-I-
Coğrafyamız solunun en sorunlu yanlarından biri
kuşkusuz ulusal soruna yaklaşımıdır. Bu sorunlu
yaklaşım en başta Kürt ulusal sorunu ve "Hatay"
sorununda kendini göstermektedir.
Çeşitli yazılarımızda dile getirdiğimiz gibi,
Kürt ulusal sorunu konusunda zamanında ve doğru
bir yaklaşım sergilenmediği için, sancıları bugüne
kadar taşınan olumsuzlukların ve güvensizliklerin
yaşanmasına neden oldu. T.C.'nin ilk dönemlerinden
itibaren Kürt ulusuna yönelik inkar, asimilasyon
ve imha politikaları karşısında komünist bir tutum
takınamayan Türkiye Sol Hareketi 1939'larda ilhak
edilen "Hatay" konusunda da komünist
bir tavır takınamamıştır.
"Hatay" sorunu, Kürt ulusal sorunundan
sonra en önemli ulusal sorun özelliği taşımaktadır.
"Hatay" sorununun -en azından ilhak
statüsü anlamında- 65 yıllık bir geçmişi olmasına
karşın, solun bu soruna ilgisi yok denecek kadar
zayıftır. 1984'ler sonrasında Kürt ulusal mücadelesinin
yaptığı ataktan sonra sınıfsal dinamiğin yanında
ulusal etkenlere bağlı dinamiklerin de dikkate
alınması gerektiğini hisseden solun bir kesimi,
tartışmalarında ya da programında daha çok "Arap
Ulusal azınlığı" olarak ortaya koymuştur.
"Hatay" sorununa ilginin doğması sorunun
doğru algılandığı/anlaşıldığı anlamına gelmiyor.
Ulusal sorun tartışılırken ya da programda yer
alırken "Kürt ulusu... Arap, Ermeni, Laz...
ulusal azınlıkları (kimileri de milliyetinden)
diyerek sorunu ele almışlardır. Tarihsel süreçten
kopuk, sığ, güncel politikanın zorlamaları ve
pragmatizm tarzında gündeme geldi.
Sorunun Arap ulusal azınlığı statüsünde görülmesi,
bilerek ya da bilmeyerek sorunun arka planını
oluşturan tarihsel ve diğer etkilerden yalıtılması
anlamına gelmektedir. TC'nin egemen olduğu coğrafyada
5 milyona yakın Arap bulunmaktadır. Bunlar, "Hatay"
(Antakya merkez, bazı ilçeler ve köylerle birlikte),
Adana, Mersin, Antep, Urfa, Mardin ve Siirt’te
yaşamaktadırlar. Ancak "Hatay" sorunu
daha özgül bir yapıya sahiptir. Zira Türk burjuvazisi
tarafından 1939 tarihinde ilhak edilmiştir.
-II-
Lenin; Buharin ile ulusal soruna ilişkin tartışırken
bir İngiliz atasözünü hatırlatır: "Biz gerçekte
var olanı reddedemeyiz; var olan şey kendini bize
zorla kabul ettirecektir" der.
Kürt sorunuyla ilgili yaşanılan deneyim Lenin'in
bu söylemini pratikte bir kez daha haklı çıkarmıştır.
Kemalist Cumhuriyet tarihi kadar uzun bir tarihe
sahip -ve hatta daha da eskilere dayanan; Osmanlıdan
miras alınan- Kürt sorunu kendini çeşitli dönemlerde
isyanlarla ortaya koymasına karşın, egemen güçler
tarafından hep inkar edildi. Sol da soruna doğru
bir zeminde yaklaşmadı. Ancak var olan gerçek
ortadan kalkmadı ve kendini yeniden dayattı. İlhak
statüsü anlamında bile 65 yıllık bir geçmişi olan
"Hatay" sorununun egemen burjuvazi tarafından
inkar edilmesi, sol tarafından da görmezlikten
gelinmesi, sorunun var olmadığı ya da sorunun
çözüldüğü anlamına gelmiyor; sadece ve sadece
işçi sınıfının çıkarları ekseninde alınmayan bir
sorunun, daha farklı sınıfların çıkarları ekseninde
alındığını gösteriyor.
Emperyalizm çağında proletarya dışında bir sınıfın,
sorunu devrimci bir tarzda çözmesi mümkün değildir.
Egemen ulusun küçük burjuvaları, büyük burjuvalarla
olan ilişkileri nedeniyle ikircimliklidirler ve
bu nedenle sorunun devrimci tarzda çözümünden
yana olamazlar; sorunu da kesin çözüme ulaştırmazlar.
Ezilen ulusun küçük burjuvaları da sorunu proletaryanın
çıkarlarına uygun olarak ele alamazlar. Özellikle
son 15-20 yıldır Antakya'da çalışma yürüten kimi
sol güçlerin sorunu tersten bükmesi (gerçek anlamıyla
sınıfsal bir süzgeçten geçirmeksizin Araplık ve
Alevilik üzerinde soyut değerlendirmelerde bulunmaları)
sorunun tartışılması anlamında olumlu bir etki
yaratsa da doğru bir zeminde tartışılmasını engellemektedir.
Devrimci sosyalistlerin tavrı sorunun üzerine
gidip, bilince çıkartmak ve sorunun gerçek çözümünü
sağlamaktır.
-III-
Antakya bölgesi en başta tarihsel, siyasal, ekonomik
ve kısmen coğrafya etkileri nedeniyle farklı dillerin,
kültürlerin, din ve mezheplerin yaşam alanı olagelmiştir.
Bu küçük coğrafyada Arapça, Türkçe, Kürtçe, Ermenice,
Rumca, Süryanice ...gibi diller konuşulmakta;
Hıristiyanlık, İslamiyet, Yahudilik, Bahailik
gibi dinler ile Alevi, Sünni, Ortodoks, Katolik
... gibi mezhepler ve bu mezheplerin alt grupları;
Hanefilik, Şafilik, Haydarilik, Klezilik... varlığını
sürdürmektedir. Deyim yerindeyse, her küçük topluluğun
ayrı bir dini -ve hatta dili-, ayrı bir inanç
sistemi, ve buna uygun kurumu bulunuyor. Dinlerin,
mezheplerin farklı tapınakları, şölenleri, bayramları,
gelenek ve görenekleri bulunuyor.
Birbirlerine yakın köylerin, hatta aynı köyün
farklı mahalellerinin, şehrin farklı mahallelerinin
inanç farklılığı, kültürel farklılığı görülebilmektedir.
Aynı köyde kilise ile türbe, şehrin aynı mahallesinde
birkaç yüz metre karelik alanda kilise, türbe,
havra ve cami ile yeni inanç gruplarının (Bahailerle,
Yahova Şahitlerinin) tapınma yerleri bulunabilmektedir.
Antakya, halkının da dediği gibi, "yetmiş
iki milletten" insanın yaşadığı bir alandır.
Her dil, din ve kültür, diğerlerinden de etkilenerek
bir gelişme sağlamış ve insanlığa bu değerleriyle
katılmaya çalışmaktadır. İlhakla da başlayan asimilasyon
ve yoğun baskılara karşın, her topluluk şu ya
da bu oranda kendini bugünlere taşımıştır.
-IV-
Tarihte Antakya, (Liva-i İskenderun, Sancak) olarak
bilinen yer, bugün Hatay adıyla anılmaktadır.
Hatay adı, 1923'lerden itibaren Türk burjuvazisi
tarafından ortaya atılan/uydurulan bir addır.
Bu adın uydurulmasının arka planında iki nedenden
bahsedilebilir: nedenlerinden biri, bu tarihte
Lozan görüşmelerinin yapılıyor olmasıydı. Zira
Lozan görüşmeleri sırasında Ermeniler Antakya'yı
da kapsayan Kilikya bölgesinin Ermeni yurdu olduğunu
söylüyorlardı. Türk burjuvazisi de buranın Ermeni
yurdu değil, Türk yurdu olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu.
Bunu kanıtlamanın yolu tarihin tahrif edilmesiyle
mümkün olabilirdi. Bugünkü resmi tarih anlayışında
Türklerin Anadolu ya göçleri 3-4 yy. da başlatılıyor
ve XI.yy'da yurt edindikleri belirtiliyor. Oysa,
1923'lerde ortaya atılan tezlerde Antakya'nın
binlerce yıldan beri Türk yurdu olduğu belirtilir.
Mustafa Kemal 1923 de Adana'ya yaptığı ziyaret
sırasında konuyla ilgili iki konuşma yapar: Birincisi,
Antakya ve İskenderun bölgelerini "temsilen",
siyahlar giyinmiş kız çocuğuna hitaben "Dört
bin yıldır Türk toprağı olmuş bir toprak parçası
düşman elinde kalamaz..." derken, bir gün
sonra eşrafla yaptığı konuşmada da Antakya'nın
ilk sakinlerinin Orta Asya dan gelen Turani ırktan
"Eti", "Hitit", "Hatti"ler
olduğunu, bu ırkın sonraları İranlılara, Greklere
ve Romalılara boyun eğdiği anlatılır. Buradan
hareket edilerek tarihi Antakya adı Hatay'a, burada
yaşayan farklı etnik yapıya sahip halklar da -en
başta Arap Alevileri- Eti Türk'ü olarak adlandırılmaya
başlanır.
Antakya adının değiştirilmek istenmesinin ikinci
nedeni, ilhak etme çabasıdır. İlhak etme çabası
Cumhuriyet tarihi kadar eskidir. Daha Mondros
mütarekesinin imzalandığı dönemde Reyhaniye ve
Antakya'nın işgal edilmesi, İskenderun, Halep,
Katma, Kilis, Cebel Sem'un yörelerinde Türklerin
yaşadığı, buradaki nüfusun büyük kısmını Arapça
konuşan Türkler olduğu illeri sürülerek toprak
talebinin temelini oluşturacağı göz önünde bulundurulması
talimatı verilir. 1923'lerde "kırk asırlık
Türk yurdu düşman elinde kalamaz" söylemi
1936'lardaki "şimdi sıra Sancak, özerk İskenderun
sancağı meselesine geldi" sancağın hem milli
bir sorun olarak, hem de Türkiye Fransa ilişkileri
açısından son derece önemli olduğu vurgulanır.
İlhak çabasının bir yanı tarihin çarpıtılması,
diğer yanı örgütlenerek ele geçirme üzerinde kurulmuştur.
Bu doğrultuda oluşturulan ilk örgütlenme 1923
yılında Adana'ya iltica etmiş Tayfur Mürsel (Sökmen)
ve Türkmen beylerinin oluşturduğu "İskenderun
ve Antakya Ocağı" derneğidir. 1936 yılında
da Mustafa Kemal yine Tayfur Mürsel'le görüşerek
Sancak ile sınırı olan tüm şehirlerde başkanlığını
İç İşleri bakanlığının, sekreterliğini Emniyet
Müdürünün üstleneceği gizli bir dernek olan "Hatay'ın
egemenliği komitesi" kurması yönünde talimat
verir. Sonuçta Antakya Fransa'nın da içinde olduğu
çeşitli entrikalarla 1939 da ilhak edilir.
Antakya'nın ilhak edilmesinden bu yana Hatay adı
resmileştirilmiş Antakya adı merkez ilçe, Hatay
adı da ilin adı haline getirilmiştir. Yine o günden
bu yana 'Eti Türkü', 'Kırk Asırlık Türk yurdu'
teması yaygın şekilde işlemeye başladı. Bugün
Antakya'nın merkezinde "Kırk Asırlık Türk
yurdu düşman elinde kalamaz" yazısı "kırk
asırlık Türk yurdu caddesi"vb. rastlamak
olağan hale gelmiştir.
"Kırk asır" dört bin yıl demektir. Bu
milattan önce 2000 yılı anlamına geliyor.Türklerin
Anadolu ya göç etmeye başlamaları M.S. 3-4 .yy
da başlıyor ve Malazgirt savaşıyla Anadolu'nun
yurt edinildiği anlatılıyor. Antakya,1086 yıllarında
Selçuklu hükümdarı Süleyman şah tarafından ele
geçiriliyor. Ancak, 12 yıl sonra Haçlılar kenti
ele geçiriyor ve "Özerk Antakya Prensliği"
adını alıyor. 1268'lerde kent Memluklar tarafından
ele geçiriliyor ve yıkılışına kadar ellerinde
kalıyor. Memlük devletini yıkan Osmanlılar 1517
yılında Antakya'yı ele geçiriyor. Yavuz Sultan
Selim Mısır seferi dönüşünde şehrin etnik ve dini
yapısı nedeniyle bölgede kalıcı bir Türk askeri
güç bırakır. Askerler bugün Yayladağı adı ile
anılan yerde konumlandırılmıştır. Aslında, Türklerin
Antakya ile ilk ciddi temasları bu süreçte başlamıştır.
Şehir Türkler tarafından bu dönemde ele geçirilmesine
rağmen tarihin hiçbir döneminde Türkler çoğunluğu
oluşturamamıştır. 1920'li yıllarda Fransa ile
Türkiye arasında yapılan Londra ve Ankara antlaşmalarında
Sancaktaki Türkler azınlık statüsünde sayılmış
ve statüye uygun olarak "Türk soyundan halkın
milli kültürlerini geliştirmek için her türlü
kolaylıktan yararlanılacağı" belirtilmiştir...
1936'larda da Türkler azınlıktaydılar. Bunu şuradan
da anlamak mümkün: 1936 yılında Fransa da yaptığı
antlaşmadan dönen Suriye heyeti Ankara'ya uğrar.
Türklere antlaşmanın yeni meclis tarafından onanmasını
sağlamak için 23 Eylül 1936’da seçime gitmeyi
düşündüklerini belirtir. Türkiye Dış İşleri Bakanlığı
Sancakta Türklerin çoğunlukta olduğuna inandığından
seçimin yapılmasından yana olduğunu belirtir.
Ancak Ankara'ya çağrılan Tayfur Mürsel (Sökmen),
böyle bir seçimin kaybedilebileceğini bildiğinden
TC yönetimini ikna eder.
