Geçen yüzyılda kadınlar uzun ve zorlu bir yol
kat ettiler. Ama bugün kadınların karşı karşıya
kaldığı çelişkiler yine 1900'lü yıllardan çok
farklı değil. Kadına yönelik çifte sömürü, şiddet
artarak devam ediyor.
Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra değişen dünya
dengeleriyle birlikte, sınıf mücadelesinin zayıfladığı
koşullarda güçlü bir direnişle karşılaşmayan kapitalizm,
toplumun bütün kesimlerine yönelik saldırılarını
yoğunlaştırarak sürdürüyor. Tabii ki bundan en
çok etkilenen kesim çifte sömürüye maruz kalan
kadınlardır.
Özellikle 1980'lerden sonra kapitalizmin toplumun
bütün kesimlerine yönelik sistemli saldırısı,
kazanılmış hakların geri alınmasını gündeme getirmiş
ve sosyal devletin tasfiyesine dönük geniş bir
saldırıya dönüşmüştür. Kapitalizm son 30 yılda
kadınları yeni işçi katmanları olarak daha hızlı
bir şekilde iş gücüne dahil etmekte ve ağır işlerde
düşük ücretle çalıştırmaktadır. Bu durum kadının
toplumsal yaşamdaki konumunu daha da kötüleştirmiştir.
Aslında ucuz kadın ve çocuk işgücü kapitalizmin
tarihi boyunca her zaman yüksek kârların kaynağı
olmuştur. Böylece kadın bir taraftan ev ekonomisine
katkıda bulunurken diğer taraftan da ev hizmetçiliğinden
kurtulamamıştır. Bu çifte sömürü, temelde sistemden
kaynaklanmakla birlikte, erkek egemen toplumsal
yapıya bağlı olarak çelişkinin bu yanı zaman zaman
gözlerden gizlenebilmiş, yalnızca erkekleri hedef
alan hareketler zemin bulabilmiştir. Yasalar karşısında
hukuksal anlamda eşit olmak talebini öne çıkaran
sistem içi kadın hareketlenmelerinin mücadelesi
bu zeminden kaynağını almıştır. Temelde küçük
burjuva toplumsal katmanlar içersinden gelişen
bu eğilim, bütün mücadeleyi de karşı cinse düşmanlık
ya da onunla yüzeysel bir eşitlik üzerine kurgulamış,
bütün kötülüklerin kaynağı olarak erkeği görmüştür.
Bu eğilim, çoğu kez emekçi kadınları da etkilemiş
ve esasta emekçi kadınların kapitalizme karşı
mücadelesini zayıflatmıştır.
Oysa koca bir yüzyıl içerisindeki gelişmeler açıkça
göstermiştir ki, hukuksal çerçevedeki yüzeysel
"eşitlik" arayışları ve elde edilen
kimi sonuçlar, kadının toplumsal konumunda ciddi
bir değişiklik yaratmamıştır. Bu arayışların en
ciddi sonucu ise sisteme karşı yürütülen devrim
ve sosyalizm mücadelesinin çeşitli düzeylerde
aksamasıdır.
Çünkü, kadının toplumsal yapıdaki konumunu tariflerken
salt hukuksal anlamdaki eşitliği savunmak kadının
kurtuluşunu sağlamamakta, aksine onları burjuva
sınırlar içine hapsederek asıl mücadele alanı
olan sınıf perspektifli mücadelenin dışına itmektedir.
Aslında emekçi kadınların ellerindeki güç ve onların
toplumsal harekete katılmalarının yaratacağı büyük
etki, egemenler tarafından bilinmektedir. Ezilen
cins olarak kadının, ezilen ulus gibi mücadeleye
katılması ve proletaryanın yanında yer alması
egemenler için ciddi bir tehlike yaratmaktadır.
Bu yüzdendir ki egemenler, sistem içi bazı haklar
vererek bu büyük gücü kısmen tatmin etmeyi ve
kadınların sınıf mücadelesi içinde yer almamasını
sağlamayı amaçlamışlardır. Üstelik bu haklar da
sistemin temel işleyişini aksatmayacak biçimde
düzenlenmektedir.
Yani aslında yasalar erkeğin siyasal ve ekonomik
ayrıcalığını korumakta ama kadın cinsine seçme
ve seçilme hakkı vb. gibi konularda tavizler vererek
temelde kadının sınıf mücadelesine aktif bir şekilde
katılmasının önüne set çekmektedir.
Böylece, kadın cinsinin sorunlarının temel kaynağının
sistemden kaynaklandığını unutturarak kendi sınıf
kardeşleri olan erkeklerle birlikte sınıf perspektifli
bir mücadeleyi örmelerini engellemektedir.
Neoliberalizm ve Kadın
Türkiye'de kadınlar hala birçok yasal ve geleneksel
ayrımcılıkla karşı karşıyadır. 1980 darbesiyle
birlikte ekonomik alanda yapılan bir takım değişiklikler
toplumun bütün kesimlerinde olduğu gibi kadınlar
üzerinde de ciddi etkiler yaratmıştır. Kadınlar
önceki yıllara göre daha ucuz çalıştırılmaktadır;
örgütlenmeleri daha da zorlaştırılmıştır ve daha
derinleştirilmiş çifte sömürü altında toplumun
en zayıf kesimi haline getirilmişlerdir.
Türkiye'de IMF ve Dünya Bankası direktifleriyle
hayata geçirilen politikalar genel olarak emekçileri
etkilerken bu durum kadın işçileri daha da büyük
bir sıkıntının içine sokmuştur. İşsizlik oranlarının
kadınlarda çok daha yüksek olması bir yana çalışan
kadınların %72'den fazlası hiçbir sosyal güvenlik
sisteminden yararlandırılmamaktadırlar.
Kadın ve çocuk iş gücü ucuz iş gücü anlamına geldiği
için, kapitalizm her kriz noktasında yoğun olarak
kadın ve çocuk iş gücünden yararlanmakta, örgütlenme
ve sosyal güvencesi olmayan alanlarda, organize
sanayi bölgelerinde bu kesimleri yoğun olarak
kullanmaktadır. Aynı zamanda yoksullaşmanın derinleşerek
devam ettiği son süreçlerde kayıt dışı ekonominin
büyümesiyle birlikte, çeşitli üretim alanları
"eve iş verme" adı altında karın tokluğuna
evlere taşınmaktadır.
Yani artık bir önceki yüzyılın başlarında olduğu
gibi kadınların ekonomik hayata katılması anlamında
bir tıkanma sözkonusu değildir ya da en azından
artık sorunun temeli bu değildir.
Kadın sorununun sınıfsal boyutunu ortaya çıkaran
Clara Zetkin'in dediği gibi: özellikle küçük ve
orta burjuva katmanlarda yoğun biçimde yaşanan
"kazanç eşitsizliği" sorunu ayrı bir
sorundur ve bu sorunun çözümü kadının iş yaşamında
kendi sınıfındaki erkekle ekonomik eşitliğinin
sağlanmasıdır. Proleter kadının sorunu ise başka
bir içeriktedir.
Proleter kadının kapitalist ekonomik yaşama dahil
olmak için çaba vermesi gerekmemektedir; aksine,
kapitalizm sömürüyü derinleştirmek için proleter
kadını işgücünü yaygınlaştırmaya çalışmaktadır.
Dolayısıyla proleter kadının temel sorunu kapitalizmdir
ve çözümü ise proleter sınıfın politik iktidarını
sağlamak için erkeğe karşı değil, erkek egemen
düzenin temelini oluşturan kapitalizme karşı mücadeleden
geçmektedir.
1960'ların sonlarına doğru daha çok Batı'da ortaya
çıkan ve bu iki mücadeleyi birlikte ele almayı
deneyen sosyalist-feminist akım kuşkusuz bir aşama
olmuştur. Anti-emperyalist bir karakter taşıyarak
kendi bulundukları ülkelerde ve ülke dışındaki
ilerici hareketlerle dayanışma içine giren bu
hareket kadın mücadelesi konusunda sürece belli
katkılar sağlamıştır. Türkiye'deki gelişme ise
bu bakımdan daha özgündür. Kadının üretim süreçlerine
katılımı, Türkiye'nin geç ve çarpık kapitalistleşmesinden
ötürü değişik ve gecikmeli bir yol izlemiş, Osmanlı'dan
akıp gelen ve temelini İslam dininin oluşturduğu
gerici geleneklere bağlı bir aile yapısının ağırlığı
kadını bir çok alanda dışlamıştır. Çalışan kadın
gerçeği hem küçük ve orta burjuva katmanlarda
hem de emekçilerin dünyasında zaman içersinde
oturmuş ve kabullenilir olmuştur.
Dolayısıyla her alanda olduğu gibi kadın hareketinde
de özgün bir yol ortaya çıkmış, güçlü bir kadın
işçi hareketi bir yana genel olarak kadın hareketi
de zayıf temeller üzerinde belirmiştir. Böylece
emekçi kadın hareketiyle burjuva feminizmi arasında
bir alanda filiz veren sosyalist-feminist hareket
de belirgin bir güç yakalayamamıştır.
1975'ten itibaren ciddi sayılabilecek bazı emekçi
kadın örgütlülükleri reformizmin etkisi altında
oluşurken devrimci kesimlerde kadın perspektifi
özel bir alan olarak çok fazla yer işgal etmemiş,
sürecin hızlı akan temposu içinde ciddi tartışmalar
yapılamamıştır. Yine de bu dönem de eşit işe eşit
ücret sloganı başta olmak üzere kadınları doğrudan
ilgilendiren bir dizi faaliyet vardır.
1980 sonrasında ise, büyük ölçüde yenilgi atmosferinin
de etkisi altında ve zaman zaman postmodern anlayışın
belirleyiciliğinde kadın sorununa ilişkin tartışmalar
bir patlama yarattığında ise artık durum değişmiştir.
Bu kez, sosyalizme dönük eleştiri kampanyası,
reel sosyalizmin uygulamaların çarpıklıklarından
da hareketle öne çıkmış ve bildik anlamda burjuva
feminizmi mesafe kat etmiştir. Özellikle 1990'lı
yılların ilk şaşkınlık evresinde bütün diğer marksizm
dışı akımlar gibi feminizm de bir "altın
dönem" yaşamış ve durum, dünyadaki ibrelerin
yeniden devrime doğru dönmeye başladığı 2000'lere
dek hızlı bir tempoda devam etmiştir.
Bu arada Kürt hareketinin son yirmi yılda yaşadığı
gelişme, Kürt kadınlarının hayatında gözle görünür
değişiklikler meydana getirmiş, hiç küçümsenmeyecek
bir potansiyel yaratmıştır.
Ancak bu kadın hareketi de sınıfsal zeminden hareket
eden sosyalist ve devrimci güçlerin ivme kaydettiği
bir politik ortamda şekillenmiş, daha sonra ulusal
hareketteki kırılmalardan da etkilenmiştir. Sonuç
olarak bu kesim, Kürt kadınının hayatında muazzam
bir değişiklik anlamına gelirken, kitlesellik
ve aktivite anlamında çok yoğun ama sosyalist
yönü zayıf bir bir güç yaratmıştır.
Ama artık durum değişmektedir ya da en azından
değişimin ön koşulları daha fazla mevcuttur.
Her şeyden önce, feminizm açısından aslında bir
kusur değil yapısal bir özellik olan "emekçilerin
dünyasından uzak olma" durumu çok önemlidir.
Yani, ne "çağdaşlık delisi" Kemalist
çevrelerde yoğunlaşan hukuk tartışmaları ne de
küçük burjuvaların kentlerin entelektüel mekanlarına
sıkışmış dar "kadın özgürlüğü" tartışmaları,
korkunç bir yoksulluk batağında bunalmakta olan
emekçi kadınlar için ciddi bir anlam ifade etmektedir.
Bu kesimler, aslında kendi yaşadıkları çifte sömürüyü
kendi deneyimleriyle fark etmekte, dahası, siyasi
alanda derin derin tartışmalara konu olan kapitalizm-kadın
sorunu bütünlüğünü de deyim yerindeyse sezmektedirler.
Çünkü onların hayatları böyledir; bu hayatlar,
yoksulluk ve sömürü üzerine kuruludur; bu hayatların
içinde derin tartışmalardan çok hareket ihtiyacı
birikmektedir.
Dolayısıyla bu kesimler, kendi yakıcı sorunlarından
hareket eden her türlü girişime bugün daha fazla
açıktırlar ve bu alanda yapılan her girişim az
ya da çok karşılığını bulmaktadır.
Bugün sorun, devrimci sosyalist hareketin emekçi
kadınların dünyasıyla buluşmak, onların içinde
kök salmak için gerekli araçları ve yöntemleri
bulması sorunudur. Devrimci sosyalizm, özellikle
politik kültürel odakları öne çıkararak cesur
ve yaratıcı girişimlerde bulunduğunda mutlaka
karşılığını alacaktır.
Cinsel tacizden feodal baskı ve cinayetlere dek
kadın sorununun açığa çıktığı bütün alanları kapsayacak
olan böyle bir çalışma, esas eksenini sömürü ve
yoksulluk üzerine kuracak ve her şeyden önce emekçi
kadının dünyasında somut, dokunulabilecek kadar
yakında bir olgu haline gelecektir.
Kadın sorunu ya da "kadınlar katılmadan devrimin
olamayacağı" üzerine sıkıcı tekrarlarla zaman
yitirmeden bütün enerjimizle bu alana girdiğimizde,
yani köleliğe karşı mücadeleye köle barakalarından
başladığımızda, önce oralarda yerleşik ilişkiler
ve örgütlülükler yarattığımızda, ortaya çıkacak
olan güç muazzam olacaktır. Ve hiç kuşku yok ki,
bütün bunları yaptığımızda, hatta yapmaya başladığımızda,
kadınlardan da öğreneceğimiz çok şey olacaktır.
|