Genel Olarak Yoksulluğun Kavramsal Çerçevesi
Ara sıra duyarız ya da gazetelerde okuruz, sendikalar
ya da devletin resmi istatistik kurumları, "yoksulluk
sınırı" diye bir dizi rakam açıklarlar. "Şu
kadarlık gelirin altı yoksulluk sınırıdır"
diye belirtilir örneğin, şu kadarın altı için
de "açlık sınırı" kavramı kullanılır.
Rakamlar bizi şaşırtır. Daha doğrusu, emekçiler
açısından durum biraz karışık görünür. Kronik
bir işsizlik ve yoksulluk içersinde yalnızca mideleri
değil, ufukları da küçülmüş olan emekçi insanlar,
işsizler, vb. açıklanan bu sınır rakamlarını belki
de abartılı bulurlar. Ya da abartılı bulmasalar
bile kendi yaşadıkları daha vahim gerçeklikten
hareketle "yoksulluk" gibi ağır bir
tanımla bu rakamları yanyana koymakta zorlanırlar.
Örneğin "yoksulluk sınırı" ayda bir
buçuk milyar TL olarak açıklandığında, aylardır
kahvede pinekleyen işsiz, bu paranın yarısına
dokuz takla atarak çalışabileceğini düşünür. Aslında
söz konusu rakam, tam da söylendiği gibi yoksulluk
sınırıdır, hatta daha geniş bir perspektiften
bakıldığında bu rakamlar düşüktür bile. Ama kahvedeki
adam, artık kültürden, doğru dürüst eğitim ve
sağlık hizmetlerinden ve diğer bütün insani-toplumsal
ihtiyaçlarından uzun süredir vazgeçmiş olduğu
için o kadarını düşünmemektedir bile. Onun razı
olduğu para miktarı, bir sigara paketinin arkasına
yazılabilecek kadar basit bir hesabın sonucudur
ve bu hesabın içinde ancak günlük yaşamın fiziki
olarak sürdürülmesine yetecek ihtiyaçlar vardır.
Tabii bu arada kahvedeki adamımızın bir cebine
pahalı bir telefon, öbür cebine tesbih ve fiyatı
yüksekçe bir sigara da koyabiliriz ve o zaman
tablo hem daha gerçeküstü hem de daha karmaşık
hale gelir ama yine de kimse tarafından yadırganmaz.
Demek ki, ayrıntıları bir yana koyuyoruz, her
şeyden önce, tartışmalı bir kavramsal çerçeveye
sahibiz ve işe buradan başlamak zorundayız. Bu
karışıklık yalnızca akademisyen çevrelerinin zihninde
olsaydı, çok dert edinmeyebilirdik; ama yukarıda
anlatmaya çalıştığımız gibi bizzat yoksulların
zihninde de böyle bir tartışmalı durum vardır.
Ayrıca yine emekçilerin dünyasında yoksulluğun
genel olarak işsizlikle birlikte düşünülmesi gibi
başka bir eğilim de vardır; çoğu kez "bir
yerde çalışıp ekmeğini kazanan" kişi, tamamen
yardıma muhtaç insanlar gibi düşünülmemekte, bu
arada "açlık" ile "yoksulluk"
birbirine karıştırılmaktadır. Oysa yoksulluk çalışan
kesimleri de kapsayan bir kavramdır.
Peki nedir yoksulluk?
Sıradan bir emekçinin dünyasında aslında kaba
bir tanım vardır. O, toplumun alt kesimlerinin
ortalama yaşantısını bir ölçü olarak alır ve o
sınırın altını yoksulluk olarak tanımlar. Yani
örneğin holding sahiplerinden aşağıya, orta sınıfların
en alttaki halkalarına dek uzanan bir dizi kategoriyi
bu çerçevede düşünmez; onlar için "orta halliler"
gibi özel başka kavramlar vardır. Hatta o, çoğu
kez sınırı kendi durduğu yerin de altında bir
yerden çeker. Çünkü kavram kargaşası içersinde
"ücretin yetmemesi" ya da "dargelirlilik"
gibi halk arasında yaygın olarak kullanılan tanımları
da tam olarak "yoksulluk" çerçevesinde
görmez. Daha doğrusu ücretin hangi ihtiyaçlara
"yetmediği", gelirin hangi yaşam biçimi
için "dar" olduğu, emekçinin bakışının
gelişkinliğine göre anlam kazanır; dolayısıyla
emekçinin kendi hayatına bakışı her zaman sağlıklı
bir sonuç vermeyebilir.
Aslında (okuyucuya biraz garip gelse de) denilebilir
ki, yoksulluk konusundaki en sağlam tanımlar,
yoksulların dünyasında değil, tam karşı cephede,
yoksulluğu yaratanların cephesinde vardır. Örneğin
ezilen halkların baş düşmanı Dünya Bankası'nın
1990'daki şu tanımı oldukça gerçekçidir: "Yoksulluk
sınırının iki temel ögeden oluştuğu söylenebilir:
Bir yanda asgari bir seviyede gıda ve diğer temel
ihtiyaçları satın almak için gerekli harcamalar;
diğer tarafta, her ülkeye göre değişen, bir toplumun
günlük yaşamına katılmanın maliyetini gösteren
miktar."
Şüphesiz bu tanımda da "her ülkeye göre değişen"
gibi hilekar bir not vardır ama yine de genel
bir çerçeve olarak kabul etmek mümkündür.
Mutlak Yoksulluk ve Göreli Yoksulluk:
Yaşamak ya da Yaşıyor Gibi Yapmak
Hemen anlaşılacağı gibi bu tanım da aslında iki
ayrı bölümden oluşmaktadır.
1- Birinci bölüm, "mutlak yoksulluk"
kavramıyla ifade edilen açlık sınırını ifade etmektedir.
Mutlak yoksulluk, bir insanın yaşamını en alt
düzeyde sürdürebilmesine, yani biyolojik olarak
kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli kalori
ve diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi
gerçekleştirmesine dayalı olarak tanımlanmaktadır.
Toplam gelirleri bu temel gereksinimleri karşılamakta
yetersiz olanlar mutlak yoksulluk sınırının altında
kalmaktadır. Çoğu kez yarı yarıya hayvani bir
ölçüt olan günlük kalori miktarıyla ifade edilen
bu durum, aslında düpedüz açlık denilen şeye denk
düşmektedir. Çok kaba ve çok uç bir tanım yapılırsa
eğer, karnınızı doyuramıyor ve ertesi güne sağ
çıkmanızı sağlayacak kadar besin bile alamıyorsanız
mutlak olarak yoksulsunuz demektir. Ama tabii
ki bu tanım çok kabadır; çünkü eğer durum tam
olarak böyle olsaydı, yoksullardan değil yalnızca
ölülerden söz edebilirdik, oysa burada sözünü
ettiğimiz şey, milyonlarca insanın devamlı bir
biçimde yaşadığı kronik bir durumdur. Yani yüksek
oranda ölümleri ve ölümcül durumları içerse de
mutlak yoksulluk dediğimiz açlık düzeyi, kendisini
sürekli bir yetersiz beslenme durumu olarak ortaya
koymaktadır.
Ayrıca, bu mutlaklığın da aslında "göreli"
yanları vardır ve emperyalist kurumlar çoğu kez
çarpıtma ve hilelerini bu noktalar üzerine inşa
ederler. Örneğin genel olarak bu sınırın günde
1 dolarlık gelir seviyesiyle tanımlanması böyle
bir hiledir. Çünkü bu rakam, birbirinden birçok
açıdan farklı olan ülkeler için kullanıldığında,
sözgelimi herhangi bir Afrika ülkesi için ifade
ettiği anlam ile ABD yoksulları için ifade ettiği
anlam aynı olmamaktadır. Daha doğrusu, "asgari
temel ihtiyaçlar" listesinin nasıl oluşturulduğu
en ciddi sorundur. Yoksul bir Afrika ülkesinde
günde 1 dolarlık harcama, sömürgeci kafa yapısına
göre bir biçimde "beslenme" anlamına
gelmektedir. Sömürgeci kafa yapısı diyoruz; çünkü
bu belirleme bir Afrikalı'nın beslenmesi ile Avrupalı'nın
beslenmesini de ayrı ölçütlerle değerlendirmektedir.
Ama bunu bir yana bıraktığımızda bile asıl hile
yine de sırıtmaktadır; çünkü böylece emperyalist
metropollerde mutlak anlamda yoksul kimse kalmamaktadır.
Oysa emperyalist metropollerde sıfır gelire sahip
sokak insanlarının da ötesinde milyonlarca insan
1 dolar ölçütüyle değerlendirilemeyecek bir açlığa
sahiptir. Kaldı ki, "açlık" kavramı
da kimi zaman yetmemektedir; çünkü fazla ama kötü
beslenme sonucunda oluşan obezlik hastalığının
en çok yaygın olduğu kesim, yine bu emperyalist
ülkelerdeki dip yoksullarıdır.
2- Göreli yoksulluk ise sadece biyolojik beslenme
seviyesini değil, insanın toplumsal varlığını
da dikkate almakta ve insanın kendisini sadece
biyolojik olarak değil, toplumsal olarak da yeniden
üretebilmesi için gerekli tüketim ve yaşam düzeyinin
saptanmasını içermektedir. Bu durumda, belli bir
toplumda kabul edilebilir en az tüketim düzeyinin
altında geliri olanlar göreli yoksul olarak tanımlanmaktadır.
Yani bu kez, yalnızca "karın doyurmak"tan
söz edilmemekte, eğitimden sağlığa insani-toplumsal-kültürel
ihtiyaçlar da dikkate alınmaktadır.
Kuşkusuz bu belirleme de emperyalist kurumların
bağımlı ülkelere bakış açısının etkisi altında
oluşmaktadır. Bu çarpılma, Dünya Bankası tanımında
toplum yaşamına katılmanın "her ülkeye göre
değişen" ölçütlerinden söz edildiği anda
gerçekleşmektedir. Böylece, daha baştan evrensel
ölçüler askıya alınmakta, örneğin bir insanın
eğitim-kültür ihtiyaçları yaşadığı ülkeye göre
belirlenmektedir. Ebu Gureyb hapishanesinde insanların
boynuna tasma takabilen bir sömürgeci-ırkçı kafanın
yoksul ülkeler için "yeterli" gördüğü
eğitim-kültür-sağlık ihtiyaçları ise bellidir.
Öte yandan, emperyalist ülkelerin resmi kurumları,
göreli yoksulluk sınırını, o ülkedeki gelir dağılımı
ortalamasının %50 altı olarak belirlemektedir
ki, bu da bir başka çarpıklıktır. Çünkü örneğin
Fransa'da bu belirlemenin denk düştüğü yaşam seviyesi
başkadır; Somali'de ise aynı hesaplamayla çıkan
rakam düpedüz açlığa denk düşmektedir.
