Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Diyar

-I-
Coğrafyamız solunun en sorunlu yanlarından biri kuşkusuz ulusal soruna yaklaşımıdır. Bu sorunlu yaklaşım en başta Kürt ulusal sorunu ve "Hatay" sorununda kendini göstermektedir.
Çeşitli yazılarımızda dile getirdiğimiz gibi, Kürt ulusal sorunu konusunda zamanında ve doğru bir yaklaşım sergilenmediği için, sancıları bugüne kadar taşınan olumsuzlukların ve güvensizliklerin yaşanmasına neden oldu. T.C.'nin ilk dönemlerinden itibaren Kürt ulusuna yönelik inkar, asimilasyon ve imha politikaları karşısında komünist bir tutum takınamayan Türkiye Sol Hareketi 1939'larda ilhak edilen "Hatay" konusunda da komünist bir tavır takınamamıştır.
"Hatay" sorunu, Kürt ulusal sorunundan sonra en önemli ulusal sorun özelliği taşımaktadır. "Hatay" sorununun -en azından ilhak statüsü anlamında- 65 yıllık bir geçmişi olmasına karşın, solun bu soruna ilgisi yok denecek kadar zayıftır. 1984'ler sonrasında Kürt ulusal mücadelesinin yaptığı ataktan sonra sınıfsal dinamiğin yanında ulusal etkenlere bağlı dinamiklerin de dikkate alınması gerektiğini hisseden solun bir kesimi, tartışmalarında ya da programında daha çok "Arap Ulusal azınlığı" olarak ortaya koymuştur. "Hatay" sorununa ilginin doğması sorunun doğru algılandığı/anlaşıldığı anlamına gelmiyor. Ulusal sorun tartışılırken ya da programda yer alırken "Kürt ulusu... Arap, Ermeni, Laz... ulusal azınlıkları (kimileri de milliyetinden) diyerek sorunu ele almışlardır. Tarihsel süreçten kopuk, sığ, güncel politikanın zorlamaları ve pragmatizm tarzında gündeme geldi.
Sorunun Arap ulusal azınlığı statüsünde görülmesi, bilerek ya da bilmeyerek sorunun arka planını oluşturan tarihsel ve diğer etkilerden yalıtılması anlamına gelmektedir. TC'nin egemen olduğu coğrafyada 5 milyona yakın Arap bulunmaktadır. Bunlar, "Hatay" (Antakya merkez, bazı ilçeler ve köylerle birlikte), Adana, Mersin, Antep, Urfa, Mardin ve Siirt’te yaşamaktadırlar. Ancak "Hatay" sorunu daha özgül bir yapıya sahiptir. Zira Türk burjuvazisi tarafından 1939 tarihinde ilhak edilmiştir.

-II-
Lenin; Buharin ile ulusal soruna ilişkin tartışırken bir İngiliz atasözünü hatırlatır: "Biz gerçekte var olanı reddedemeyiz; var olan şey kendini bize zorla kabul ettirecektir" der.
Kürt sorunuyla ilgili yaşanılan deneyim Lenin'in bu söylemini pratikte bir kez daha haklı çıkarmıştır. Kemalist Cumhuriyet tarihi kadar uzun bir tarihe sahip -ve hatta daha da eskilere dayanan; Osmanlıdan miras alınan- Kürt sorunu kendini çeşitli dönemlerde isyanlarla ortaya koymasına karşın, egemen güçler tarafından hep inkar edildi. Sol da soruna doğru bir zeminde yaklaşmadı. Ancak var olan gerçek ortadan kalkmadı ve kendini yeniden dayattı. İlhak statüsü anlamında bile 65 yıllık bir geçmişi olan "Hatay" sorununun egemen burjuvazi tarafından inkar edilmesi, sol tarafından da görmezlikten gelinmesi, sorunun var olmadığı ya da sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor; sadece ve sadece işçi sınıfının çıkarları ekseninde alınmayan bir sorunun, daha farklı sınıfların çıkarları ekseninde alındığını gösteriyor.
Emperyalizm çağında proletarya dışında bir sınıfın, sorunu devrimci bir tarzda çözmesi mümkün değildir. Egemen ulusun küçük burjuvaları, büyük burjuvalarla olan ilişkileri nedeniyle ikircimliklidirler ve bu nedenle sorunun devrimci tarzda çözümünden yana olamazlar; sorunu da kesin çözüme ulaştırmazlar.
Ezilen ulusun küçük burjuvaları da sorunu proletaryanın çıkarlarına uygun olarak ele alamazlar. Özellikle son 15-20 yıldır Antakya'da çalışma yürüten kimi sol güçlerin sorunu tersten bükmesi (gerçek anlamıyla sınıfsal bir süzgeçten geçirmeksizin Araplık ve Alevilik üzerinde soyut değerlendirmelerde bulunmaları) sorunun tartışılması anlamında olumlu bir etki yaratsa da doğru bir zeminde tartışılmasını engellemektedir. Devrimci sosyalistlerin tavrı sorunun üzerine gidip, bilince çıkartmak ve sorunun gerçek çözümünü sağlamaktır.

-III-
Antakya bölgesi en başta tarihsel, siyasal, ekonomik ve kısmen coğrafya etkileri nedeniyle farklı dillerin, kültürlerin, din ve mezheplerin yaşam alanı olagelmiştir. Bu küçük coğrafyada Arapça, Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Rumca, Süryanice ...gibi diller konuşulmakta; Hıristiyanlık, İslamiyet, Yahudilik, Bahailik gibi dinler ile Alevi, Sünni, Ortodoks, Katolik ... gibi mezhepler ve bu mezheplerin alt grupları; Hanefilik, Şafilik, Haydarilik, Klezilik... varlığını sürdürmektedir. Deyim yerindeyse, her küçük topluluğun ayrı bir dini -ve hatta dili-, ayrı bir inanç sistemi, ve buna uygun kurumu bulunuyor. Dinlerin, mezheplerin farklı tapınakları, şölenleri, bayramları, gelenek ve görenekleri bulunuyor.
Birbirlerine yakın köylerin, hatta aynı köyün farklı mahalellerinin, şehrin farklı mahallelerinin inanç farklılığı, kültürel farklılığı görülebilmektedir. Aynı köyde kilise ile türbe, şehrin aynı mahallesinde birkaç yüz metre karelik alanda kilise, türbe, havra ve cami ile yeni inanç gruplarının (Bahailerle, Yahova Şahitlerinin) tapınma yerleri bulunabilmektedir.
Antakya, halkının da dediği gibi, "yetmiş iki milletten" insanın yaşadığı bir alandır. Her dil, din ve kültür, diğerlerinden de etkilenerek bir gelişme sağlamış ve insanlığa bu değerleriyle katılmaya çalışmaktadır. İlhakla da başlayan asimilasyon ve yoğun baskılara karşın, her topluluk şu ya da bu oranda kendini bugünlere taşımıştır.

-IV-
Tarihte Antakya, (Liva-i İskenderun, Sancak) olarak bilinen yer, bugün Hatay adıyla anılmaktadır.
Hatay adı, 1923'lerden itibaren Türk burjuvazisi tarafından ortaya atılan/uydurulan bir addır. Bu adın uydurulmasının arka planında iki nedenden bahsedilebilir: nedenlerinden biri, bu tarihte Lozan görüşmelerinin yapılıyor olmasıydı. Zira Lozan görüşmeleri sırasında Ermeniler Antakya'yı da kapsayan Kilikya bölgesinin Ermeni yurdu olduğunu söylüyorlardı. Türk burjuvazisi de buranın Ermeni yurdu değil, Türk yurdu olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Bunu kanıtlamanın yolu tarihin tahrif edilmesiyle mümkün olabilirdi. Bugünkü resmi tarih anlayışında Türklerin Anadolu ya göçleri 3-4 yy. da başlatılıyor ve XI.yy'da yurt edindikleri belirtiliyor. Oysa, 1923'lerde ortaya atılan tezlerde Antakya'nın binlerce yıldan beri Türk yurdu olduğu belirtilir.
Mustafa Kemal 1923 de Adana'ya yaptığı ziyaret sırasında konuyla ilgili iki konuşma yapar: Birincisi, Antakya ve İskenderun bölgelerini "temsilen", siyahlar giyinmiş kız çocuğuna hitaben "Dört bin yıldır Türk toprağı olmuş bir toprak parçası düşman elinde kalamaz..." derken, bir gün sonra eşrafla yaptığı konuşmada da Antakya'nın ilk sakinlerinin Orta Asya dan gelen Turani ırktan "Eti", "Hitit", "Hatti"ler olduğunu, bu ırkın sonraları İranlılara, Greklere ve Romalılara boyun eğdiği anlatılır. Buradan hareket edilerek tarihi Antakya adı Hatay'a, burada yaşayan farklı etnik yapıya sahip halklar da -en başta Arap Alevileri- Eti Türk'ü olarak adlandırılmaya başlanır.
Antakya adının değiştirilmek istenmesinin ikinci nedeni, ilhak etme çabasıdır. İlhak etme çabası Cumhuriyet tarihi kadar eskidir. Daha Mondros mütarekesinin imzalandığı dönemde Reyhaniye ve Antakya'nın işgal edilmesi, İskenderun, Halep, Katma, Kilis, Cebel Sem'un yörelerinde Türklerin yaşadığı, buradaki nüfusun büyük kısmını Arapça konuşan Türkler olduğu illeri sürülerek toprak talebinin temelini oluşturacağı göz önünde bulundurulması talimatı verilir. 1923'lerde "kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz" söylemi 1936'lardaki "şimdi sıra Sancak, özerk İskenderun sancağı meselesine geldi" sancağın hem milli bir sorun olarak, hem de Türkiye Fransa ilişkileri açısından son derece önemli olduğu vurgulanır.
İlhak çabasının bir yanı tarihin çarpıtılması, diğer yanı örgütlenerek ele geçirme üzerinde kurulmuştur. Bu doğrultuda oluşturulan ilk örgütlenme 1923 yılında Adana'ya iltica etmiş Tayfur Mürsel (Sökmen) ve Türkmen beylerinin oluşturduğu "İskenderun ve Antakya Ocağı" derneğidir. 1936 yılında da Mustafa Kemal yine Tayfur Mürsel'le görüşerek Sancak ile sınırı olan tüm şehirlerde başkanlığını İç İşleri bakanlığının, sekreterliğini Emniyet Müdürünün üstleneceği gizli bir dernek olan "Hatay'ın egemenliği komitesi" kurması yönünde talimat verir. Sonuçta Antakya Fransa'nın da içinde olduğu çeşitli entrikalarla 1939 da ilhak edilir.
Antakya'nın ilhak edilmesinden bu yana Hatay adı resmileştirilmiş Antakya adı merkez ilçe, Hatay adı da ilin adı haline getirilmiştir. Yine o günden bu yana 'Eti Türkü', 'Kırk Asırlık Türk yurdu' teması yaygın şekilde işlemeye başladı. Bugün Antakya'nın merkezinde "Kırk Asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz" yazısı "kırk asırlık Türk yurdu caddesi"vb. rastlamak olağan hale gelmiştir.
"Kırk asır" dört bin yıl demektir. Bu milattan önce 2000 yılı anlamına geliyor.Türklerin Anadolu ya göç etmeye başlamaları M.S. 3-4 .yy da başlıyor ve Malazgirt savaşıyla Anadolu'nun yurt edinildiği anlatılıyor. Antakya,1086 yıllarında Selçuklu hükümdarı Süleyman şah tarafından ele geçiriliyor. Ancak, 12 yıl sonra Haçlılar kenti ele geçiriyor ve "Özerk Antakya Prensliği" adını alıyor. 1268'lerde kent Memluklar tarafından ele geçiriliyor ve yıkılışına kadar ellerinde kalıyor. Memlük devletini yıkan Osmanlılar 1517 yılında Antakya'yı ele geçiriyor. Yavuz Sultan Selim Mısır seferi dönüşünde şehrin etnik ve dini yapısı nedeniyle bölgede kalıcı bir Türk askeri güç bırakır. Askerler bugün Yayladağı adı ile anılan yerde konumlandırılmıştır. Aslında, Türklerin Antakya ile ilk ciddi temasları bu süreçte başlamıştır. Şehir Türkler tarafından bu dönemde ele geçirilmesine rağmen tarihin hiçbir döneminde Türkler çoğunluğu oluşturamamıştır. 1920'li yıllarda Fransa ile Türkiye arasında yapılan Londra ve Ankara antlaşmalarında Sancaktaki Türkler azınlık statüsünde sayılmış ve statüye uygun olarak "Türk soyundan halkın milli kültürlerini geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanılacağı" belirtilmiştir... 1936'larda da Türkler azınlıktaydılar. Bunu şuradan da anlamak mümkün: 1936 yılında Fransa da yaptığı antlaşmadan dönen Suriye heyeti Ankara'ya uğrar. Türklere antlaşmanın yeni meclis tarafından onanmasını sağlamak için 23 Eylül 1936’da seçime gitmeyi düşündüklerini belirtir. Türkiye Dış İşleri Bakanlığı Sancakta Türklerin çoğunlukta olduğuna inandığından seçimin yapılmasından yana olduğunu belirtir. Ancak Ankara'ya çağrılan Tayfur Mürsel (Sökmen), böyle bir seçimin kaybedilebileceğini bildiğinden TC yönetimini ikna eder.
Sonuç itibariyle kent, tüm tarih boyunca Arap Alevilerinin, Ermenilerin ve Hıristiyanların önemli bir yerleşim yeri ola gelmiştir. Kısaca özetlediğimiz bu tarihsel gerçekler dikkate alındığında "Kırk Asırlık Türk Yurdu" söylemi demagojik bir söylemin ötesine geçmiyor. Türklerin Antakya ile ilk temasları XI. yy'daki on, on beş yıllık egemenliklerinden başlasak dahi aradaki zaman dilimi bin yıl, yani on asırdır. Geriye otuz asır "üç bin yıl" kalıyor. Olunmayan bir yerde nasıl üç bin yıl Türk yurdu olarak kalabiliyor ?
Kaldı ki, tarihte 'Eti', 'Hitit', 'Hatti'ler olarak bilinen halk Hint-Avrupa dil grubuna bağlı bir dil konuşan bir halktır ve Turani halklarla uzaktan yakından bir akrabalık söz konusu değildir.

-VI-
Antakya'nın ilhak edilmesinden bu yana farklı dil, kültür, din ve mezheplere karşı sistemli bir baskı başlatılmıştır. Türkçe dışındaki diller yasaklanmış, halkların kültürlerini devam ettirmeleri çeşitli boyutlarda engellenmiştir.
En başta yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan Arap halkının dili yasaklanmıştır. Arapça ile çıkan gazete ve dergiler de kapatılmıştır. İlhak öncesinde Antakya'nın çeşitli yerlerinde (Affan ve Dirdyak mahallerinde ) okulları bulunan ve burada kendi anadillerinde eğitim gören Arap halkının dilinin yasaklanması, gelişimini engelleyen dalgakıran işlevi görmüştür. İlhak sonrası yoğun baskılara karşın, 1980'lere kadar birçok köyde gizlice Arapça okuma yazma kursları düzenlenmiş, evlerde kıssa'lar (Arapça öykü masal ve romanlar) okunmuş, ortak çalışma alanlarında (pamuk tarlalarında, zeytin tarlalarında vb.) Arapça türküler söylenmiş ve kültürel gelişim devam ettirilmiştir. Kırk yaş ve üzerindekilerin azımsanmayacak bir bölümü Arapça okuyabilmektedir ve Arapça türkü, fıkra, bilmece, hikaye ve şiirlerle büyümüşlerdir. Yine kırk yaş ve üzerindekilerde Ben-i Hilal, Zinete, Abu Zir, Abu Anter hikayelerini bilmeyen yok gibidir. Bu dönemde yetişen gençler kendilerini buradaki kahramanlara benzetmiş iyileri kendilerinden, kötüleri düşmanlardan görmüştür. 1980'lerle birlikte gerek radyo ve özellikle TV'lerin yaygınlaşması, gelişen kapitalizmin etkileri ve gerekse faşist cuntanın ağır yasakları asimilasyonun etkisini arttırmıştır. Bu dönemlerde düğünlerde Arapça türkü söylenmesi, Arapça diliyle oyunların sergilenmesi yasaklanmıştır. Aynı yasaklar Kürtçe, Çerkezce, Ermenice ve diğer diller için de geçerlidir.
İlhaktan sonra İslam ve Sünni din ve mezhebi dışındaki din ve mezhepler üzerinde farklı boyutlarda baskılar uygulanmıştır. Bu baskıların etkisiyle Hıristiyan Araplar büyük oranda Lübnan, Suriye ve Avrupa ya göç etmek zorunda kalmıştır. Ermeni ve Rumlar da benzeri bir göç yaşamışlardır... Kısa bir dönem için de olsa Arap Alevi ziyaretleri mühürlenmiştir (İnönü döneminde)
Bu düzeyde farklı inancın yaşadığı bir alanda devletin etnik bir grup, din ve mezhep ekseninde konumlanmış olması, diğerleri üzerinde kendi etnikesini (Türklüğü), dinini (İslam) ve kendi mezhebini (Sünniliği) dayatmıştır. Devlet, uzun bir süre "Din Kültürü ve Ahlak Dersleri" adı altındaki dersleri zorunlu hale getirmiş, bu ders diğer din ve mezhepten çocuklara dayatılmıştır. Seçmeli yaptığı dönemlerde Müslüman olmayanlar için seçmeli olmuş ancak üniversite sınavlarında bununla ilgili sorular sorarak bu yöndeki eşitliği zedeleyerek baskı uygulamışlardır.
Laiklik anlayışının bu kavranışı, sadece Müslüman Sünnilerin yoğun yaşadıkları yerlerde fazla dikkat çekmeyebilir, ama Antakya gibi farklı inançların olduğu yerde bir dine ve mezhebe ayrıcalığın tanınması en iyimser yaklaşımla bile diğer inanç gruplarının dışlanması anlamına gelir. Sistem karşıtı etkilerden birinin kaynağında bu etmenler yatmaktadır.

-VII-
Antakya'nın ilhak edilmesinden sonra yaşanan göç ve gelişen kapitalist ilişkiler ekonomik ve toplumsal yapıda önemli değişiklikler yaratmıştır
İlhak öncesinde esnaf, zanaatçılık ve ticaret büyük oranda Ermeniler, Rumlar ve Hıristiyan Arapların elindeydi.
Antakya bölgesi genelinde topraklar daha çok Türklerin ve Sünni Arapların elindeydi. Reyhanlı'da ağaların büyük kısmı Sünni Arap, Altınözü'nde Sünni Arap ve Türk, Harbiye de Türk ve Alevi Arap, Samandağ'ında Alevi Arap ağaları egemen durumundaydı. Alevi, Sünni, Hıristiyan Arapların büyük çoğunluğu serf yada azap konumundaydı. Kalan kısımları küçük üretici durumundaydı.
İlhaktan sonra Ermeni, Rum ve Hıristiyan Arapların yoğun göçü bunların tuttukları alanların boşalmasına ya da zayıflamasına neden oldu... Ermenilerin boşalttıkları köylere ağırlıklı olarak Türler yerleştirildi... Ticaret alanında Ermeni ve Hıristiyan Arapların yanında Türk ve Alevi Arap tüccarları palazlanmaya başlamıştır. 1980'lerde uygulanmaya başlayan ithal ikameci politika sonucunda dış ülkelerle geliştirilen ticaretten en fazla Alevi Arap tüccarları yararlandı. Kısa dönemde önemli birikimler elde ettiler. Sınır kaçakçılığına göz yumulması, bu süreci daha da hızlandırmıştır.
Göç nedeniyle esnaf ve zanaatçılık alanında yaşanan boşluk Türkler ve Alevi Araplar tarafından dolduruldu. Bugün şehirdeki küçük üretim ve küçük ticaret bu kesimlerin elindedir.
İlhak öncesinde serf ve azap konumundaki geniş kitleler daha sonraları toprak sahibi olabildi ama toprakların küçüklüğü verimsizliği ve gelişen kapitalist ilişkilerin küçük üreticiler aleyhinde gelişmesi sonucu toprak yoksulları ve proleter durumuna dönüştüler. Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz:
Genel olarak kapitalizmin gelişmesi yoğun bir iç göç yaratır. Eğer gelişen sanayi bu göçü emecek bir kapasiteye sahip değilse, şehrin kenar mahallelerinde birikir ve toplumsal patlamalara neden neden olabilecek potansiyeli oluşturur. 1960'larda Afrika da, Asya da, Latin Amerika' da Ve Türkiye de yaşananlar bununla ilintilidir... Antakya bölgesi bu yanıyla özgün bir duruma sahiptir. Kapitalist ilişkiler kırsal alanları diğer yerlerde olduğu gibi çözdü. Açığa çıkan kitleyi emecek bir sanayi de yoktu (zaten devlet bugüne değin ciddi hiçbir yatırım yapmadı) yoksullaşma sürecine giren kitlenin büyük kısmı dış ülkelere göç etmeye başladı. Bugün on binlerce insan Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Dubai ve Libya da işçi olarak çalışmaktadır. İşsizliğin kısmen bu şekildi emilişi sınıf mücadelesi üzerinde yumuşatıcı bir etki yaratmıştır/yaratmaktadır. Tüm bunlara karşın, bugün için pamuk, zeytin ve fasulye tarlalarında, ambarlarda, küçük atölyelerde ve birkaç fabrikada çalışan azımsanmayacak bir proleter güç gelişmiştir.

-VIII-
Lenin, ilhak kavramının genellikle şunları içerdiğini belirtir: "1. Zor kavramını (zorla kendine bağlama); 2. başka bir ulus tarafından ezilme kavramını ('yabancı' bölgelerin ülke topraklarına katılması vb.) ve bazen de 3. statükonun bozulması kavramını."
Lenin sorunu irdelerken komünistlerin genel olarak zorun kullanmasına karşı olamayacaklarını, bu anlamıyla ilhaklara zorla gerçekleştirildiği için değil, başka nedenlerden dolayı karşı olduklarını belirtir. Aynı şekilde komünistlerin statükodan yana olamayacaklarını belirtir ve şöyle devam eder: "ne kadar evirip çevirirseniz, gene de ilhak, bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının çiğnenmesidir. Halkın iradesine karşı olarak devlet sınırlarının saptanmasıdır." (vurgular Lenin'in)
Lenin, ilhaklara karşı olmanın, ulusların kaderlerini tayin etme hakkından yana anlamına geleceğini belirtir. Polonyalı sosyalistlerle tartışırken "ilhaklara karşı olduğunu, ezilen ulusların kendi devletinin sınırları içine zorla tutulmalarına karşı olduğunu ilan etmeye hazır bir parti varsa, biz bu parti ile tam bir işbirliği halinde olduğumuzu söylemeye hazırız" der. "Eğer bir sosyalist parti, "ezilen bir ulusun onu ilhak etmiş olan devletin sınırları içinde zorla tutulmasına karşı" olduğunu ilan ediyorsa, bu parti iktidara geldiğinde aynı şeyi zorla yapmama taahhüdüne (vurgular Lenin'in) giriyor demektir" (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.159-160)
"Eğer sosyalizme ihanet etmek istemiyorsak, başlıca düşmanımız olan büyük devletlerin burjuvazisine karşı her türlü ayaklanmayı desteklemeliyiz, yeter ki ayaklanma gerici sınıfın bir hareketi olmasın." (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.163)
Lenin "Sosyal Demokrat niçin ilhaklara karşıdır? makalesinde şunları belirtir: "Çünkü ilhak, ulusların kaderlerini tayin etme hakkını engeller, ya da başka bir değişle, ilhak, ulusal baskının biçimlerinden biridir" der.

-IX-
Antakya bölgesinde devletin izlediği politikalar konusunda üç noktaya dikkat çekmek istiyoruz:
Birincisi: devlet geleneksel politikasını tüm hızıyla sürdürmeye devam etmektedir. İnkar, asimilasyon, kültürel ve ahlaki soysuzlaştırmanın yaygınlaştırılması (devrimci potansiyelin yoğun olduğu mahallelerde uyuşturucu, fuhuş ve çeteciliğin el altından desteklenmesi, ihbarcılığın özendirilmesi vs.) ve demografik yapının değiştirilmesi politikası yoğunlaşarak devam ediyor. Burada hemen şunu belirtelim: Bulgaristan ve Afganistan'dan gelenlerin Antakya'ya yerleştirilmesi bununla bağlantılıdır. Terme'den Aydın'dan baraj yapımı gerekçesiyle insanların Antakya'ya yerleştirilmesi de aynı nedendendir... Yine İskenderun'un il yapılmaması demografik yapıda yaşanacak değişikliklerle bağlantılıdır. Antakya'nın ilhak edilmesinden sonra Dörtyol ilçesinin Adana Seyhan dan kopartılması, Kırıkhan ve Hassa'nın Gaziantep'ten kopartılarak Antakya'ya bağlanmasının kaynağında bu gerçekler yatıyor; İskenderun'un il yapılması durumunda Dörtyol, Erzin, Hassa, Kırıkhan, Belen gibi yerler İskenderun’a bağlanacak. Bu yerler ise, Türk nüfusunun yoğun olduğu yerlerdir. Antakya içinde kalacak yerlerde de özellikle Alevi Araplar ezici bir çoğunluğu oluşturmuş olacaklardı... Bu durum ilhak statüsü nedeniyle ileride TC'nin başını ağrıtacak bir tehlike olarak görülmektedir.
İkincisi: devlet, geleneksel politikayla toplumsal muhalefetin önünü alamayacağını Kürt hareketinden çıkarttığı derslerle de görmektedir. Orta Anadolu’da yetişen bir genç "devletime milletime zeval vermesin" kültürü ile yetiştirilir. Antakya da ise Sünni Arap ve Türkler dışında böyle bir kültür yok. Dışlanmışlık hissi ağır basıyor. Bu nedenle sistem dışı (yani kendilerini dışlayan sisteme karşı) eğilimlere daha sıcak yaklaşıyorlar. Sisteme muhalif kesim Soldur. Dolayısıyla Sola ilgi ve sempati ağır basmaktadır. Devlet bu nedenle iki noktaya dikkat ediyor:
a- Azınlık burjuvalarının ve özellikle Alevi Arap burjuvazisinin önünü açmaya çalışıyor. (nüfusunun yoğunluğundan dolayı) Kaçakçılığın önünün açılması ve ticaret yoluyla hızla palazlanan burjuvalarla geliştirilen ilişkiler dikkat çekicidir. Gelişen burjuvaların siyasi etkileri sağ partiler üzerinden sağlanması pek mümkün değil. Kaldı ki, gelişen burjuvazi egemen güçlerle ekonomik bir entegrasyona girmesine karşın, kültürel ve mezhepsel boyutta birtakım itirazları olabiliyor. Bunun için hem eleştiren, hem de sisteme bağlayan sol görünüşlü bir parti önem kazanmaktadır. CHP'nin Antakya'daki gücü bununla ilintilidir. Kısaca özetleyecek olursak, devletin Hatay’a yönelik geliştirdiği politikalar özellikle Arap Alevi burjuvazisini yaratmaya yöneliktir. Gelişen burjuvaların çıkarları son tahlilde sistemin devamından yanadır.(devlet bunun için bu zeminin güçlendirmeye çalışıyor) Kültürel boyutta kimi farklılıklara karşın ekonomik çıkarları sistemden yanadır ve bunu CHP de politika yaparak sağlamaya çalışıyorlar.
b- 12 Eylül öncesinde Antakya'da çok güçlü örgütlü bir devrimci muhalefet vardı. Sınıfsal, ulusal, dinsel, mezhepsel çelişkilerin yoğunluğu nedeniyle bu zemin hala devam ediyor. Devlet olası bir devrimci muhalefeti engellemek, sisteme bağlamak noktasında belediyeciliği geliştirdi. Alevi Arap köylerinin büyük bir kısmını belde haline getirdi. Egemenlik ve rant çelişkisinden yararlanmayı hedeflerken, eskimiş devrimcileri beldeler yoluyla CHP ye taşıyarak reformcu dalgayı güçlendirmeye çalışmaktadır... Antakya eskimiş devrimci mezarlığı gibidir. Antakya'daki bir çok burjuva partinin -özellikle CHP'nin yönetici ve aktif çalışanları eskimiş devrimcilerden oluşuyor- 'kitlelerle bağ kurmak onları dönüştürmek' olarak 'başlayan' çalışmalar, CHP'yle bağlanmakla sonuçlanıyor. 'Dönüştüreceğiz' diyenlerin kendileri dönüşüyor, ‘burjuva partilerini kullanacağız' diyenler burjuva partilerine kan taşıyan taze damarlar durumuna dönüşüyor ve devrimci muhalefet üzerinden dalgakıran işlevi görüyor... Devlet de bunların önünü açıyor
Üçüncüsü: Bahailik, Yahova Şahitleri gibi Antakya'ya yeni girmekte olan inanç gruplarının (Bahailik 1970'lerin ortalarına doğru, Yahova şahitliği 1990'larla birlikte) çalışma alanlarına baktığımızda ağırlıklı olarak Alevi ve Hıristiyan Araplar içinde faaliyet gösterdiklerini görürüz. Bu çalışmaların devlet güdümünde olduğunu söyleyebilecek verilere sahip değiliz; ama bu inanç gruplarının yürüttükleri çalışmaların devletin dönemsel çıkarlarıyla örtüştüğünü söyleyebiliriz. Bu eksende zımni bir anlaşmadan bahsedilebilir.

-X-
Dünden bugüne devrimci
güçlerin çalışma alanları:
Mahalleler:

Antakya'nın dört farklı mahalle tipinden bahsedilebilir:
Birincisi: kırsal bölgelerin çözülmesiyle şehirlere göç eden ve etnik dini yapısı büyük oranda Arap Alevi olan mahalleler; Armutlu, Sümerler gibi... Bu mahalleler gerek sınıfsal ve gerekse etnik dini baskılar nedeniyle çok güçlü bir muhalefet odağı idiler. Militan katılım geniş halk desteğiyle tamamlanıyordu.
Günümüzde Armutlu mahallesi aynı özelliğini taşımasına karşın, Sümerler mahallesi daha çok orta kesimlerin yerleşim alanı durumundadır.
Devlet özellikle Armutlu'da -yoğun devrimci potansiyel olması itibarıyla- her türlü kirli işi geliştirmeye çalışmaktadır. Çetecilik, uyuşturucu vb., bu ve benzeri mahallelerde cirit atmaktadır.
İkincisi: geçmişini büyük oranda esnaf, zanaatçılık ve küçük ticaretle sağlayan, dışardan pek göç almayan yerleşik şehir kültürü güçlü olan mahalleler. (Affan, Dirdyak mahalleleri gibi...) Bu mahalleler faşistlerin yoğun çalıştıkları mahallelere yakındılar ve temel sorunları can güvenliği idi. Bu mahallelerde yaşayanların çoğunun Arap ve Alevi olmaları nedeniyle sık sık saldırıya uğruyorlardı. Bunun yanında l970'li yıllarda uygulanan ekonomik politikadan etkilenmeleri ve yoksulluk sürecine girmelerine karşı tepki gösteriyorlardı. Temel sorunları can güvenliği sorunu olmakla birlikte, ekonomik, etnik, dinsel, kültürel baskının olması nedeniyle sisteme karşı muhalif mahalleler özelliğini taşıyorlardı.
Günümüzde bu mahallelerden yeni yerleşim alanlarına doğru hızlı bir göç yaşanmaktadır.
Üçüncüsü: Arap hıristiyanların yoğun olduğu, halkın ağırlıklı olarak ticaretle uğraştığı, bunun yanında esnaf ve zanaatçılıkla uğraştığı, Avrupa'da da bir çok kişinin çalıştığı, ağır baskılar hissedildiğinde Lübnan, Suriye ve Avrupa'ya kaçışın yoğun olduğu mahalleler. Cebrail ve Zenginler mahallelerinin bir kısmı... Dinsel baskının varlığı, sınıfsal konumlarını yitirme yönündeki gidişat gizli bir tepkiyi açığa çıkarıyordu. Halk yakın dönemin acılarının da etkisiyle -ilhak sonrası- çok dikkatli davranıyordu. Bu dikkat bugünlerde de kendini göstermektedir. Dikkatin temelinde resmi güçlerle açıktan çelişki içine girmeme ve doğrudan politikayla uğraşmama olarak kendini göstermektedir.
Dördüncüsü: gelişen kapitalizm nedeniyle kırsal alanlardan şehirlere göç eden ve etnik-dinsel yapısı kozmopolit olan yerler. Bu mahalleler devrimci örgütlenme açısından uygun bir zemine sahipti. Bu mahallelerde Arap, Kürt, Türk, Çerkez... yaşıyordu. Hemen hemen tüm devrimci yapılanmaların bu mahallelerde çalışması vardı.
Günümüzde de Altınözü-Reyhanlı Yolu üzeri, Samandağ yolu ile İskenderun Yolu üzerinde bu tür mahalleler yoğunlaşmıştır.

İşyerleri:
Antakya da fabrika denilebilecek sadece birkaç işyeri vardı. Bunlar içinde en önemlileri HATEKS ve Çırçır fabrikalarıydı. Burada işçiler diğer yerlere göre daha yoğun ve toplu olarak yaşıyorlardı ve çalışanların büyük bir kısmının kırsal alanlarla ilişkileri vardı.
Antakya da küçük ve orta işletmeler azımsanmayacak boyuttaydı. Dokuma, oto yedek parça, gıda, ayakkabı, makine yedek parça, yapım sanayi gibi alanlarda yoğunlaşmıştı. Buralarda yüzlerce işçi çalışmaktaydı. Çalışma koşullarının olumsuzluğu, küçük işyerlerinde çalışmanın dezavantajına karşın, ülkedeki genel hareketliliğin buraya yansımaları yaşanıyordu. Sanayi alanında devrimci yapıların sınırlı bir gücü vardı.
Küçük esnaf daha çok can güvenliği ve yoksullaşma süreci nedeniyle sisteme karşı tepkiliydi. Can güvenliği çelişkisi ağır basıyordu. Bu nedenle esnaf içerisinde ağırlıklı olarak diğer örgütlenmelere göre daha militan yapıya sahip devrimci yapılarda örgütlüydü. Etnik yapılar ağırlıklı olarak Arap Alevi, Arap Hıristyandı. Sünni-Arap ve Sünni-Türk olan esnaf ise daha çok sağ partilerde özellikle MHP de örgütlüydü.
12 Eylül sonrasındaki yapıda önemli bir değişiklik yaşanmıştır. Yukarıda belirttiğimiz alanlar büyük oranda korunmasına karşın özellikle dışa yönelik (büyük oranda Arap ülkelerine) ihracat ve ithalatın gelişmesi (bunun yanı sıra kaçakçılığın devlet tarafından bilinçli bir politika ile önünün açılması) yeni ve daha güçlü bir burjuva sınıfı ortaya çıkarmıştır. Bu yeni burjuva sınıfının etnik-dinsel yapısı büyük oranda Arap-Alevilerden oluşmaktadır.
Bu gelişme ile birlikte ambarlar denilen işyerleri ortaya çıkmıştır. Oldukça dağınık yüzlerce ambarda, binlerce işçi çalışmaya başlamıştır. Ambar işçileri örgütsüz, sendikasız, sosyal güvencelerden yoksun, düşük ücretle çalışan, işçi sirkülasyonunun yoğun olduğu yerler durumundadır. Burada çalışanların tamamına yakını genç kızlardan oluşmakta ve buradaki işe geçici bir iş gözüyle bakılmaktadır. Çalışanların büyük bir kısmı genel kültürel seviyenin düşük ve siyasal bilincin zayıf olduğu yakın köylerden getirilmektedir. Burada yapılacak çalışmalar işyeri üzerinden çok köyler üzerinden olmalıdır.

Okullar:
12 Eylül öncesinde tepkilerin en yoğun geliştiği yerler idiler. Antakya Merkez Lisesi, Kurtuluş Lisesi ve kısmen Antakya Lisesi öğrenci gençlik muhalefetinin başını çekiyordu. Daha yakından bakıldığında bunun doğrudan sınıfsal konumlarıyla bağlantılı olduğu görülür. Bu okullar ağırlıklı olarak köylerden ve yoksul emekçi gençliğinden oluşmaktaydı.
Yaşanılan yoksullaşmanın yanında anadillerinde eğitim görememe, dinsel-mezhepsel baskılarla birleşince tepkilerin yoğunluğu ve şiddeti artıyordu. Bunun sonucu okullarda ağırlıklı olarak bu tepkilere yanıt veren devrimci güçler bulunuyordu.
Günümüz koşullarında devrimci çalışma açısından daha açık olan okullar yukarıda belirttiğimiz çelişkileri kısmen barındıran okullardır. Yani daha çok köylü gençliğinin ve emekçi semtlerinin çevrelerindeki okullardır. Merkez, Harbiye, Kurtuluş, Serinyol, Samandağ Liseleri gibi.

DKÖ'ler ve Sendikalar:
12 Eylül öncesinde devrimci yapılanmaların çeşitli sendika ve DKÖ'de çalışmaları bulunuyordu. Devrimci Sağlık-İş, Genel-İş ve İplik-İş sendikalarıyla TÖB-DER, Memur-DER gibi öğretmen, memur örgütlenmeleri; HALKEVLERİ, Halk-Kültür Dernekleri ile, doğrudan yapılanmalarla anılan İGD, İKD, Devrimci İşçi Derneği (DİK-DER), Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği (YDGD) bulunuyordu. 12 Eylül öncesinde hepsinde önemli bir kitlesellik (kendini politik olarak gören) bulunuyordu. Şu anda ağırlıklı olarak kültür merkezleri üzerinden çalışmalar yürütülüyor.

Köyler:
Kırsal alan çalışmaları daha çok köy çalışmaları olarak görülüyordu. Ve daha çok Arap Alevi köyleriydi. Antakya'nın köyleri diğer illerdeki köylerden önemli farklılıklara sahip. Köyler şehir merkezine çok yakın ve nüfus olarak kabarık durumdadır. Günlük işler büyük oranda şehirle bağlantılıdır. Ve çalışmalar ağırlıklı olarak bu köylerde bulunuyordu. (Bir iki istisna ile Altınözü'nün Sünni ve Hıristiyan köyleriyle de sınırlı ilişkiler bulunuyordu.)
Köyler kaynama halindeydiler. Gelişen kapitalizm köydeki ekonomik ilişkileri çözmüş, yoğun bir nüfus geçinemez hale gelmiştir. Konumlarını kaybeden ve şehirlere göç etmeye başlayan nüfus sisteme karşı yoğun şekilde tepkiliydi.
Aynı dönemde can güvenliği ve dışlanmışlık olgusu çelişkileri had safhaya ulaştırıyordu.
Devrimci hareketler bu zemin üzerinde örgütleniyorlardı. Devrimci yapıların köylerde ikili çalışmaları vardı. Birincisi: dernekler üzerinden yürütülen çalışmalar. İkincisi: illegal temelde yapılan çalışmalar.
Arap Alevi köylerinin bir çoğunda köy kültür, halk dernekleri bulunuyordu.
Bu çalışmalardaki sınıfsal zemin ağırlıklı olarak küçük burjuvazi idi. Kısmen de yarı proleter ve proleterleri de kapsıyordu. Örneğin, mevsimlik işçiler arasında hiçbir yapının ciddi çalışmaları yoktu. Oysa tarım işçiliğinde, -narenciye, zeytin toplama, pamuk tarlalarında çalışma- binlerce insan çalışıyordu. Ağırlıklı olarak genç kızlar ve çocuklar çalışıyordu.
Bugün için Antakya'nın -şehir merkezinin- nüfusu 150 bin dolaylarında olmakla birlikte, merkez köylerle birlikte 350-400 bini bulmaktadır. Merkez köyler adeta şehrin kenar mahalleleri gibiler. Klasik kır olarak tanımlamak doğru değildir. Son on yılda bu köylerin tamamına yakını belde haline getirildiler. Bu köyler (beldeler) sınıfsal, etnik ve mezhepsel çelişkilerin en yoğun olduğu yerler içinde yer almaktadır. Bu nedenle köyleri kapsamayan bir Antakya çalışması eksik bir çalışmadır.

-XI-
Tarihsel ve konjonktürel durum devrimci güçlerin hangi zemin üzerinde neyi çözmeleri gerektiği noktasında önemli bir veri sunuyor. Sınıfsal, ulusal, kültürel, dinsel, mezhepsel olarak görünen çelişkilerin çoğunluğu devrimci çalışma açısından nesnelliği güçlendirici etki yapmaktadır. Devletin var olan sorunları çözme gücünün ve niyetinin olmadığını, tersine bu çelişkileri derinleştirerek egemenliğini sürdürmeye çalıştığını görmekteyiz. Son tahlilde devletin güdümündeki reformist yöntemlerle de çözümlenemez.
Sorunlar, bu nesnel zemin üzerinde örgütlenmeye çalışılan yeni inanç gruplarının 'zuhur edecek mehdi'nin, 'yeniden dünyaya gelecek İsa'nın gelişlerini beklemeyecek yoğunluk ve ivediliktedir.
İçinde yaşadığımız tarihsel konjonktürde Antakya bölgesinde ilginç bir durum ortaya çıkmıştır. Asimilasyon, yoğun baskı ve gelişen kapitalizm eski ilişkileri çözmede önemli mesafe almasına karşın, çözülenin yerine yenisini koyamamıştır. Yeni yetişen nesilin kendini nasıl ifade edeceği konusunda bir boşluk var; Arap mı, Türk mü, Alevi mi, Sünni mi?... Örneğin Arap olmadığını ifade etse, kendini Türk olarak ifade edemiyor, Alevilikle ilgili bağları zayıflasa da -dini formasyondan geçmeme, bayramlara sahip çıkmama vb.- kendini başka bir din ve mezhepten de saymıyor... Ekonomik alanda yaşanan entegrasyon kültürel, dinsel boyutlara sıçramamaktadır.
Ortaya çıkan boşluk beraberinde yeni eğilimleri açığa çıkarmaktadır. Devlet yukarıda belirttiğimiz gibi üç cepheden saldırarak boşluğu lehine doldurmaya çalışmaktadır. Yeni inanç grupları da bu zemin üzerine oturtulmaya çalışılmaktadır... Kürt mücadelesinin etkisiyle de Arap ve Alevi eğilimleri de güç kazanmaya başlamıştır.
Açığa çıkan boşluk ve yeni eğilimler daha genel sorunlardan da etkilenerek -reel sosyalizmin çözülmesiyle ortaya çıkan etnik hareketlenmeler, Kürt hareketinin ulusallık vurgusu, vb...- devrimci güçleri de etkilemeye başlamıştır. Bugün için Antakya'daki devrimci çalışmaları birkaç eğilimde toplamak mümkün gibi gözüküyor .
Birincisi: sınıfsallığı terk etmediğini belirtse de, sınıfsal ayrışmadan geçirmeden tüm Alevileri, tüm Arapları, Araplık ve Alevilik ekseninde örgütlemeye çalışan eğilim. Bu eğilim içerisindeki bir kesim reel sosyalizmin ulusal sorunu çözmediğini, bunun ana nedenini de farklı etnikleri kapsayan ortak bir örgütlülükten kaynaklandığını, çünkü bu örgütlenmenin ezen ulusun devrimcilerinin damgasını vurduğunu belirterek şu sonucu çıkartır. "Antakya'da Araplar bağımsız tarzda örgütlenmelidirler", "Antakya da sorunun çözümü bağımsız örgütlenmeden geçer" tarzda ifade edilebilecek bir kesimdir... Bu eğilim içinde değerlendirilebilecek ikinci kesimde de kuru bir Alevi ilericiliği görülmektedir. Alevilikle ilgili yazılarında, Alevi bayramlarıyla ilgili dağıttıkları bildirilerde Alevilik öylesine anlatılır ki, bunu yazanların devrimciler mi, Alevi şeyhleri mi olduğu karıştırılacak düzeydedir. Daha doğrusu, sanki Arap şeyhleri devrimci dergilere yazı göndermiş gibi, ya da yazdıkları bildiriler devrimci gençler tarafından dağıtılıyor hissine kapılabilinir.
İkincisi: Antakya'daki özgünlükleri dikkate almayan sınıf örgütlenmesi, 'sınıf çalışması' adına ulusal, dinsel, kültürel etkileri ihmal eden, bazı özgünlüklerin sınıf ve sınıf hareketi üzerindeki etkileri dikkate almayan eğilimdir. Bu eğilim 1980'lerin sonlarında ve 1990'ların başlarında çıkan yeni hareketler de görülmektedir.
Üçüncüsü: sınıfsal pusuladan/perspektiften sapmaksızın sınıfsal, ulusal, dinsel, mezhepsel etkilerin sınıf üzerindeki etkilerini dikkate alarak çalışma yürütmeye çalışan eğilim. Emek-sermaye çelişkisi temel olmakla birlikte dillerin yasaklanması, dinler, mezhepler ve kültürler üzerindeki baskılar ihmal edilebilecek çelişkiler olarak görülemez, geri planlara da atılamaz. İnsanları sadece ekonomik etkenlerle değerlendiremeyiz: Sadece üretim sürecindeki yeriyle de değerlendiremeyiz. Son tahlilde bu etkenlerin belirleyiciliği ne kadar tartışılmayacak kadar gerçek ise ulusal, kültürel, dinsel ve genel anlamda bilinç öğesiyle ilgili etkenlerin etkileyeceği -hem de aktif bir tarzda- de tartışılamayacak gerçeklerdir... İşçiyi üretimdeki konumu, evindeki, mahallesindeki konumu, dili ve inançlarıyla değerlendirmek zorundayız. Aksi bir yaklaşım ekonomizmi barındıran bir eğilimdir.
Birinci eğilimde saydığımız çalışmalar kaçınılmaz olarak milliyetçiliğe -ezilen ulus milliyetçiliği- ve Alevi şovenizmine varırken, ikinci eğilimde saydıklarımız keskin siyasi söylemlere karşın ekonomizmi aşamaz.
Dördüncüsü: yasal sol partilerin yürüttükleri çalışmalardır. Aralarında kimi farklılıklar olsa da hepsinin birleştikleri nokta, yakın ve orta bir gelecekte devrim beklenmediğine göre burjuva çeperde kalan bir demokrasi mücadelesi verilmesi gerektiğidir. Dillerin, kültürlerin kendilerini ifade edebilmeleri hakkı anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır... vb. Günlük hak arama mücadelesi devrime değil, sistem içi demokrasi mücadelesine bağlanmalıdır şeklinde ifade edilebilecek anlayıştır.

-XII -
12 Eylül öncesi açısından:
1-Devlet destekli çoğalan faşist saldırıların varlığının can güvenliği sorununu ortaya çıkarması,
2-Küçük ve orta üreticilerin, esnaf ve zanaatkarların yoksullaşmaya karşı gösterdikleri refleks,
3-Dinsel ve etnik baskıların yoğunlaşması ve çoğu zaman bunun açıkça yapılması, Antakya'yı patlamaya hazır bir saatli bomba durumuna getirmişti.
Bu yoğun ve hareketli zemin, devrimci hareketlerin örgütlenmesinin nesnel koşullarını güçlendiriyordu. Anadolu'nun her tarafında olduğu gibi açığa çıkan tepkiler devrimci hareketlere akıyordu. Bu zemin üzerine oturan radikal devrimci yapılar çok kısa zamanda önemli bir kitleselliği yakalamışlardı. Miting, cenaze ve hak taleplerinde binlerce insanı hareket ettirebilmekteydiler. Hareket ettirdiği kitle etnik, dinsel ve sınıfsal konumları heterojendi. Türk, Kürt, Arap Alevi, Arap Sünni, Arap Hıristiyanlardan, işçi, yoksul köylü, küçük esnaf ve zanaatkar... gibi kesimleri kapsıyordu. Can güvenliği sorununun yoğun olduğu yerlerde orta sınıflardan da destek görmüştür.

12 Eylül Sonrası açısından
1- Gerek Arap ülkeleriyle geliştirilen ticaret ve gerekse kaçakçılığın önünün açılmasıyla kısa zamanda türedi bir burjuva sınıf gelişmiştir. Ağırlıklı olarak bu sınıf Arap Alevilerinden oluşmaktaydı. Bu durum Arap Alevilerini sisteme bağlamanın bir yolu olarak geliştirildi.
2- Kapitalizm geliştiği tüm yerlerde kırsal alanlardan şehirlere doğru yoğun bir göç yaşanır. Antakya'da kapitalizm geliştikçe çözülen ilişkilerin açığa çıkarttığı işsizlik şehirdeki sanayi tarafından emilecek konumda değildi. Tam bu noktada Arabistan, Libya ve sonraları da Kıbrıs pazarı açığa çıkmıştır. İşsiz kalan, iş arayan kesimlerin çoğu işçi olarak Arabistan, Libya, Kıbrıs ve daha zayıf oranda Avrupa'ya gitmeye başladılar. Bu gelişme kırdan şehire -ya da daha farklı şehirlere- göçü sınırlandırmış, şehirleri saran büyük köylerin oluşmasına neden olmuştur.
3- Arap Alevi burjuvazisinin hızla gelişmesi ile yabancı ülkelere doğru yaşanan işçi göçü Antakya'daki sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesini sınırlandırmıştır. Bu durum sınıf mücadelesi üzerinde yumuşatıcı bir etkide bulunmaktadır.
4- Şüphesiz her şeye karşın Antakya'da emek sermaye çelişkisi belirleyicidir. Bunun yanında etnik ve dinsel-mezhepsel baskıların yoğunlaşarak devam etmesi -ki Antakya etnik ve dinsel-mezhepsel mozaik özelliği taşımaktadır- sisteme karşı tepkilerin birikmesine neden olmaktadır.
5-Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı Antakya'da sol potansiyel güçlü durumdadır. Ancak müdahalenin olmadığı yerde bu solculuk devlet tarafından yedeklenmektedir.
6- Tüm bunlardan çıkarılması gereken en temel sonuç devrimci çalışmanın sınıf merkezli olması gerektiği, ancak halklar ve ezilen mezhepleri ihmal etmemesi, devrimci sosyalistlerin onların ulusal demokratik ve diğer demokratik haklarının kararlı ve militan temsilcisi de olması gerektiğidir.

-XII-
Son olarak Sosyalist Barikat ve Halk Kültür Merkezleri çalışmasının hangi eksen üzerinde yürümesi gerektiği konusuna değinmek gerekiyor.
Devrimci Sosyalist Hareket ve Halk Kültür Merkezleri gücünü coğrafyamızın halklarından almaktadır. Coğrafyamız halklar mozaiğidir. Antakya bölgesi halklar açısından küçük bir laboratuvar ise, coğrafyamız büyük bir laboratuvardır. Antakya için söylediklerimizi coğrafyamız için, coğrafyamız için söylediklerimizi daraltarak Antakya için söyleyebiliriz. Coğrafyamız farklı kültürlerin, inanç gruplarının yaşam mekanıdır. Coğrafyamızda yaşayan kültürler, diller, inanç grupları asimilasyona, baskıya kimi zaman da kırıma maruz kalmışlardır... Devrimci Sosyalist Hareket'in çıkış gerekçelerinden biri de ezilen halklarımızın kendilerini ifade edebilmeleri için demokratik bir ortamın tesis edilmesi mücadelesidir.
Devrimci Sosyalist Hareket: halklarımızın proletarya öncülüğünde kurtuluş ufkunu ve gücünü ifade ediyor. Bu tüm ezilenlerin nihai kurtuluş mücadelesidir. Devrimci Sosyalist Hareket, insanların nihai kurtuluşlarının emeğin kurtuluş mücadelesiyle bağlantılı olduğunu, güncel hak mücadelelerinin bu mücadele perspektifiyle yürütülmesi gerektiğine inanır.
Bu çerçevede düşünüldüğünde Antakya da çalışmanın sınıf ve halk çalışması olarak görülmesi, bu eksende yürütülmesi gerekmektedir. Söylediklerimizi toparlayacak olursak.
1- Devrimci Sosyalist Hareketin Antakya çalışması, Antakya'nın yukarıda ortaya konan özgünlüklerini açığa çıkartıcı, bunları devrimci temelde ele alan içerikle geliştirmelidir. Ve Devrimci sosyalizmin birikimi, ideolojik, örgütsel ve pratik vb. bütün alanlarda bu özgünlükleri taşıyanlara ulaştırılmalıdır.

2- Ana dilde eğitim hakkını güçlü bir biçimde ifade etmelidir. Farklı dillerin varlığı ve Türkçe dışındakilerin baskı altında tutulmasına karşı çıkılmalıdır. Hiç kimse kendi ana dilini isteyerek seçmediğine ve dilin kendini geliştirme hakkının meşruluğu yanında uluslararası anlaşmalarla da kabul edildiğine göre, bu hakkın gerçekleştirilmesi mücadelesi yürütülmelidir.

3- Antakya ilhak edilmiş bir toprak parçasıdır. İlhak zora dayanmayı ifade eder. Bu dayatmayı ortadan kaldırmanın yolu burada yaşayan halkların kendi geleceklerini nasıl gerçekleştirmek istediklerinin kendilerine bırakılması hakkıdır. Antakya halkının ilhak nedeniyle böyle bir hakkı vardır. Bu hakkın hangi yönde kullanılacağı buradaki halkların kendi sorunu olarak görülmelidir ve dışardan yapılabilecek hiçbir dayatma kabul edilmemelidir. Devrimci Sosyalist Hareket kendi kaderini tayin hakkının tavizsiz, kararlı bir savunucusu olacaktır.

4- Devrimci Sosyalist Hareket farklı din ve mezhepler üzerindeki baskılara karşı çıkacak, bu doğrultudaki baskıların kaldırılması mücadelesini destekleyecektir.

5- Tüm coğrafyamızda olduğu gibi, Antakya'da da emek sermaye çelişkisi egemendir. Mücadele esas itibarıyla bu iki sınıf arasında cereyan etmektedir. Bu doğrultuda dünyadaki gelişmelerle, Antakya'daki özgünlüklerin sınıf mücadelesi üzerinde etkilerini saptamak ve bunları dikkate alarak örgütlemek bir zorunluluktur.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul