Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. Hançer

SEKA direnişi bitti.
51 günün ardından, aslında hükümetin en başta dayatmış olduğu “belediyeye devir” formülü Türk-İş merkezindeki pazarlama müdürleri tarafından işçilere bir biçimde kabul ettirildi ve işçilerden bazılarının TV röportajlarında söyledikleri gibi “onca zamandır niye direnildiği” sorusu boşlukta kaldı. Arada nelerin olup bittiği konusunda uzun boylu tahminler yapmaya gerek yok, müdahale tehditlerinden tazminat rüşvetine, kanallarda boygösteren ısmarlama işçi düşmanı haberlerden “ideolojik istismar” edebiyatına dek bütün teknikler bu süreçte kullanıldı, bizim bilmediklerimiz de olabilir. Ve nihayetinde, Ankara’nın malum toplantı salonlarında bu işin yalnızca AKP ile ilgili olmadığı, bu tür direniş odaklarının oligarşinin ve “serbest piyasa düzeni”nin bekası açısından önemli olduğu bazılarına yeterince açık biçimde anlatılmış olmalı ki, Salih Kılıç ve ekibi zaten gitgide başlarına bela olmaya başlayan bu süreci aceleyle bitirdiler. Fabrikanın gerçekte kapatılmadığı da düpedüz bir yalandır, sokaktaki çöpü toplamaktan aciz belediyenin devasa bir sektörü çalıştırmayacağını herkes biliyor; yapılan şey, hükümetin belediyeye maaşlar için belli bir destek sözü vermesidir. Zaten yapılan anlaşmada da üretimin sürdürüleceği yönünde açık bir madde yok. “Direnişin gerekirse yeniden başlayabileceği” üzerine iyimser yorumlar yapılabilir belki ama herkesin bildiği gerçek, bir daha böyle bir atmosferin yakalanamayacağı ve dolayısıyla bu boyutta bir direnişin yapılamayacağıdır.
Şimdi pek çok şey söylenebilir ve söylenecek, söyleniyor. “Hain sendikacılar”dan bol bol söz edebiliriz örneğin; hatta bu olayda ekstra olarak bizzat SEKA işçilerinin bir bölümünün gerici-milliyetçi ideolojilerin etkisi altında olduğundan söz edebiliriz, sanki işçi sınıfının tüm üyeleri solcu ve enternasyonalist, ateist olmaya mecburmuş gibi... İşçilerin meseleyi dar düşündüklerini söyleyebiliriz, sanki onlar geniş perspektiflere kendiliğinden sahip olabilirlermiş gibi...
Pek çok şey söylenebilir, ah vah edilebilir; ama bunların hiçbiri derindeki sorunu bir parçacık olsun çözmez.
Çok açıkça söylenirse, SEKA’da ya da başka yerlerde olan şudur: Neoliberal IMF-DB restorasyonu, parça parça, adım adım tamamlanıyor. Satışlar, devirler, yasalar, yönetmelikler, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesi, vb... Operasyon aslında bir bütün; daha doğrusu mantığı ve iktisadi teori anlamındaki arka planı, politik irade anlamında emperyalizmin iradesiyle eşgüdümü, bunlar hepsi bütündür; ama politik bazı nedenlerle, daha açıkça söylersek bütün tepki ve isyanı birden karşısına almamak için adımlar tek tek atılıyor. Ve her adımda, canı acıyan feryat ediyor! Hükümet bir adım atıyor örneğin, mitingleri birden Yol-İş’in sarı şapkaları dolduruyor; ya da bakıyorsunuz normal zamanlarda adı duyulmayan Denizciler Sendikası, bayrak açıp sloganlar atmaya başlıyor. Bir gün doktorlar, bir başka gün büro emekçileri... Ve bu böyle gidiyor. Parçalar üzerinden atılan adımlarda direnişler belirdiğinde bir yandan polis baskısı devreye sokulurken diğer yandan da birtakım “ara formüller”, esas çizgiyi zaafa uğratmayacak küçük tavizler ortaya çıkıyor, eninde sonunda bir yerlerde uzlaşmalara gidiliyor. Bir fabrika kapatılınca işçiler başka bir yere kaydırılıyor örneğin, vb. vb. Bu arada neoliberal programın bütünsel yıkımına karşı genel bir hareket oluşamıyor.
Solun bir bölümü, her seferinde biraz umutlanıyor. Sürecin derinleştiğini ve eninde sonunda buralardan bir yerlerden genel bir hareketlenme başlayacağını, doğru zamanda doğru yerde olmayı başarırlarsa eğer bu hareketlilikten genel grevler ve hatta eninde sonunda genel bir ayaklanma çıkarabileceğini düşünüyor. Sonra, bir gerileme yaşandığında, futbol antrenörlerinin klasikleşmiş “artık önümüzdeki maçlara bakacağız” deyişine benzer biçimde, ufuktaki yeni gelişmelerle ilgili aynı planlar yapılıyor ve her şey yeniden başlıyor.
Bu arada “hain sendikacılar”la ilgili zehir zemberek eleştiriler yapmak ise eski alışkanlık. Sanki o sendikacılar bugün oturdukları yerlere gökten zembille inmişler gibi...
Lafı daha fazla uzatmaya gerek yok; sonuçta olaylar genel olarak süreci bir noktaya doğru sürüklüyor. Ve aslında iki tane somut yol var herkesin önünde: Ya bu böyle gidecek ve canı yanan biraz feryat edip, biraz direnip sonra genel basınca dayanamayarak geriye düşecek ve biz yenisini beklerken arada sendikacı eleştireceğiz; ya da güncel gelişmelerin seyrini de bir yana bırakmadan kendimiz üzerine, bizim ne yaptığımız üzerine düşüneceğiz ve bir çıkış yolu bulacağız.
Daha başka bir deyişle ve daha açıkça söyleyelim: Bir yanda, krizin derinleşme noktalarını gözüne kestiren ve güç biriktirerek bu noktalara yüklenmeyi, karşılıksız olup olmadığını düşünmeden sürekli biçimde “genel grev” çağrıları yapmayı temel politik çizgi olarak benimseyen bir anlayış var. Diğer yanda ise, bizzat kendisini krizin bir parçası yapmak, bütünsel bir müdahaleyle genel toplumsal-politik ortamı derinden sarsarak kendi gündemini sürece dayatmak isteyen bir anlayış var. Birinin politika hattı konjonktür üzerinden yürümek ve önüne çıkan olgulara tepki vermek biçiminde özetlenebilir. Diğeri ise konjonktürel gelişmeleri boşlamamak ama bizzat kendi müdahale anlayışıyla yeni bir konjonktürel durumu ve olguları “yaratmak” gerektiğine inanıyor.
Devrimci sosyalizm, bu ikinci anlayışı benimsiyor ve kendisini böyle bir politik hattın örülmesiyle görevli sayıyor.
Bu keyfi bir tercih değil. Son derece yalın ve somut bir gerçeğin üzerine oturuyor.
Sözünü ettiğimiz somut gerçek birkaç basit cümleyle şöyle anlatılabilir: Bu coğrafyada milyonlarca emekçi, işsiz, yoksul insan var. Çeşitli partilere oy veren, çeşitli dini-etnik bölünmüşlükleri olan, çeşitli kültürel yapılardan gelen milyonlarca insan, karmaşık bir yığın halinde önümüzde duruyor. Bu yığın, solun geleneksel olarak zaten içinde bulunduğu bazı nüfus grupları ve mahallelerden binlerce kat büyük ve içinde yıkıcı bir potansiyel taşıyor. Bu yığın, bazen boş umutlarla burjuva partilerinin peşinden koşuyor, bazen yıkıcılığını tek tek bireysel olaylarla ortaya koyuyor; ama genel olarak umutsuz ve güvensiz.
Karmaşık ve şekilsiz belki evet, ama öte yandan bu yığının belli ortak noktaları da var. Çok kabaca şöyle özetlenebilir: Birincisi, bu insanların neredeyse tümünün başı işsizlik ve yoksullukla belada, yalnızca dibe doğru kayanlar değil, henüz çukura yuvarlanmamış olanlar bile en azından bu yönde bir tedirginlik yaşıyor. Genel olarak yoksullaştıklarını biliyorlar, üstelik bu arada başkalarının zenginleştiğini göremeyecek kadar da saf değiller. İkincisi, bu insanların yine neredeyse tümü, bu ülkenin bir hırsızlar cenneti olduğunu, düzenin ve devletin bütün mekanizmalarının baştan aşağı kirli olduğunu düşünüyor. Açıkça söylesin ya da söylemesin ülkenin bir avuç talancı tarafından yönetildiğine inanıyor. Üçüncüsü, bu insanların yine tamamına yakını kendisini özgür ve mutlu saymıyor, kişisel deneyimiyle test etse de etmese de oligarşinin baskı aygıtının yoksulların tepesine binmekle görevli olduğunu, zayıfların mutlaka ezildiğini düşünüyor; kısacası adil olmayan bir sistemin içinde yaşadığına inanıyor. Ve nihayet dördüncüsü, bu milyonlarca insan çok çeşitli gerekçelerle de olsa ABD’nin bir kötülük kaynağı olduğu fikrini taşıyor, emperyalist canavarlığın çeşitli biçimlerine tepki duyuyor ve bizzat Amerikalıların da belirlemiş olduğu gibi ABD haydutluğuna karşı düşmanca duygular besliyor. Üstelik gösterilmek istendiği gibi bu durum, başka emperyalistlere (AB gibi) karşı bir sempatiyi içinde barındırmıyor. Tersine, “hepsinin kendi çıkarını düşündüğü”, buna karşın “millet olarak bizim de kendi çıkarımızı düşünmemiz gerektiği” fikri çok ilkel bir tepki olarak bu kesimde yaygındır.
Bu dört nokta, herhangi bir güncel vesile beklemeksizin ama bazen bu vesilelere de başvurarak üzerine devrimci siyaset ve mücadalenin inşa edilebileceği bir zemini oluşturmaktadır.
Bu dört nokta, üzerinden yürünebilecek olan yoldur ve bu yol, bu zemin, bizzat kendisi sürekli bir kriz hali demektir. Direnişler başlar, direnişler biter, biz hepsini önemseriz ve tüm gelişmeler için hazırlanır, gelişmeleri sokakta karşılayarak güç ve deneyim biriktiririz. Pratik, örgütsel, siyasal ilerleme sağlarız, taktikler üretmede derinleşiriz. Ama bir dalga gelsin ve bizi de sırtına alıp engin denizlere taşısın diye beklemeyiz; biz eninde sonunda dalganın kendisi olmayı hedefleriz. Restorasyondan canı yanıp feryat edenler olduğunda bunu çok önemli buluruz, belli bir noktada kırılma yaşanacağını önceden tahmin etsek de mutlaka bir biçimde bu tepkiler ve direnişlerle birlikte oluruz; ama asıl sorunun başka bir yerde olduğunu, yenilenmiş ve Mahir’in deyimiyle “vurduğu yerden ses getiren” bir devrimci hareketin inşasının yaşamsal bir sorun olduğunu asla unutmayız.

***
Yalnızca yerel sebeplerden ötürü de değil. Üstünde yaşadığımız bölge ve dünya da bizi bu göreve çağırıyor.
Dünyanın en karışık coğrafyası olan Ortadoğu’da yaşıyoruz. Dünya halklarına karşı topyekün bir saldırı başlatmış olan ABD’nin hedef tahtasında her zaman Ortadoğu var. Irak konusunda yapılan iyimserlik gösterilerinin boş olduğunu Pentagon dahil herkes biliyor; A ya da B etnik-dinsel gruplarını bir araya getirmek, vb. bir işgali kurtarmıyor, kurtarmayacağı çok açık.
Ama ABD Irak’la yetinmiyor, yetinmeyecek. Şimdi İran ve Suriye gündemde. Tüm öncelikli alanlar için, özellikle Ortadoğu coğrafyasının temizlenmesi ve yeni dünya düzenine uyumlulaştırılması için düğmeye basılmış görünüyor. Bir biçimde ABD tarafından düzenlendiği besbelli olan Hariri suikastinden sonra Lübnan üzerinden başlatılan Suriye karşıtı kampanya bunun çok tipik örneği. Ama bu kez her şey o kadar da kolaymış gibi görünmüyor. Ortadoğu silahla yatıp kalkan bir bölge ve orada işler herhangi bir eski reel sosyalist ülkede olduğu gibi yalnızca bayrak sallamakla bitmiyor. Gürcistan ve Sırbistan örneklerini anımsatan çok şatafatlı gösterilerden sonra Hizbullah’ın çağrısıyla birden sokağa çıkıveren bir milyon Lübnanlı bölgedeki direniş potansiyelinin gücünü ortaya koyuyor. Bu gösteri, aynı zamanda uluslararası medyanın nasıl çalıştığı üzerine de ilginç bir deneyimdir. Haftalar süren çok bayraklı gösterileri her gün izleyen milyonlarca insan bu süre içersinde “Lübnan’daki herkesin Suriye karşıtı olduğu” yolunda bir izlenim edinmişti örneğin; ama sonra, birden, bu eğilimin Lübnan’ın bütününü hiç de temsil etmediği bir anda ortaya çıkıverdi. Ama bu gerçek aynı güçte medyaya yansımadı.
Öte yanda, son bir yıl içersinde bütün önde gelen Filistin liderlerini öldüren ya da hapseden ahlaksız sömürgeciler, koordinatör genereller atayıp, komisyonlar kurup Filistin’e “demokrasi” getirmeye(!) çalışıyorlar. İmzalandıktan üç gün sonra paçavraya dönen anlaşmalarla Filistin halkını terbiye etmeye çalışıyorlar. Silahları toplamak! Bütün dertleri bu şimdilerde. Silahları toplamak ve Filistin halkını tepeden tırnağa silahlanmış olan dünyanın en militarist devleti karşısında aciz ve çaresiz bırakmak istiyorlar.
Yalnızca Ortadoğu değil, dünyanın başka köşelerinde de henüz tam yerine oturmayan gelişmeler yaşanıyor. Nepal’deki halk savaşının artık kitlesel ayaklanmalar ve genel grevler aşamasına ulaşması son derece önemlidir ve olayı küçük ve ayrıksı bir örnek olarak görmek hiç doğru değildir. Sonuçta, 2000’li yılların başında dünyanın herhangi bir köşesinde bir halkın kendi kaderine egemen olma iradesi göstermesi, emperyalist dengeye vurulan büyük bir darbedir.
Diğer yanda, Chavez’in “sosyalizm”i vurgulayan sözleriyle Venezuela gerginliği büyümekte ve Uruguay’da Frente Amplio’nun seçimleri kazanması, bütün diğer konular bir yana en azından Küba’nın durumunu rahatlatacağı için ABD’yi sıkıntıya sokmaktadır. Öyle görünüyor ki, dünyanın belli köşelerinde bir mayalanma ve soluklanma sürecinden geçiyoruz. Henüz devrimci perspektifler yeterince olgunlaşıp gelişmemiş de olsa, genel toplumsal atmosferi sola yaklaştıran büyük kitlesel mücadeleler birbiri ardına patlamakta ve ciddi siyasi birikimler yaratmaktadır.

***
Bütün bu uluslararası gelişmelerin ortasında, dünyanın en sıcak bölgesinde yer alan Türkiye’de burjuva siyaset alanı giderek ısınıyor. Emperyalizme hizmet noktasında “zor görevler” üstlenmiş olan AKP hükümetinin yıprandığını, yıpranacağını herkes biliyor aslında. Bir yandan IMF emirlerinin “sosyal güvenlik”le, özelleştirmelerle ilgili en ağırlarını gerçekleştirmek ve bunun için ikide birde halkı azarlayıp tehdit etmek, diğer yandan bölgede ABD çıkarlarının işbirlikçiliği açısından hizadan çıkmamak, giderek bir nefrete yol açıyor ve açacak. Ama Türkiye, Ortadoğu coğrafyasında gitgide daha gerici ve uşakça roller oynamaya mecburdur. Çizgi dışına çıktığında ise onu terbiye edip hizaya sokmak için ABD daha yüzlerce olanağa ve araca sahiptir. “Piyasalar”ın tepki vermesinden tutun kredilerin yavaşlatılmasına ve açık tehditlere kadar yüzlerce yol var ve hepsi kullanılabilir.
Ama bu saadet zincirinin asıl zayıf halkası, yeni-sömürge ekonomisinin kırılgan yapısıdır. Emekçilerin hayatlarını zorlaştıran ve onları daha çok yoksulluğa iten fason bir büyüme çizgisi, ne işsizliği azaltıyor ne de tepkileri. İplerin ABD ve IMF’nin elinde olduğu bu ekonomik yapı, kitlelerin umutlarını kırıyor ve bu kırılmanın somut olaylar üzerine yoğunlaştığı durumlarda (SEKA gibi, vb.) işler sertleşiyor. Bugün bir konu bağlanıyor ama yarın yenisi gündeme geliyor ve bütün bunlardan daha önemlisi toplumun alt katmanlarında genel bir yıkıcı birikim oluşuyor. Bu yüzden olmalı ki oligarşi, burjuva siyasetindeki Erkan Mumcu ya da Sarıgül gibi bazı “parlak” çocuklara “ısınma turları” attırıyor, kötünün iyilerini de hazırlıyor.
Ve tabii bu günler AKP’nin iyi günleri... Örneğin tarımsal alandaki büyüyen sıkıntı henüz patlamış değil; tarımı çökertmek için icat edilen “havadan para” muslukları tamamen kapandığında tablo biraz daha sertleşecektir.
Bütün bunlardan daha önemlisi de, doların değeri konusunda uluslararası alanda yıllardır süren bir gerginliğin ne zaman nerede patlayacağının ve bunun yeni-sömürgelere maliyetinin ne olacağının belirsiz olmasıdır.

***
Dönüp dolaşıp yeniden yukarıdaki dört maddeye geliyoruz. Emekçilerinin nefret ve tepkilerinin biriktiği bu dört kanal, önümüzdeki süreçte daha da büyüyecek, derinleşecek ama bizim tarafımızdan değerlendirilmezse yine burjuva siyasetinin yeni yüzlerinin malzemesi olacaktır. Bu yüzden kritik bir noktadayız. Bu yüzden başlayan-biten direnişleri ve yerel-genel tepkileri sonuna kadar desteklemek, onlarla birlikte olmak ama derindeki asıl sorunu hiçbir biçimde atlamamak, bir devrim yürüyüşünün ilk ve sağlam adımlarını inşa etmek siyasi çizgimizin temel unsurlarıdır.
Halk Kültür Merkezlerinin “işsizlik ve yoksulluk” kampanyası bu yolda atılan önemli adımlardan biridir. Solun içe dönük politikalarından kopuş ve sokağa, sokaktaki insana yönelmek anlamında ciddi bir içeriğe sahiptir. Kitlelere yönelmek, kitlelerle şiarlarımızı buluşturmak, sokak mücadelesini yaşamımızın, politik çalışmamızın önemli bir parçası haline getirmek, kitlelerin sorunlarının ve hayatlarının bir parçası olmak, onlar içersinde kökler salarak sürdürülebilir bir devrimci savaş çizgisinin asgari zeminlerini örmek bugün bizim için yaşamsal bir anlam taşımaktadır. Daha kısa vadeli bir program olarak 1 Mayıs’a dek giden süreci bu perspektifle değerlendirmek son derece önemlidir.
Programlı ve planlı çalışmak, devrimci faaliyete tamamen yoğunlaşmak ve devrimci perspektifimiz üzerinden kararlılıkla yürümek... Bütün bunları yaptığımızda önümüz açıktır, ufkumuz geniştir, istikrarlı bir büyümenin önünde bir engel yoktur.
Görev başına!

SALDIRILAR DEVRİMCİ SOSYALİSTLERİ YILDIRAMAYACAK!

6 Mart günü Saraçhane ve Beyazıt’ta yapılan gösteriler sırasında gerçekleşen polis saldırısı günlerdir burjuva basının manşetlerinden düşmüyor. Bir yandan AB’ciler, diğer yandan saldırıya uğrayanların sağlığını değil de “devletin itibarını” gözeten ulusalcılar hükümeti eleştirirken diğer yandan hükümet ve polis hem “tahrik” edebiyatı yapıyor hem de klasik “münferit olay-eğitimsiz polis” ikilisini kullanıyor.
Oysa her şey, tartışma gerektirmeyecek kadar açık. Son derece meşru olan Beyazıt eylemi, polisin bilinçli saldırısına uğramıştır. Özellikle kitlenin dağılması sırasında gerçekleşen son saldırı, bir “eğitimsizliğin” değil iyi bir “eğitim”in sonucudur. HKM kortejinin de yoğun şekilde hedef alındığı saldırıda Nergis İzci gibi birçok arkadaşımızın yanında dergimizin yazıişleri müdürü Gönül Sonbahar ve HKM çalışanı Alev Çevik yaralanmıştır. Saldırı tamamen vahşice yapılmıştır ve kitleyi dağıtma amacının ötesinde kin ve nefret kusmanın bir vesilesi olmuştur. Kaldı ki, kitlenin dağıtılması için de bir gerekçe yoktur. 8 Mart kutlaması yapmak isteyen hiç kimse, polisten ya da Tayyip Erdoğan’dan izin almak zorunda değildir. “Münferit olay” masalı da artık iyice sıkıcı olmaya başlamıştır. İzin isterlerse vermeyiz izinsiz çıkanı da döveriz diyen faşist zihniyet, oraya tam da bir saldırı için, saldırı hazırlığıyla gelmiş ve nefretini ortaya koymuştur, olay bundan ibarettir.
Bütün bunların böyle sonsuza dek sürüp gideceğini, canları istediği zaman istediği saldırıyı yapabileceklerini ve hiç hesap vermeyeceklerini zannedenler çok yanılıyorlar. Devrimci sosyalizm, unutkan bir hareket değildir ve bu saldırıların da hesabı mutlaka sorulacaktır.

 

 

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul