Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

E. Yavaş

Egemen sınıfın, ezilen sınıf üzerindeki baskı aygıtı olarak biçimlenen devlet, bu baskıyı değişik araçlarla bugüne değin sürdürmüştür. Bu araçlar içersinde fiziksel gücün yoğunlaştığı ordu, gelişimi içersinde araç olma işlevinden zaman zaman sıyrılarak devletin diğer baskı araçlarını gölgede bırakabilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi bakımından ordunun yeri ise her zaman klasik biçimlerin dışında olmuştur. Klasik sömürgelerin derme çatma askeri birliklerine benzemeyen bir yerden gelen Türk ordu geleneği, yüzlerce yıllık Osmanlı geleneğinin bir devamı olarak her zaman siyasi-toplumsal hayatta ciddi roller oynamış, hiçbir zaman siyasal iktidarlar tarafından yok sayılamamıştır. Özellikle 1946’dan sonra; yani Menderes dönemi ile birlikte yaşanan tartışmalar da bu durumu değiştirmemiştir. Bu tartışmalarda ordu kimine göre tu kaka kimine göre de T.C. devletinin yegane teminatıdır. Kimilerine göre, ordu olmasa şeriatçılar baş keser, ordu olmasa komünistler ülkeyi ele geçirir, ordu olmasa T.C ikiye belki de üçe, beşe bölünür; vatanın bütünlüğü ve selameti ordunun varlığındadır, vb. vb. Kimilerine göre ise ordunun politikadaki ağırlığı Türkiye’nin sivil gelişmesinin önünü kesmektedir. Ama sonuçta, bir politik-ekonomik odak olarak ordu her zaman ağırlığını korumuş ve üstelik bu kamuoyu tarafından da böylece kabul edilmiştir. Sütte leke vardır ama orduda leke olmaz gibi yoğun manüplasyonla halkın üzerinde oluşturulan bu düşünceler sistematiğinde ordu bugün, (kimilerinde yaşam koşullarının dayatması neticesinde kırılmalar olsa da) kutsal, dil uzatılmaz bir tabu haline gelmiştir.

Yeni Sömürge Türkiye’de Ordu
İkinci paylaşım savaşından sonra yeni-sömürgeci politikalar geliştiren emperyalizm, bu doğrultuda bağımlı ülkelerin bütün kurumları gibi ordu kurumunu da yeniden şekillendirmiştir. Şüphesiz bu, özgün durumlara bağlı olarak gelişen bir süreç olmuştur. Ciddi bir ordu, hatta devlet deneyimine sahip olmayan bazı Afrika ya da Latin Amerika ülkelerinde sıfır noktasından başlayarak kukla ordular yaratmak daha kolay gerçekleşirken, Türkiye gibi bazı ülkelerde geçiş süreçleri daha uzun sürmüş, klasik baskıcı ordu mekanizmalarının yeni-sömürge koşullarına daha fazla uyumu için ekonomik operasyonlar da gerekmiştir. Özellikle 1950’ler sonrası bu konuda birinci dönüm noktasıdır. Bu süreçte yapılan ikili anlaşmalarla, akın akın gelen ABD’li danışmanlarla ordunun yapısı yeniden elden geçirilmiş, hatta dönemin Orhan Erkanlı gibi bazı emekli subaylarının anılarında “Amerikalı çavuşların Türk generallere akıl fikir verdikleri” diye yazdıkları, ABD ordu talimatlarının aynen tercüme edilerek yayınlandığı dönemler yaşanmıştır. Anlaşmalarla Türk ordusunun teçhizat ve malzeme yapısı da ABD ordusunun standartlarına bağlanmış, hatta bir ara “bir iç savaş ordusunun ayrıntılı eğitimlere ihtiyacı yoktur” denilerek Harp Okulları’nın eğitim sürecinin iki yıla indirilmesi de dayatılmış, ancak ordu tarafından kabul edilmemiştir. Yine de bu süreç, ordunun ABD güdümüne sokulması yolunda en ciddi adımların atıldığı, işin yarısının tamamlandığı yıllardır, ki Kore olayı ve daha sonraki dönemlerin uygulamaları bunun açık örnekleridir.
Ancak yine de bu süreç sancısız değildir; toplumsal ayrıcalıklar ve ekonomik rantlar açısından henüz yeterince tatmin edilemeyen ordu mekanizması, uzun süre sistemle tam olarak bütünleşememiş, özellikle alt kesimleri açısından problemli bir kategori olarak varlığını sürdürmüştür.
1960’lardan sonra başlatılan OYAK projesi, 1970’ler boyunca belli bir noktaya ulaştığında ise artık sıra işin diğer yarısındadır; idari ve ideolojik-politik olarak, eğitim ve kültür olarak kat edilen mesafe bu aşamada ekonomik araçlarla da tamamlanmıştır. “Üstelik bu adım, yeni-sömürgecilik politikalarına da uygun olarak atılmış ve ordu yardımlaşma kurumu (OYAK) adıyla kurulan şirketin ilk yatırımı, bir ABD şirketi olan Goodyear lastik fabrikasının ortaklığı olmuştur”. (S. Barikat, Sayı: 12)
Böylece adım adım Türkiye’nin en büyük beşinci holdingi olan kocaman bir güç yaratılmıştır. Bütün ordu mensuplarının maaşlarının %10’unun aktığı bu büyük ekonomik güç, böylece Türkiye’deki hiçbir tekelci gruba nasip olmayan bir nakit para fonuna sahip olmuş, dolayısıyla krizlerden de çok fazla etkilenmeyen bir noktaya ulaşmıştır. 2001’deki ekonomik krizden hiç etkilenmediklerini açıklayan OYAK Genel Müdürü’nün “biz bu sürece daha önceden hazırlıklıydık” demesi aslında çok da gerekli olmayan bir itiraftır. Arkasında yarım milyona yakın silahlı kuvveti olan başka hiçbir sermaye kurumu Türkiye’de yoktur, böyle bir ortamda sermaye ile ilgili çıkabilecek krizlerden bu kurumu haberdar etmeyecek bir ekonomi bürokratı düşünülemez bile...
Ayrıca hepsi bu kadar da değil.
Devlet bütçe görüşmelerinde hiç tartışılmadan kabul edilen tek bütçe ordununkidir. Ve bu ayrılan paranın nasıl, ne şekilde kullanıldığı konusunda kimse hesap sormak gibi bir zahmete katlanmaz. Böyle bir girişimde bulunanlar da sıkıntıya gireceklerini bilirler. Bu arada devasa askeri projeler, tank-uçak-helikopter alımları, ordunun denetimindeki fabrikalarda süren üretim ve dağıtım, sorgusuz sualsiz yapılır. Savaş ise bu işler için bulunmaz bir nimettir. Çünkü savaş ortamında kimse hiçbir şeyi sorgulamaz, ülkenin bütün yatırımları kısıtlanır ve kaynakların büyük bir kısmı doğrudan orduya aktarılır. 1984 sonrasında gelişen gerilla hareketine karşı verilen savaş süreci ordunun en fazla palazlandığı ve sermaye ile hızlı bir şekilde bütünleştiği bir süreç olarak tarihteki yerini almıştır. Hatta hatırlanacaktır, bir dönemin başbakanı Tansu Çiller’in ordudan çok polis teşkilatının güçlendirilmesine yoğunlaşması, ordu içinde homurdanmaların yükselmesine sebep olmuştur. Hemen generaller tarafından açıklamalar yapılmaya başlanmış, “polisin elinde olan silahlar orduda bile yok” gibi cümleler gazetelerde manşet olmuştur. Ordunun halkın gözünde değerinin düşmesini istemeyen sermayedarların ve sözde parlamentodaki muhalefetin bastırmasıyla hükümet üzerinde baskı oluşturulmuş ve ordunun önlenemez yükselişi daha da hızlanmıştır. Çünkü böylece Genelkurmay yalnızca birlikleri yöneten bir askeri birim olmaktan çıkmakta, bir tür holding yönetimi gibi davranmaktadır.
Sonuçta gelinen noktada artık ekonomik çıkarları ve düşünme tarzı açısından neoliberal kapitalizme bağlı, eğitim ve organizasyonu bakımından da ABD’ye bağlı olan, yani tamamen sistem cephesinde yerini almış bulunan bir ordu mekanizması vardır.
Ama bir yanda bütün bunlar olurken, diğer yanda otogarlardan gürültüyle uğurlanan genç insanların cenazeleri gelmekte, geriye sağ dönenler ise ciddi ruhsal hastalıklarla boğuşmaktadır. Mehmetçiğin kahramanlıkları, vatanın bölünmez bütünlüğü, “Türkün Türkten başka dostu yoktur” gibi düşüncelerle beyinleri yoğrulan gençler savaş içersinde insanlıktan çıkmakta, ölüm makinelerine dönüşmekte ve Türkiye’nin bir kuşağı sakatlanmaktadır.
Üstelik bu “terörle mücadele” sürecinin de o kadar temiz olmadığı sonradan açığa çıkacaktı. Savaş sürecinde Türkiye uyuşturucu tacirlerinin en rahat hareket ettiği ülke haline döndüğü, çoğu kez OHAL bölgesinin bir rahat geçiş bölgesi olduğu ve işin içinde alt ve üst düzeylerden ordu mensuplarının da olduğu artık bilinmeyen sırlar değil.

Neye Göre Temizlik?
Geçtiğimiz günlerde televizyonlarda, gazetelerde şişirilerek verilen habere göre kamuoyunda yapılan anket neticesinde en güvenilir devlet kurumlarının arasında ordu yine başı çekmekteydi.
Kuşkusuz anket sonuçları kitleler arasındaki genel bir eğilimi yansıtmaktadır. Ama bu eğilim neye göre oluşmaktadır sorusunun yanıtı son derece önemlidir. Halk “en güvenilir kurum” olan ordu hakkında ne bilmektedir? Kendilerine sunulanın dışında hiçbir şey... Yani bir ülkede, güç odakları karşısında secdeye kapanıp dalkavukluk yapmayan, bu güç odaklarına ihaleler ve ticari anlaşmalarla bağlı olmayan çok ciddi bir medya ağı varsa ve bu medya hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün kurumlardaki alım-satım, ihale, vb. işlerini mercek altına alıyorsa, o zaman bir kurumun ne kadar temiz olduğu-olmadığı tartışılabilir. Ama bütün bunlar yoksa ve hatta tam tersi söz konusuysa, her türlü anket, yalnızca varsayım ve bilgisizlik üzerine inşa edilebilir.
Peki bu çerçevede, orduda son aylarda yapılan yargılamalar nasıl yorumlanabilir? Bu, gerçekten de basının gösteremediği cesareti ordunun göstermesi midir? Hatırlanacağı gibi, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral İlhami Erdil, eşi ve kızıyla birlikte geçen günlerde askeri mahkeme karşısına çıktı. Ardından, Özel Kuvvetler Komutanlığı Gölbaşı tesislerinin inşaatında yolsuzluk yapıldığı iddiası ile açılan, yüklenici firmanın sahibi Ali Osman Özmen ile 11’i görevde 23 subay ve 16 sivilin sanık olduğu davanın duruşması başladı. Bu davayla bağlantılı olarak da Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri emekli Orgeneral Tuncer Kılınç’ın, yüklenici Özmen’den, ev almak amacıyla 150 bin dolar “borç” aldığı; üzerinden üç yıl geçmesine rağmen bu “borcun” henüz ödenmediği ortaya çıktı.
Peki Ali Osman Özmen kimdir? Bütün servetini ordu ve NATO ihalelerinden yapmış olan bu müteahhit, nasıl olmuş da birdenbire “güvenilmez”ler listesine hızla girmiştir? İhale verdiği kişinin yedi ceddini araştıran ordu, bu dolandırıcıyı daha önce neden keşfetmemiştir? Ve nihayet asıl soru: Bu bir temizlik operasyonu mu yoksa Özmen hegemonyasının yıkılması ve başkalarına yer açılması operasyonu mudur?
Bütün bunlar karanlıktadır. “TSK’nın yolsuzluklara başkaldırdığı”, “ordu içindeki yolsuzlukla ilgili kararlı mücadelenin sivillere örnek olması gerektiği” manşetlerini atan medya patronlarının gelecekle ilgili hesapları da karanlıktadır.
Kesin olan şey ise şudur: Filistin Halkını soykırıma uğratan İsrailli katillerle tank ihalelerini gerçekleştiren, BOP’un uygulayıcısı olmaya hazırlanan, Afganistan’da ABD işgalcileri adına “düzeni sağlayan” ordu, yalnızca emperyalistlerle değil, neoliberal kapitalist işleyişle de iç içedir ve bu iç içeliğin “temiz” bir ortamda gerçekleşmesi düşünülemez. Yolsuzluk ve rüşvet, kapitalizmin ayrılmaz bir parçası ve hayat kaynaklarından biridir ve bu sistem, dokunduğu her yeri çürütür, bozar.
Hangi kurumda olursa olsun yolsuzluk batağının kurutulmasının tek yolu ise halkın mücadelesiyle bu kokuşmuş düzenin sona erdirilmesidir.


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul