İnsanın insan olması süreci doğaya karşı verdiği
mücadele ile başlar. İnsan özgürlüğü için ne kadar
mücadele verirse, insanlaşma sürecini o kadar
çabuk tamamlar.
İnsan demek özgürlük demek, insan demek özgürlük
için mücadele demektir. Bu mücadele ilk başlarda
toplumsal özgürlükler içindir ya da çoğunluğun
özgürlüğü içindir. Ancak çoğunluk özgürleştikten
sonra bireysel özgürleşme mücadelesi başlar.
Yuri Davidov’un Özgürlük ve Yabancılaşma kitabında
anlattığı çok eski bir yılan hikayesi vardır.
Bir gün, uyuyan bir adamın ağzından içeri bir
yılan girer ve midesine yerleşir. Adama hükmetmeye
başlar. Artık adamın her hareketi yılanın kontrolü
altındadır. Bir gün adam uyandığında yılanın midesinden
çıkıp gittiğini fark eder. Önce sevinir, bir süre
sonra ne yapacağını şaşırır. Çünkü artık ona hükmeden
kimse kalmamıştır. Birinin hükmü altında kalmaya
alışan adam hükmedicisi gidince ortada kalmıştır.
Çünkü kendi başına iş yapma alışkanlığını yitirmiştir.
Hikaye belki çok eski, ama günümüze ne kadar denk
düşüyor.
Yüzyıllardır hatta bin yıllardır, birilerinin
egemenliği altında olan bizler, kendi başımıza
hareket etme, karar verme, uygulama yetimizi kaybetmiş
durumdayız. Hükmedilmeye o kadar kanıksamışız
ki, bunun artık olmazsa olmaz olduğuna inandırmışız
kendimizi. Sadece dönem dönem bizi güdecek çobanlarımızı
değiştirmekle yetiniyoruz.
Çalışan insanları bir düşünelim: Sabahtan akşama
kadar işyerinde geçiyor zamanları. Her iş kolunda
bu böyledir. Akşamı edip eve gitmekten başka sorunları
yoktur. Akşam olup da eve gidince yemek yiyip
belki biraz televizyon izliyor, sonra da ertesi
gün işe daha dinç gidebilmek için uykuya dalıyorlar.
Bu, öğrenciler içinde hemen hemen aynıdır. Okuldan
eve, evden okula monoton bir yaşam.
İnsanlar bu yaşam tarzıyla özgürlüklerinin ellerinden
alındığının dahi farkında değiller.
Çalışan, kimin için niye çalıştığının, emeğinin
ne kadar sömürüldüğünün, kendi emeği olmazsa işverenin
de olmayacağının farkında bile değil. O kadar
makinalaşmış ki, en insani paylaşımlardan dahi
uzaklaşmıştır artık ve ne için yaşadığını sorgulayacak
kadar bile yakın değildir kendine, insanlara.
Ancak belli bir yaşa geldikten sonra “boşuna mı
yaşadım” demeye başladığında iş işten geçmiş oluyor.
Evet günümüz insanı kendine, insanlığına, sorununa
duyarsızlaşmış, yabancılaşmış durumda. Ezim ezim
ezilirken, evine ekmeği zor götürürken bir maç
için kavga edebilecek kadar kendine ve insanlığa
yabancı.
İnsandan yana olmayan özgür bireyler ve özgür
toplumdan yana olmayan tüm sistemler için bu bulunmaz
bir nimettir. Çünkü insan kendine ve sorununa
ne kadaryabancılaşırsa bu tür rejimler için o
kadar az tehlike oluşturur. Bunun bilinci ile
sistem, eğitim kurumlarını, medya araçlarını,
hatta bilimi kullanarak bu yabancılığı had safhalara
ulaştırıyor.
Hikayemize geri dönelim: Yılan kendiliğinden çıkıverince
adamımız afallamıştı. Çünkü yılanın özgürlüğünü
kısıtladığını fark edip kendisi ona karşı mücadele
geliştirmemişti. Yılandan özgürlüğünü almak için
bir mücadeleye girişseydi ne yapacağını bilmez
bir durumda ortada kalmazdı.
Hoş, bizim midelerimizdeki yılan hiç de sıkılıp
kendiliğinden gidecek türden değil. Ama bizim
yapmamız gereken daha fazla buna alışmadan, daha
fazla kendimize yabancılaşmadan bu yılana karşı
bir mücadeleye girmemiz. İlk başta kendi insanlığımız
için yılanın varlığını fark edip, onu tanıyıp
özgürlüğümüzü nasıl zapt ettiğini algılayıp başlamalıyız
işe. Yılandan nasıl kurtulabileceğimizi belirleyip
onunla mücadeleye girmeliyiz.
İşte tam bu noktada yılana karşı mücadelemizi
gözden geçirmemiz gerekiyor.
Düşüncelerimizi oluşturmak ve bunların gerçekleşmesi
için ne kadar çabalıyoruz? Her şeyimizi mi veriyoruz,
yoksa bir özlemimiz, ütopyamız olarak mı hareket
ediyoruz. Geleneklerden, aile ilişkilerimizden,
meslekten ve daha bizi sisteme bağlayan onca araçtan
ne kadar vazgeçebiliyoruz?
Yılana karşı mücadele bizim için bir temenni mi
yoksa yaşamımızın merkezine oturmak zorunda olan
bir yaşam tarzı mı?
Bu sorulara vereceğimiz yanıt yerimizi belirlememizi
sağlayacak. Ya doğruluğunu bildiğimiz, inandığımız
şeyleri yerine getirip özgürleşeceğiz, ya da doğruluğunu
bilmemize karşın çeşitli kaygılarla -doğruluğunu
söylesek bile- doğru olarak bildiklerimizi yerine
getiremeyeceğiz. Doğruluğunu bilmemize karşın
bunları yerine getirmediğimizde bu uğurda yeterli
mücadele vermediğimizde kişisel durumumuz ne olacak?
Böyle bir durumda kendimize ne kadar saygımız,
sevgimiz olabilir ve kendimize saygımız, sevgimiz
olmadığında insani değerleri ne kadar taşımış
oluruz?
Bütün bu soruları arttırabiliriz... ya devrimcileşerek
özgürleşeceğiz, ya da kendi benliğimize, insanlığımıza
yabancılaşacağız. Sanırım “olmak ya da olmamak”
bu noktada anlam kazanıyor.
|