Bütün bunlardan daha önemlisi ise, yoksulluğun
sadece gelir eksikliği olarak tanımlanmasının
sakıncalarıdır. Çünkü insana gerçekten değer veren
daha geniş bir yerden bakıldığında insanın temel
gereksinmeleri yalnızca beslenme, barınma ve giyim
gibi asgari olguları değil, güvenli içme suyu,
kanalizasyon, elektrik, sağlık ve eğitim gibi
hizmetlere ulaşım, doğum ve bebek sağlığının güvence
altında oluşu, yönetime katılma, temel hak ve
özgürlüklerden yararlanma, sosyal güvenceye sahip
olma, vb. vb. gibi bir çok unsuru içermekte, yani
insanların içinde yaşadıkları ortamın insani olup
olmadığını da dikkate almaktadır. Örneğin hiçbir
sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmaksızın çalışan
bir işçi, aldığı ücretin miktarından bağımsız
olarak yoksuldur; çünkü herhangi bir ağır hastalıkla
karşılaştığı anda düpedüz ortadadır ve ölümle
karşı karşıyadır. Aynı şekilde, toplumsal, kültürel
ve siyasal haklardan yoksunluk, cinsiyet ve ırk
ayrımcılığı gibi nedenlerle dışlanmışlık da yoksulluk
kavramının içindedir, vb...
Sonuç olarak, nereden bakılırsa bakılsın, emperyalist
kurumlar hengi ölçüleri kullanırsa kullansın,
ortada iki farklı kategori olduğu kesindir: İnsanın
biyolojik varlığını sürdüremeyecek kadar az bir
gelire sahip olması anlamında "mutlak yoksulluk"
ve insani-toplumsal-kültürel, vb. her türlü gereksinmelerini
karşılayamama anlamında "göreli yoksulluk."
Birincisi, kronik açlık ve yetersiz beslenme ile
kendini ortaya koyarken, ikincisi ise günlük dilde
"insan gibi yaşayamamak" diye ifade
edilen durumu ortaya koymaktadır.
Yoksulluk: Sınıflı Toplumlar
Tarihi Kadar Eski Bir Sorun mu?
Bu açıdan bakıldığında ve tanımlar böylece ortaya
konulduğunda yoksulluk kavramının sınıflı toplumlar
tarihi kadar eski olduğu ve bu tarih boyunca her
zaman zenginlerin yanında yoksullar diye bir tabakanın
olduğu söylenebilir mi?
Kuşkusuz evet.
Ama öte yandan, aynı işsizlik sorununda olduğu
gibi yoksulluk konusunda da kapitalist dönemin
ayırt edici özelliklerinin olduğunu söyleyebiliriz.
Bu kez durum, kesin biçimde daha farklıdır. Örneğin
Ortaçağ'ın uzun süren kuraklıkları, savaşlar,
salgın hastalıklar, vb. zaman zaman bugünle kıyaslanamayacak
büyüklükte yoksullaşma ve açlık dalgalarına yol
açmıştır ya da bazen Afrika ve Latin Amerika'da
gösterişli yerli uygarlıklarının sömürgecilik
öncesinde de tamamen doğal afetler yüzünden çöktüğüne
ve kitle halinde açlık ölümlerinin gerçekleştiğine
tanık olunmuştur. Bütün bunlar olmasa da zaten
kölelik ve serflik gibi toplumsal konumlar aynı
zamanda yoksulluk anlamına gelmiştir. Birbirleriyle
çılgınlar gibi savaşan en görkemli feodal imparatorlukların
en iyi dönemlerinde bile kırlardaki yoksul köylülerin
hayatı yine aynı kör karanlık ve çulsuzlukla sakatlanmış
haldedir.
Ama her şeye karşın kapitalizmin insan kitlelerinin
hayatında yarattığı nitel değişim, tartışılmaz
biçimde yeni bir yoksulluk olgusunu açığa çıkarmıştır.
Bu kez söz konusu olan, toprağa bağımlılıktan
-ve dolayısıyla toprağa bağlı eski düzenin "koruyucu"
özelliklerinden kurtulmuş, "özgür birey"dir
ve artık bütün gemiler yakılmış, geriye dönmek
için gerekli olan bütün köprüler ortadan kaldırılmıştır.
Kapitalist toplumun "özgür" bireyi,
işgücünü satmak için pazara çıkan ve satacak başka
bir şeyi de olmayan proleterdir. Dolayısıyla ister
rekabetçi dönemdeki devrevi krizlerde olsun, isterse
de emperyalist dönemin genel ve sürekli bunalım
sürecinde olsun her çöküntünün proleter açısından
tek sonucu, kesin ve açık bir yoksulluktur. Üstelik
yalnızca onlar açısından da değil, küçük burjuvazinin
en alt kesimlerini oluşturan dükkancılar ve zanaatçılar
açısından da durum böyledir. İşler sarpa sardığında
kimsenin eski güzel günlere ve toprak ananın sıcaklığına
dönme ihtimali yoktur, düşüş sert ve kesindir,
darbeyi yumuşatacak tamponlar artık mevcut değildir.
Böyle durumlarda bir yandan işçi sınıfının büyük
bölümleri işsizler ordusu olarak sokaklara dökülmektedir;
diğer yandan ise kapitalist toplum, artık üretim
dünyasına dönmeyecek olan bir kesimi, "ayaktakımı"nı
da hızla büyütmektedir. Hızla büyüyen sanayi kentlerinin
çevresinde gitgide daha tehlikeli bir biçimde
çoğalan "uçurum halkı" ve "uçurum
mahalleleri", Jack London'un romanlarında
ustalıkla anlattığı o "dilenci orduları"
artık varlığı kabullenilmiş bir toplumsal olgudur.
Aynı süreç, Marks'ın "tüm sınıflardan kovulmuş
artıklar" diye tanımladığı lümpen-proletaryayı
da ilk kez tarih sahnesine çıkarmıştır. Gerçekten
de ilk kez... Çünkü bu yeni tabaka daha önceki
bütün küçük üçkağıtçılık-hırsızlık, vb. işlerini
değiştirmiş ve olağanüstü seviyede yaygınlaştırmıştır.
İşçi sınıfı ve işsizler ile yakın bir temas içersinde
olan ve her büyük alt üst oluşta çoğalan ya da
azalan bu kategori, yoksulluk dünyasından doğduğu
halde sonuçta yoksulların da kabusu haline gelecektir.
Tekelci kapitalizm dönemi ise sosyolojik bir olgu
olarak yoksulluk kategorisinin adeta kalıcılaşıp
istikrara kavuştuğu bir dönemdir. Bu kez büyük
krizler daha sarsıcı olmakta, sürece yayılarak
süreklileşen genel bunalım ise alt sınıflardan
üste doğru geçişlerin önünü kapatmaktadır. Bu
kez artık "birey" daha da "özgür"dür(!)
ve küçük atölyelerin nisbeten dostça havasından
devasa fabrikalara geçildikçe bir yandan daha
büyük kitleler halinde bir araya gelerek örgütlenilirken
diğer yandan yoksullaşma süreci daha da acımasızlaşmaktadır.
Geriye dönüşler artık daha zordur, çukur derinleşmiştir
ve ekonomik ortam toparlanıp yeni bir hamle yapmak
isteyenlere sınırsız bir özgürlük tanımamaktadır.
Öte yandan toplumun tortusunda ise işler lümpen-proletarya
tanımını çoktan aşmış, adeta sanayi ve ticarette
olanları andırır bir biçimde bu alanda da zorbalık
ve yeraltı ekonomisi tekelleşerek çete ve mafya
ilişkilerine dönüşmüştür. İşsizlerin ve yoksulların
bir bölümüne "iş alanı" yaratan bu alan
artık kapitalizmin diğer sektörleri gibi bir "sektör"dür.
Ancak bu süreç, aynı zamanda sosyalist bir alternatifin
de yeryüzünde bulunduğu bir süreçtir ve kapitalist
devletler, bu koşullarda yoksullar dünyasının
ve özellikle üretim dışına itilmiş kesimlerin
bütünüyle defterden silinmesini uzun süre göze
alamamışlar, "sosyal devlet" gibi uygulamalarla
dibe itilmişleri de sisteme bağlayan yollar aramışlardır.
Örneğin "işsizlik sigortası" gibi bir
uygulama, gerçekte Marks'ın çizdiği kapitalist
model içersinde yeri olmayan bir şeydir; teorik
olarak hiçbir kapitalist çalıştırmadığı insanlara
para ödemez, ödenmesini de doğru bulmaz. Ancak,
sosyalist alternatifin gündemde bulunduğu özgün
koşullar altında tekelci kapitalizm, özellikle
Avrupa boyutunda devlet mekanizmasına böyle bir
"sosyal" görevi yıkmayı uygun bulmuş
ve halkın sırtından oluşturulan bu fonlara biraz
sıkıntıyla da olsa katlanmıştır. Bu tür fonlara
akan ve biriken büyük miktarlarda paraya göz dikmek,
burjuvazinin hep kurduğu hayal olsa da yüzyılın
son çeyreğine dek bu konuda açıktan bir girişim
yapılmamıştır. Kaldı ki bu dönem zaten genel olarak
sömürge ve yeni-sömürgelerden sızdırılan kaynakların
metropollerde belli bir esneklik yarattığı bir
süreçtir ve genel olarak gelişkin kapitalist ülkelerdeki
işçi sınıfı (büyük üretim birimlerinde bir araya
gelmenin yarattığı özgüven ve örgütlenme alışkanlıklarıyla)
ekonomik ve sosyal haklarını koruyabilmektedir.
Yoksulluk Kadınların Bir
Kat Daha Dibe İtilmesidir
Örneğin dünyada mutlak yoksulluk sınırının
altında yaşayan 1.3 milyar kişinin % 70'ini
kadınlar oluşturmaktadır. Dünya nüfusunun
yarısını oluşturan kadınlar, dünyadaki toplam
üretimin 2/3'nü üretmelerine rağmen, toplam
gelirin % 5'ini almaktadırlar. Her zaman
düzenli bir maaşı bulunmayan, eşit iş karşısında
erkeklerden daha az kazanan ve sosyal koruması
bulunmayan kadınlar, dünyanın en yoksul
işçilerinin yüzde 60'ını (330 milyon) oluşturmaktadır.
Neoliberal politikaların uygulandığı AB
ülkelerinde ise sosyal harcamalar hızla
kesintiye uğrarken kadınların yaşamları
gittikçe kötüleşmekte, doğum izinleri, ücretli
izinler bu politikaların sonucunda tarih
olurken, kadınlar evde çocuk, hasta ve yaşlıların
bakımını üstlenmek zorunda kalmaktadırlar.
Türkiye'deki kadınların durumu da bu tablodan
farklı değildir ve neoliberalizm durumu
daha da kötüleştirmektedir. Örneğin kadınların
işgücüne katılma oranı 1990'da % 34 civarındayken,
1998'de % 27.9'a, 2000 yılında da %23'e
düşmüştür. Kente göre (%15.7) kırsal alanda
daha çok kadın işgücüne katılıyor (%34,9)
gibi görünse de kırdaki 100 kadından 90'ı
tarım kesiminde ve bunların %77'si herhangi
bir ücret almaksızın ücretsiz aile işçisi
olarak çalışmaktadır. İşteki durumları açısından
bakıldığında 100 kadından sadece 11'i kendi
hesabına ve işveren konumunda çalışmakta,
39'u herhangi bir ücret ya da yevmiye karşılığında
çalışmakta ve geriye kalan yarısı ücretsiz
aile işçisi olarak çalışma yaşamında yer
almaktadır.
Öte yandan, kentte yaşayan en az lise mezunu
olan genç kadın nüfusundaki işsizlik oranı,
aynı durumda olan erkeklerin iki katından
fazladır (Kadınlar için işsizlik oranı %
43, erkekler için ise % 20'dir.). Türkiye'de
aktif sigortalı olarak çalışan toplam 11
milyon çalışanın ise ancak yaklaşık bir
milyon altı yüz bin'i (yüzde 14,5) kadındır.
Bu arada özürlü kadınları ise tabii ki kimse
hesaplamamaktadır. Oysa Türkiye'de 7.5 milyon
olarak tahmin edilen toplam özürlü nüfusun
yarıya yakınını kadınlar oluşturmaktadır
ve bu kesim yoğun bir yoksulluk ve yoksunluk
içinde yaşamaktadır.
|
Özgün Bir Süreç Olarak Sömürgeci Talan ve
Dünya Halklarının Yoksullaşması
Yeni tarihsel süreç ve yoksulluğun günümüzde aldığı
yeni biçimlere geçmeden önce biraz durup sömürgecilikten
söz etmemek ele aldığımız konu açısından ciddi
bir eksiklik olacaktır. Çünkü esasen kapitalizm
öncesinde başlayan bir olgu olarak sömürgecilik,
dünyanın geniş bir bölümünün bugün hâlâ devam
etmekte olan yoksulluğunun nedenlerinden en önemlisidir.
İnsanlık tarihinin en vahşi suçu olan ve okul
kitaplarında "keşifler" adı altında
meşrulaştırılmak istenen sömürgeci talan ve vahşet,
Asya, Afrika ve Latin Amerika'yı ekonomik, ekolojik,
sosyal ve kültürel olarak sakatlamış, milyonlarca
insanın geleceğini karartmıştır. Sömürgecilik
öncesinde kimileri kendi kendini idare eden, kimileri
ise hatırı sayılır zenginlikteki imparatorluklara
sahip olan bu toplumların bütün yeraltı yerüstü
zenginlikleri sömürgeciler tarafından alçakça
talan edilmiş, böylece bir yandan bu ülkelerin
iç dinamikleri kurutulurken diğer yandan da büyük
çoğunluğu yalnızca sömürgecilerin ihtiyacı olan
tek ürüne ya da madene, vb. yöneltildikleri için
pek kısa süre sonra korkunç bir yoksulluğun pençesine
düşmüşlerdir. Öyle ki, iklim ve diğer koşullar
bakımından dünyanın en verimli yerleri olması
gereken bu ülkelerden bazıları, yüzyılın sonunda
sefil bir açlıkla karşı karşıya kalmış, TV ekranlarından
gördüğümüz ölümcül tablolar ortaya çıkmıştır.
Hatta bu ülkelerden bazıları politik bağımsızlıklarını
kazandıktan sonra da aynı derin yoksulluk ve açlıktan
kurtulamamışlar, çürütülmüş ve kurutulmuş ekonomilerini
(kuşkusuz sosyalizm dışında kalkınma yollarına
başvurdukları ve sosyalist yönelimli olanları
da avrupa merkezci kalkınmacılık projelerinin
peşine takıldıkları için) ayağa kaldıramamışlardır.
Bu kez ortaya IMF gibi kurumların yönlendirdiği
borç tuzakları geçmişin kaba sömürgeciliğinden
de beter bir süreç olarak çıkmış ve mevcut yoksulluk
tablosu en iyi niyetli çabalarla bile değiştirilememiştir.
Sömürgeci talanın bu bölgelerde yarattığı ekolojik
tahribat ise akıl almaz boyutlardadır. Bir yandan
dolu dizgin bir hızla dünyanın genel ekolojik
tablosunu bozan ve doğa felaketlerinin zeminini
hazırlayan emperyalizm ve sömürgecilik, diğer
yandan da el attığı her ülkeyi mahvetmiş, dünyanın
en verimli bölgelerini çölleştirmiştir. Bilimsel
bir açıdan bakıldığında Sahra çölünün her yıl
biraz daha büyümekte oluşu, Amazon ormanlarının
katledilmesi, doğrudan doğruya dünyayı yönlendiren
emperyalist tekellerin gözü dönmüş kâr hırsının
dolaysız sonucudur. Gelinen aşamada, doğal ortamların
sömürgeciler tarafından yüzyıllar boyunca acımasızca
tahrip edilmesi, batılı entelektüellerin ve tatlı
su çevrecilerinin çoğunun sandığı gibi yalnızca
"güzelliklerin mahvı" değildir; bu ortamlar,
milyonlarca insanın yaşam alanıdır ve buralardaki
her tahribatın ilk doğrudan sonucu yoksulluk ve
açlık olmaktadır. En basit ve en yakın örnek olarak
savaş boyunca bütün Kürt coğrafyasını ekolojik
olarak dümdüz eden, doğal bitki örtüsünü katleden
sömürgeci oligarşinin bu politikaları, yoksulluğun
artışına sebep olmuş, büyük kentlerin çevrelerine
çarpık biçimde yerleşen insanlar, böylece kent
yoksullarına eklenmişlerdir.
Sonuç olarak sömürgeci talan, bugün dünyayı bir
baştan bir başa kasıp kavuran açlık ve yoksulluğun
derindeki temel sebeplerinden biridir ve bu anlamda
asla üzerinden atlanıp geçilmemesi gereken bir
konudur. Bugün dünyanın hatırı sayılır bir bölümünde
hüküm süren açlık, dün başlamamıştır ve sebepleri
de yalnızca dünün bugünün verileri üzerinden açıklanamaz.
Akıl almaz bir açgözlülükle bu ülkelerin iliğini
sömüren, doğal ortamlarını mahveden sömürgeciler
böylece yüzyıllar sürecek bir katliamın temellerini
atmışlardır. Görkemli İnka-Aztek uygarlıklarının
yerine kendi sefil çıkarlarını koyan, Afrika'yı
yalnızca elmas ve altından ibaret gören, Çin'i
uysallaştırmak için milyonlarca afyonkeş yaratmaktan
çekinmeyen sömürgeci hırsızlar, bugünkü yoksulluk
felaketinin gerçek hazırlayıcılarıdırlar.
Daha sonraları geliştirilen yeni-sömürgeci politikalar
ise asla bu soygunun durdurulması anlamına gelmemiş,
tersine bağımlı ülkelerin soyulması ve yoksullaştırılması
daha inceltilmiş bir yoldan, işbirlikçi oligarşiler
aracılığıyla devam ettirilmiştir. Sonuç, bu ülkelerdeki
bir avuç çanak yalayıcı dışında kalan milyonlarca
insanın yoksulluğu olmuştur.
Yoksulluk ve Çocuklar:
Geleceğimizin Sakatlanması
Şüphesiz, yoksulluğun en acımasızca vurduğu
kesimlerin başında çocuklar gelmektedir. Bugün,
2005 yılında, dünyadaki toplam 2.2 milyar
çocuktan 1 milyarı, yani her iki çocuktan
biri yoksulluk içinde doğup büyümektedir.
Bunlardan 640 milyonu yeterli barınma imkanlarından,
400 milyonu temiz içme suyundan, 270 milyonu
sağlık hizmetlerinden yoksundur ve ilköğretim
çağındaki 121 milyonu aşkın çocuk okula gitmemektedir.
2003'te tüm dünyada daha 5 yaşına gelmeden
ölen toplam çocuk sayısı 10.6 milyondur ve
genel olarak yeterli su bulamadığı için her
gün ölen çocuk sayısı 3 bin 900'dür.
Çok basit aşılama ile her yıl ölümleri önlenebilecek
çocuk sayısı 2.2 milyondur.
Tüm dünyada HIV/AIDS yüzünden annesiz/babasız
kalan çocuk sayısı 15 milyondur, ki bu İngiltere'deki
toplam çocuk sayısından daha fazladır.
Her yıl kaçırılan toplam çocuk sayısı Avustralya'da
yaşayan 5 yaşından küçük çocuk sayısı kadardır:
1.2 milyon.
Milyarlarca dolarlık seks sanayiinde cinsel
sömürüye maruz kalan çocuk sayısı Belçika'da
yaşayan çocuk sayısı kadardır: 2 milyon.
Dünyadaki beş yaş altındaki çocukların % 27'sinin
kilosu yaşına göre düşüktür.
Dünyada her yıl 20 milyon çocuk 2500 gramın
altında -yani düşük doğum ağırlığıyla- doğmakta,
bu doğumların da % 90'ı yoksul ülkelerde olmaktadır.
Ama bu da eşit bir dağılım göstermez: Düşük
doğum ağırlıklı bebeklerin yüzdesi örneğin
Bangladeş'te 30 iken İsveç'te 4'tür ve 5 yaşına
gelmeden ölen Japon çocuklarının sayısı 2003'te
5 bin, Zambiya'da ise 82 bindir.
Tablo böyledir. Bu kadar utanç verici ve korkunçtur.
Ve emperyalist katiller bu tabloyu değiştirmek
için kıllarını kıpırdatmamaktadırlar. Çünkü
onlar, çocuk kanıyla beslenmektedirler. |
Yeni Süreç, Yoksulluğun Yeni Yüzleri
Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra 2000'li yıllara
geldiğimizde ise, aynen işsizlik ve sömürü biçimleri
sorununda olduğu gibi yoksulluk meselesinde de
yeni sürecin yeni olgularıyla karşılaşırız.
Dünya kapitalist sisteminin 1980'lerde başlayan
yapısal dönüşümü 1990'larda reel sosyalizmin çöküşüyle
birlikte hız kazandığında, bunun ilk doğrudan
sonucu, bütün dünya halkları için kesin ve acımasız
bir yıkım olmuştur. 1980'ler bu anlamda yoksullar
için uğursuz bir başlangıcı simgeler. Hatırlanacağı
gibi, daha 1980'lerde Friedmancı neoliberal politikalar
gündeme geldiğinde politik alanda Reagan-Thatcher
ikilisinin başını çektiği yeni-sağcı eğilim, sosyal
politikaların gereksiz yük olduğunu, yoksullara
yardım etmenin devletin işi olmadığını dile getirmeye
başlamıştı bile. Üstelik iş bukadarla da kalmamış,
aynı yıllarda aynı sağcı ekibin sosyoloji alanındaki
uzantıları, yoksulların ve siyahların-Latin kökenlilerin
esasında "geri-zekalı" olduklarını ve
yardımı hak etmediklerini düpedüz Nazi artığı
ırkçı teorilerle savunuyorlar, sosyal fonların,
yoksullara yönelik sağlık programlarının tamamen
gereksiz olduğunu açıkça söylüyorlardı. "Altta
kalanın canı çıksın" deyişiyle özetlenebilecek
bir sosyal Darvinizm her yanı kaplıyor ve bu arada
aynı dönemde hiç de rastlantı sayılamayacak bir
biçimde neo-nazi hareketin yükselişi gerçekleşiyordu.
1990'lardan sonra neoliberal restorasyon sıçramalı
adımlarla ilerlediğinde ise artık her şey daha
pervasızca söylenir ve savunulur oldu. Sosyalist
Barikat'ın daha önceki sayılarında da sık sık
değindiğimiz gibi bu yeni tarihsel süreç, emperyalizmin
sosyalist alternatiften şimdilik kurtulduğu, böylece
uçsuz bucaksız bir sömürü alanı üzerinde pervasız
adımlar atabildiği bir süreç oldu. Bir yandan
özellikle ABD'nin başını çektiği dünya çapında
bir saldırganlık zincirlerinden boşanır ve "yeni
dünya düzeni" adı altında bir zorbalık düzeni
hakim kılınmaya çalışılırken, diğer yandan ise
dünya kapitalist sistemi sömürü ve hegemonya biçimlerinde
ciddi değişiklikler yaşandı. Neoliberal politikaların
hayata geçirilmesiyle emperyalist sömürünün önündeki
bütün ulusal, yerel engeller tasfiye edilerek
bütün dünyanın ve hayatın bütün alanlarının uçsuz
bucaksız bir talana açılması gerçekleştirildi
ve eşzamanlı olarak kapitalist iş örgütlenmesindeki
değişiklikler, esnek üretim politikaları, üretimin
ve sınıfın büyük kitlelerinin parçalanışı, vb.
bu dönemin ürünleri oldu.
Ama kuşkusuz asıl yıkım, emekçileri ve toplumun
alt kesimlerini yakından ilgilendiren kamusal
alanlarda ve sosyal güvenlik sistemlerinde gerçekleşti.
Üstelik yalnızca bu alanların zaten çarpık ve
çürük bir zemine oturduğu yeni-sömürgelerde değil,
genel olarak gelişkin kapitalist ülkelerde de
aynı süreç işledi ve bütün sosyal hizmet kurumları
yavaş yavaş çökertildi. Reel sosyalizmin baskısından
artık kurtulmuş olan emperyalist ülkeler, bütün
kamu hizmetlerini adım adım ticarileştirdiler,
eğitimden sağlığa ve kültüre dek her alanda geçen
yüzyıl boyunca sıkıntıyla katlandıkları "sosyal
devlet" ölçütlerini tasfiye ettiler. Bazılarında
hızlı bazılarında yavaş olsa da bütün emperyalist-kapitalist
ülkeler aynı başat politikaları eninde sonunda
benimsediler ve neoliberal vahşet her tarafı sardı.
"İşsizlik sigortası" gibi kurumların
ne kadar "lüks" olduğu yavaş yavaş keşfedildi,
sosyal önlemlerin en yaygın olduğu Almanya ve
İskandinav ülkelerinde bile bu ve benzeri kurumların
tasfiye planları yapılıp uygulamaya geçildi. Bu
arada yeni iş örgütlenmesi sonucunda birliği ve
mücadele gelenekleri zayıflatılan işçi sınıfı
ise bu saldırıya karşı direnmekte zorlandı ya
da gecikti. Sonuç, bir yandan yeni işsiz kitlelerinin
sokağa terk edilmesi, diğer yandan da hem mutlak
hem de göreli anlamıyla yoksullaşmanın artışı
oldu. Geçmişte anti-komünist propaganda edebiyatı
çerçevesinde "refah toplumları" diye
sunulan Batı Avrupa ülkeleri ve ABD, milyonlarca
insanın sokaklarda yaşadığı, milyonlarcasının
ilkokul eğitiminden bile uzakta olduğu, en basit
sosyal-kültürel ihtiyaçlarını karşılayamadığı,
fuhuştan uyuşturucuya bütün yeraltı faaliyetlerinin
olağanüstü derecede yaygınlaştığı ülkeler haline
geldiler. Sokaklarında gezilemeyen, geceleri -ve
hatta gündüzleri- korkuya teslim olan metropol
kentler, giderek bu ülkelerin kabusu oldu.
Yeni-sömürgelerde ise durum daha vahim noktalara
vardı. Bu ülkelerde zaten son derece zayıf olan
kamusal hizmet alanları hızla çökertildi ve yoksulluk
uçurumu en derin noktalara ulaştı. 1945'ten 1980'lere
dek az çok iç tüketime dönük olarak çalışan ithal
ikameci sanayileşme modeli yerine ihracata yönelik
sanayileşme (daha doğrusu sanayisizleştirme) geçirildiğinde
klasik iş alanları da hızla çöktü ve işsizlik
katlanarak büyümeye başladı. En vahşi iş örgütlenmesi
biçimlerinin uygulanmasıyla bir yandan işçi sınıfının
toplam kitlesi işsizleri de kapsayacak biçimde
büyürken diğer yandan sınıfın toplam gücü parçalandı
ve örgütlenme gelenekleri tasfiye edildi. Dahası,
aynı süreç, kamuya ait ne varsa tümünün özelleştirilmesini
ve bu arada zaten zayıf ve skandallarla dolu olan
sosyal güvenlik kurumlarının da çöküşü anlamına
geldi. Böylece, yalnızca işsizleri değil, çalışanları
da kapsayan bir yoksullaşma, bu ülkelerin genel
manzarasını oluşturdu. Üstelik neredeyse eşzamanlı
olarak bütün yeni-sömürgelerde tarımsal alanların
dışa açılması ve böylece yerli kaynakların kurutulması,
son derece ciddi bir gıda kıtlığını da ortaya
çıkardı.
Bu genel yoksullaşma halinin en uç ve en çarpıcı
görünümlerini ele alarak yoksulluk teorilerini
bu kategoriler üzerine kurmak ve sonra da "hayır
işleri"ne girişmek, burjuvazinin temsilcileri
için çok tipik bir davranış biçimidir ve aslında
genel durumu gizlemeye yarar; ama meseleye sadece
bu kesimler açısından bakıldığında bile durum
çok ağırdır. Bu görünümlerin başlıcaları olan
sokak çocukları, madde ve uyuşturucu bağımlıları,
hırsızlık ve dilencilik çeteleri, kısaca toplumun
tortusunu oluşturan kesimler, son yirmi yılda
yeni-sömürgelerin çoğunda öyle bir çoğalma ve
cemaatleşme eğilimi içindedirler ki, örneğin Brezilya
gibi bazı ülkelerde polis ve "sivil inisiyatif"ler
sokak çocuğu öldürmeyi meşru görev olarak kabul
etmektedirler. Marks'ın "lümpenproletarya"
tanımını kat kat aşan bir umutsuzlar ve itilmişler
kitlesi gitgide büyümekte ve zaman zaman büyük
kapitalist ülkelere doğru kapsamlı göç dalgaları
yaratarak oralardaki yoksulluk oranlarını yukarılara
çekmektedir.
Silah Yerine Ekmek Üretilseydi
Eğer...
Çocukların açlıktan ölümü karşısında kılını
kıpırdatmayan emperyalistler, öte yandan milyarlarca
dolarlık silah sektöründen hiçbir zaman vazgeçmediler.
Yalnızca 1996 yılında dünyadaki toplam silah
satışı tutarı 23 milyar dolardı ve ABD'nin
bu satıştaki payı % 44, BDT'nin payı % 20,
AB'ninki ise % 28 idi. Yine 1996 yılında dünya
çapındaki askeri harcamaların tutarı 811 milyar
dolardı.
Oysa, Harb-İş'in Ekim 1998'de yaptığı bir
araştırmaya göre silahlanma gideriyle şunlar
yapılabilirdi:
*3 saatlik askeri harcama tutarıyla tüm dünyada
3.5 milyon çocuğun yaşamını kurtaracak aşılama
yapılabilirdi.
*Bir bonbardıman uçağının tutarıyla 16 tam
taşekküllü hastane yapılabilirdi.
*Bir nükleer denizaltının parasıyla 48 milyon
insana temiz içme suyu sağlanabilirdi.
*Afrika ülkelerindeki askeri harcamalar %1,5
azaltılırsa kıtadaki açlık yok edilebilirdi.
*Yalnız bir gün silahlanma harcaması yapılmazsa
tüm insanlık 10 yıl temiz su içebilirlerdi. |
Yeni Yoksullar:
Neoliberalizmin Felaket Tablosu
Ortaya çıkan bu tablonun kapitalizm tarihi boyunca
hep tanık olduğumuz yoksulluk biçimlerinden daha
farklı özellikler taşıdığı söylenebilir mi?
Kuşkusuz evet. Bu tablo, geçmişin yoksulluk ve
yoksullaşma biçimlerinden nispeten farklıdır ve
zaten "yeni yoksullar" gibi kavramlar
da bu farkı anlatmak için kullanılmaktadır. Çünkü
bu noktada önümüze çıkan şey, gelir düşüklüğüne
dayanan ve kapitalizmin her döneminde mevcut olan
klasik bir yoksulluk biçimi değildir. Bu kez karşımızda
özellikle son yirmi yıllık neoliberal politikaları
sonucunda dibe itilen ve aynen "mutlak işsizlik"
kavramında olduğu gibi yeniden yukarı çıkması
mümkün olmayan milyonlarca insan vardır. Yani
bir yandan genel bir yoksullaşmadan söz ediyoruz,
diğer yandan da artık tamamen terk edilmiş, unutulmuş
milyonlarca insanın derin ve karanlık yoksulluğundan,
düpedüz açlığından söz ediyoruz. Hem "insan
gibi yaşayamamak" denilen genel bir yoksulluk
halinden, hem de artık yaşayıp yaşayamadıkları
bile umursanmayan insanlardan söz ediyoruz. Toplumsal
hayata katılması, sağlık ve eğitimden yararlanması
kısıtlı insanların yanında düpedüz açlıktan, temiz
içme suyu ve gıda gibi en asgari ihtiyaçlarını
karşılayamayanlardan söz ediyoruz. Ve artık bu
sözünü ettiğimiz ikinci kategori, örneğin son
üç-dört yüzyıl boyunca sömürgelerde gerçekleştirilen
klasik hırsızlığın sonuçlarından herhangi biri
değildir; bu kategori, kapitalist işleyişin metropollerde
üretim dışına attığı belli miktardaki bir işsiz
kitlesinden ibaret de değildir. Bu kez ortadaki
durum, son yirmi yılda bütün dizginlerinden boşanmış
uluslararası bir vahşi soygun düzeninin yarattığı
olağanüstü büyük bir felakettir. Bir yanda metropollerde
sınırsız kâr hırsı ve emek sömürüsünün sonunda
gelip dayandığı vahşet, diğer yanda yeni-sömürge
ülkelerde yüzyıllar süren sömürgeciliğin yıkımı,
90 miladıyla birlikte en uç noktasına varmış ve
ortaya dünya tarihinin en büyük yıkımlarından
birini çıkarmıştır. O kadar ki, büyük paylaşım
savaşları sırasında birkaç yıla sığdırılan katliam
ve soykırımlar, bugün ancak uluslararası yardım
kurumlarının verdiği rakamlardan öğrenebildiğimiz
sıradan olgular haline gelmiştir. Bu, yoksulluğun
yeni ve en karanlık yüzüdür.
Birkaç basit çizgiyle özetlenirse, bugün dünya
nüfusunun yarısı, günde 2 dolardan az bir parayla
geçinmeye çalışmaktadır ve bunlar içersinde günde
1 dolardan az bir parayla yaşamlarını sürdürmeye
çalışanların sayısı 1,2 milyardır. 3 milyar insan
ise günde 2 dolarla idare etmektedir. BM verilerine
göre dünyada 852 milyon insan açlık sınırında
yaşamakta ve her yıl 5 milyon çocuk açlıktan ölmektedir.
(Daha uç örnekler verilirse eğer, Afganistan'da
günlük gelir 44 cent, Etiyopya ve Kongo'da ise
27 centtir!) Çaresizlik içindeki bu insanlar yeterli
gıda ve temiz içme suyu ile eğitim, sağlık ve
çağdaş enerji hizmetlerinden yoksundur. Öyle ki,
yoksul ülkelerde yaşayan yaklaşık 4,6 milyar insandan
850 milyonu okur-yazar değildir, 1 milyarı temiz
sudan, 2.4 milyarı temel sağlık hizmetlerinden
yoksundur. Her yıl, beş yaşından küçük 11 milyon
çocuk önlenebilir hastalıklardan ölmektedir, ki
şu anda bunların 36 milyonu HIV/AIDS'e yakalanmıştır.
Bu, iki büyük paylaşım savaşının toplam ölü miktarının
son birkaç yılda katlandığı bir felaket tablosudur
ve üstelik bu tablo Hitlerci mantıktan hiçbir
biçimde geri kalmayacak ırkçı bir soykırıma işaret
etmektedir; çünkü söz konusu kıyımın asıl hedef
kitlesi "aşağı ırklar"dan başkası değildir!
Buna karşın, aynı süreçte uluslararası alanda
olağanüstü servetleri yönlendiren birkaç yüz aile
zenginliklerine zenginlik katmıştır. Bu ise en
zengin ülkelerle en yoksul ülkeler arasındaki
kişi başına gelir farkını tam bir uçurum haline
getirmiştir. Örneğin, 1816'da bu fark 1/3 oranındayken,
1950'de 1/35'e, 1973'te 1/44'e, 2000 yılında ise
1/86'ya yükselmiştir. Aradaki fark o kadar açılmıştır
ki, örneğin bugün en zengin 15 kişinin parasal
varlığı Kara Afrika ülkelerinin tümünün ulusal
gelirlerinden fazladır. O kadar ki, dünyanın en
zengin 225 kişisinin parasal varlığının sadece
yüzde 4'ü bile dünyadaki tüm insanların sosyal
gereksinimlerini karşılamaya yetecek miktardadır.
Ve bu 225 kişinin toplam serveti dünya nüfusunun
yüzde 47'sini oluşturan 2.5 milyar insanın yıllık
gelirine eşittir. Yine İsviçre'nin kişi başına
milli geliri, Sahra Altı Afrika ülkelerinin kişi
başına düşen milli gelirin 126 katıdır ve İsviçre
106 dolar kişi başına milli geliri olan Etiyopya'dan
(ki bir zamanların muazzam imparatorluğudur) tam
400 kat daha zengindir.
Buna karşın, dünya nüfusunun sadece yüzde 5'ine
sahip olan ABD, hammadde kaynaklarının yüzde 40'ını
tüketmekte, genel anlamdadünyadaki mal ve hizmetlerin
yüzde 80’ini de Kuzeyli dediğimiz ülkelerde yaşayan
yüzde 20’ lik nüfus kullanmaktadır.
Bugün dünyada herkese "temel eğitim"
vermek için 6 milyar dolara, "temel besin"
sağlamak için de 13 milyar dolara ihtiyaç varken
yalnızca Avrupa'da parfüme 12 milyar dolar, Avrupa
ve ABD'de kedi-köpek mamasına 17 milyar dolar
harcanmaktadır.
Yeni yüzyılın yeni yoksulluk tablosu işte bu kadar
insanlıkdışı, bu kadar ahlakdışı bir tablodur.
Ve bütün bunlar, sömürgecilikten gelen tarihsel
kökenleri olsa da esas olarak emperyalizmin "yapısal
uyum ve istikrar" programları adı altında
uyguladığı politikaların eseridir.
Onların Keyfi Yerinde!
Dünya açlıktan kırıladursun, onlar yani dünyanın
en zenginleri olan bir avuç asalak yaşamlarını
lüks içinde sürdürüyor. Dönmeye devam eden
çark, onların kârlarına kâr katıyor.
2001 Yılı için dünyanın en zenginleri sıralaması
yapan Forbes dergisi, toplam 538 dolar milyarderinin
adlarını sıralarken, bu kişilerin servetlerinin
toplamının 1,7 trilyon dolar olduğunu belirtiyor.
Asalaklar listesinin ilk 10'u şöyle sıralanıyor
(rakamları milyar dolar olarak okuyunuz):
Gates, William H. III 58,7 ABD
Buffett, Warren Edward 32,3 ABD
Allen, Paul Gardner 30,4 ABD
Ellison, Lawrence Joseph 26,0 ABD
Albrecht, Theo & Karl 25,0 Almanya
Alsaud, P. A. Bin Talal 20,0 S.Arabistan
Walton, Jim C. 18,8 ABD
Walton, John T. 18,7 ABD
Walton, S. Robson 18,6 ABD
Walton, Alice L. 18,5 ABD
Türkiye'nin asalaklar listesinde ise Koç
Ailesi en başta geliyor; onu Sabancı ve
Şahenk ailesi izliyor. Ekonomist Dergisi'nin
yaptığı araştırmaya göre Türkiye'de serveti
2 milyar doların üzerinde 7 aile var. Bunlar;
Koç, Sabancı, Şahenk, Doğan, Eczacıbaşı
ve Tara aileleri. 2 milyar doların altına
inildiğinde listedeki ailelerin sayısı artıyor.
Derginin DİE verilerinden yola çıkarak yaptığı
hesaplamalara göre Türkiye'de "mega
zengin" kapsamına giren 2 bin 500 aile
bulunuyor. Kişi olarak bakıldığında ise
bu sayının 10 bini bulduğu tahmin ediliyor.
Türkiye asalaklarının ilk 10'u ise şöyle:
Koç Ailesi- Koç Holding
Sabancı Ailesi- Sabancı Holding
Şahenk Ailesi -Doğuş Holding
Doğan Ailesi- Doğan Holding
Dinçkök Ailesi- Akkök Grubu
Eczacıbaşı Ailesi- Eczacıbaşı Holding
Tara Ailesi- Enka Holding
Yazıcı Ailesi- Anadolu Grubu
Özilhan Ailesi- Anadolu Grubu
Kocabıyık Ailesi- Borusan Holding
|
Türkiye: Zenginlik İçinde Yoksulluk
Türkiye'ye gelindiğinde de durum çok parlak değildir.
Son yirmi yılda emperyalist politikaların acı
sonuçlarını yaşayan Türkiye halkları, ağır bir
yoksullaşma sürecinden payını almıştır. Bir yandan
yeni-sömürge ekonomisinin "dışa açılması"yla
gerçekleşen yoğun işsizik, diğer yandan tarımın
adım adım çökertilmesi ve nihayet kirli savaş
yöntemleriyle Kürt nüfusunun önemli bir bölümünün
yerinden yurdundan edilerek metropollere doğru
itilmesi, Türkiye coğrafyasını TC tarihinin en
ağır yoksulluk tablosuyla başbaşa bırakmıştır.
Öte yanda ise işbirlikçi oligarşi içersinde yer
alan bir avuç tekelci, yeni-sömürgeciliğin hiçbir
döneminde görülmemiş ölçüde büyük servetlere sahip
olmuşlar, zenginliklerine zenginlik katmışlardır.
1994 yılından sonra gelir dağılımı çalışmalarının
kasıtlı olarak durdurulmasına karşın bu gerçekler
yine de gizlenememektedir. Örneğin Devlet Planlama
Teşkilatı'na göre 2001 yılında günlük geliri 1
doların altında olanların, yani düpedüz aç olanların
oranı % 2.5'tur. Türkiye'de yaşayan insanların
% 18'i ise günde 2 dolardan az gelire sahiptir.
Ülkemizdeki doğumların % 20'si eğitilmiş sağlık
personeli tarafından yapılmamakta ve bebeklerin
en az % 15'i düşük doğum ağırlığı ile doğmaktadır.
Diğer yandan toplumun en düşük gelirli % 10'u
gelirin % 2,3'ünü alırken, en yüksek gelirli %
10'un payı % 32,3'tür. Hane halkı gelir dağılımına
göre nüfusun %20’lik en zengin grubu ile %20’lik
en yoksul grubu arsındaki fark 11 kattır. Rakamlar
daha daraltıldığında ortaya çıkan gerçek ise,
bir avuç tekelcinin akıl almaz servetleri kontrol
ettiği, buna karşın milyonlarca insanın giderek
dibe itildiğidir.
Birkaç ayda bir yapılan hesaplamalara göre, günümüzde
yoksulluk sınırı 1.5 milyar, açlık sınırı ise
500 milyon civarındadır. Bunlar ölçü alındığında
bugün Türkiye'de nüfusun %40'ından fazlası yoksulluk
sınırının altında yaşamaktadır. Asgari ücret diye
belirlenen sadaka miktarı ise bilindiği gibi açlık
sınırının bile altındadır. Resmi verilere göre
ekonomi büyümekte, ama emekçilerin gerçek gelirleri
hızla gerilemektedir. Örneğin 1999'da 108,5 olan
reel ücret endeksi, 2003'te 82,3'e kadar gerilemiştir.
2000-2003 arasındaki 4 yıllık dönemde özel sektör
işçilerinin reel ücretlerinde toplam % 23.7, kamu
işçilerinde ise %17.2 azalma olmuştur.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) 2002
yılı insani gelişme raporuna göre Türkiye 173
ülke arasında 85. sırada yer almaktadır. Bu ülkede
sağlıklı içme suyuna erişemeyen nüfusun oranı
%17, beş yaşın altında yeterli düzeyde beslenemeyen
çocukların oranı % 8, temel eğitimden yoksun olanların
oranı % 20'dir.
Bütün bunlara karşın asıl kaynaklarını borç ödemeye,
askeri harcamalara ve batık banka kurtarmaya harcayan
Türkiye'de sağlığa harcanan kaynak toplam gelirin
yüzde 3,5'idir ve eğitime harcanan ise yalnızca
yüzde 2,5'tir.
Üstelik Türkiye'nin çarpık ekonomik-sosyal yapısı
(son zamanlardaki yeni düzenlemeler yapılsa da
yapılmasa da) hiçbir zaman bu tabloyu yumuşatabilecek,
dibe doğru düşenleri birazcık rahatlatabilecek
ciddi kurumlara sahip olmamıştır. Öteden beri
yoksulların kıpırdanışlarını "sömürge tipi"
bir yoldan, sopa ve mermiyle bastıran Türkiye
oligarşisi, bugünlerde mevcut kırık dökük sosyal
sistemleri de ortadan kaldırmakta ve bunların
yerine herbiri türlü türlü skandallarla, rezaletlerle
anılan Fak-Fuk Fon ya da Çocuk Esirgeme Kurumu
gibi yoksulların onurunu zedelemekten başka işe
yaramayan kurumları ortada bırakmaktadır. Bunların
dışında ise "hayırsever" vatandaşların
insanları köpek yerine koyan "yardım dağıtımları"(!)
ve televizyon kanallarının "iyiliksever ablaları"
vardır. Binlerce çocuğun sokaklarda gezdiği, çöp
yığınlarının bir yaşam kaynağı olduğu, milyonlarca
insanın hayata kıyısından köşesinden birazcık
tutunduğu, hapishaneleri dolu bir ülke...
Yeni-sömürgeciliğin son elli yılda Türkiye'ye
çıkardığı fatura işte budur.
Kürt Coğrafyası:
Yoksulluk Çukurunun En Dibi
Biraz daha doğuya kayarak Kürt coğrafyasına geldiğimizde
ise durum iyice değişir. Orada, yalnızca emperyalist
politikaların sonuçlarıyla değil, bu politikaların
üzerine binen sömürgecilikle de karşılaşırız.
Kürdistan'ın ayrı bir ülke olduğunu en çok reddedenler
bile herhangi bir Kürt kentinin ara sokaklarında
ayrı bir ülkede yaşadığını hemen hisseder. Çünkü
yoksulluk orada ikiye katlanmıştır.
Türkiye sınırlarının geneli için yapılan en derin
hesaplamalar Kürt bölgesindeki gerçekle karşılaşıldığında
hafif kalır. Örneğin TC sınırları içindeki toplam
yoksulların %7'si Marmara'da ve %4'ü Ege'de iken,
%50'si Kürt coğrafyasında yaşamaktadır. Aynı şekilde
beş yaş altı çocuk ölüm hızı Türkiye genelinde
binde 61'den binde 52'ye düşerken Kürt illerinde
binde 70'den binde 76'ya yükselmiştir. DPT verilerine
göre ise yoksulukla doğru orantılı olarak Kürt
illerinde beş yaş altı beslenme yetersizliği oranları
%25'e kadar çıkabilmektedir
Türkiye’nin milli gelirinin % 55'i nüfusun % 36,6'sının
yaşadığı "Marmara ve Ege"de yaratılmaktadır.
Nüfusun %18,2'sini oluşturan "Orta Anadolu"
yüzde 15, yine nüfusun %12'sini oluşturan Akdeniz
gelir yaratımında % 10,8'ine, %15 nüfusu olan
Karadeniz ise gelir yaratımının % 10,5'ine sahiptir.
Buna karşın nüfusun % 20'sini oluşturan Kürt coğrafyası,
gelir yaratımında % 8 orandadır. Aynı şey, gelirin
paylaşımında da sözkonusudur. Bu alanda da aslan
payını % 49 ile İstanbul, İzmir, Ankara, Kocaeli,
Bursa ve Adana alırken, geriye kalan bütün iller
% 51 ile yetinmektedir; bu arada Kürt nüfusun
yaşadığı koca bir coğrafya ise % 10'a mahkum haldedir.
Bütün bunların giderilebilir bir "bölgesel
eşitsizlik"ten kaynaklandığı tezi ise bayat
bir sömürgeci yalandan başka bir şey değildir.
Tam tersine, bu eşitsizlik, işin başından beri
parçalanarak sömürgeleştirilmiş Kürt ülkesinin
yaşadığı trajediden kaynaklanmaktadır; yani söz
konusu olan şey, "ihmal" değil, işgal
ve sömürüdür.
Toplumsal Değerlerin Çürütülmesi ve Yozlaşmanın
Zemini Olarak Yoksulluk
Ama gerçek fatura bundan ibaret de değildir. Çünkü
işsizlik ve yoksulluk, yalnızca gelir azlığı anlamına
gelmemekte, ağır bir insani yıkımın da kapılarını
açmaktadır. Çok derin bir ahlaki çürüme, devlet
tarafından da özel olarak yaygınlaştırılan bir
yozlaşma-kültürsüzleştirme, onur duygusundan uzaklaşarak
kişiliksizleşme sürecin diğer boyutlarıdır. Diyarbakır
Tabip Odası Eski Başkanı Dr. Mahmut Ortakaya'nın
Kürt göçüne ilişkin söyledikleri bu konuda gerçekten
anlamlıdır: "Üretim insanı koruyan, insan
onuruna sahip çıkan bir faaliyettir. İnsanı üretimden
uzaklaştırdığınızda onurunu elinden alırsınız,
onuruna el koyarsınız. Üretim ibadettir, üretim
onurdur. Bunu bilenler insanları köylerinden evlerinden
uzaklaştırdılar ama esas önemlisi üretimden uzaklaştırdılar.
İnsanı üretimden uzaklaştırınca onu ekmeğe muhtaç
haline getirirsiniz ve onurunu elinden alırsınız."
Gerçekten de hem göçe zorlanan Kürt insanı açısından,
hem de neoliberalizmin kentlerde dibe doğru ittiği
kitleler açısından süreç böyle işlemiştir. Yoksulluk,
çürütücü-ahlak bozucu bir unsur olarak iş görmüş,
bu arada bir yandan eski gelenekler ve değerler
yıkılırken yerine kocaman bir boşluk çıkmıştır.
Böylece yoksulların dünyası, içe, yani aileye
ve diğer sınıf kardeşlerine dönük şiddetin örnekleriyle
bozulmuş, bilinen gelir sağlama yollarının dışındaki
yöntemler gitgide daha fazla öne çıkmaya başlamıştır.
Son yıllarda hırsızlık ve gasp olaylarının, özellikle
de en zayıf unsurlara yönelen kapkaççılığın gösterdiği
olağanüstü artış, her türden uyuşturucunun ilkokullara
dek inmesi, sokak çetelerinin artışı, düzen sahiplerini
de dehşete düşürecek bir noktaya ulaşmıştır. Kuşkusuz
onların dehşeti, şimdilik daha çok sıradan insanlara
yönelen bu gasp ve cinayet furyasından ötürü değildir;
onların asıl problemi karanlık ve derin yoksulluk
çukurundan fışkıran bu kör şiddetin eninde sonunda
düzen kurumlarına ve kendi şımarık yaşantılarına
yönelmesidir.
Devrimciler ve toplumsal hareket açısından ise
sorun, sınıfsal değil sosyolojik bir olgu olarak
yoksulluğun bugün içinde barındırdığı lümpenleşme
ve çürüme eğilimidir. Sınıf kavramı gibi netliklerle
tanımlanamayan bu şekilsiz ve karmaşık yığın,
devrimci müdahalenin geciktiği her saniye biraz
daha karanlık bir ortama itilmekte, yozlaşma ve
düşkünleşmeye daha açık hale gelmektedir.
Yoksulluk ve Yoksunluk:
Bir Madalyonun İki Yüzü
Öte yandan yoksulluk yalnızca ekonomik zayıflık
ve belli yaşamsal ihtiyaçları karşılayamama olarak
değil, aynı zamanda bir dışlanmışlık ve haklardan,
özgürlüklerden yoksunluk olarak da ortaya çıkmaktadır.
Örneğin bugün ABD'de milyonlarca yoksul insanın
oy kullanma hakkı bile fiilen bulunmamaktadır,
ki bu siyasetten dışlanmanın çok kaba bir örneğidir.
Oysa dışlanmanın çok daha karışık yolları da vardır.
Her şeyden önce, burjuvazinin kanun önünde eşitlik
iddiası ya da bilinen "yurttaşlık hakları",
neredeyse her zaman belli bir gelir düzeyinin
üstündeki sınıf ve kategoriler için geçerlidir.
Yoksulların dünyasında ise özellikle dibe doğru
inildikçe, ekonomik zayıflık, sosyal-siyasal-hukuki
ilişkilerde de bir eşitsizlik anlamına gelir.
Yoksulsanız, eğitim-sağlık-kültür hizmetlerinden
yararlanmayı aklınızdan silersiniz; son tahlilde
parayla dönen burjuva politikasının çarkları içersinde
de varabileceğiniz hiçbir yer yoktur; hukukla
ilgili bir sorununuz varsa kendinizi savunmanız
bile paranızın miktarına bağlıdır; kültürel bir
gelişme göstermek istiyorsanız yine cebinizde
para olmaksızın hiçbir adım atamazsınız.
Üstelik bunlar yalnızca parayla da ilgili değildir;
yoksulluk bir süre sonra yapışkan bir kimlik ve
bir renk haline gelir ve kazara bir miktar parayı
elinizde tuttuğunuz anda da yakanızı bırakmaz.
Çünkü bu ülkenin hakimi olan "beyaz ırk"ın
yanında siz hiçbir değeri olmayan zenciler gibisinizdir;
bütün haklarınız kağıt üzerindedir, onları kullanmak
için gerekli olan maddi güç ve özgüvene sahip
değilsinizdir.
Böylece yoksulluk, giderek en temel insani haklardan
ve olanaklardan bile yararlanamama haline dönüşür
ve özellikle mutlak yoksulluk sınırlarına varıldıkça
tamamen unutulmuşluk ve itilmişlik anlamına gelir.
Yoksulluk: Dinsel Gericiliğin
Yükselişini Kışkırtan Bir Olgu
Tam bu noktada, sosyalist alternatifin zayıflamış
olduğu koşullarda yoksulluk, kendi kurtarıcısını,
dinsel inanışı yaratır. Kıt zekalı "laiklik"
delisi beylerin hanımların asla anlamadıkları
ve anlayamayacakları gerçeklik, derin bir yoksulluk
uçurumunun dibinde yaşayan insanların umutsuzluğu
ve çaresizliğinin "irtica"yı besleyen
asıl kaynak olmasıdır.
Son 20 yılda bütün dinci-gerici partilerin özellikle
yoksul kesimlerin bulunduğu semtlerde yoğunlaşması
ve asıl oy potansiyellerinin oralarda oluşması
rastlantı değildir. Her gün yaşadıkları korkunç
adaletsizlik karşısında tutunacak dal arayan insanlar,
özellikle "insan eliyle inşa edilen"
adalet ve eşitlik sistemlerinin 1990'lardaki hazin
çöküşünden sonra, gerçekten de büyük bir boşluk
içersine düşmüşler ve solun uzun süren toparlanması
sürecinde kendilerine çıkış yolu aramışlardır.
Sonuçta bu yoksul kitlelerinin en azından hatırı
sayılır bir bölümü, "insan adaletinin bu
dünyada imkânsız" olduğunu vaaz eden ve gerçek
adaletin ancak tanrısal elle kurulabileceğini
öne süren dinci düşünceye sarılmaktadır. Bütün
büyük dinlerin asıl vaadinin acılardan ve yoksulluktan
uzak bir öteki dünya cenneti olması, kuşkusuz
rastlantı değildir.
Sonuçta, toplumdan dışlanmışlık, toplumsal dayanışma
geleneklerinin ve değerlerinin çöküşü ve dinsel
gericiliğin yükselişi, bunların tümü birden aynı
sürece denk düşmekte ve yoksullaşma ile yozlaşmayı,
kaderciliği ve bütün diğer isyan-önleyici eğilimleri
aynı potada eritmektedir.
Uluslararası Yardım:
Korkunun Yarattığı İyilikseverlik Emperyalizm
Sorunu Çözebilir mi?
Özellikle mutlak yoksulluğun, yani açlığın kendisini
kitlesel ölümlerle açığa vurduğu dönemlerde canlanan
"uluslararası yardım" kampanyalarının
da pratik bir değerinin olmadığını en iyi bu kampanyaları
örgütleyenler bilmektedir. Yüzyıllardır Asya-Afrika-Latin
Amerika topraklarını son kırıntısına kadar soyup
soğana çeviren sömürgeciler ve emperyalistler,
şimdi yine kendi denetimlerinde çalışan kurumlar
aracılığıyla bu suçlarının korkunç sonuçlarını
birazcık hafifletecek girişimlere "vicdan
sahibi" orta sınıfları dahil etmek istemektedirler.
Gerçekten de durum tam böyledir; çünkü kendi destekleriyle
kurulmuş olan UNICEF gibi çocuklara yardım kurumlarının
rapor ve tavsiyelerine bile uymamaktadırlar. Örneğin
UNICEF'in yoksulluğu hafifletmek için 2015 yılına
kadar önerdiği toplam harcama miktarı 40 ile 70
milyar dolar arasında bir rakam iken, sadece 2003
yılında dünyadaki toplam askeri harcama 956 milyar
dolardır. Yani emperyalistler, bu paranın yirmi
katını yine insan öldürmek ve yıkımları, yoksulluğu,
yetim ve aç çocukları çoğaltmak için kullanmaktadırlar.
2004 yılı itibarıyla yaklaşık 500 milyon çocuk
günde 1 doların altında bir gelirle açlık sınırındadır
ve küresel gelirin yalnızca % 1 'iyle (yılda yaklaşık
80 milyar dolar) bu çocukların yoksulluktan kurtulmasını
sağlamak mümkün iken, süreç tam tersine işlemekte,
yardım miktarları 1960'lardan beri sistematik
olarak düşmektedir. Uluslararası yardım kuruluşu
Oxfam'ın raporuna göre zengin ülkelerin yardım
bütçeleri 2000'li yıllarda 1960 yılındakinin yarısı
düzeyine inmiştir. Buna karşılık yine Oxfam raporuna
göre yoksul ülkeler günde 100 milyon doları dış
borç ödemesi olarak emperyalistlere ödemektedir.
Bu eğilimin devam etmesi halinde önümüzdeki 10
yıl içinde dünya genelinde 45 milyon çocuğun öleceğini
belirten Oxfam, raporunda asıl çarpıcı olan nokta
ise ABD, Almanya ve Japonya gibi zengin ülkelerin
gayri safi ulusal gelirlerinin yüzde 0.7'sini
yardıma ayırma sözü verdikleri halde bu sözü yerine
getirmediklerinin itirafıdır.
Yani, bizzat yoksulluğu ve açlığı yaratanlar,
son derece açık bir biçimde bu kitlesel ölümleri
umursamamaktadırlar.
Türk Tipi Hayırseverlik:
Bir Onursuzlaştırma Yöntemi
Aynı sahtekarlığın Türkiye versiyonu ise tam anlamıyla
içler acısı bir manzara göstermektedir. Klasik
sosyal güvenlik kurumlarının zaten IMF ve Dünya
Bankası'nın emirleri doğrultusunda adım adım tasfiye
edildiği ve etkisizleştirildiği biliniyor.
Zaten mevcut haliyle de bu kurumlar anlamsızdır.
Çalışan nüfusun yarıdan fazlası resmen kaçaktır,
sosyal güvenceden yoksundur.
Yoksullukla ilgili diğer "yardım"(!)
çalışmaları büyük ölçüde yine emekçilerin vergileriyle
birazcık ayakta tutulan Sosyal Yardımlaşma Fonu
ya da Çocuk Esirgeme Kurumu gibi çürümüş kurumların
üzerine yıkılmış durumdadır; ya da en iyi durumda
belediyelerin açtığı aşevleri son derece onursuz
koşullarda birkaç kap yemekle durumu geçiştirmektedir.
Üç kuruşluk bütçe, her türden yolsuzluğa bulaşmış
yöneticiler, yoksulları ve çocukları horlayan,
hatta istismar eden soysuz görevliler, vb. vb.
Türkiye'nin sosyal kurumlarının manzarası budur.
Bunun dışında büyük patronların aslında yine kendilerine
sadık kadro yetiştirmek için kurduğu vakıflar
ve okullar, sorunun kendisiyle doğrudan ilgili
değildir. Daha aşağıda, taşradaki yerel zenginlerin
yaptığı "hayır" işlerinin trajik görüntüleri
ise arada sırada TV ekranlarına geldiği gibi son
derece mide bulandırıcı bir onursuzluk manzarasıdır.
Üç kuruşluk makarna paketleri için birbirini ezen
yoksul insanların içler acısı hali, aslında yoksulluğun
nasıl bir şiddet anlamına geldiğini de gösteren
örneklerdir.
Yoksulluğa Karşı Mücadele ve Devrim Perspektifi
Peki bütün bu trajedi ve karmaşa, devrim dışında
bir yolla, daha açık bir dille söylersek, kapitalizm
koşulları altında çözülebilir mi?
Ve bu soruyla aynıymış gibi görünmekle birlikte
aslında tamamen farkı olan bir başka soru: Kapitalizm
koşullarında, yani bugün, yoksulluğa karşı bir
mücadele ve toplumsal hareket örgütlenebilir mi?
Gerçekten de bu iki soru birbirinden çok farklıdır,
farklı perspektifleri ifade eder.
Yazımızın başından beri ortaya koyduğumuz somut
veriler, aslında birinci sorunun yanıtını oluşturmaktadır.
Sorunu yaratan ve derinleştiren kâr merkezli kapitalist
sistem hüküm sürmeye devam ettikçe, insanı merkeze
koyan bir iyileşmenin bekenemeyeceği son derece
açıktır.
Durumu iyileştirme ve düzeltme çabasını emperyalist
kapitalist ülkelerin kendisinden beklemek, gerçekten
de boş bir düştür. Tamamen kâr ve hegemonya merkezli
işleyen bir sistem, bırakalım işleri düzeltmeyi,
kendi kurduğu kukla yardım fonlarına üç kuruş
vermeyi bile reddetmekte, 40 milyar dolarlık bir
fonu bir türlü kuramazken 1 trilyona yakın silah
harcamasını hiç ihmal etmemektedir.
İşte tam bu noktada ikinci soruya geliyoruz ve
yol biraz çatallaşıyor. Çünkü eğer yoksul kitlelerini
bir biçimde örgütleyerek toplumsal hareketlerle
kapitalist hükümetler ve emperyalizm üzerinde
bir baskı uygulamak ve onları daha insani bir
kapitalizme doğru zorlamaktan söz ediyorsanız,
bu noktada durum ümitsizdir. Nihai olarak yoksulluğu
yaratanların elinden iktidarı almayı ve yoksulluğu
üreten düzeni kökünden yıkıp toplumsal mülkiyeti
inşa etmeyi hedeflemeyen bir hareket, bu konuda
hiçbir şansa sahip olmayacak ve bugünkü korkunç
tabloyu düzeltme yolunda bile bir ilerleme sağlayamayacaktır.
Ama eğer, yoksulluğa karşı mücadele teması üzerinden
bir toplumsal hareket örgütlerken, halk dayanışmasının
özgün biçimlerini inşa etmeyi, dayanışmacı değerleri
öne çıkarmayı, kendi kaderini yoksulların kaderiyle
birleştiren insanların yaratıcı enerjisini açığa
çıkarmayı ve nihayet buradan işçi sınıfının öncülüğünde
bir devrimci odak yaratmayı hedefliyorsanız, durum
farklıdır. Bu artık ne yoksulların “acılarını
dindirme” ne de basit karın doyurma çalışmasıdır;
aynı zamanda bu çalışma halkın tepkisini sopa
olarak kullanıp “insani bir kapitalizm” talep
etmeyi de hedeflemez. Böyle bir çalışma, esas
olarak halkın örgütlenmesi ve örgütlü halkın kendi
sorunlarına sahip çıkıp çözüm bulma kapasitesinin
geliştirilmesidir. Ve bu türden günlük mücadelelerin
tümünde olduğu gibi bu çalışmada da, sadece dayanışmanın
yeterli olmadığı, devrim yoluyla iktidarın ele
alınmaması halinde acıların devam edeceği kitleler
tarafından kavranır ve devrimci bir bilincin kapıları
açılır.
Görüldüğü gibi, bu meselede “ne yapıldığı”, “nasıl
yapıldığı” ve “niçin yapıldığı” soruları tamamen
iç içedir. Başka ülkelerde, özellikle Latin Amerika’da
ve Asya’da değişik anlayışlara sahip “yoksulluk
karşıtı hareketler” son yıllarda gelişmekle birlikte
Türkiye’de henüz belirgin deneyimler ortaya çıkmamıştır.
Bu alan açıktır ve doğru perspektiflerle kavrandığında
özellikle Politik Kültürel Odaklar çerçevesinde
anlamlıdır, ortaya bir enerji çıkarmak mümkündür.
Dayanışma kültürünün geliştirilmesi, emekçilerin
sınıf kardeşlerine yönelik duyarlığının artırılması
için yüzlerce yaratıcı yol bulmak, hatta bazen
zor durumda olan (ağır hastalık, iş kazası, yangın,
vb.) herhangi bir emekçiyi bile dayanışma odağı
yapmak mümkündür ve hiç de sakıncalı değildir.
Bu anlamda gereksiz “sınıf” keskinlikleriyle “mahalle”
unsurunu masa başında bir kalemde aforoz eden
anlayışlara prim verilmemeli, “devrimciler insanlara
yardımcı oluyor, sonra da aynı insanlar nankörlük
ediyor” cümleleriyle dile getirilen ukalalıklar
önemsenmemelidir. Eğer siz devrim perspektifinden
bir milim bile ayrılmadan yürüyorsanız, kitleler
arasında (bugünkü çürümüşlük ortamında) yaratacağınız
her dayanışma biçimi, dayanışma ve mücadele yönünde
oluşturacağınız her kültürel biçim, mutlaka ortaya
devrimci bir enerji ve parti çalışması atmosferi
çıkaracaktır. Önemli olan her durumda bu halk
dayanışmasından kişisel olarak kimin nasıl yararlandığı
değil, bir bütün olarak bu çalışmadan yozlaşma
ve çürümeye karşı nasıl bir potansiyelin yaratıldığı
ve bu potansiyelin devrimci örgütlenmeye nasıl
kanalize edildiğidir. Dolayısıyla, emekçilerin
dünyasında kök salmak isteyen devrimci sosyalistler,
kuşkusuz işsizlik ve yoksulluğa karşı halk yığınları
arasındaki her tepkiyi değerlendirecek, yalnızca
(son dönemde yürütüldüğü gibi) genel kampanyalar
çerçevesinde değil, sürekli bir mücadele-örgütlenme
zemini olarak bu alana yaslanacaklardır. Daha
önceleri de sık sık vurguladığımız gibi devrimci
sosyalizm, günlük hayata oligarşinin temsilcileri
tarafından pompalanan yapay gündem maddeleriyle
değil, emekçi halkın gerçek gündemi olan yoksulluk
ve işsizlikle ilgilidirler ve doğal olarak kitleler
içindeki çalışmalarının en önemli ayağını da bu
alana inşa edeceklerdir.
Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Devrim Yoksulluk
Sorununu Kesin
Olarak Çözebilir mi?
İşin pratik devrimci çalışma ile ilgili bölümüne
böylece değindikten sonra, yeniden esasa geldiğimizde,
bu soruya vereceğimiz yanıt, aynen işsizlik sorununda
olduğu gibi hiç bir tereddüt içermemektedir: Evet!
Evet, demokratik halk devrimi bu sorunu çözecektir.
Ve hatta, büyük bir güvenle, sorunun devrimden
başka bir yolunun bulunmadığını da söyleyebiliriz.
Çünkü anti-emperyalist anti-oligarşik bir devrim,
her şeyden önce, bu coğrafyayı yoksullaştıran
iki temel olguyu, emperyalizme bağımlılığı ve
tekellerin asalaklığını sona erdirecek, bütün
kaynakları emekçilerin çıkarları doğrultusunda
yeniden biçimlerdirecektir. Kesintisiz biçimde
sosyalizme ilerleyen bir demokratik halk devrimi,
böylece ortaya çıkaracağı muazzam ekonomik kaynakları
devrim yoluyla yenilenmiş bir insan potansiyeliyle
birleştirecek, bu yeni sistem ise gelir dağılımı
uçurumunu ortadan kaldıracaktır.
Bu coğrafya üzerinde yaşayan insanlar, yalnızca
son yirmi yılda hiçbir biçimde sorumlu olmadıkları
borç faizleri için 1 trilyon dolar ödemişlerdir.
Bütün diğer sömürü yollarını bir yana koyduğumuzda
bile, emekçilerin ceplerinden çalınan bu rakam
tek kelimeyle korkunçtur. O kadar ki, bu parayla,
bu ülke yeniden inşa edilir ve artar bile. Bir
an için, bu büyüklükteki paranın ve emperyalistler
ve işbirlikçilerinin hortumladığı bütün diğer
kaynakların, halk için, daha iyi beslenme ve giyim
için, eğitim, sağlık, konut, vb. için harcandığını
düşünelim. Böyle bir ülkede işsizlik ve yoksulluktan
söz edilebilir mi?
Bütün bunlar da bir yana, yalnızca son banka batıklarında
havaya uçan milyarlarca dolar kaç hastane, kaç
okul anlamına gelir? Yalnızca kirli savaş yöntemleri
için harcanan örtülü ödenek paralarının tutarı
nedir ve bu paranın harcanışının tek bir emekçi
için olsun somut yararı var mıdır? Ortadoğu bölgesinin
neredeyse en verimli topraklarına sahip olan bir
coğrafyada neyin ekileceğine neyin ekilmeyeceğine
IMF değil de bilim karar verdiğinde ortaya çıkacak
ürün miktarı milyonlarca insanı besleyip giydirmek
için yeterli olmayacak mıdır? Sokak çocuklarını,
madde bağımlılarını, özürlüleri, hatta yıllarını
çalışarak geçirmiş yaşlıları yok sayanlar, onları
toplumun fazlalıkları, “yangında en son kurtarılacaklar”
olarak gören kirli düzenin kirli yöneticileri
tamamen asalaklardan oluşan ve hiçbir somut maddi
ürün üretmeyen koca bir baskı aygıtını sırf bu
insanlıkdışı düzeni korumak için beslerken bir
an olsun bu parayla başka neler yapılabilirdi
diye düşünmüşler midir?
Daha öteye gitmek gerekmez. Sonuç olarak yoksulluğu
yaratan bugünkü sistemin yıkılması, ülke kaynaklarını
hortumlayan bütün emperyalist finans kurumlarının
sonsuza dek bu topraklardan kovulması, yalnızca
bu kadarı bile yoksulluğun ortadan kaldırılması
için yeterlidir.
Ve aynı şey, dünya ölçeğinde de geçerlidir. Bugünün
dünyasındaki korkunç tablo, ancak bu tabloyu yaratan
kapitalist sistemin yıkılmasıyla, sınıfsız-sömürüsüz
yeni bir dünya düzeniyle ortadan kaldırılabilecektir.
Bunun dışındaki yöntemlere, emperyalist tekellerin
kurduğu "hayır kurumları"na bel bağlamak,
boş umutlar peşinde oyalanmaktan başka bir anlam
ifade etmeyecektir.
Çünkü asıl mesele, dünyada ya da Türkiye’de, sizin
maddi kaynakları nereye harcamak istediğiniz,
neyi öncelikli bulduğunuz meselesidir. Yalnızca
Bill Gates’in elindeki 60 milyar dolarlık servet
bile, UNICEF’in dünya yoksulluğunu önlemek için
öngördüğü 40 milyar dolardan daha fazladır ve
siz tek bir insanın elinde birikmiş olan bu kadar
muazzam bir servete el koyduğunuzda bile, dünya
adeta cennet haline gelir.
Sorun bu kadar yalın ve açıktır. Tek bir kişinin
elinde birikmiş bu servet, milyarlarca insanın
kurtuluşudur; ya da aynı şey başka bir deyimle
ifade edilebilir: bizzat bu servet, açlıktan ölen
insanların cesetleri üzerine kurulmuştur.
Gelecek Ellerimizdedir
Peki, bütün bunlar mümkün müdür?
Yani, devrimci sosyalizm, bu yüce ama zor görünen
amaçlara ulaşabilir mi? Bu düşleri gerçek yapabilir
mi?
Kuşkusuz evet!
Çünkü her şeyden önce, devrimci sosyalizm, yönünü
sorunun yaratıcıları olan asalaklara değil, sorunun
bizzat kendisini yaşayan yoksulların, emekçilerin
dünyasına dönmüştür. Devrimci sosyalizm, uzun
ve zorlu bir mücadele sürecinde, politikleşmiş
askeri savaş stratejisi çerçevesinde bütün mücadele
biçim ve araçlarını kullanarak emekçiler ve yoksullar
dünyasıyla bütünleşecek, onların devrim hareketinin
öznesi olarak örgütleyecek ve böylece mevcut düzeni
kökünden yıkacaktır. Yani devrimci sosyalizm,
yoksullara dıştan bakan bir "hayırseverlik"
hareketi değil, bizzat onların içinde yaşayan,
kök salan ve onlarla birlikte yürüyen bir devrim
hareketidir.
O, bir "iyilik" hareketi değil, deyim
yenindeyse "herkesin kendisine, yani toplumun
bütününe iyilik yaptığı" bir mücadele çizgisidir.
O, yoksulların acılarını hafifletmeyi değil, bu
acılardan bir devrim öfkesi yaratarak tekelci
zenginlerin saltanatını yerle bir etmeyi hedeflemektedir.
O, yoksul emekçilerin kendi kardeşlerine yönelttikleri
şiddeti, kendi kardeşlerinin ceplerine el atmalarını
asla benimsemez ve hoşgörmez; ama aynı öfkenin
emek hırsızlarının saraylarına yönelmesini coşkuyla
karşılar, soyguncuların düzeninin temellerine
vurulan her darbeyi benimser.
Ve dahası o, bizzat kendisi de yoksulların, emekçilerin
öfkesinin bilinçle donanmış sesi ve politik-askeri
öncüsü olarak tarih sahnesinde yerini alacak,
her devrimci sosyalist bu son derece meşru ve
haklı mücadelenin en ön sıradaki neferi olacaktır.
Devrimci sosyalizm, kimseye bugünden yarına bir
yeryüzü cenneti vaat etmiyor elbette; ve elbette,
bu savaşım da büyük acılar ve sıkıntılar içersinde
yürütülecektir.Acılar ve sıkıntılarla... Ama mutlaka
onurla, mücadele etmenin, insan gibi yaşamak için
dövüşmenin bütün acıları bastıran son derece haklı
gururuyla...
Dünya ve Türkiye, "nüfus problemi",
vs. gibi gevezelikler eden düzen soytarılarının
söylediklerinin tersine, olağanüstü kaynaklara
ve olağanüstü olanaklara sahiptir ve bu kaynaklar,
olanaklar, hepimize yeter.
Yeter ki, biz, suyun başını tutmuş olan soyguncuları,
asalakları oradan kaldırıp atmayı bilelim!
|