Sonuç itibariyle kent, tüm tarih boyunca Arap
Alevilerinin, Ermenilerin ve Hıristiyanların önemli
bir yerleşim yeri ola gelmiştir. Kısaca özetlediğimiz
bu tarihsel gerçekler dikkate alındığında "Kırk
Asırlık Türk Yurdu" söylemi demagojik bir
söylemin ötesine geçmiyor. Türklerin Antakya ile
ilk temasları XI. yy'daki on, on beş yıllık egemenliklerinden
başlasak dahi aradaki zaman dilimi bin yıl, yani
on asırdır. Geriye otuz asır "üç bin yıl"
kalıyor. Olunmayan bir yerde nasıl üç bin yıl
Türk yurdu olarak kalabiliyor ?
Kaldı ki, tarihte 'Eti', 'Hitit', 'Hatti'ler olarak
bilinen halk Hint-Avrupa dil grubuna bağlı bir
dil konuşan bir halktır ve Turani halklarla uzaktan
yakından bir akrabalık söz konusu değildir.
-VI-
Antakya'nın ilhak edilmesinden bu yana farklı
dil, kültür, din ve mezheplere karşı sistemli
bir baskı başlatılmıştır. Türkçe dışındaki diller
yasaklanmış, halkların kültürlerini devam ettirmeleri
çeşitli boyutlarda engellenmiştir.
En başta yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan Arap
halkının dili yasaklanmıştır. Arapça ile çıkan
gazete ve dergiler de kapatılmıştır. İlhak öncesinde
Antakya'nın çeşitli yerlerinde (Affan ve Dirdyak
mahallerinde ) okulları bulunan ve burada kendi
anadillerinde eğitim gören Arap halkının dilinin
yasaklanması, gelişimini engelleyen dalgakıran
işlevi görmüştür. İlhak sonrası yoğun baskılara
karşın, 1980'lere kadar birçok köyde gizlice Arapça
okuma yazma kursları düzenlenmiş, evlerde kıssa'lar
(Arapça öykü masal ve romanlar) okunmuş, ortak
çalışma alanlarında (pamuk tarlalarında, zeytin
tarlalarında vb.) Arapça türküler söylenmiş ve
kültürel gelişim devam ettirilmiştir. Kırk yaş
ve üzerindekilerin azımsanmayacak bir bölümü Arapça
okuyabilmektedir ve Arapça türkü, fıkra, bilmece,
hikaye ve şiirlerle büyümüşlerdir. Yine kırk yaş
ve üzerindekilerde Ben-i Hilal, Zinete, Abu Zir,
Abu Anter hikayelerini bilmeyen yok gibidir. Bu
dönemde yetişen gençler kendilerini buradaki kahramanlara
benzetmiş iyileri kendilerinden, kötüleri düşmanlardan
görmüştür. 1980'lerle birlikte gerek radyo ve
özellikle TV'lerin yaygınlaşması, gelişen kapitalizmin
etkileri ve gerekse faşist cuntanın ağır yasakları
asimilasyonun etkisini arttırmıştır. Bu dönemlerde
düğünlerde Arapça türkü söylenmesi, Arapça diliyle
oyunların sergilenmesi yasaklanmıştır. Aynı yasaklar
Kürtçe, Çerkezce, Ermenice ve diğer diller için
de geçerlidir.
İlhaktan sonra İslam ve Sünni din ve mezhebi dışındaki
din ve mezhepler üzerinde farklı boyutlarda baskılar
uygulanmıştır. Bu baskıların etkisiyle Hıristiyan
Araplar büyük oranda Lübnan, Suriye ve Avrupa
ya göç etmek zorunda kalmıştır. Ermeni ve Rumlar
da benzeri bir göç yaşamışlardır... Kısa bir dönem
için de olsa Arap Alevi ziyaretleri mühürlenmiştir
(İnönü döneminde)
Bu düzeyde farklı inancın yaşadığı bir alanda
devletin etnik bir grup, din ve mezhep ekseninde
konumlanmış olması, diğerleri üzerinde kendi etnikesini
(Türklüğü), dinini (İslam) ve kendi mezhebini
(Sünniliği) dayatmıştır. Devlet, uzun bir süre
"Din Kültürü ve Ahlak Dersleri" adı
altındaki dersleri zorunlu hale getirmiş, bu ders
diğer din ve mezhepten çocuklara dayatılmıştır.
Seçmeli yaptığı dönemlerde Müslüman olmayanlar
için seçmeli olmuş ancak üniversite sınavlarında
bununla ilgili sorular sorarak bu yöndeki eşitliği
zedeleyerek baskı uygulamışlardır.
Laiklik anlayışının bu kavranışı, sadece Müslüman
Sünnilerin yoğun yaşadıkları yerlerde fazla dikkat
çekmeyebilir, ama Antakya gibi farklı inançların
olduğu yerde bir dine ve mezhebe ayrıcalığın tanınması
en iyimser yaklaşımla bile diğer inanç gruplarının
dışlanması anlamına gelir. Sistem karşıtı etkilerden
birinin kaynağında bu etmenler yatmaktadır.
-VII-
Antakya'nın ilhak edilmesinden sonra yaşanan göç
ve gelişen kapitalist ilişkiler ekonomik ve toplumsal
yapıda önemli değişiklikler yaratmıştır
İlhak öncesinde esnaf, zanaatçılık ve ticaret
büyük oranda Ermeniler, Rumlar ve Hıristiyan Arapların
elindeydi.
Antakya bölgesi genelinde topraklar daha çok Türklerin
ve Sünni Arapların elindeydi. Reyhanlı'da ağaların
büyük kısmı Sünni Arap, Altınözü'nde Sünni Arap
ve Türk, Harbiye de Türk ve Alevi Arap, Samandağ'ında
Alevi Arap ağaları egemen durumundaydı. Alevi,
Sünni, Hıristiyan Arapların büyük çoğunluğu serf
yada azap konumundaydı. Kalan kısımları küçük
üretici durumundaydı.
İlhaktan sonra Ermeni, Rum ve Hıristiyan Arapların
yoğun göçü bunların tuttukları alanların boşalmasına
ya da zayıflamasına neden oldu... Ermenilerin
boşalttıkları köylere ağırlıklı olarak Türler
yerleştirildi... Ticaret alanında Ermeni ve Hıristiyan
Arapların yanında Türk ve Alevi Arap tüccarları
palazlanmaya başlamıştır. 1980'lerde uygulanmaya
başlayan ithal ikameci politika sonucunda dış
ülkelerle geliştirilen ticaretten en fazla Alevi
Arap tüccarları yararlandı. Kısa dönemde önemli
birikimler elde ettiler. Sınır kaçakçılığına göz
yumulması, bu süreci daha da hızlandırmıştır.
Göç nedeniyle esnaf ve zanaatçılık alanında yaşanan
boşluk Türkler ve Alevi Araplar tarafından dolduruldu.
Bugün şehirdeki küçük üretim ve küçük ticaret
bu kesimlerin elindedir.
İlhak öncesinde serf ve azap konumundaki geniş
kitleler daha sonraları toprak sahibi olabildi
ama toprakların küçüklüğü verimsizliği ve gelişen
kapitalist ilişkilerin küçük üreticiler aleyhinde
gelişmesi sonucu toprak yoksulları ve proleter
durumuna dönüştüler. Burada bir noktaya dikkat
çekmek istiyoruz:
Genel olarak kapitalizmin gelişmesi yoğun bir
iç göç yaratır. Eğer gelişen sanayi bu göçü emecek
bir kapasiteye sahip değilse, şehrin kenar mahallelerinde
birikir ve toplumsal patlamalara neden neden olabilecek
potansiyeli oluşturur. 1960'larda Afrika da, Asya
da, Latin Amerika' da Ve Türkiye de yaşananlar
bununla ilintilidir... Antakya bölgesi bu yanıyla
özgün bir duruma sahiptir. Kapitalist ilişkiler
kırsal alanları diğer yerlerde olduğu gibi çözdü.
Açığa çıkan kitleyi emecek bir sanayi de yoktu
(zaten devlet bugüne değin ciddi hiçbir yatırım
yapmadı) yoksullaşma sürecine giren kitlenin büyük
kısmı dış ülkelere göç etmeye başladı. Bugün on
binlerce insan Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri,
Katar, Dubai ve Libya da işçi olarak çalışmaktadır.
İşsizliğin kısmen bu şekildi emilişi sınıf mücadelesi
üzerinde yumuşatıcı bir etki yaratmıştır/yaratmaktadır.
Tüm bunlara karşın, bugün için pamuk, zeytin ve
fasulye tarlalarında, ambarlarda, küçük atölyelerde
ve birkaç fabrikada çalışan azımsanmayacak bir
proleter güç gelişmiştir.
-VIII-
Lenin, ilhak kavramının genellikle şunları içerdiğini
belirtir: "1. Zor kavramını (zorla kendine
bağlama); 2. başka bir ulus tarafından ezilme
kavramını ('yabancı' bölgelerin ülke topraklarına
katılması vb.) ve bazen de 3. statükonun bozulması
kavramını."
Lenin sorunu irdelerken komünistlerin genel olarak
zorun kullanmasına karşı olamayacaklarını, bu
anlamıyla ilhaklara zorla gerçekleştirildiği için
değil, başka nedenlerden dolayı karşı olduklarını
belirtir. Aynı şekilde komünistlerin statükodan
yana olamayacaklarını belirtir ve şöyle devam
eder: "ne kadar evirip çevirirseniz, gene
de ilhak, bir ulusun kendi kaderini tayin etme
hakkının çiğnenmesidir. Halkın iradesine karşı
olarak devlet sınırlarının saptanmasıdır."
(vurgular Lenin'in)
Lenin, ilhaklara karşı olmanın, ulusların kaderlerini
tayin etme hakkından yana anlamına geleceğini
belirtir. Polonyalı sosyalistlerle tartışırken
"ilhaklara karşı olduğunu, ezilen ulusların
kendi devletinin sınırları içine zorla tutulmalarına
karşı olduğunu ilan etmeye hazır bir parti varsa,
biz bu parti ile tam bir işbirliği halinde olduğumuzu
söylemeye hazırız" der. "Eğer bir sosyalist
parti, "ezilen bir ulusun onu ilhak etmiş
olan devletin sınırları içinde zorla tutulmasına
karşı" olduğunu ilan ediyorsa, bu parti iktidara
geldiğinde aynı şeyi zorla yapmama taahhüdüne
(vurgular Lenin'in) giriyor demektir" (Lenin,
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.159-160)
"Eğer sosyalizme ihanet etmek istemiyorsak,
başlıca düşmanımız olan büyük devletlerin burjuvazisine
karşı her türlü ayaklanmayı desteklemeliyiz, yeter
ki ayaklanma gerici sınıfın bir hareketi olmasın."
(Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.163)
Lenin "Sosyal Demokrat niçin ilhaklara karşıdır?
makalesinde şunları belirtir: "Çünkü ilhak,
ulusların kaderlerini tayin etme hakkını engeller,
ya da başka bir değişle, ilhak, ulusal baskının
biçimlerinden biridir" der.
-IX-
Antakya bölgesinde devletin izlediği politikalar
konusunda üç noktaya dikkat çekmek istiyoruz:
Birincisi: devlet geleneksel politikasını tüm
hızıyla sürdürmeye devam etmektedir. İnkar, asimilasyon,
kültürel ve ahlaki soysuzlaştırmanın yaygınlaştırılması
(devrimci potansiyelin yoğun olduğu mahallelerde
uyuşturucu, fuhuş ve çeteciliğin el altından desteklenmesi,
ihbarcılığın özendirilmesi vs.) ve demografik
yapının değiştirilmesi politikası yoğunlaşarak
devam ediyor. Burada hemen şunu belirtelim: Bulgaristan
ve Afganistan'dan gelenlerin Antakya'ya yerleştirilmesi
bununla bağlantılıdır. Terme'den Aydın'dan baraj
yapımı gerekçesiyle insanların Antakya'ya yerleştirilmesi
de aynı nedendendir... Yine İskenderun'un il yapılmaması
demografik yapıda yaşanacak değişikliklerle bağlantılıdır.
Antakya'nın ilhak edilmesinden sonra Dörtyol ilçesinin
Adana Seyhan dan kopartılması, Kırıkhan ve Hassa'nın
Gaziantep'ten kopartılarak Antakya'ya bağlanmasının
kaynağında bu gerçekler yatıyor; İskenderun'un
il yapılması durumunda Dörtyol, Erzin, Hassa,
Kırıkhan, Belen gibi yerler İskenderun’a bağlanacak.
Bu yerler ise, Türk nüfusunun yoğun olduğu yerlerdir.
Antakya içinde kalacak yerlerde de özellikle Alevi
Araplar ezici bir çoğunluğu oluşturmuş olacaklardı...
Bu durum ilhak statüsü nedeniyle ileride TC'nin
başını ağrıtacak bir tehlike olarak görülmektedir.
İkincisi: devlet, geleneksel politikayla toplumsal
muhalefetin önünü alamayacağını Kürt hareketinden
çıkarttığı derslerle de görmektedir. Orta Anadolu’da
yetişen bir genç "devletime milletime zeval
vermesin" kültürü ile yetiştirilir. Antakya
da ise Sünni Arap ve Türkler dışında böyle bir
kültür yok. Dışlanmışlık hissi ağır basıyor. Bu
nedenle sistem dışı (yani kendilerini dışlayan
sisteme karşı) eğilimlere daha sıcak yaklaşıyorlar.
Sisteme muhalif kesim Soldur. Dolayısıyla Sola
ilgi ve sempati ağır basmaktadır. Devlet bu nedenle
iki noktaya dikkat ediyor:
a- Azınlık burjuvalarının ve özellikle Alevi Arap
burjuvazisinin önünü açmaya çalışıyor. (nüfusunun
yoğunluğundan dolayı) Kaçakçılığın önünün açılması
ve ticaret yoluyla hızla palazlanan burjuvalarla
geliştirilen ilişkiler dikkat çekicidir. Gelişen
burjuvaların siyasi etkileri sağ partiler üzerinden
sağlanması pek mümkün değil. Kaldı ki, gelişen
burjuvazi egemen güçlerle ekonomik bir entegrasyona
girmesine karşın, kültürel ve mezhepsel boyutta
birtakım itirazları olabiliyor. Bunun için hem
eleştiren, hem de sisteme bağlayan sol görünüşlü
bir parti önem kazanmaktadır. CHP'nin Antakya'daki
gücü bununla ilintilidir. Kısaca özetleyecek olursak,
devletin Hatay’a yönelik geliştirdiği politikalar
özellikle Arap Alevi burjuvazisini yaratmaya yöneliktir.
Gelişen burjuvaların çıkarları son tahlilde sistemin
devamından yanadır.(devlet bunun için bu zeminin
güçlendirmeye çalışıyor) Kültürel boyutta kimi
farklılıklara karşın ekonomik çıkarları sistemden
yanadır ve bunu CHP de politika yaparak sağlamaya
çalışıyorlar.
b- 12 Eylül öncesinde Antakya'da çok güçlü örgütlü
bir devrimci muhalefet vardı. Sınıfsal, ulusal,
dinsel, mezhepsel çelişkilerin yoğunluğu nedeniyle
bu zemin hala devam ediyor. Devlet olası bir devrimci
muhalefeti engellemek, sisteme bağlamak noktasında
belediyeciliği geliştirdi. Alevi Arap köylerinin
büyük bir kısmını belde haline getirdi. Egemenlik
ve rant çelişkisinden yararlanmayı hedeflerken,
eskimiş devrimcileri beldeler yoluyla CHP ye taşıyarak
reformcu dalgayı güçlendirmeye çalışmaktadır...
Antakya eskimiş devrimci mezarlığı gibidir. Antakya'daki
bir çok burjuva partinin -özellikle CHP'nin yönetici
ve aktif çalışanları eskimiş devrimcilerden oluşuyor-
'kitlelerle bağ kurmak onları dönüştürmek' olarak
'başlayan' çalışmalar, CHP'yle bağlanmakla sonuçlanıyor.
'Dönüştüreceğiz' diyenlerin kendileri dönüşüyor,
‘burjuva partilerini kullanacağız' diyenler burjuva
partilerine kan taşıyan taze damarlar durumuna
dönüşüyor ve devrimci muhalefet üzerinden dalgakıran
işlevi görüyor... Devlet de bunların önünü açıyor
Üçüncüsü: Bahailik, Yahova Şahitleri gibi Antakya'ya
yeni girmekte olan inanç gruplarının (Bahailik
1970'lerin ortalarına doğru, Yahova şahitliği
1990'larla birlikte) çalışma alanlarına baktığımızda
ağırlıklı olarak Alevi ve Hıristiyan Araplar içinde
faaliyet gösterdiklerini görürüz. Bu çalışmaların
devlet güdümünde olduğunu söyleyebilecek verilere
sahip değiliz; ama bu inanç gruplarının yürüttükleri
çalışmaların devletin dönemsel çıkarlarıyla örtüştüğünü
söyleyebiliriz. Bu eksende zımni bir anlaşmadan
bahsedilebilir.
-X-
Dünden bugüne devrimci
güçlerin çalışma alanları:
Mahalleler:
Antakya'nın dört farklı mahalle tipinden bahsedilebilir:
Birincisi: kırsal bölgelerin çözülmesiyle şehirlere
göç eden ve etnik dini yapısı büyük oranda Arap
Alevi olan mahalleler; Armutlu, Sümerler gibi...
Bu mahalleler gerek sınıfsal ve gerekse etnik
dini baskılar nedeniyle çok güçlü bir muhalefet
odağı idiler. Militan katılım geniş halk desteğiyle
tamamlanıyordu.
Günümüzde Armutlu mahallesi aynı özelliğini taşımasına
karşın, Sümerler mahallesi daha çok orta kesimlerin
yerleşim alanı durumundadır.
Devlet özellikle Armutlu'da -yoğun devrimci potansiyel
olması itibarıyla- her türlü kirli işi geliştirmeye
çalışmaktadır. Çetecilik, uyuşturucu vb., bu ve
benzeri mahallelerde cirit atmaktadır.
İkincisi: geçmişini büyük oranda esnaf, zanaatçılık
ve küçük ticaretle sağlayan, dışardan pek göç
almayan yerleşik şehir kültürü güçlü olan mahalleler.
(Affan, Dirdyak mahalleleri gibi...) Bu mahalleler
faşistlerin yoğun çalıştıkları mahallelere yakındılar
ve temel sorunları can güvenliği idi. Bu mahallelerde
yaşayanların çoğunun Arap ve Alevi olmaları nedeniyle
sık sık saldırıya uğruyorlardı. Bunun yanında
l970'li yıllarda uygulanan ekonomik politikadan
etkilenmeleri ve yoksulluk sürecine girmelerine
karşı tepki gösteriyorlardı. Temel sorunları can
güvenliği sorunu olmakla birlikte, ekonomik, etnik,
dinsel, kültürel baskının olması nedeniyle sisteme
karşı muhalif mahalleler özelliğini taşıyorlardı.
Günümüzde bu mahallelerden yeni yerleşim alanlarına
doğru hızlı bir göç yaşanmaktadır.
Üçüncüsü: Arap hıristiyanların yoğun olduğu, halkın
ağırlıklı olarak ticaretle uğraştığı, bunun yanında
esnaf ve zanaatçılıkla uğraştığı, Avrupa'da da
bir çok kişinin çalıştığı, ağır baskılar hissedildiğinde
Lübnan, Suriye ve Avrupa'ya kaçışın yoğun olduğu
mahalleler. Cebrail ve Zenginler mahallelerinin
bir kısmı... Dinsel baskının varlığı, sınıfsal
konumlarını yitirme yönündeki gidişat gizli bir
tepkiyi açığa çıkarıyordu. Halk yakın dönemin
acılarının da etkisiyle -ilhak sonrası- çok dikkatli
davranıyordu. Bu dikkat bugünlerde de kendini
göstermektedir. Dikkatin temelinde resmi güçlerle
açıktan çelişki içine girmeme ve doğrudan politikayla
uğraşmama olarak kendini göstermektedir.
Dördüncüsü: gelişen kapitalizm nedeniyle kırsal
alanlardan şehirlere göç eden ve etnik-dinsel
yapısı kozmopolit olan yerler. Bu mahalleler devrimci
örgütlenme açısından uygun bir zemine sahipti.
Bu mahallelerde Arap, Kürt, Türk, Çerkez... yaşıyordu.
Hemen hemen tüm devrimci yapılanmaların bu mahallelerde
çalışması vardı.
Günümüzde de Altınözü-Reyhanlı Yolu üzeri, Samandağ
yolu ile İskenderun Yolu üzerinde bu tür mahalleler
yoğunlaşmıştır.
İşyerleri:
Antakya da fabrika denilebilecek sadece birkaç
işyeri vardı. Bunlar içinde en önemlileri HATEKS
ve Çırçır fabrikalarıydı. Burada işçiler diğer
yerlere göre daha yoğun ve toplu olarak yaşıyorlardı
ve çalışanların büyük bir kısmının kırsal alanlarla
ilişkileri vardı.
Antakya da küçük ve orta işletmeler azımsanmayacak
boyuttaydı. Dokuma, oto yedek parça, gıda, ayakkabı,
makine yedek parça, yapım sanayi gibi alanlarda
yoğunlaşmıştı. Buralarda yüzlerce işçi çalışmaktaydı.
Çalışma koşullarının olumsuzluğu, küçük işyerlerinde
çalışmanın dezavantajına karşın, ülkedeki genel
hareketliliğin buraya yansımaları yaşanıyordu.
Sanayi alanında devrimci yapıların sınırlı bir
gücü vardı.
Küçük esnaf daha çok can güvenliği ve yoksullaşma
süreci nedeniyle sisteme karşı tepkiliydi. Can
güvenliği çelişkisi ağır basıyordu. Bu nedenle
esnaf içerisinde ağırlıklı olarak diğer örgütlenmelere
göre daha militan yapıya sahip devrimci yapılarda
örgütlüydü. Etnik yapılar ağırlıklı olarak Arap
Alevi, Arap Hıristyandı. Sünni-Arap ve Sünni-Türk
olan esnaf ise daha çok sağ partilerde özellikle
MHP de örgütlüydü.
12 Eylül sonrasındaki yapıda önemli bir değişiklik
yaşanmıştır. Yukarıda belirttiğimiz alanlar büyük
oranda korunmasına karşın özellikle dışa yönelik
(büyük oranda Arap ülkelerine) ihracat ve ithalatın
gelişmesi (bunun yanı sıra kaçakçılığın devlet
tarafından bilinçli bir politika ile önünün açılması)
yeni ve daha güçlü bir burjuva sınıfı ortaya çıkarmıştır.
Bu yeni burjuva sınıfının etnik-dinsel yapısı
büyük oranda Arap-Alevilerden oluşmaktadır.
Bu gelişme ile birlikte ambarlar denilen işyerleri
ortaya çıkmıştır. Oldukça dağınık yüzlerce ambarda,
binlerce işçi çalışmaya başlamıştır. Ambar işçileri
örgütsüz, sendikasız, sosyal güvencelerden yoksun,
düşük ücretle çalışan, işçi sirkülasyonunun yoğun
olduğu yerler durumundadır. Burada çalışanların
tamamına yakını genç kızlardan oluşmakta ve buradaki
işe geçici bir iş gözüyle bakılmaktadır. Çalışanların
büyük bir kısmı genel kültürel seviyenin düşük
ve siyasal bilincin zayıf olduğu yakın köylerden
getirilmektedir. Burada yapılacak çalışmalar işyeri
üzerinden çok köyler üzerinden olmalıdır.
Okullar:
12 Eylül öncesinde tepkilerin en yoğun geliştiği
yerler idiler. Antakya Merkez Lisesi, Kurtuluş
Lisesi ve kısmen Antakya Lisesi öğrenci gençlik
muhalefetinin başını çekiyordu. Daha yakından
bakıldığında bunun doğrudan sınıfsal konumlarıyla
bağlantılı olduğu görülür. Bu okullar ağırlıklı
olarak köylerden ve yoksul emekçi gençliğinden
oluşmaktaydı.
Yaşanılan yoksullaşmanın yanında anadillerinde
eğitim görememe, dinsel-mezhepsel baskılarla birleşince
tepkilerin yoğunluğu ve şiddeti artıyordu. Bunun
sonucu okullarda ağırlıklı olarak bu tepkilere
yanıt veren devrimci güçler bulunuyordu.
Günümüz koşullarında devrimci çalışma açısından
daha açık olan okullar yukarıda belirttiğimiz
çelişkileri kısmen barındıran okullardır. Yani
daha çok köylü gençliğinin ve emekçi semtlerinin
çevrelerindeki okullardır. Merkez, Harbiye, Kurtuluş,
Serinyol, Samandağ Liseleri gibi.
DKÖ'ler ve Sendikalar:
12 Eylül öncesinde devrimci yapılanmaların çeşitli
sendika ve DKÖ'de çalışmaları bulunuyordu. Devrimci
Sağlık-İş, Genel-İş ve İplik-İş sendikalarıyla
TÖB-DER, Memur-DER gibi öğretmen, memur örgütlenmeleri;
HALKEVLERİ, Halk-Kültür Dernekleri ile, doğrudan
yapılanmalarla anılan İGD, İKD, Devrimci İşçi
Derneği (DİK-DER), Yurtsever Devrimci Gençlik
Derneği (YDGD) bulunuyordu. 12 Eylül öncesinde
hepsinde önemli bir kitlesellik (kendini politik
olarak gören) bulunuyordu. Şu anda ağırlıklı olarak
kültür merkezleri üzerinden çalışmalar yürütülüyor.
Köyler:
Kırsal alan çalışmaları daha çok köy çalışmaları
olarak görülüyordu. Ve daha çok Arap Alevi köyleriydi.
Antakya'nın köyleri diğer illerdeki köylerden
önemli farklılıklara sahip. Köyler şehir merkezine
çok yakın ve nüfus olarak kabarık durumdadır.
Günlük işler büyük oranda şehirle bağlantılıdır.
Ve çalışmalar ağırlıklı olarak bu köylerde bulunuyordu.
(Bir iki istisna ile Altınözü'nün Sünni ve Hıristiyan
köyleriyle de sınırlı ilişkiler bulunuyordu.)
Köyler kaynama halindeydiler. Gelişen kapitalizm
köydeki ekonomik ilişkileri çözmüş, yoğun bir
nüfus geçinemez hale gelmiştir. Konumlarını kaybeden
ve şehirlere göç etmeye başlayan nüfus sisteme
karşı yoğun şekilde tepkiliydi.
Aynı dönemde can güvenliği ve dışlanmışlık olgusu
çelişkileri had safhaya ulaştırıyordu.
Devrimci hareketler bu zemin üzerinde örgütleniyorlardı.
Devrimci yapıların köylerde ikili çalışmaları
vardı. Birincisi: dernekler üzerinden yürütülen
çalışmalar. İkincisi: illegal temelde yapılan
çalışmalar.
Arap Alevi köylerinin bir çoğunda köy kültür,
halk dernekleri bulunuyordu.
Bu çalışmalardaki sınıfsal zemin ağırlıklı olarak
küçük burjuvazi idi. Kısmen de yarı proleter ve
proleterleri de kapsıyordu. Örneğin, mevsimlik
işçiler arasında hiçbir yapının ciddi çalışmaları
yoktu. Oysa tarım işçiliğinde, -narenciye, zeytin
toplama, pamuk tarlalarında çalışma- binlerce
insan çalışıyordu. Ağırlıklı olarak genç kızlar
ve çocuklar çalışıyordu.
Bugün için Antakya'nın -şehir merkezinin- nüfusu
150 bin dolaylarında olmakla birlikte, merkez
köylerle birlikte 350-400 bini bulmaktadır. Merkez
köyler adeta şehrin kenar mahalleleri gibiler.
Klasik kır olarak tanımlamak doğru değildir. Son
on yılda bu köylerin tamamına yakını belde haline
getirildiler. Bu köyler (beldeler) sınıfsal, etnik
ve mezhepsel çelişkilerin en yoğun olduğu yerler
içinde yer almaktadır. Bu nedenle köyleri kapsamayan
bir Antakya çalışması eksik bir çalışmadır.
-XI-
Tarihsel ve konjonktürel durum devrimci güçlerin
hangi zemin üzerinde neyi çözmeleri gerektiği
noktasında önemli bir veri sunuyor. Sınıfsal,
ulusal, kültürel, dinsel, mezhepsel olarak görünen
çelişkilerin çoğunluğu devrimci çalışma açısından
nesnelliği güçlendirici etki yapmaktadır. Devletin
var olan sorunları çözme gücünün ve niyetinin
olmadığını, tersine bu çelişkileri derinleştirerek
egemenliğini sürdürmeye çalıştığını görmekteyiz.
Son tahlilde devletin güdümündeki reformist yöntemlerle
de çözümlenemez.
Sorunlar, bu nesnel zemin üzerinde örgütlenmeye
çalışılan yeni inanç gruplarının 'zuhur edecek
mehdi'nin, 'yeniden dünyaya gelecek İsa'nın gelişlerini
beklemeyecek yoğunluk ve ivediliktedir.
İçinde yaşadığımız tarihsel konjonktürde Antakya
bölgesinde ilginç bir durum ortaya çıkmıştır.
Asimilasyon, yoğun baskı ve gelişen kapitalizm
eski ilişkileri çözmede önemli mesafe almasına
karşın, çözülenin yerine yenisini koyamamıştır.
Yeni yetişen nesilin kendini nasıl ifade edeceği
konusunda bir boşluk var; Arap mı, Türk mü, Alevi
mi, Sünni mi?... Örneğin Arap olmadığını ifade
etse, kendini Türk olarak ifade edemiyor, Alevilikle
ilgili bağları zayıflasa da -dini formasyondan
geçmeme, bayramlara sahip çıkmama vb.- kendini
başka bir din ve mezhepten de saymıyor... Ekonomik
alanda yaşanan entegrasyon kültürel, dinsel boyutlara
sıçramamaktadır.
Ortaya çıkan boşluk beraberinde yeni eğilimleri
açığa çıkarmaktadır. Devlet yukarıda belirttiğimiz
gibi üç cepheden saldırarak boşluğu lehine doldurmaya
çalışmaktadır. Yeni inanç grupları da bu zemin
üzerine oturtulmaya çalışılmaktadır... Kürt mücadelesinin
etkisiyle de Arap ve Alevi eğilimleri de güç kazanmaya
başlamıştır.
Açığa çıkan boşluk ve yeni eğilimler daha genel
sorunlardan da etkilenerek -reel sosyalizmin çözülmesiyle
ortaya çıkan etnik hareketlenmeler, Kürt hareketinin
ulusallık vurgusu, vb...- devrimci güçleri de
etkilemeye başlamıştır. Bugün için Antakya'daki
devrimci çalışmaları birkaç eğilimde toplamak
mümkün gibi gözüküyor .
Birincisi: sınıfsallığı terk etmediğini belirtse
de, sınıfsal ayrışmadan geçirmeden tüm Alevileri,
tüm Arapları, Araplık ve Alevilik ekseninde örgütlemeye
çalışan eğilim. Bu eğilim içerisindeki bir kesim
reel sosyalizmin ulusal sorunu çözmediğini, bunun
ana nedenini de farklı etnikleri kapsayan ortak
bir örgütlülükten kaynaklandığını, çünkü bu örgütlenmenin
ezen ulusun devrimcilerinin damgasını vurduğunu
belirterek şu sonucu çıkartır. "Antakya'da
Araplar bağımsız tarzda örgütlenmelidirler",
"Antakya da sorunun çözümü bağımsız örgütlenmeden
geçer" tarzda ifade edilebilecek bir kesimdir...
Bu eğilim içinde değerlendirilebilecek ikinci
kesimde de kuru bir Alevi ilericiliği görülmektedir.
Alevilikle ilgili yazılarında, Alevi bayramlarıyla
ilgili dağıttıkları bildirilerde Alevilik öylesine
anlatılır ki, bunu yazanların devrimciler mi,
Alevi şeyhleri mi olduğu karıştırılacak düzeydedir.
Daha doğrusu, sanki Arap şeyhleri devrimci dergilere
yazı göndermiş gibi, ya da yazdıkları bildiriler
devrimci gençler tarafından dağıtılıyor hissine
kapılabilinir.
İkincisi: Antakya'daki özgünlükleri dikkate almayan
sınıf örgütlenmesi, 'sınıf çalışması' adına ulusal,
dinsel, kültürel etkileri ihmal eden, bazı özgünlüklerin
sınıf ve sınıf hareketi üzerindeki etkileri dikkate
almayan eğilimdir. Bu eğilim 1980'lerin sonlarında
ve 1990'ların başlarında çıkan yeni hareketler
de görülmektedir.
Üçüncüsü: sınıfsal pusuladan/perspektiften sapmaksızın
sınıfsal, ulusal, dinsel, mezhepsel etkilerin
sınıf üzerindeki etkilerini dikkate alarak çalışma
yürütmeye çalışan eğilim. Emek-sermaye çelişkisi
temel olmakla birlikte dillerin yasaklanması,
dinler, mezhepler ve kültürler üzerindeki baskılar
ihmal edilebilecek çelişkiler olarak görülemez,
geri planlara da atılamaz. İnsanları sadece ekonomik
etkenlerle değerlendiremeyiz: Sadece üretim sürecindeki
yeriyle de değerlendiremeyiz. Son tahlilde bu
etkenlerin belirleyiciliği ne kadar tartışılmayacak
kadar gerçek ise ulusal, kültürel, dinsel ve genel
anlamda bilinç öğesiyle ilgili etkenlerin etkileyeceği
-hem de aktif bir tarzda- de tartışılamayacak
gerçeklerdir... İşçiyi üretimdeki konumu, evindeki,
mahallesindeki konumu, dili ve inançlarıyla değerlendirmek
zorundayız. Aksi bir yaklaşım ekonomizmi barındıran
bir eğilimdir.
Birinci eğilimde saydığımız çalışmalar kaçınılmaz
olarak milliyetçiliğe -ezilen ulus milliyetçiliği-
ve Alevi şovenizmine varırken, ikinci eğilimde
saydıklarımız keskin siyasi söylemlere karşın
ekonomizmi aşamaz.
Dördüncüsü: yasal sol partilerin yürüttükleri
çalışmalardır. Aralarında kimi farklılıklar olsa
da hepsinin birleştikleri nokta, yakın ve orta
bir gelecekte devrim beklenmediğine göre burjuva
çeperde kalan bir demokrasi mücadelesi verilmesi
gerektiğidir. Dillerin, kültürlerin kendilerini
ifade edebilmeleri hakkı anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır...
vb. Günlük hak arama mücadelesi devrime değil,
sistem içi demokrasi mücadelesine bağlanmalıdır
şeklinde ifade edilebilecek anlayıştır.
-XII -
12 Eylül öncesi açısından:
1-Devlet destekli çoğalan faşist saldırıların
varlığının can güvenliği sorununu ortaya çıkarması,
2-Küçük ve orta üreticilerin, esnaf ve zanaatkarların
yoksullaşmaya karşı gösterdikleri refleks,
3-Dinsel ve etnik baskıların yoğunlaşması ve çoğu
zaman bunun açıkça yapılması, Antakya'yı patlamaya
hazır bir saatli bomba durumuna getirmişti.
Bu yoğun ve hareketli zemin, devrimci hareketlerin
örgütlenmesinin nesnel koşullarını güçlendiriyordu.
Anadolu'nun her tarafında olduğu gibi açığa çıkan
tepkiler devrimci hareketlere akıyordu. Bu zemin
üzerine oturan radikal devrimci yapılar çok kısa
zamanda önemli bir kitleselliği yakalamışlardı.
Miting, cenaze ve hak taleplerinde binlerce insanı
hareket ettirebilmekteydiler. Hareket ettirdiği
kitle etnik, dinsel ve sınıfsal konumları heterojendi.
Türk, Kürt, Arap Alevi, Arap Sünni, Arap Hıristiyanlardan,
işçi, yoksul köylü, küçük esnaf ve zanaatkar...
gibi kesimleri kapsıyordu. Can güvenliği sorununun
yoğun olduğu yerlerde orta sınıflardan da destek
görmüştür.
12 Eylül Sonrası açısından
1- Gerek Arap ülkeleriyle geliştirilen ticaret
ve gerekse kaçakçılığın önünün açılmasıyla kısa
zamanda türedi bir burjuva sınıf gelişmiştir.
Ağırlıklı olarak bu sınıf Arap Alevilerinden oluşmaktaydı.
Bu durum Arap Alevilerini sisteme bağlamanın bir
yolu olarak geliştirildi.
2- Kapitalizm geliştiği tüm yerlerde kırsal alanlardan
şehirlere doğru yoğun bir göç yaşanır. Antakya'da
kapitalizm geliştikçe çözülen ilişkilerin açığa
çıkarttığı işsizlik şehirdeki sanayi tarafından
emilecek konumda değildi. Tam bu noktada Arabistan,
Libya ve sonraları da Kıbrıs pazarı açığa çıkmıştır.
İşsiz kalan, iş arayan kesimlerin çoğu işçi olarak
Arabistan, Libya, Kıbrıs ve daha zayıf oranda
Avrupa'ya gitmeye başladılar. Bu gelişme kırdan
şehire -ya da daha farklı şehirlere- göçü sınırlandırmış,
şehirleri saran büyük köylerin oluşmasına neden
olmuştur.
3- Arap Alevi burjuvazisinin hızla gelişmesi ile
yabancı ülkelere doğru yaşanan işçi göçü Antakya'daki
sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesini sınırlandırmıştır.
Bu durum sınıf mücadelesi üzerinde yumuşatıcı
bir etkide bulunmaktadır.
4- Şüphesiz her şeye karşın Antakya'da emek sermaye
çelişkisi belirleyicidir. Bunun yanında etnik
ve dinsel-mezhepsel baskıların yoğunlaşarak devam
etmesi -ki Antakya etnik ve dinsel-mezhepsel mozaik
özelliği taşımaktadır- sisteme karşı tepkilerin
birikmesine neden olmaktadır.
5-Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı Antakya'da
sol potansiyel güçlü durumdadır. Ancak müdahalenin
olmadığı yerde bu solculuk devlet tarafından yedeklenmektedir.
6- Tüm bunlardan çıkarılması gereken en temel
sonuç devrimci çalışmanın sınıf merkezli olması
gerektiği, ancak halklar ve ezilen mezhepleri
ihmal etmemesi, devrimci sosyalistlerin onların
ulusal demokratik ve diğer demokratik haklarının
kararlı ve militan temsilcisi de olması gerektiğidir.
-XII-
Son olarak Sosyalist Barikat ve Halk Kültür Merkezleri
çalışmasının hangi eksen üzerinde yürümesi gerektiği
konusuna değinmek gerekiyor.
Devrimci Sosyalist Hareket ve Halk Kültür Merkezleri
gücünü coğrafyamızın halklarından almaktadır.
Coğrafyamız halklar mozaiğidir. Antakya bölgesi
halklar açısından küçük bir laboratuvar ise, coğrafyamız
büyük bir laboratuvardır. Antakya için söylediklerimizi
coğrafyamız için, coğrafyamız için söylediklerimizi
daraltarak Antakya için söyleyebiliriz. Coğrafyamız
farklı kültürlerin, inanç gruplarının yaşam mekanıdır.
Coğrafyamızda yaşayan kültürler, diller, inanç
grupları asimilasyona, baskıya kimi zaman da kırıma
maruz kalmışlardır... Devrimci Sosyalist Hareket'in
çıkış gerekçelerinden biri de ezilen halklarımızın
kendilerini ifade edebilmeleri için demokratik
bir ortamın tesis edilmesi mücadelesidir.
Devrimci Sosyalist Hareket: halklarımızın proletarya
öncülüğünde kurtuluş ufkunu ve gücünü ifade ediyor.
Bu tüm ezilenlerin nihai kurtuluş mücadelesidir.
Devrimci Sosyalist Hareket, insanların nihai kurtuluşlarının
emeğin kurtuluş mücadelesiyle bağlantılı olduğunu,
güncel hak mücadelelerinin bu mücadele perspektifiyle
yürütülmesi gerektiğine inanır.
Bu çerçevede düşünüldüğünde Antakya da çalışmanın
sınıf ve halk çalışması olarak görülmesi, bu eksende
yürütülmesi gerekmektedir. Söylediklerimizi toparlayacak
olursak.
1- Devrimci Sosyalist Hareketin Antakya çalışması,
Antakya'nın yukarıda ortaya konan özgünlüklerini
açığa çıkartıcı, bunları devrimci temelde ele
alan içerikle geliştirmelidir. Ve Devrimci sosyalizmin
birikimi, ideolojik, örgütsel ve pratik vb. bütün
alanlarda bu özgünlükleri taşıyanlara ulaştırılmalıdır.
2- Ana dilde eğitim hakkını güçlü bir biçimde
ifade etmelidir. Farklı dillerin varlığı ve Türkçe
dışındakilerin baskı altında tutulmasına karşı
çıkılmalıdır. Hiç kimse kendi ana dilini isteyerek
seçmediğine ve dilin kendini geliştirme hakkının
meşruluğu yanında uluslararası anlaşmalarla da
kabul edildiğine göre, bu hakkın gerçekleştirilmesi
mücadelesi yürütülmelidir.
3- Antakya ilhak edilmiş bir toprak parçasıdır.
İlhak zora dayanmayı ifade eder. Bu dayatmayı
ortadan kaldırmanın yolu burada yaşayan halkların
kendi geleceklerini nasıl gerçekleştirmek istediklerinin
kendilerine bırakılması hakkıdır. Antakya halkının
ilhak nedeniyle böyle bir hakkı vardır. Bu hakkın
hangi yönde kullanılacağı buradaki halkların kendi
sorunu olarak görülmelidir ve dışardan yapılabilecek
hiçbir dayatma kabul edilmemelidir. Devrimci Sosyalist
Hareket kendi kaderini tayin hakkının tavizsiz,
kararlı bir savunucusu olacaktır.
4- Devrimci Sosyalist Hareket farklı din ve mezhepler
üzerindeki baskılara karşı çıkacak, bu doğrultudaki
baskıların kaldırılması mücadelesini destekleyecektir.
5- Tüm coğrafyamızda olduğu gibi, Antakya'da
da emek sermaye çelişkisi egemendir. Mücadele
esas itibarıyla bu iki sınıf arasında cereyan
etmektedir. Bu doğrultuda dünyadaki gelişmelerle,
Antakya'daki özgünlüklerin sınıf mücadelesi üzerinde
etkilerini saptamak ve bunları dikkate alarak
örgütlemek bir zorunluluktur.
|