir yanda metropollerde sınırsız kâr hırsı ve emek sömürüsünün sonunda gelip dayandığı vahşet, diğer yanda yeni-sömürge ülkelerde yüzyıllar süren sömürgeciliğin yıkımı, 90 miladıyla birlikte en uç noktasına varmış ve ortaya dünya tarihinin en büyük yıkımlarından birini çıkarmıştır. O kadar ki, büyük paylaşım savaşları sırasında birkaç yıla sığdırılan katliam ve soykırımlar, bugün ancak uluslararası yardım kurumlarının verdiği rakamlardan öğrenebildiğimiz sıradan olgular haline gelmiştir. Bu, yoksulluğun yeni ve en karanlık yüzüdür.
Birkaç basit çizgiyle özetlenirse, bugün dünya nüfusunun yarısı, günde 2 dolardan az bir parayla geçinmeye çalışmaktadır ve bunlar içersinde günde 1 dolardan az bir parayla yaşamlarını sürdürmeye çalışanların sayısı 1,2 milyardır. 3 milyar insan ise günde 2 dolarla idare etmektedir. BM verilerine göre dünyada 852 milyon insan açlık sınırında yaşamakta ve her yıl 5 milyon çocuk açlıktan ölmektedir. (Daha uç örnekler verilirse eğer, Afganistan'da günlük gelir 44 cent, Etiyopya ve Kongo'da ise 27 centtir!) Çaresizlik içindeki bu insanlar yeterli gıda ve temiz içme suyu ile eğitim, sağlık ve çağdaş enerji hizmetlerinden yoksundur. Öyle ki, yoksul ülkelerde yaşayan yaklaşık 4,6 milyar insandan 850 milyonu okur-yazar değildir, 1 milyarı temiz sudan, 2.4 milyarı temel sağlık hizmetlerinden yoksundur. Her yıl, beş yaşından küçük 11 milyon çocuk önlenebilir hastalıklardan ölmektedir, ki şu anda bunların 36 milyonu HIV/AIDS'e yakalanmıştır. Bu, iki büyük paylaşım savaşının toplam ölü miktarının son birkaç yılda katlandığı bir felaket tablosudur ve üstelik bu tablo Hitlerci mantıktan hiçbir biçimde geri kalmayacak ırkçı bir soykırıma işaret etmektedir; çünkü söz konusu kıyımın asıl hedef kitlesi "aşağı ırklar"dan başkası değildir!
Buna karşın, aynı süreçte uluslararası alanda olağanüstü servetleri yönlendiren birkaç yüz aile zenginliklerine zenginlik katmıştır. Bu ise en zengin ülkelerle en yoksul ülkeler arasındaki kişi başına gelir farkını tam bir uçurum haline getirmiştir. Örneğin, 1816'da bu fark 1/3 oranındayken, 1950'de 1/35'e, 1973'te 1/44'e, 2000 yılında ise 1/86'ya yükselmiştir. Aradaki fark o kadar açılmıştır ki, örneğin bugün en zengin 15 kişinin parasal varlığı Kara Afrika ülkelerinin tümünün ulusal gelirlerinden fazladır. O kadar ki, dünyanın en zengin 225 kişisinin parasal varlığının sadece yüzde 4'ü bile dünyadaki tüm insanların sosyal gereksinimlerini karşılamaya yetecek miktardadır. Ve bu 225 kişinin toplam serveti dünya nüfusunun yüzde 47'sini oluşturan 2.5 milyar insanın yıllık gelirine eşittir. Yine İsviçre'nin kişi başına milli geliri, Sahra Altı Afrika ülkelerinin kişi başına düşen milli gelirin 126 katıdır ve İsviçre 106 dolar kişi başına milli geliri olan Etiyopya'dan (ki bir zamanların muazzam imparatorluğudur) tam 400 kat daha zengindir.
Buna karşın, dünya nüfusunun sadece yüzde 5'ine sahip olan ABD, hammadde kaynaklarının yüzde 40'ını tüketmekte, genel anlamdadünyadaki mal ve hizmetlerin yüzde 80’ini de Kuzeyli dediğimiz ülkelerde yaşayan yüzde 20’ lik nüfus kullanmaktadır.
Bugün dünyada herkese "temel eğitim" vermek için 6 milyar dolara, "temel besin" sağlamak için de 13 milyar dolara ihtiyaç varken yalnızca Avrupa'da parfüme 12 milyar dolar, Avrupa ve ABD'de kedi-köpek mamasına 17 milyar dolar harcanmaktadır.
Yeni yüzyılın yeni yoksulluk tablosu işte bu kadar insanlıkdışı, bu kadar ahlakdışı bir tablodur. Ve bütün bunlar, sömürgecilikten gelen tarihsel kökenleri olsa da esas olarak emperyalizmin "yapısal uyum ve istikrar" programları adı altında uyguladığı politikaların eseridir.

Onların Keyfi Yerinde!
Dünya açlıktan kırıladursun, onlar yani dünyanın en zenginleri olan bir avuç asalak yaşamlarını lüks içinde sürdürüyor. Dönmeye devam eden çark, onların kârlarına kâr katıyor.
2001 Yılı için dünyanın en zenginleri sıralaması yapan Forbes dergisi, toplam 538 dolar milyarderinin adlarını sıralarken, bu kişilerin servetlerinin toplamının 1,7 trilyon dolar olduğunu belirtiyor. Asalaklar listesinin ilk 10'u şöyle sıralanıyor (rakamları milyar dolar olarak okuyunuz):

Gates, William H. III 58,7 ABD
Buffett, Warren Edward 32,3 ABD
Allen, Paul Gardner 30,4 ABD
Ellison, Lawrence Joseph 26,0 ABD
Albrecht, Theo & Karl 25,0 Almanya
Alsaud, P. A. Bin Talal 20,0 S.Arabistan
Walton, Jim C. 18,8 ABD
Walton, John T. 18,7 ABD
Walton, S. Robson 18,6 ABD
Walton, Alice L. 18,5 ABD

Türkiye'nin asalaklar listesinde ise Koç Ailesi en başta geliyor; onu Sabancı ve Şahenk ailesi izliyor. Ekonomist Dergisi'nin yaptığı araştırmaya göre Türkiye'de serveti 2 milyar doların üzerinde 7 aile var. Bunlar; Koç, Sabancı, Şahenk, Doğan, Eczacıbaşı ve Tara aileleri. 2 milyar doların altına inildiğinde listedeki ailelerin sayısı artıyor. Derginin DİE verilerinden yola çıkarak yaptığı hesaplamalara göre Türkiye'de "mega zengin" kapsamına giren 2 bin 500 aile bulunuyor. Kişi olarak bakıldığında ise bu sayının 10 bini bulduğu tahmin ediliyor.
Türkiye asalaklarının ilk 10'u ise şöyle:

Koç Ailesi- Koç Holding
Sabancı Ailesi- Sabancı Holding
Şahenk Ailesi -Doğuş Holding
Doğan Ailesi- Doğan Holding
Dinçkök Ailesi- Akkök Grubu
Eczacıbaşı Ailesi- Eczacıbaşı Holding
Tara Ailesi- Enka Holding
Yazıcı Ailesi- Anadolu Grubu
Özilhan Ailesi- Anadolu Grubu
Kocabıyık Ailesi- Borusan Holding

 

Türkiye: Zenginlik İçinde Yoksulluk
Türkiye'ye gelindiğinde de durum çok parlak değildir. Son yirmi yılda emperyalist politikaların acı sonuçlarını yaşayan Türkiye halkları, ağır bir yoksullaşma sürecinden payını almıştır. Bir yandan yeni-sömürge ekonomisinin "dışa açılması"yla gerçekleşen yoğun işsizik, diğer yandan tarımın adım adım çökertilmesi ve nihayet kirli savaş yöntemleriyle Kürt nüfusunun önemli bir bölümünün yerinden yurdundan edilerek metropollere doğru itilmesi, Türkiye coğrafyasını TC tarihinin en ağır yoksulluk tablosuyla başbaşa bırakmıştır. Öte yanda ise işbirlikçi oligarşi içersinde yer alan bir avuç tekelci, yeni-sömürgeciliğin hiçbir döneminde görülmemiş ölçüde büyük servetlere sahip olmuşlar, zenginliklerine zenginlik katmışlardır. 1994 yılından sonra gelir dağılımı çalışmalarının kasıtlı olarak durdurulmasına karşın bu gerçekler yine de gizlenememektedir. Örneğin Devlet Planlama Teşkilatı'na göre 2001 yılında günlük geliri 1 doların altında olanların, yani düpedüz aç olanların oranı % 2.5'tur. Türkiye'de yaşayan insanların % 18'i ise günde 2 dolardan az gelire sahiptir. Ülkemizdeki doğumların % 20'si eğitilmiş sağlık personeli tarafından yapılmamakta ve bebeklerin en az % 15'i düşük doğum ağırlığı ile doğmaktadır.
Diğer yandan toplumun en düşük gelirli % 10'u gelirin % 2,3'ünü alırken, en yüksek gelirli % 10'un payı % 32,3'tür. Hane halkı gelir dağılımına göre nüfusun %20’lik en zengin grubu ile %20’lik en yoksul grubu arsındaki fark 11 kattır. Rakamlar daha daraltıldığında ortaya çıkan gerçek ise, bir avuç tekelcinin akıl almaz servetleri kontrol ettiği, buna karşın milyonlarca insanın giderek dibe itildiğidir.
Birkaç ayda bir yapılan hesaplamalara göre, günümüzde yoksulluk sınırı 1.5 milyar, açlık sınırı ise 500 milyon civarındadır. Bunlar ölçü alındığında bugün Türkiye'de nüfusun %40'ından fazlası yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Asgari ücret diye belirlenen sadaka miktarı ise bilindiği gibi açlık sınırının bile altındadır. Resmi verilere göre ekonomi büyümekte, ama emekçilerin gerçek gelirleri hızla gerilemektedir. Örneğin 1999'da 108,5 olan reel ücret endeksi, 2003'te 82,3'e kadar gerilemiştir. 2000-2003 arasındaki 4 yıllık dönemde özel sektör işçilerinin reel ücretlerinde toplam % 23.7, kamu işçilerinde ise %17.2 azalma olmuştur.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) 2002 yılı insani gelişme raporuna göre Türkiye 173 ülke arasında 85. sırada yer almaktadır. Bu ülkede sağlıklı içme suyuna erişemeyen nüfusun oranı %17, beş yaşın altında yeterli düzeyde beslenemeyen çocukların oranı % 8, temel eğitimden yoksun olanların oranı % 20'dir.
Bütün bunlara karşın asıl kaynaklarını borç ödemeye, askeri harcamalara ve batık banka kurtarmaya harcayan Türkiye'de sağlığa harcanan kaynak toplam gelirin yüzde 3,5'idir ve eğitime harcanan ise yalnızca yüzde 2,5'tir.
Üstelik Türkiye'nin çarpık ekonomik-sosyal yapısı (son zamanlardaki yeni düzenlemeler yapılsa da yapılmasa da) hiçbir zaman bu tabloyu yumuşatabilecek, dibe doğru düşenleri birazcık rahatlatabilecek ciddi kurumlara sahip olmamıştır. Öteden beri yoksulların kıpırdanışlarını "sömürge tipi" bir yoldan, sopa ve mermiyle bastıran Türkiye oligarşisi, bugünlerde mevcut kırık dökük sosyal sistemleri de ortadan kaldırmakta ve bunların yerine herbiri türlü türlü skandallarla, rezaletlerle anılan Fak-Fuk Fon ya da Çocuk Esirgeme Kurumu gibi yoksulların onurunu zedelemekten başka işe yaramayan kurumları ortada bırakmaktadır. Bunların dışında ise "hayırsever" vatandaşların insanları köpek yerine koyan "yardım dağıtımları"(!) ve televizyon kanallarının "iyiliksever ablaları" vardır. Binlerce çocuğun sokaklarda gezdiği, çöp yığınlarının bir yaşam kaynağı olduğu, milyonlarca insanın hayata kıyısından köşesinden birazcık tutunduğu, hapishaneleri dolu bir ülke...
Yeni-sömürgeciliğin son elli yılda Türkiye'ye çıkardığı fatura işte budur.

Kürt Coğrafyası:
Yoksulluk Çukurunun En Dibi

Biraz daha doğuya kayarak Kürt coğrafyasına geldiğimizde ise durum iyice değişir. Orada, yalnızca emperyalist politikaların sonuçlarıyla değil, bu politikaların üzerine binen sömürgecilikle de karşılaşırız. Kürdistan'ın ayrı bir ülke olduğunu en çok reddedenler bile herhangi bir Kürt kentinin ara sokaklarında ayrı bir ülkede yaşadığını hemen hisseder. Çünkü yoksulluk orada ikiye katlanmıştır.
Türkiye sınırlarının geneli için yapılan en derin hesaplamalar Kürt bölgesindeki gerçekle karşılaşıldığında hafif kalır. Örneğin TC sınırları içindeki toplam yoksulların %7'si Marmara'da ve %4'ü Ege'de iken, %50'si Kürt coğrafyasında yaşamaktadır. Aynı şekilde beş yaş altı çocuk ölüm hızı Türkiye genelinde binde 61'den binde 52'ye düşerken Kürt illerinde binde 70'den binde 76'ya yükselmiştir. DPT verilerine göre ise yoksulukla doğru orantılı olarak Kürt illerinde beş yaş altı beslenme yetersizliği oranları %25'e kadar çıkabilmektedir
Türkiye’nin milli gelirinin % 55'i nüfusun % 36,6'sının yaşadığı "Marmara ve Ege"de yaratılmaktadır. Nüfusun %18,2'sini oluşturan "Orta Anadolu" yüzde 15, yine nüfusun %12'sini oluşturan Akdeniz gelir yaratımında % 10,8'ine, %15 nüfusu olan Karadeniz ise gelir yaratımının % 10,5'ine sahiptir. Buna karşın nüfusun % 20'sini oluşturan Kürt coğrafyası, gelir yaratımında % 8 orandadır. Aynı şey, gelirin paylaşımında da sözkonusudur. Bu alanda da aslan payını % 49 ile İstanbul, İzmir, Ankara, Kocaeli, Bursa ve Adana alırken, geriye kalan bütün iller % 51 ile yetinmektedir; bu arada Kürt nüfusun yaşadığı koca bir coğrafya ise % 10'a mahkum haldedir.
Bütün bunların giderilebilir bir "bölgesel eşitsizlik"ten kaynaklandığı tezi ise bayat bir sömürgeci yalandan başka bir şey değildir. Tam tersine, bu eşitsizlik, işin başından beri parçalanarak sömürgeleştirilmiş Kürt ülkesinin yaşadığı trajediden kaynaklanmaktadır; yani söz konusu olan şey, "ihmal" değil, işgal ve sömürüdür.

Toplumsal Değerlerin Çürütülmesi ve Yozlaşmanın Zemini Olarak Yoksulluk
Ama gerçek fatura bundan ibaret de değildir. Çünkü işsizlik ve yoksulluk, yalnızca gelir azlığı anlamına gelmemekte, ağır bir insani yıkımın da kapılarını açmaktadır. Çok derin bir ahlaki çürüme, devlet tarafından da özel olarak yaygınlaştırılan bir yozlaşma-kültürsüzleştirme, onur duygusundan uzaklaşarak kişiliksizleşme sürecin diğer boyutlarıdır. Diyarbakır Tabip Odası Eski Başkanı Dr. Mahmut Ortakaya'nın Kürt göçüne ilişkin söyledikleri bu konuda gerçekten anlamlıdır: "Üretim insanı koruyan, insan onuruna sahip çıkan bir faaliyettir. İnsanı üretimden uzaklaştırdığınızda onurunu elinden alırsınız, onuruna el koyarsınız. Üretim ibadettir, üretim onurdur. Bunu bilenler insanları köylerinden evlerinden uzaklaştırdılar ama esas önemlisi üretimden uzaklaştırdılar. İnsanı üretimden uzaklaştırınca onu ekmeğe muhtaç haline getirirsiniz ve onurunu elinden alırsınız."
Gerçekten de hem göçe zorlanan Kürt insanı açısından, hem de neoliberalizmin kentlerde dibe doğru ittiği kitleler açısından süreç böyle işlemiştir. Yoksulluk, çürütücü-ahlak bozucu bir unsur olarak iş görmüş, bu arada bir yandan eski gelenekler ve değerler yıkılırken yerine kocaman bir boşluk çıkmıştır.
Böylece yoksulların dünyası, içe, yani aileye ve diğer sınıf kardeşlerine dönük şiddetin örnekleriyle bozulmuş, bilinen gelir sağlama yollarının dışındaki yöntemler gitgide daha fazla öne çıkmaya başlamıştır. Son yıllarda hırsızlık ve gasp olaylarının, özellikle de en zayıf unsurlara yönelen kapkaççılığın gösterdiği olağanüstü artış, her türden uyuşturucunun ilkokullara dek inmesi, sokak çetelerinin artışı, düzen sahiplerini de dehşete düşürecek bir noktaya ulaşmıştır. Kuşkusuz onların dehşeti, şimdilik daha çok sıradan insanlara yönelen bu gasp ve cinayet furyasından ötürü değildir; onların asıl problemi karanlık ve derin yoksulluk çukurundan fışkıran bu kör şiddetin eninde sonunda düzen kurumlarına ve kendi şımarık yaşantılarına yönelmesidir.
Devrimciler ve toplumsal hareket açısından ise sorun, sınıfsal değil sosyolojik bir olgu olarak yoksulluğun bugün içinde barındırdığı lümpenleşme ve çürüme eğilimidir. Sınıf kavramı gibi netliklerle tanımlanamayan bu şekilsiz ve karmaşık yığın, devrimci müdahalenin geciktiği her saniye biraz daha karanlık bir ortama itilmekte, yozlaşma ve düşkünleşmeye daha açık hale gelmektedir.

Yoksulluk ve Yoksunluk:
Bir Madalyonun İki Yüzü

Öte yandan yoksulluk yalnızca ekonomik zayıflık ve belli yaşamsal ihtiyaçları karşılayamama olarak değil, aynı zamanda bir dışlanmışlık ve haklardan, özgürlüklerden yoksunluk olarak da ortaya çıkmaktadır. Örneğin bugün ABD'de milyonlarca yoksul insanın oy kullanma hakkı bile fiilen bulunmamaktadır, ki bu siyasetten dışlanmanın çok kaba bir örneğidir. Oysa dışlanmanın çok daha karışık yolları da vardır. Her şeyden önce, burjuvazinin kanun önünde eşitlik iddiası ya da bilinen "yurttaşlık hakları", neredeyse her zaman belli bir gelir düzeyinin üstündeki sınıf ve kategoriler için geçerlidir. Yoksulların dünyasında ise özellikle dibe doğru inildikçe, ekonomik zayıflık, sosyal-siyasal-hukuki ilişkilerde de bir eşitsizlik anlamına gelir. Yoksulsanız, eğitim-sağlık-kültür hizmetlerinden yararlanmayı aklınızdan silersiniz; son tahlilde parayla dönen burjuva politikasının çarkları içersinde de varabileceğiniz hiçbir yer yoktur; hukukla ilgili bir sorununuz varsa kendinizi savunmanız bile paranızın miktarına bağlıdır; kültürel bir gelişme göstermek istiyorsanız yine cebinizde para olmaksızın hiçbir adım atamazsınız.
Üstelik bunlar yalnızca parayla da ilgili değildir; yoksulluk bir süre sonra yapışkan bir kimlik ve bir renk haline gelir ve kazara bir miktar parayı elinizde tuttuğunuz anda da yakanızı bırakmaz. Çünkü bu ülkenin hakimi olan "beyaz ırk"ın yanında siz hiçbir değeri olmayan zenciler gibisinizdir; bütün haklarınız kağıt üzerindedir, onları kullanmak için gerekli olan maddi güç ve özgüvene sahip değilsinizdir.
Böylece yoksulluk, giderek en temel insani haklardan ve olanaklardan bile yararlanamama haline dönüşür ve özellikle mutlak yoksulluk sınırlarına varıldıkça tamamen unutulmuşluk ve itilmişlik anlamına gelir.

Yoksulluk: Dinsel Gericiliğin
Yükselişini Kışkırtan Bir Olgu

Tam bu noktada, sosyalist alternatifin zayıflamış olduğu koşullarda yoksulluk, kendi kurtarıcısını, dinsel inanışı yaratır. Kıt zekalı "laiklik" delisi beylerin hanımların asla anlamadıkları ve anlayamayacakları gerçeklik, derin bir yoksulluk uçurumunun dibinde yaşayan insanların umutsuzluğu ve çaresizliğinin "irtica"yı besleyen asıl kaynak olmasıdır.
Son 20 yılda bütün dinci-gerici partilerin özellikle yoksul kesimlerin bulunduğu semtlerde yoğunlaşması ve asıl oy potansiyellerinin oralarda oluşması rastlantı değildir. Her gün yaşadıkları korkunç adaletsizlik karşısında tutunacak dal arayan insanlar, özellikle "insan eliyle inşa edilen" adalet ve eşitlik sistemlerinin 1990'lardaki hazin çöküşünden sonra, gerçekten de büyük bir boşluk içersine düşmüşler ve solun uzun süren toparlanması sürecinde kendilerine çıkış yolu aramışlardır. Sonuçta bu yoksul kitlelerinin en azından hatırı sayılır bir bölümü, "insan adaletinin bu dünyada imkânsız" olduğunu vaaz eden ve gerçek adaletin ancak tanrısal elle kurulabileceğini öne süren dinci düşünceye sarılmaktadır. Bütün büyük dinlerin asıl vaadinin acılardan ve yoksulluktan uzak bir öteki dünya cenneti olması, kuşkusuz rastlantı değildir.
Sonuçta, toplumdan dışlanmışlık, toplumsal dayanışma geleneklerinin ve değerlerinin çöküşü ve dinsel gericiliğin yükselişi, bunların tümü birden aynı sürece denk düşmekte ve yoksullaşma ile yozlaşmayı, kaderciliği ve bütün diğer isyan-önleyici eğilimleri aynı potada eritmektedir.

Uluslararası Yardım:
Korkunun Yarattığı İyilikseverlik Emperyalizm Sorunu Çözebilir mi?

Özellikle mutlak yoksulluğun, yani açlığın kendisini kitlesel ölümlerle açığa vurduğu dönemlerde canlanan "uluslararası yardım" kampanyalarının da pratik bir değerinin olmadığını en iyi bu kampanyaları örgütleyenler bilmektedir. Yüzyıllardır Asya-Afrika-Latin Amerika topraklarını son kırıntısına kadar soyup soğana çeviren sömürgeciler ve emperyalistler, şimdi yine kendi denetimlerinde çalışan kurumlar aracılığıyla bu suçlarının korkunç sonuçlarını birazcık hafifletecek girişimlere "vicdan sahibi" orta sınıfları dahil etmek istemektedirler.
Gerçekten de durum tam böyledir; çünkü kendi destekleriyle kurulmuş olan UNICEF gibi çocuklara yardım kurumlarının rapor ve tavsiyelerine bile uymamaktadırlar. Örneğin UNICEF'in yoksulluğu hafifletmek için 2015 yılına kadar önerdiği toplam harcama miktarı 40 ile 70 milyar dolar arasında bir rakam iken, sadece 2003 yılında dünyadaki toplam askeri harcama 956 milyar dolardır. Yani emperyalistler, bu paranın yirmi katını yine insan öldürmek ve yıkımları, yoksulluğu, yetim ve aç çocukları çoğaltmak için kullanmaktadırlar.
2004 yılı itibarıyla yaklaşık 500 milyon çocuk günde 1 doların altında bir gelirle açlık sınırındadır ve küresel gelirin yalnızca % 1 'iyle (yılda yaklaşık 80 milyar dolar) bu çocukların yoksulluktan kurtulmasını sağlamak mümkün iken, süreç tam tersine işlemekte, yardım miktarları 1960'lardan beri sistematik olarak düşmektedir. Uluslararası yardım kuruluşu Oxfam'ın raporuna göre zengin ülkelerin yardım bütçeleri 2000'li yıllarda 1960 yılındakinin yarısı düzeyine inmiştir. Buna karşılık yine Oxfam raporuna göre yoksul ülkeler günde 100 milyon doları dış borç ödemesi olarak emperyalistlere ödemektedir.
Bu eğilimin devam etmesi halinde önümüzdeki 10 yıl içinde dünya genelinde 45 milyon çocuğun öleceğini belirten Oxfam, raporunda asıl çarpıcı olan nokta ise ABD, Almanya ve Japonya gibi zengin ülkelerin gayri safi ulusal gelirlerinin yüzde 0.7'sini yardıma ayırma sözü verdikleri halde bu sözü yerine getirmediklerinin itirafıdır.
Yani, bizzat yoksulluğu ve açlığı yaratanlar, son derece açık bir biçimde bu kitlesel ölümleri umursamamaktadırlar.

Türk Tipi Hayırseverlik:
Bir Onursuzlaştırma Yöntemi

Aynı sahtekarlığın Türkiye versiyonu ise tam anlamıyla içler acısı bir manzara göstermektedir. Klasik sosyal güvenlik kurumlarının zaten IMF ve Dünya Bankası'nın emirleri doğrultusunda adım adım tasfiye edildiği ve etkisizleştirildiği biliniyor.
Zaten mevcut haliyle de bu kurumlar anlamsızdır. Çalışan nüfusun yarıdan fazlası resmen kaçaktır, sosyal güvenceden yoksundur.
Yoksullukla ilgili diğer "yardım"(!) çalışmaları büyük ölçüde yine emekçilerin vergileriyle birazcık ayakta tutulan Sosyal Yardımlaşma Fonu ya da Çocuk Esirgeme Kurumu gibi çürümüş kurumların üzerine yıkılmış durumdadır; ya da en iyi durumda belediyelerin açtığı aşevleri son derece onursuz koşullarda birkaç kap yemekle durumu geçiştirmektedir. Üç kuruşluk bütçe, her türden yolsuzluğa bulaşmış yöneticiler, yoksulları ve çocukları horlayan, hatta istismar eden soysuz görevliler, vb. vb. Türkiye'nin sosyal kurumlarının manzarası budur.
Bunun dışında büyük patronların aslında yine kendilerine sadık kadro yetiştirmek için kurduğu vakıflar ve okullar, sorunun kendisiyle doğrudan ilgili değildir. Daha aşağıda, taşradaki yerel zenginlerin yaptığı "hayır" işlerinin trajik görüntüleri ise arada sırada TV ekranlarına geldiği gibi son derece mide bulandırıcı bir onursuzluk manzarasıdır. Üç kuruşluk makarna paketleri için birbirini ezen yoksul insanların içler acısı hali, aslında yoksulluğun nasıl bir şiddet anlamına geldiğini de gösteren örneklerdir.

Yoksulluğa Karşı Mücadele ve Devrim Perspektifi
Peki bütün bu trajedi ve karmaşa, devrim dışında bir yolla, daha açık bir dille söylersek, kapitalizm koşulları altında çözülebilir mi?
Ve bu soruyla aynıymış gibi görünmekle birlikte aslında tamamen farkı olan bir başka soru: Kapitalizm koşullarında, yani bugün, yoksulluğa karşı bir mücadele ve toplumsal hareket örgütlenebilir mi?
Gerçekten de bu iki soru birbirinden çok farklıdır, farklı perspektifleri ifade eder.
Yazımızın başından beri ortaya koyduğumuz somut veriler, aslında birinci sorunun yanıtını oluşturmaktadır. Sorunu yaratan ve derinleştiren kâr merkezli kapitalist sistem hüküm sürmeye devam ettikçe, insanı merkeze koyan bir iyileşmenin bekenemeyeceği son derece açıktır.
Durumu iyileştirme ve düzeltme çabasını emperyalist kapitalist ülkelerin kendisinden beklemek, gerçekten de boş bir düştür. Tamamen kâr ve hegemonya merkezli işleyen bir sistem, bırakalım işleri düzeltmeyi, kendi kurduğu kukla yardım fonlarına üç kuruş vermeyi bile reddetmekte, 40 milyar dolarlık bir fonu bir türlü kuramazken 1 trilyona yakın silah harcamasını hiç ihmal etmemektedir.
İşte tam bu noktada ikinci soruya geliyoruz ve yol biraz çatallaşıyor. Çünkü eğer yoksul kitlelerini bir biçimde örgütleyerek toplumsal hareketlerle kapitalist hükümetler ve emperyalizm üzerinde bir baskı uygulamak ve onları daha insani bir kapitalizme doğru zorlamaktan söz ediyorsanız, bu noktada durum ümitsizdir. Nihai olarak yoksulluğu yaratanların elinden iktidarı almayı ve yoksulluğu üreten düzeni kökünden yıkıp toplumsal mülkiyeti inşa etmeyi hedeflemeyen bir hareket, bu konuda hiçbir şansa sahip olmayacak ve bugünkü korkunç tabloyu düzeltme yolunda bile bir ilerleme sağlayamayacaktır.
Ama eğer, yoksulluğa karşı mücadele teması üzerinden bir toplumsal hareket örgütlerken, halk dayanışmasının özgün biçimlerini inşa etmeyi, dayanışmacı değerleri öne çıkarmayı, kendi kaderini yoksulların kaderiyle birleştiren insanların yaratıcı enerjisini açığa çıkarmayı ve nihayet buradan işçi sınıfının öncülüğünde bir devrimci odak yaratmayı hedefliyorsanız, durum farklıdır. Bu artık ne yoksulların “acılarını dindirme” ne de basit karın doyurma çalışmasıdır; aynı zamanda bu çalışma halkın tepkisini sopa olarak kullanıp “insani bir kapitalizm” talep etmeyi de hedeflemez. Böyle bir çalışma, esas olarak halkın örgütlenmesi ve örgütlü halkın kendi sorunlarına sahip çıkıp çözüm bulma kapasitesinin geliştirilmesidir. Ve bu türden günlük mücadelelerin tümünde olduğu gibi bu çalışmada da, sadece dayanışmanın yeterli olmadığı, devrim yoluyla iktidarın ele alınmaması halinde acıların devam edeceği kitleler tarafından kavranır ve devrimci bir bilincin kapıları açılır.
Görüldüğü gibi, bu meselede “ne yapıldığı”, “nasıl yapıldığı” ve “niçin yapıldığı” soruları tamamen iç içedir. Başka ülkelerde, özellikle Latin Amerika’da ve Asya’da değişik anlayışlara sahip “yoksulluk karşıtı hareketler” son yıllarda gelişmekle birlikte Türkiye’de henüz belirgin deneyimler ortaya çıkmamıştır. Bu alan açıktır ve doğru perspektiflerle kavrandığında özellikle Politik Kültürel Odaklar çerçevesinde anlamlıdır, ortaya bir enerji çıkarmak mümkündür. Dayanışma kültürünün geliştirilmesi, emekçilerin sınıf kardeşlerine yönelik duyarlığının artırılması için yüzlerce yaratıcı yol bulmak, hatta bazen zor durumda olan (ağır hastalık, iş kazası, yangın, vb.) herhangi bir emekçiyi bile dayanışma odağı yapmak mümkündür ve hiç de sakıncalı değildir. Bu anlamda gereksiz “sınıf” keskinlikleriyle “mahalle” unsurunu masa başında bir kalemde aforoz eden anlayışlara prim verilmemeli, “devrimciler insanlara yardımcı oluyor, sonra da aynı insanlar nankörlük ediyor” cümleleriyle dile getirilen ukalalıklar önemsenmemelidir. Eğer siz devrim perspektifinden bir milim bile ayrılmadan yürüyorsanız, kitleler arasında (bugünkü çürümüşlük ortamında) yaratacağınız her dayanışma biçimi, dayanışma ve mücadele yönünde oluşturacağınız her kültürel biçim, mutlaka ortaya devrimci bir enerji ve parti çalışması atmosferi çıkaracaktır. Önemli olan her durumda bu halk dayanışmasından kişisel olarak kimin nasıl yararlandığı değil, bir bütün olarak bu çalışmadan yozlaşma ve çürümeye karşı nasıl bir potansiyelin yaratıldığı ve bu potansiyelin devrimci örgütlenmeye nasıl kanalize edildiğidir. Dolayısıyla, emekçilerin dünyasında kök salmak isteyen devrimci sosyalistler, kuşkusuz işsizlik ve yoksulluğa karşı halk yığınları arasındaki her tepkiyi değerlendirecek, yalnızca (son dönemde yürütüldüğü gibi) genel kampanyalar çerçevesinde değil, sürekli bir mücadele-örgütlenme zemini olarak bu alana yaslanacaklardır. Daha önceleri de sık sık vurguladığımız gibi devrimci sosyalizm, günlük hayata oligarşinin temsilcileri tarafından pompalanan yapay gündem maddeleriyle değil, emekçi halkın gerçek gündemi olan yoksulluk ve işsizlikle ilgilidirler ve doğal olarak kitleler içindeki çalışmalarının en önemli ayağını da bu alana inşa edeceklerdir.

Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Devrim Yoksulluk Sorununu Kesin
Olarak Çözebilir mi?

İşin pratik devrimci çalışma ile ilgili bölümüne böylece değindikten sonra, yeniden esasa geldiğimizde, bu soruya vereceğimiz yanıt, aynen işsizlik sorununda olduğu gibi hiç bir tereddüt içermemektedir: Evet!
Evet, demokratik halk devrimi bu sorunu çözecektir. Ve hatta, büyük bir güvenle, sorunun devrimden başka bir yolunun bulunmadığını da söyleyebiliriz. Çünkü anti-emperyalist anti-oligarşik bir devrim, her şeyden önce, bu coğrafyayı yoksullaştıran iki temel olguyu, emperyalizme bağımlılığı ve tekellerin asalaklığını sona erdirecek, bütün kaynakları emekçilerin çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlerdirecektir. Kesintisiz biçimde sosyalizme ilerleyen bir demokratik halk devrimi, böylece ortaya çıkaracağı muazzam ekonomik kaynakları devrim yoluyla yenilenmiş bir insan potansiyeliyle birleştirecek, bu yeni sistem ise gelir dağılımı uçurumunu ortadan kaldıracaktır.
Bu coğrafya üzerinde yaşayan insanlar, yalnızca son yirmi yılda hiçbir biçimde sorumlu olmadıkları borç faizleri için 1 trilyon dolar ödemişlerdir. Bütün diğer sömürü yollarını bir yana koyduğumuzda bile, emekçilerin ceplerinden çalınan bu rakam tek kelimeyle korkunçtur. O kadar ki, bu parayla, bu ülke yeniden inşa edilir ve artar bile. Bir an için, bu büyüklükteki paranın ve emperyalistler ve işbirlikçilerinin hortumladığı bütün diğer kaynakların, halk için, daha iyi beslenme ve giyim için, eğitim, sağlık, konut, vb. için harcandığını düşünelim. Böyle bir ülkede işsizlik ve yoksulluktan söz edilebilir mi?
Bütün bunlar da bir yana, yalnızca son banka batıklarında havaya uçan milyarlarca dolar kaç hastane, kaç okul anlamına gelir? Yalnızca kirli savaş yöntemleri için harcanan örtülü ödenek paralarının tutarı nedir ve bu paranın harcanışının tek bir emekçi için olsun somut yararı var mıdır? Ortadoğu bölgesinin neredeyse en verimli topraklarına sahip olan bir coğrafyada neyin ekileceğine neyin ekilmeyeceğine IMF değil de bilim karar verdiğinde ortaya çıkacak ürün miktarı milyonlarca insanı besleyip giydirmek için yeterli olmayacak mıdır? Sokak çocuklarını, madde bağımlılarını, özürlüleri, hatta yıllarını çalışarak geçirmiş yaşlıları yok sayanlar, onları toplumun fazlalıkları, “yangında en son kurtarılacaklar” olarak gören kirli düzenin kirli yöneticileri tamamen asalaklardan oluşan ve hiçbir somut maddi ürün üretmeyen koca bir baskı aygıtını sırf bu insanlıkdışı düzeni korumak için beslerken bir an olsun bu parayla başka neler yapılabilirdi diye düşünmüşler midir?
Daha öteye gitmek gerekmez. Sonuç olarak yoksulluğu yaratan bugünkü sistemin yıkılması, ülke kaynaklarını hortumlayan bütün emperyalist finans kurumlarının sonsuza dek bu topraklardan kovulması, yalnızca bu kadarı bile yoksulluğun ortadan kaldırılması için yeterlidir.
Ve aynı şey, dünya ölçeğinde de geçerlidir. Bugünün dünyasındaki korkunç tablo, ancak bu tabloyu yaratan kapitalist sistemin yıkılmasıyla, sınıfsız-sömürüsüz yeni bir dünya düzeniyle ortadan kaldırılabilecektir. Bunun dışındaki yöntemlere, emperyalist tekellerin kurduğu "hayır kurumları"na bel bağlamak, boş umutlar peşinde oyalanmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Çünkü asıl mesele, dünyada ya da Türkiye’de, sizin maddi kaynakları nereye harcamak istediğiniz, neyi öncelikli bulduğunuz meselesidir. Yalnızca Bill Gates’in elindeki 60 milyar dolarlık servet bile, UNICEF’in dünya yoksulluğunu önlemek için öngördüğü 40 milyar dolardan daha fazladır ve siz tek bir insanın elinde birikmiş olan bu kadar muazzam bir servete el koyduğunuzda bile, dünya adeta cennet haline gelir.
Sorun bu kadar yalın ve açıktır. Tek bir kişinin elinde birikmiş bu servet, milyarlarca insanın kurtuluşudur; ya da aynı şey başka bir deyimle ifade edilebilir: bizzat bu servet, açlıktan ölen insanların cesetleri üzerine kurulmuştur.

Gelecek Ellerimizdedir
Peki, bütün bunlar mümkün müdür?

Yani, devrimci sosyalizm, bu yüce ama zor görünen amaçlara ulaşabilir mi? Bu düşleri gerçek yapabilir mi?
Kuşkusuz evet!
Çünkü her şeyden önce, devrimci sosyalizm, yönünü sorunun yaratıcıları olan asalaklara değil, sorunun bizzat kendisini yaşayan yoksulların, emekçilerin dünyasına dönmüştür. Devrimci sosyalizm, uzun ve zorlu bir mücadele sürecinde, politikleşmiş askeri savaş stratejisi çerçevesinde bütün mücadele biçim ve araçlarını kullanarak emekçiler ve yoksullar dünyasıyla bütünleşecek, onların devrim hareketinin öznesi olarak örgütleyecek ve böylece mevcut düzeni kökünden yıkacaktır. Yani devrimci sosyalizm, yoksullara dıştan bakan bir "hayırseverlik" hareketi değil, bizzat onların içinde yaşayan, kök salan ve onlarla birlikte yürüyen bir devrim hareketidir.
O, bir "iyilik" hareketi değil, deyim yenindeyse "herkesin kendisine, yani toplumun bütününe iyilik yaptığı" bir mücadele çizgisidir.
O, yoksulların acılarını hafifletmeyi değil, bu acılardan bir devrim öfkesi yaratarak tekelci zenginlerin saltanatını yerle bir etmeyi hedeflemektedir.
O, yoksul emekçilerin kendi kardeşlerine yönelttikleri şiddeti, kendi kardeşlerinin ceplerine el atmalarını asla benimsemez ve hoşgörmez; ama aynı öfkenin emek hırsızlarının saraylarına yönelmesini coşkuyla karşılar, soyguncuların düzeninin temellerine vurulan her darbeyi benimser.
Ve dahası o, bizzat kendisi de yoksulların, emekçilerin öfkesinin bilinçle donanmış sesi ve politik-askeri öncüsü olarak tarih sahnesinde yerini alacak, her devrimci sosyalist bu son derece meşru ve haklı mücadelenin en ön sıradaki neferi olacaktır.
Devrimci sosyalizm, kimseye bugünden yarına bir yeryüzü cenneti vaat etmiyor elbette; ve elbette, bu savaşım da büyük acılar ve sıkıntılar içersinde yürütülecektir.Acılar ve sıkıntılarla... Ama mutlaka onurla, mücadele etmenin, insan gibi yaşamak için dövüşmenin bütün acıları bastıran son derece haklı gururuyla...
Dünya ve Türkiye, "nüfus problemi", vs. gibi gevezelikler eden düzen soytarılarının söylediklerinin tersine, olağanüstü kaynaklara ve olağanüstü olanaklara sahiptir ve bu kaynaklar, olanaklar, hepimize yeter.
Yeter ki, biz, suyun başını tutmuş olan soyguncuları, asalakları oradan kaldırıp atmayı bilelim!

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul