Son birkaç ay içersinde bütün TV kanallarında
“hırsızlık” üzerine dehşetli haberler birbirini
izliyor. Canlandırmalar yapılıyor, ünlülerin evlerine
giren hırsız hikayeleri, kapkaç mağdurlarının
röportajları ekranları kaplıyor. Herbiri büyük
bir hırsıza ait olan kanallar, birdenbire sıradan
insanların yaşadığı dramlara el atıyor, arada
bir de “eli kolu yasalarla bağlı” polise de ince
yağlar çekiliyor.
Hırsızlık, (yani artı-değer hırsızlığını değil
de sokak hırsızlığını kastediyoruz) tabii ki yeni
başlamış değil; ama öte yandan son yıllarda ciddi
bir artış gösterdiği ve özellikle İstanbul’un
“küçük Amerika” olma hayaline denk bir biçimde
tipik Amerikan metropolleri gibi “tehlikeli” olmaya
başladığı da doğru.
Hırsızlık, anlam olarak, bir insanın hakkı olmadan
başkasının malını alması anlamına gelmektedir.
Gerçi hırsızlığın kapitalizmde çok çeşitli boyutları
vardır ama bu yazıda bizi ilgilendiren boyutunu
irdelemeye çalışacağız. Yani toplumun içine düştüğü
çaresizlik durumunu. Kapitalizmin insanları içine
düşürdüğü bu bataklık gün geçtikçe genişlemektedir.
Geçimini sürdürmek için insanlar, kolay yolu yani
başkasının elindekini çalma yolunu seçmektedir.
İnsanların emeğini çalarak kendini vareden kapitalizm,
hırsızlığı da toplumsallaştırmış ve kanıksanır
hale getirmiştir. Kapitalist çarkın işleyiş yasaları
gereği oluşan işsizlik sorununun bir kısmı bu
şekilde halledilmektedir. İnsanlar, en kısa yoldan
hayatlarını sürdürmek istemektedir ve sonuçta
hırsızlık zamanla meslek haline gelmektedir. Yani
artık söz konusu olan şey yalnızca A miktarda
paraya ya da eşyaya ihtiyacı olan insanın bu para
ya da eşyayı alıp köşesine çekilmesi değildir;
bir noktadan sonra bu bir yaşam biçimi haline
gelmekte, toplumun tortusu sayılabilecek bir kesim
bu alanda yoğunlaşmaktadır. Metropoller hırsız
gruplarının organize çalışmalarına sahne olmaktadır.
Bu gruplar büyüyerek rant alanlarının köşe başlarını
tutmaktadır.
Üstelik, özellikle kapkaç gibi yollardan yürüyen
sokak hırsızlığının hedefi de asla büyük zenginler
olmamakta, çeteleşmiş ekipler doğal olarak en
zayıf unsurlara, yaşlı emeklilere, kadınlara musallat
olmaktadır. Bu anlamda, kapkaç, ev ve işyeri soygunculuğundan
farklı olarak hiçbir özel yetenek gerektirmemekte,
tipik bir çapulcu yöntemiyle iş görmektedir.
Bu anlamıyla, yeni işsizlik ve yeni yoksulluk
kategorileri gibi bu yeni çapul-hırsızlık yöntemleri
de aslında kapitalizmin günümüzdeki vahşi işleyişiyle
yakından ilgilidir.
Başta “özgürlükler” ülkesi olan Amerika olmak
üzere, Avrupa’da da aynı sürecin gelişmesi rastlantı
değildir.
Reel sosyalizmin çöküşünden sonra başlayan dizginsiz
sömürü ve saldırganlık dönemiyle birlikte, yalnızca
yeni-sömürgelerde değil Batı metropollerinde de
milyonlarca insan sokaklara terkedilmiş, büyük
işsiz-lümpen orduları oluşmuştur, üstelik bu ordu
her gün yoksul ülkelerden akıp gelen göçmen dalgalarıyla
da beslenmiştir. Bu durum elbette New York ya
da Londra’nın yeraltı dünyasını bir gecede yaratmamıştır
ama ciddi biçimde zenginleştirip kalabalıklaştırmıştır.
Öte yandan aynı süreçte dünya hakimiyetine göz
diken ABD, kültürel anlamda da boşluğa izin vermemiştir.
Postmodern kültür neo-liberal politikalar eşliğinde
halklara dayatılmış, insan ilişkilerini paramparça
etme üzerine kurulu bu sistem, karşısında güç
görmeyince iyice pervasızlaşmıştır. Onur, dürüstlük
vb. insanı insan yapan olgular ayaklar altına
alınmış, insanların kendine yabancılaştığı, özgüvenini
kaybettiği toplumlar yaratılmıştır. Yeni sömürge
ülkelerde başlatılan yeniden yapılandırma süreci
ise sadece ekonomiyi değil, kültürel-sosyal alanları
da kapsamış, bir yandan işsizlik ve yoksulluk
artarken diğer yandan da bütün sokak suçlarında
patlama gerçekleşmiş, büyük kentlerin tümü güvensiz
hale gelmiştir. Sonuçta sistem kendi yarattığı
toplumsal yaraya çözüm ararken bu çözüm içinde
batmaktadır.
Türkiye: Kapan Kaçıyor...
Türkiye’de son üç yılda hırsızlık konusundaki
artış bile bu konuda önemli bir göstergedir. Resmi
sonuçlara göre 2002’de aylık ortalama 8 bin 683
hırsızlık, 2003’te 9 bin 258’e, 2004’te ise 10
bin 103’e yükselmiştir. Hırsızlık olayının yaşandığı
yerlerin başında İstanbul gelmektedir. 2004’ün
ilk yedi ayında 24 bin 130 hırsızlık olayı yaşanmıştır.
2004 yılında evlerde yapılan hırsızlık yüzde 23,
işyerinden yapılan hırsızlık yüzde 14, otodan
yapılan hırsızlık ise yüzde 26 artmıştır. Bankalarda
yapılan hırsızlık 2004’te yüzde 50 artmıştır.
Şahıstan yapılan hırsızlık yani gasp-yağma olayları
en çok artanların başında gelmektedir. Bu artış
2004’de yüzde 35’e denk düşmektedir. Ayrıca genel
suç oranlarının da Türkiye’de yapılan istatistiklerde
arttığı görülmektedir. 2003’te 321 bin 805 olay
2004’te yüzde 10 artarak 353 bin 692’ye yükselmiştir.
İstanbul 94 bin 509 olayla başı çekmektedir. İstanbul’u
Ankara 28 bin 647, İzmir 21 bin 358, Bursa 14
bin 988, Antalya ise 13 bin 378 olayla takip etmektedir.
Yine suç olaylarında 2003 yılına göre en fazla
artış gösteren il yüzde 259 ile Erzincan’dır.
Kuşkusuz bütün bunlar toplumda kaygı ve korku
uyandırmaktadır. Güvenlik sistemlerinin Türkiye’deki
pazarı genişlemesi bu açıdan rastlantı değildir.
Toplumdaki korku büyüdükçe, güvenlik şirketlerinin
ceplerine giren kâr da artmaktadır. Uluslararası
alanda güvenlik şirketlerine ait hisse senetleri
en çok para kazandıran kağıtlar arasındadır. Türkiye’de
ise, güvenlik şirketlerine olan talep, beklenenin
üzerinde bir seyir takip etmektedir. Bu alanda
artışın 1 milyar Euro’nun üzerine çıktığı belirtilmektedir.
Medyanın sık sık gizli kameranın kerametlerine
dair yayınları bu alandaki ilgiyi de beraberinde
getirmiştir. İşyerlerine ve evlere takılan erken
uyarı sistemlerine olan talepte yüzde 50 artış
olmuştur. Güvenlik sisteminin yanı sıra güvenlik
şirketlerine olan talep artmaktadır. Sadece İstanbul’da
güvenlik şirketlerinin sayısı 900’ü geçtiği belirtilmektedir.
Tuz Kokarsa Ne Yapmalı?
İşin polisiye cephesinde ise nakarat hiç değişmiyor.
İstanbul Valisi’ne göre bu konunun temel sorunu
polisin yetersizliğidir. Bir maça 5 bin polisin
gönderildiğini bu nedenle sokakların boş kaldığını
belirten Vali, hiç durmadan polis azlığından yakınıyor.
Esasında en iyi ihtimalde sistemin her tarafa
polis dikmekten başka bir çözümü yoktur. Sokak
başlarına polis dikmek, belli merkezleri kamerayla
gözetlemek, vb. vb.... Bütün yapabilecekleri bundan
ibarettir. Ama bunlar da işin arka planı açısından
sonuçsuzdur; çünkü mevcut polis kurumu da başta
hırsızlık olmak üzere asayiş suçlarının içinde
yer almakta, bu parsadan pay almaktadır. Bugün
herkes herhangi bir küçük olayda işin arkasında
polisin eli olduğunu çok iyi bilmektedir. Çete-polis
ilişkisi gizlenemeyecek kadar açıktır. Hatta polisin
hırsız şebekeleriyle olan ilişkisi adliye koridorlarına
da yansımıştır. Örneğin geçtiğimiz günlerde Adana’da
yaşanan olayda polisler, hırsızlara gözcülük,
işbirliği ve çalıntı malları satmakla suçlanmaktadır.
Ki bunlar resmiyete dökülen işlerdir; yoksa daha
geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir raporda her
iki polisten birinin soruşturma geçirmiş olduğu
açıklanmıştır ve bu buzdağının yalnızca görülen
kısmıdır. Çünkü bu işlerin kendine göre bir illegalitesi,
bir hiyerarşisi vardır ve çoğu kez suskunluk ve
sır saklama payı arttıran bir avantajdır.
Son Olarak…
Sonuçta hırsızlık ne toplumsal yapıdan bağımsız
bir olgudur ne de kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın artması beraberinde
hırsızlığı getirmiştir. Bu sistem devam ettiği
sürece hırsızlığın da sonu olmayacak, tam tersine
artacaktır. Herkesin canı yandığında elbette ki
kendince çözümler üretecektir. Fakat bu çözümlerin
hiçbirisi “güvenlik”li değildir.
Gerçek çözüm, elbette bugünkü sistemin bütün kökleri
ve yarattığı sosyal-kültürel etkilerle birlikte
ortadan kaldırılmasıdır. Ama bu kadarını söylemek
de yetmez. İnsanların yaşamlarına girmek, onlarla
hayatı paşlaşmak, bu düzeninden başka, alternatif
yaşamın hayata geçirilebileceğini onlara göstermek
gerekmektedir. Ancak, sosyalist insan kişiliğinin
yaşamın her hücresinde kök salması bunu sağlayabilir.
Bu ertelendikçe, sistem toplumu kemirmeye, dirhem
dirhem çürütmeye devam edecektir.
|