Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Seyhan

Giriş
Bir ülkede ekonominin büyüme hızı artarken aynı anda nasıl işsizlik ve yoksulluk da artabilir? “Bütün göstergeler iyi” ise eğer, “her şey yolunda” deniliyorsa, nasıl olup da insanlar, yani somut insanlar, emekçiler, bunu hissetmezler? Ya da aynı soruyu başka türlü sorarsak, tek bir somut durum, nasıl olup da aynı ülkede yaşayan insanlar için farklı farklı anlamlar ifade edebilir?
Neoliberal zamanların en “derin” muamması bu. Ya da “muamma” gibi görünüyor. Piyasa düzenine bütün yüreğiyle (ve tabii cebiyle!) bağlı olan medya maymunu iktisatçılar “büyüme hızını” öve öve bitiremiyorlar, aykırı ses çıkaranları hemen tasfiye ediyorlar; ama aynı adamlar arada sırada da şöyle itiraflarda bulunmaktan kendilerini alamıyorlar: “Evet ekonomik durum iyi ama işsizlik hâlâ bir sorun olmaya devam ediyor...”
Yani aslında ortada o kadar da karışık bir durum yok; bütün sorun olup bitenlere nereden bakıldığıyla ilgili: Burjuva medyanın bizi içine kapattığı “çoğul düşünme”nin deli gömleğinden biraz kurtulduğumuzda, “ekonomik göstergeler” gibi ahmakça laflardan yakamızı sıyırdığımızda ve “kimin için iyi-kimin için kötü” sorularını sorduğumuzda tabloyu anlamak pekala mümkün görünüyor.
Kimin için iyi? Kimin için kötü?
Bu ikili soru, doğrudan doğruya sınıfsal bir sorudur ve sorunu anlamanın anahtarıdır.
Bir işçi ailesinin bütün yıl boyunca harcadığı parayı bir akşam yemeğinde masada bırakıp kalkanlar için durum “iyi”dir. Geçtiğimiz günlerde AKP hükümeti için “umduğumuzdan çok daha iyi çıktı” diyen Erol Sabancı, bu sınıftandır örneğin. Her seferinde her hükümetten bir şeyler uman ve bir türlü umduğunu bulamayan milyonlarca insan için ise “iyi” kavramı bir anlam ifade etmemektedir. Sokaklarda işsiz güçsüz dolanmak zorunda olanlar, bu “iyi”liği bir türlü anlayamıyorlar.
Oysa az sonra göreceğimiz gibi, aslında bu ikisi bir bütündür ve aynı anlama gelmektedir. Neoliberal vahşi kapitalizmin “gelişmesi” ile milyonların işsizliği ve yoksulluğu tek bir sürecin parçalarıdırlar; ya da başka bir deyişle bu “gelişme” zaten milyonlarca insanın işsizliği ve yoksulluğu üzerine kuruludur.

Kapitalizm ve İşsizlik
Esasen kapitalizm, her zaman böyle bir çelişkiyle birlikte var olmuştur; onun gelişmesinin her aşaması sermaye sahipleri için ve sömürülen emekçiler için başka başka anlamlar ifade etmiştir. Her vardiya bitiş düdüğü emekçilerin ürettiği değerin paylaşımının özel bir biçiminin ilanı olmuş, emekçiler için bu bölüşüm “ancak ertesi gün işe gelmelerini sağlayacak kadar” bir ücret anlamına gelirken, patronlar için ise alınteri üzerinden elde edilen artı-değerin biraz daha artışına denk düşmüştür. Hangi özgün biçimlerin ve demagojik açıklamaların ardına gizlenirse gizlensin bu her zaman düpedüz bir soygun ve hırsızlıktır.
Özel olarak işsizlik sorununa geldiğimizde ise, bir üretim ve bölüşüm tarzı olarak kapitalizmin her zaman bir işsizler ordusu ile birlikte var olduğu bizim söylememizi gerektirmeyecek kadar açık, bilinen bir gerçekliktir. İşsizliğin şu ya da bu düzeyde var olmadığı bir kapitalist ülke tarihin kayıtlarında bulunmamaktadır; nerede kapitalizm varsa orada mutlaka sokakta işsiz-güçsüz dolanıp duran yığınlar vardır ve zaten kapitalist kârın beslenme noktalarından biri de budur. Kâr oranlarının sürekli olarak yüksekte tutulması için üretimdeki emek maliyetinin düşürülmesi, yani işgücünün fiyatının en alt seviyede tutulması her zaman bu ordunun kapıda hazır bekletilmesiyle mümkün olmuştur.
Bu anlamda, toplumsal bir sorun olarak işsizlik olgusu, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan bir şeydir. İşsizlik, yalnızca bir “iş yapmama” hali değildir. Feodal ekonomi içersinde zaman zaman son derece atıl bir noktaya itilerek üretim yapamaz hale gelen köylü ya da zaten elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan aristokrat toprak beyi, onun ailesi, vb. tanım itibarıyla üretimin dışında olsalar da “işsiz” değillerdir. Bu, doğrudan yoksullukla ilgili bir olgu da değildir zaten. Ortaçağın korkunç yoksulluk ve salgın hastalık dönemlerinde açlıktan kırılan yüz binlerce köylü, yaşadıkları bütün sefalete karşın bugün bildiğimiz anlamda “işsizler ordusu” değillerdir; çünkü onlar işçi değillerdir. Ancak kapitalizmin ortaya çıkmasıyladır ki, topraktan kopan ve gerçek anlamda “özgür” emekçi haline dönüşen işçi kitleleri için bu kavramdan söz edilebilir. Çünkü bu noktada karşımızda tarihte ilk kez, elinde kalan tek varlığı olan işgücünü pazara çıkaran “özgür” işçi vardır ve artık onun için mevsimlere, yağmurlara, salgın hastalıklara değil, üretim sisteminin işleyişine bağlı olarak ortaya çıkan bir “iş bulma-bulamama” durumu söz konusudur.
Aslında yüzeysel bir bakış açısıyla bakarsak, mümkün olduğunca kâr elde etmeyi ve bunun için mümkün olduğunca fazla üretim yapmayı isteyecek olan kapitalist için, işsizlik akıldışı gibi görünür. Safdil bir mantıkla “ne kadar üretim, ne kadar işçi, o kadar artı-değer ve kâr” diyebiliriz. Ama bu kurgu pratikte bir anlam ifade etmez; çünkü yine kâr dürtüsünden dolayı, toplam artı-değerin ve ortalama kâr oranlarının sürekli olarak yükseltilmesi zorunluluğu, üretim maliyetinde ücretlerin payının azaltılmasını, daha az işçiyle daha çok iş yapılmasını zorunlu kılar.
Yani çoğu kez emekçilerin kandırılmasında büyük role sahip olan akıl ve mantık ölçüleri, kapitalist üretim için geçerli değildir. Örneğin “bir kapitalist sonuçta ürettiği malı satmak zorundadır, dolayısıyla toplumdaki herkesin belli bir gelire sahip olmasını ister, milyonlarca işsiz ne satın alabilir ki” diye bir kurgu yaptığımızda, yine her şey çok mantıklı görünür ama zaten kapitalizmin en öldürücü çelişkileri de bunlardır. Kâr elde etmek için mantıken ürünlerini satmak zorunda olan kapitalist, diğer yandan birim başına kâr oranını yüksekte tutmak için fabrikasını bir hayır kurumu gibi değil, mümkün olan en yüksek verimle çalıştırmak zorundadır ve bunun anlamı da yine ücretlerin düşük tutulması, mümkün olan en az işçiyle işlerin yürütülmesi demektir. Sistemin sürekli krizler içinde debelenmesinin nedeni de budur.
Üstelik, söz konusu olan da tek bir kapitalist değil, bir sistemdir ve bu durum bütün bireysel niyet ve iyilik-kötülük kavramlarını dışlar. Kapitalizm, kendisinden önceki diğer üretim biçimlerine göre oldukça dinamik, devingen bir üretim ilişkisidir. Sürekli değişim/gelişim halindedir. Bunu yapmaya mecburdur. Herhangi bir sektörde üretim yapan bir kapitalist işletme, yeni üretim teknikleri, yeni teknolojiler, artı-değeri arttırıcı yeni çalışma koşullarını geliştirmezse, bunları geliştiren diğer rakipleri tarafından yutulacağı için bu alanlarda ilerlemeler yapmak zorundadır. Esasında aynı süreç tekelci kapitalizm aşamasında da işler, rekabet devam eder. Bu kez bir pazarda tekel oluşturan bir tekelci kapitalist, yeni teknikler/teknolojiler geliştirip kendi alanına yatırım yapabilecek olan diğer tekelci kapitalistler tarafından yutulma tehlikesine karşı aynı şeyleri yapmak zorundadır.
Daha ileri üretim tekniği dediğimiz şeyin somut anlamı ise artı-değerin artırılmasıdır. Herhangi bir kapitalist için bunu sağlamayan bir teknik gelişmenin hiçbir anlamı-değeri yoktur. Bu ise aynı metanın daha az işgücüyle üretilmesidir ki, böyle bir sürecin nihai olarak yaratacağı sonuç çalıştırılan işçi sayısındaki azalmadır. Böylece işçi sınıfının işsizleri de kapsayan toplam kitlesi azalmaz, hatta artan nüfusla birlikte toplumun çalışan, çalışarak hayatını kazanabilen kesimi sayıca artar bile; ama artık çalışanların yanında gitgide büyüyen bir işsizler ordusu da vardır. Böylelikle işsizlik olgusu kaçınılmaz olarak, kapitalizmin işleyiş yasaları gereği ortaya çıkar.
Öte yandan bu işçiler, bir defa tarımsal üretimden, zanaatçılıktan koparılmıştır ve artık yeniden oraya dönemezler. Yapabilecekleri tek şey yine işçiliktir. Yeni iş alanları açılana kadar işsiz olarak kalmak zorundadırlar.
Özellikle kapitalizmin ilk ortaya çıktığı süreçte işgücü ihtiyacı yoğundur. Kırsal alandaki kitleleri feodal boyunduruktan kurtararak özgür işgücü haline getirmek bu dönemde aynı zamanda siyasal bir olgudur. Ancak kapitalist üretim tarzı gelişip oturdukça artık durum değişir ve ihtiyaçtan fazla işgücü arzı kapitalist için üretim maliyetini düşürmenin bir aracı haline gelir. Kuşkusuz, her şeye rağmen kapitalizmin gelişimi, yeni yatırım alanlarının açılması vb. mutlak işçi sayısının sürekli olarak artmasına yol açar. Artı-değer sömürüsü üzerinden oluşan sermaye birikimi, sürekli olarak kendine yeni değerlenme (yatırım) alanları açmak zorundadır. Çünkü olduğu yerde, yatırıma dönüşmeden duran paranın, başka bir ifadeyle sermayeye dönüşmeyen paranın, kapitalist sisteme zararı vardır, yararı yoktur. Stok oluşturan tüm diğer metalar gibi, özel bir meta olan paranın stoku da zarar demektir ve yeniden dolaşıma girip artı-değer ürettikçe, sermaye haline geldikçe kapitalist için bir anlamı vardır. Bu zorunluluk da işçi sayısının artmasına yol açar. Ancak bu artış görelidir. Yapılan değişmeyen (sabit) sermaye (fabrika, makine, tesis, bina vb.) miktarındaki artışla oranlandığında, çok daha düşük bir oranda artar. Bu da mutlak işçi sayısındaki artışa rağmen işsizliğin artmasının bir diğer nedenidir.
“Emekçi artı-nüfus [işsizler-b.n.], birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu artı-nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu artı-nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu oluşturur ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi, tümüyle sermayeye aittir. Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu artı-nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır, bir insan malzemesi kitlesi yaratır.” (Kapital, s: 648) Ancak Marks’ın sözünü ettiği bu ordunun tüm masrafları, ne yazık ki yine işçiler tarafından karşılanır. Onları işsiz bırakan kapitalistler, sanki bunda hiçbir sorumlulukları yokmuşçasına bu insanların geçimiyle, bir tehlike oluşturmadıkları sürece hiçbir şekilde ilgilenmez.
Kapitalistler için bu yedek sanayi ordusunun bir diğer avantajı da şudur: Yeni bir yatırım alanının açılması durumunda bu yeni yatırım alanı, işgücü piyasasında bir talep yaratır. İşte bu durumda kendi ellerinde bulunan işgücünün bu yeni sektöre kaymasıyla oluşacak bir boşluktan kendilerine korumak için böyle bir yedek sanayi ordusunun her zaman el altında bulundurulur. Aynı zamanda işsizler ordusu, böylesi bir durumda işgücü fiyatlarının yükselmesini önlemek için de gereklidir.
Çalıştırdıkları işçiler üzerinde işsizler ordusunun yarattığı psikolojik baskılanmayı ustaca kullanan kapitalistler, bu tehdit aracılığıyla tüm sömürüyü artırma yöntemlerini işçilere dayatırlar. Bu durumda ortaya çıkan aşırı çalışma ise yine işsizliği artıran bir etken olarak ortaya çıkar.
“Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı-çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı-çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı-çalışmayla diğer kesimi zorunlu bir işsizliğe mahkum etmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı zamanda da, yedek sanayi ordusu üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır. “ (Kapital s.652-653)
Marks’ın sözlerinden de anlaşılacağı gibi, kapitalistler zenginleştikçe, kapitalist toplumsal birikim büyüdükçe işsizlik de aynı oranda artar. İşsizliğin artması, kapitalist ekonominin dengeleri açısından zorunluluktur. Bu dengelemenin nasıl gerçekleştiğini yine Marx’tan okuyalım: “Yedek sanayi ordusu, duraklama ve ortalama gönenç dönemlerinde faal emek-ordusunu baskı altında tutar, aşırı-üretim ve coşkunluk dönemlerinde bu faal ordunun isteklerini dizginler. İşte bu nedenle, nispi artı-nüfus [işsizler-b.n.], emeğin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü eksendir. Nispi artı-nüfus, bu yasanın geçerlik alanını, sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde uyan sınırlar içersinde tutar.” (Kapital c:1, s:655)
Öte yandan, sermayenin yeni üretim tekniklerini geliştirme zorunluluğu giderek nitelikli işgücüne duyulan ihtiyacın azalması sonucunu doğurur; artık yeni geliştirilen makineleri çok az el becerisine sahip ya da hiçbir beceriye sahip olmayan işçiler de çalıştırabilir. Hatta bu makineler çok daha az bir kol gücüyle, işgücü pazarında her zaman daha ucuza satın alınabilecek olan deneyimsiz işçilerce, kadınlar ve çocuklar tarafından da çalıştırılabilir. Kadın ve çocuk emeğinin de bu şekilde işgücü pazarına eklenmesiyle birlikte işsizlik daha da artar. “Sermaye daima çok sayıda genç emekçi, az sayıda yetişkin emekçi ister.” (Kapital s:658)
Kapitalizmin artan gelişim hızı, böylece bir makinenin yenisiyle değiştirilmesi için gereken zamanı kısalttığı gibi işçileri de hızla tüketir; onları üretime ve hayata karşı iyice yabancılaştırır ve ezer. Kapitalistler için herhangi bir üretim girdisinden farklı olmayan işgücünün “tüketilmesi” de üretim döngüsünün hızına çok yakından bağlıdır. “Emek-gücünün sermaye tarafından tüketilmesi o kadar hızlıdır ki, emekçi, yaşamının daha yarısında iken aşağı yukarı bütün ömrünü tüketmiş gibidir. Bu emekçi, ya fazlalıkların arasına katılır, ya da ıskalanın üst basamağından alt basamağına indirilir. (...) İşçi kuşaklarının hızla yenilenmeleri gerekir (bu yasa, nüfusun öteki sınıfları için geçerli değildir). Bu toplumsal gereksinme, büyük sanayi işçilerinin, içinde yaşadıkları koşulların zorunlu bir sonucu olan erken evlenmeler ve çocukların sömürülmelerinin, bunların üretilmelerini kârlı bir iş haline getirmesiyle karşılanır.” (Kapital, s: 658)
Ve nihayet tarımda kapitalizmin gelişmesi, kırsal alanın himayeci ilişkilerini çözdükçe işsiz kitlelerini yığınlar halinde kentlere akıtır ve daha düşük ücretlere, daha kötü koşullara katlanmaya hazır olan bu devasa kitleler hem ücretlerin aşağı çekilmesine hem de mevcut çalışan kitlenin yığınlar halinde işsizlik kervanına katılmasına neden olur. Ve bu kez artık kimsenin yeniden tarım alanında iş bulma ya da eski feodal koruma altına sığınma şansı da yoktur. Kalifiye işçiye olan ihtiyacın azalmasıyla birlikte aynı sürece geçici işçiler ve ev işçiliği de girdiğinde, kapitalist bakım masraflarını hiçbir biçimde üstlenmediği bu büyük kitle sayesinde emek piyasasını istediği gibi yönlendirebilir hale gelir.

Klasik İşsizlik Olgusundan “Kronik” İşsizliğe ve “Mutlak” İşsizliğe Geçiş
Ancak kapitalizmin seyri, hem sistemin sömürü ve hegemonya biçimleri açısından, hem de işçi sınıfı ve onun işsizlerden oluşan kesimi açısından düz bir çizgi izlemez. Özellikle rekabetçi dönem, büyük ölçüde Marks’ın “yedek sanayi ordusu” olarak tanımladığı klasik işsizlik biçimiyle karakterize olur. Bu dönemin kapitalizmi, teorik olarak “tam istihdam” kuralını temel alır. Kuşkusuz çalışabilecek nüfusun tümünün eksiksiz olarak iş bulabildiği bir durum hiçbir zaman yakalanamaz ama kapitalizmin hızlı gelişme temposu, bir alanda boşa çıkardığı işçi kitlesini bir başka alandaki gelişmeye bağlı olarak yeniden yakalayıp istihdam edebilir. Gitgide büyüyen bir işsizler ordusu vardır ama bu kitle çok dinamik ve akışkandır. Kapitalist üretimin devrevi bunalımlarına bağlı olarak çöküntü evrelerinde büyük işsiz kitleleri sokaklara dökülürken işler yeniden açılıp belli bir canlanma ve refah noktasına doğru gidildiğinde, ortalık bir süreliğine de olsa kocaman bir şantiyeye döndüğünde işsizlikte de belli bir azalma görülür; en azından umutlar yeniden canlanır. Durum, tamamen tıkanmış ve iflah olmaz bir kangren gibi görünmez. Hatta bu dönem, sınıfsal sıçramaları bile kısmen mümkün kılan özellikler taşır; atölyeden patronluğa yükseliş efsanelerinin önemli bölümü de bu sürece aittir.
Tekelci kapitalist dönem ise, kapitalist üretim tarzının bunalımının genel ve sürekli hale gelmesi anlamını taşır ki, bu da yaygın benzetmeyle söylersek artık hastanın yatağa bağlanması, arada sırada canlanma belirtileri gösterse de hiçbir zaman tam olarak iyileşememesi demektir. Emperyalist kapitalizmin asalak niteliğiyle üretici güçlerin önünü tıkaması kuşkusuz tarihsel boyutta bir anlam ifade eder ve kapitalist üretim yine yeni teknolojik atılımlarla gelişim gösterir ama artık dünyanın paylaşılmış olduğu koşullarda sistemin kaderi pazarların ritmine bağlanmıştır ve üstelik bu kez bütün kapitalist ekonomiler bir zincirin halkaları gibi dünya çapında birbirine bağlanmış haldedir. Pıtrak gibi adeta yerden fışkıran yeni işletmeler ve sınıf atlama dönemi tarihsel olarak kapanmış ve tekellerin hem ekonomi alanını hem de bütün toplumsal hayatı bir balçık gibi kapladığı yeni bir dönem başlamıştır. Eşitsiz gelişme hem tekeller arasında, hem de emperyalist ülkeler bağlamında hükmünü sürdürmektedir ve kapitalizm bütün atılımlarına karşın en yıkıcı ve ölümcül aşamasına varmıştır. Bu aşamada sözünü ettiğimiz şey, artık “kronik işsizlik”tir ve tam istihdam neredeyse hayal gibidir. 20. yüzyıl boyunca böyle bir durumun kısmen görülebildiği tek istisna, II. Paylaşım Savaşı koşullarındaki ABD ekonomisidir, ki bu da 11 milyon insan savaş nedeniyle askerde iken özellikle kadınların işgücüne çekilmesiyle gerçekleşebilmiştir. Geriye kalan zamanlar ise başta 1929 Buhranı olmak üzere birbiri ardına patlayarak sistemi sarsan, milyonlarca insanı sokağa ve sonra da savaşa iten krizlerle doludur. Bu anlamda her paylaşım savaşından sonra büyük yıkım tabloları üzerinden başlatılan yeniden inşa hamleleri de uzun vadeli rahatlamalar yaratabilmiş değildir. Doğrusu 1929 sonrasında ABD’de uygulanan New Deal politikalarını bir yana koyarsak, 20 yüzyıl boyunca emperyalist dünyanın (özellikle Avrupa kıtasında) işsizliğe ve krize karşı bulduğu en çarpıcı çözüm, faşizm olmuştur. Bütün toplumun “askerileştirilmesi”ne dayanan Nazi politikası, 20. yüzyıl boyunca işsizlik sorununa bulunmuş en “harika”(!) çözüm olmuştur. Böylece çoğu işsiz milyonlarca insan bir “iş” (yani üniforma) sahibi yapılmış, ellerine bir “üretim aracı” (yani silah) verilmiş ve sonra da fiziki olarak yok edilmiştir! Ancak bu kadar büyük bir yetişkin insan kitlesinin kırımı bile, bu kadar büyük bir işgücü ziyanı bile, emperyalist sistemin bu konudaki anarşik yapısını ortadan kaldırmamış, daha savaşın bitiminden birkaç yıl sonra işsiz kitleleri metropol kaldırımlarını arşınlamaya başlamıştır.
Ancak savaş sonrası dönemin en önemli özelliklerinden biri, belli başlı emperyalist ülkelerin, özellikle de Avrupa’dakilerin, birkaç faktörden ötürü sosyal dengeleri gözetmeleridir. Bu dönem tabii ki, bir inşa dönemidir; savaş sırasında değersizleşmiş olan sermayenin yeniden üretilmesi zaten belli bir ekonomik canlılığa yol açmıştır. Ama bunun da ötesinde, söz konusu dönemde Avrupalı emperyalistler, çok yakınlarında hissettikleri sosyalizm tehlikesinin baskısı altında kendi işçi sınıflarına açıktan, vahşi bir saldırıya girişmemişler, kazanılmış sosyal haklar ve genel yaşam kriterleri noktasında esnek davranmışlardır. Yeni-sömürgeci ilişkiler sayesinde metropole aktarılan büyük kaynaklar da bir ölçüde keynesçilik adıyla bilinen bu ekonomik politikaların koşullarını desteklemiştir. En az bunun kadar önemli bir başka faktör ise, iş örgütlenmesinin bu dönemdeki biçimidir. Fordizm olarak da adlandırılan büyük fabrika ve kitle üretimi, sonuçta büyük işçi kitlelerinin de bir araya gelip örgütlenmesini kolaylaştırmış, böylece çok kalabalık kitlesel güce ve mali kaynaklara sahip olan sendikaların varlığı, hem işten çıkarmaları azaltmış, hem de işsizlerin tümden yoksulluğa itilmesini önleyen mekanizmalar işletilebilmiştir.
Ancak her şeye karşın 1970’lere kadar büyük ölçüde korunabilen bu tablo, bir süre sonra çatırdamaya başlamış ve 1980’lere gelindiğinde kapitalist sistem bir yeniden biçimlenme sürecine girmiştir.
Daha önceleri de bir çok kez vurguladığımız gibi, 1990’lar dönemecinde kapitalist üretim açısından ortaya çıkan en belirgin eğilim, 1980’lerde başlayan restorasyon sürecinin olgunlaşması ve böylece üretimin örgütlenişinden, hakim sektörlerin değişimine dek birçok yeni olgunun gündeme gelmesidir.
Kısaca özetlenirse, 1945 sonrası süreçte egemen olan Keynesci kapitalist sömürü modelinin, 1970’lerden itibaren işlevsizleşip krize girmesiyle birlikte “Büyüyen işçi sınıfı hareketinin gücü, ulusal kurtuluş mücadelelerinin sömürge sistemini parçalaması, kapitalist sistemden kopuşların artması, emperyalist güçler arasında yoğunlaşan iktisadi ve siyasal rekabet ve tekelci kapitalizmin içsel olarak taşıdığı iktisadi kriz öğeleri ve daha pek çok çelişki birikerek, 1970 başlarından itibaren sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin zeminlerini ciddi ölçülerde tahrip etmiş ve kar oranları keskin bir düşüş eğilimine girmiştir. Krizin güçlü biçimde damgasını vurduğu 1970’li yıllar boyunca süren sistemin arayışları l980’lere gelindiğinde bütünsel bir programa dönüşmüştür.” (S. Barikat, 2, Sayı)
Sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin sağlanarak kar oranlarının yükseltilmesinin önündeki bütün politik, ekonomik, ideolojik, örgütsel, devletsel, uluslararası vb. (işçi hareketi, ulusal kurtuluş mücadeleleri, sosyalist ülkeler vb.) engellerin her yoldan parçalanması ve sömürünün toplumsal ilişki ve etkinliklerin bütün alanlarına yayılarak derinleştirilmesi, mali sermayenin, mal ve hizmet üretiminin, dolaşımının ve pazarların kar oranlarını yeniden ve büyük bir hızla yükseltecek tarzda yeniden örgütlenmesi, neoliberal politikalar temelinde yeni bir sömürü modelinin geliştirilmesi bu programın başlıca özellikleridir. Bu arada kapitalist sanayi yeni sektörler temelinde dünya çapında yeniden yapılandırılmış, mikro elektronik, bilişim ve biyoteknoloji sektörleri yüksek kar oranları ile faaliyet yürütecek sektörler olarak kapitalist sanayiinin temeline oturtulmuştur.
Bütün bunların işçi sınıfı açısından en belirgin sonuçları ise yeni bir iş örgütlenmesinin ortaya çıkmasıdır. Kapitalist sistemde uzun süre hakim olan bir ürünün üretilmesi sürecinin hemen hemen bütün aşamalarının tek işletmede ve fordist iş örgütlenmesi ekseninde üretilmesi süreci önemli ölçüde terkedilmiş, bu doğrultuda işletmeler yeniden yapılandırılmış ve metaların üretilmesi süreci parçalanmıştır.
“Nihai ürünün ortaya çıkarılış sürecinin farklı aşamaları (tasarım, teknoloji yoğun üretim aşamaları, emek yoğun üretim aşamaları, montaj vb.) farklı üretim birimlerinde, işletmelerinde (azımsanamayacak ölçüde uluslararası nitelik kazanmış olan) belli bir işbölümü sonucu gerçekleşiyor. Ürünlerin tasarımı ve yüksek teknoloji gerektiren parçaları ana firmaların (tekellerin) fabrikalarında üretilirken, emek yoğun parçalar ve işler ana firmaların dışındaki taşeron firmalar tarafından üretilmektedir. Taşeronlara aktarılan işler giderek artan ölçüde ucuz işgücüne sahip olan yeni-sömürgelerde üretilmektedir. Böylece ana firmalar az sayıda nitelikli işgücü ve yüksek teknolojili makineler kullanan, talep çeşitliliğine ve dalgalanmalarına ürün çeşitliliği ve yalın, stoksuz üretimle ile yanıt verebilen, daha esnek ve küçük üretim birimleri oluşturmuşlardır. Öte yandan ana firmaların (tekellerin) talep ettiği emek yoğun parçaları üreten (nihai ürün üretme ve bağımsız olarak pazara ürün sunma yeteneği ya olmayan ya da çok sınırlı olan) devasa miktarda bir küçük ve orta boy sanayi işletmeleri yığını ortaya çıkmıştır.” (S Barikat, 2, sayı)
Böylece yeniden yapılandırılan işletmeler zemininde, işçi sınıfının işletme içindeki birliğini parçalayan ve onun beyin gücünü de sömürmeye yönelen sermaye stratejileri esnek üretim, kalite çemberleri vb. iş örgütlenmeleri ile sistematik hale getirilmiştir. Bu saldırının en somut parçası olan esnek üretim, sosyal ve sendikal hakların yok edilmesini, işçi sayısını değiştirebilmeyi, yani işten atma özgürlüğünü, işçilerin kafa emeği dahil bütün birikim yeteneklerini üretime katıp sömürmeyi, çalışma sürelerinin belirsizleştirmesini, standartların ortadan kaldırılmasını hedeflemiş, böylece bir yandan azami sömürü koşulları yaratılırken, bir yandan da işçi sınıfının kazanılmış hakları gasp edilmeye, örgütlülük zeminleri de yok edilmeye çalışılmıştır.
Saldırının emperyalist-kapitalist ülkelerin işçi sınıfı açısından faturası ağır olmuştur. “Biz emek piyasasını esnekliğini artıracak şekilde yeniden yapılandırdık... Ülkenin sosyal güvenlik sisteminde öncelikle de sağlık sisteminde yaptığımız radikal reformlarla ücret dışı emek maliyetini azaltmanın yolunu açtık” (Wall Street Journal, 30 Aralık 2003- Akt: Fred-Harry Magdoff, sendika.org çevirisiyle) diye övünen Alman Başbakanı Gerhard Schröder’in söylediği tam da budur. Gerçekten de 20. yüzyılın ikinci yarısında sosyalizm tehlikesinin baskısı altında işçi sınıfına karşı sert saldırılardan çekinen ve yeni-sömürgelerden gerçekleştirilen yüksek kâr transferleriyle belli bir refah seviyesini muhafaza edebilen emperyalist kapitalizm, son on yılda bütün bu alanlarda ciddi bir saldırıya girişmiş, bir yandan üretim süreçlerinin parçalanmasıyla toplu direnişlerin önü kesilirken, diğer yandan da “Batı’ya özgü” diye bilinen tüm sosyal güvenlik sistemleri parçalanmakta, kamusal alanların tümü tekellerin yağmasına açılmaktadır. Bunun doğrudan sonucu ise yoğun bir işsizliğin ortaya çıkması ve üstelik artık bu kategorinin katılaşarak “mutlak işsizlik” yani umutsuz bir yoksulluk durumuna dönüşmesidir. ABD, Almanya, İngiltere dahil en büyük emperyalist ülkelerde milyonlarca insanın bugün “evsiz” olarak yaşaması ve karınlarını bile Kiliselerin, yardım kurumlarının aşevlerinden doyurması artık kimseyi şaşırtmamaktadır. Özellikle ABD’de 3 milyon insanın (ki bu neredeyse küçük bir ülkenin nüfusudur) şu anda cezaevlerinde yaşıyor olması son derece çarpıcı bir gerçekliktir.
Açıktır ki, böylece ortaya çıkan olgu, Marks’ın tanımladığı klasik “yedek sanayi ordusu” tanımından öte, daha büyük ve bu kez artık “terk edilmiş” olan bir kitleyi tanımlamaktadır. Spekülatif sermeyenin büyümesi, reel sermaye yerine buraya para akışının olması da sorunun katılaşmasının temel nedenlerindendir. Bu büyük ordu, içinde yine önemli ölçüde zaman zaman çalışan zaman zaman işsiz kalan kesimi barındırmakta ama artık esas olarak artık iş bulma ümidi kalmamış, ekonominin dışına itildikleri için iş aramaktan da vazgeçmiş bir topluluğu da gitgide büyütmektedir. Her geçen gün göçmen akışıyla da kalabalıklaşan bu büyük güç bugün artık yerinde bir kavram olarak “mutlak işsizlik” kavramıyla tanımlanmaktadır. Çalıştığı fabrikanın her an bir Doğu Avrupa ülkesine ya da Uzakdoğu’ya kaydırılması tehlikesiyle yüzyüze olan çalışan kesimden bu orduya katılımlar mümkün olmakta, ama geriye doğru bir dönüş artık çok zor gerçekleşmektedir. Geçmiş dönemlerde çok kısa sürelerle bile olsa arada sırada tam istihdam düzeyini yakalayan ya da belirli bir yedek sanayi ordusuyla çalışsa da bu insanlara ara sıra iş imkânları sağlayabilen, en azından bu umudu canlı tutabilen sistem, şimdi artık tamamen akıldışı bir noktaya gelip dayanmış ve milyonlarca insanı en sıradan yaşam standartlarının bile altına itmiştir. Halk deyimlerinin bazen ne kadar derin bir anlam taşıyabildiği herhalde en iyi bu örnekte görülür: Bilindiği gibi, sokak dilinde “işsiz” kelimesi çoğu kez tek başına kullanılmamakta, “işsiz-güçsüz” biçimindeki bir ikili söyleyişe daha çok rastlanmaktadır. Bu, gerçekten de neoliberalizmin “mutlak” işsizliğini çok iyi tanımlar; çünkü bugün artık işsizlik, “güçsüzlük” diye ifade edebilecek daha derin bir sorunla birlikte vardır. Yani bütün dünyada belli bir çalışma arzusu ve enerjisine sahip olan milyonlarca insan, bunun karşılığını bulamamakta ve giderek bu karşılığı bulma umudunu da yitirmektedir. Bütün bunlardan daha önemlisi ise, yeni iş örgütlenmesi ile yapısı ve birliği parçalanmış olan işçi sınıfının örgütlenme ve direniş reflekslerinin zayıflaması, kapitalist metropollerdeki işçi sınıfı ve işsiz kitlelerinin ancak bugünlerde yavaş yavaş üzerlerinden atmaya başladıkları bir durgunluk sürecine girmiş olmalarıdır. Sınıfın çeşitli bölümlerini birbirine yabancılaştırmakla kalmayan, onları işsizlerle de karşı karşıya getiren bu süreç, şüphesiz çeşitli ideolojik-politik araçlarla da desteklenmiş ve sonuçta sosyalist hareketin gerilemesiyle birleşerek katlanan bir etki yaratmıştır. Sonuç, büyük bir insani yıkımdır. Artık kimse kış aylarında Avrupa’nın en modern başkentlerinde yüzlerce evsizin donarak ölmesine şaşırmamakta, metropollerde her saniyede yüzlerce cinayetin işlenmesi ve hapishanelerin tıklım tıklım olması yadırganmamakta, dünyanın imparatoru ABD’de milyonlarca insanın okuma-yazma bilmemesi olağan karşılanmaktadır. Bütün bunların üzerine binen insanlığın en büyük göç dalgaları ise kapitalist dünyadaki işsizlik ve yoksulluğu her geçen gün daha da büyütmektedir. Bugün dalga dalga gelerek emperyalist metropolleri vuran kaçak işçi ve göçmen yığınları, Ortaçağın salgın hastalıklar ve kuraklıklardan kaynaklanan büyük göç dalgalarından çok daha kapsamlıdır ve üstelik bu kez Afrika-Asya’nın en uç bölgelerinden eski reel sosyalist ülkelere dek çok büyük bir coğrafya üzerinden akıp gelmektedir. Sonuç olarak hiç abartmaksızın söylenebilir ki, vahşi kapitalizm, insanlığın vahşet ve karanlık çağını yeniden başlatmıştır.

Yeni-Sömürgeler:
Katmerli Sömürü-Katmerli İşsizlik

Yeni sürecin neoliberal politikalarının yeni-sömürgeler bakımından yarattığı sonuçlar ise tümüyle bir felaket tablosudur. Sömürge ve yeni-sömürgelerin özgül dinamiklerini dikkate almayan yeni uluslararası işbölümü, sermaye-yoğun olan yeni hegemonik sektörleri emperyalist ülkelerde merkezileştirirken, daha geri konuma düşmüş olan, görece emek yoğun ve çevre sorunları yaratan çelik, çimento, kimya vb. sektörleri yeni-sömürgelere aktarmış, emperyalist sermayenin bu ülkelerdeki dolaşımının ve vurgunlarının kolaylaştırılması için sermayenin, mal ve hizmetlerin serbestçe dolaşımını sağlayacak hukuki ve ekonomik düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Dahası, derin bir borç krizi içindeki yeni-sömürge ekonomileri borçların ödenmesi için bir yandan daha büyük borçlar verilerek ayakta tutulurken, diğer yandan borçların ödenmesi için bu ülkelerdeki tarım ve sanayi üretimi ülkelerin iç dinamiklerini ve ihtiyaçlarını dikkate almayan, ihracat yapmayı ve elde edilen gelirlerle emperyalistlere olan borçların ödenmesini esas alan bir tarzda yeniden yapılandırılmıştır.
Böylece yeni-sömürge ülkelerin çoğunda geçmişte yine de bir nebze istihdam yaratabilen ekonomiler çökertilerek kurulu düzenler bozulmuş, bir yandan spekülatif sermaye hareketleri alanı canlandırılıp klasik sanayi kurumları çürütülürken, diğer yandan yeni iş örgütlenmesiyle sınıfın savunma mekanizmaları kırılmış ve sonuçta “dip yoksulluğu” denilen kategori olağanüstü düzeyde büyütülmüştür. Bütün bunların üzerine tarım alanının doğrudan doğruya uluslararası tekellerin talanına açılması da eklenmiş, böylece işsizlik çukuruna düşüşü nispeten yavaşlatan bir unsur olan eski tarım ilişkileri de çökertilerek milyonlarca insan boşa çıkarılmıştır.
Bu arada yeni-sömürgeler arasındaki ayrıştırma işlemleri de tamamlanmış, yalnızca tek ürün ya da maden, vb. üzerinden yürüyen ya da yalnızca stratejik konumları yüzünden bir zamanlar önem taşıyan bazı ülkeler tamamen dibe itilirken, daha gelişkin olanları ise bölgesel taşeronlar haline getirilmişlerdir. Dibe itilenlerdeki durum, zamanla artık “işsizlik” ya da “yoksulluk” kavramlarıyla ifade edilemeyecek ölçüde vahimleşmiş, kitlesel ölümler ve kitlesel göç bu ülkelerin kaderi olmuştur. Diğerleri ise büyük işsizlik ve yoksulluk oranlarıyla yürümekte, kılpayı dengelere bağlı emperyalist finans zinciri içinde büyük bir çürüme ve çöküntü halini yaşamaktadır. Bu ülkelerin daha alttakilerden tek farkı, geçmişten gelen ekonomik altyapılarının henüz emperyalist tekeller tarafından işe yarar bulunması ve askeri-politik-ekonomik, vb. bir dizi nedenle sağladıkları kahyalık avantajlarını henüz kullanabiliyor olmalarıdır.

Türkiye: Restorasyonun Ağır Sonuçları
Bu süreçte ABD emperyalizminin öncülüğünde 70’lerden itibaren geliştirilen restorasyon programının “pilot uygulama” alanlarından biri de Türkiye olmuş, bu çerçevede 12 Eylül 1980’den başlayarak ekonomisi yeniden yapılandırılmış, 2000’lere doğru gelinirken artık neoliberal-ihracata yönelik politikalar hakim kılınmıştır.
Ayrıntılarını daha önceki sayılarda uzun uzun irdelediğimiz bu sürecin işçi sınıfı bakımından sonucu, büyük bir parçalanma ve dağınıklık olmuştur. İşletme içi taşeronlaştırmadan, bazı birimlerin işletme dışına çıkarılarak yan sanayiye dönüştürülmesine, kar amacı gütmeyen kamusal hizmet alanlarının özelleştirilerek işgücünün metalaştırılmasına, hizmet sektörlerinin büyüyüp çoğalması ve esnek üretim biçimlerinin egemen hale gelmesine dek bir çok gelişme, bugün artık tartışılmayan, hatta yasalaştırılarak resmi veri haline getirilen gerçekliklerdir.
Böylece Türkiye işçi sınıfı bir yandan sayısal olarak büyürken diğer yandan ise yapısı çok parçalı ve katmanlı bir hale gelmiş, karmaşıklaşmıştır. Yeni işçi kesimleri dediğimiz kesimlerin işçi sınıfı içindeki oranı artarak ana gövdeyi oluşturur haline gelmiştir. “Geleneksel büyük işletmelerin yanı sıra İstanbul, Çorlu, Çerkezköy, Gebze, İzmit, Bursa, Adana, Manisa, Eskişehir, Denizli, İzmir, Antep vb. kentlerde oluşan organize sanayi bölgelerindeki küçük ve orta boy sanayi işletmelerinde, emekçi semtlerdeki hemen her sokakta rastlanabilen küçük ve orta boy atölye ve işletmelerde, hizmet sektöründe çalışan küçük ve orta boy firmalarda ve taşeronlarda; vahşi çalışma koşullarında, düşük ücret ve sınırlı haklarla, çoğunlukla sigortasız ve hiçbir iş güvencesine sahip olmayan, ezici bir bölümü sendikasız, örgütsüz ve sistemle muazzam ölçülerde derinleşmiş çelişkileri olan devasa bir işçi kitlesi (ve tabii ki işsiz!) oluşmuştur.” (Sosyalist Barikat, 2. Sayı)
Az çok yüksek teknolojilerin kullanıldığı işletmelerde yoğunlaşan çekirdek işgücünün dışında, bu son derece kalabalık yeni işçi katmanları, içinden her an işsizliği üreten, dahası işsizlik gerçeğini bizzet kendi içinde taşıyan ve aslında işsizler ordusuyla bütünlük oluşturan bir kategoridir.
Çoğu taşeron küçük ve orta boy sanayi işletmelerinde düşük ücretle, düzensiz olarak çalışan emekçiler, büyük fabrikaların içindeki taşeron firmaların her şeye razı gençlerden oluşan köle orduları, hizmet sektörünün en düşük ücretle ve geri haklarla çalışan işçileri ve daha akla hayale gelmeyecek yüzlerce iş’te, bir biçimde geçici de olsa tutunan insanlar, bugün miyonlarla ölçülmektedir. Geçici, mevsimlik, sözleşmeli, part-time, evde çalışma, uzaktan çalışma, tek çalışma vb. gibi düzensiz çalışma biçimleri ve daha ucuz ve geri haklarla çalışmaya razı olan kadın, çocuk ve göçmen işgücü de buna eklendiğinde, hem tablo anlaşılmış olur hem de “işçi” kavramı ile “işsiz” kavramının artık nasıl birbirinden ayırdedilemez hale geldiği anlaşılmış olur. Çünkü bu kesimlerin ezici bir çoğunluğu, hiçbir iş güvencesine sahip olmayan, sık sık işten atılarak, işyeri değiştirerek çalışan/çalıştırılan insanlardan oluşmaktadır. Bunların ezici bir çoğunlukla yarı-işçi, yarı-işsiz konumundadırlar.
Dolayısıyla, işsiz kitlelerin sayısının gitgide büyümesi ve mutlak işsizliğin bir olgu haline gelmesi, yeni sömürü modelinin kaçınılmaz bir sonucu ve parçasıdır. Bu işsiz kitlelerin azımsanamayacak bir bölümü yedek işgücü olmaktan çıkmıştır; bu kitlenin önemli bir bölümünün oluşturulan model çerçevesinde yeniden iş bulması mümkün değildir; düzen onları işlevsiz ve gereksiz görmektedir. Artık yalnızca suç dünyasına yöneldiklerinde varlıkları fark edilen bu dışlanmış toplumsal kesim, sadece ekonominin değil, toplumsal yaşamın doğal bir öğesi ve öznesi olarak ele alınmamaktadırlar. Yani marjinalleştirilmektedir. Zaman zaman sosyal vakıflar gibi göstermelik kurumların ortaya attığı kırıntılarla avutulmak istenen, artık yalnızca ölmeyecek kadar beslenen ve çürümeye terk edilen bu işsiz kitlesi sistemli bir biçimde büyümektedir.

AB: Bir Çözüm mü ya da Kelin Merhemi Var mı?
Peki işsizlik sorununun AB kapısında bir çözümü var mı? Şimdilerde sönmüş görünüyor ama bir ara böyle bir umut medya tarafından şişirilerek çok pompalandı.
Oysa AB ülkelerindeki tabloya baktığımızda da manzaranın pek iç açıcı olmadığını görüyoruz: AB istatistik kurumu Eurosat verilerine göre AB ülkelerinde işsizlik oranları şöyle: İrlanda (yüzde 4,3), Lüksemburg (yüzde 4,4), Avusturya ve İngiltere (yüzde 4,5), Hollanda (yüzde 4,6), Danimarka (yüzde 5,2), Güney Kıbrıs (yüzde 5,3), Slovenya (yüzde 5,8), Macaristan (yüzde 6,1), İsveç (yüzde 6,4), Portekiz (yüzde 6,7), Malta (yüzde 7), İtalya (yüzde 7,7), Belçika (yüzde 8), Çek Cumhuriyeti ve Estonya (yüzde 8,4), Finlandiya (yüzde 8,7), Fransa ve Litvanya (yüzde 9,6), Letonya (yüzde 9,7), Almanya (yüzde 9,9), İspanya (yüzde 10,5), Yunanistan (yüzde 10,7), Slovakya (yüzde 17,3), Polonya (yüzde 18,4). Eurostat, aynı dönemde işsizlik oranının ABD’de yüzde 5,4, Japonya’da yüzde 4,5 olduğunu bildiriyor.
Bu rakamlar, toplam olarak Avrupa’da 19 milyonu aşkın emekçinin işsiz güçsüz dolandığı anlamına geliyor; bunlar arasında gençlerin oranı ise % 18. Bu yüzdendir ki Almanya Hartz IV paketiyle işsizleri sırtından atmak, onların sosyal güvencelerini ortadan kaldırmak istiyor.
Buna karşın AB’de sendikalaşma oranı hızla düşüyor. Bu oranlar, İngiltere’de %27, İtalya’da %35, Fransa’da ve Doğu Avrupa ülkelerinde ise % 10’larda geziniyor. Ve tabii bütün bunlara Batı Avrupa ülkelerinde 3 milyona yakın kişinin evsiz olduğu da eklenmeli.Yani nereden bakılırsa bakılsın bütün kapılar açılsa bile Avrupa’da bize de yetecek ekmek yok.

Neoliberal “Büyüme” İşsizliği Nasıl Büyütüyor?
Şimdi yeniden en başa dönüp aynı soruyu bir kez daha soralım: Gerçekten de, bir ülkede ekonominin büyüme hızının arttığı söylenirken aynı anda nasıl işsizlik ve yoksulluk da artabilir? Ya da başka bir soru soralım: Büyüme nedir? Bir ekonominin büyüdüğü söylenirken ne kastedilir? Kim ya da ne büyümektedir ve buna karşın kim ya da ne küçülmektedir?
Örneğin 2004’ün ilk dokuz ayı için “büyüme hızı”, %9.7 olarak belirlenmiştir. Bu yeni-sömürgeci kalkınmanın altın yılları olan 1950’ler, 60’larda bile ulaşılamamış bir rakamdır ve Demirel’in en çok övündüğü 1965 yılının %7’sinden daha yüksektir.
Peki niye insanların suratından düşen bin parça? Niye hayatlarının düne göre daha da karanlık ve kötü olduğunu düşünüyorlar?
Bu sorunun yanıtı aslında çok açık: Çünkü söz konusu olan şey bir “büyüme” değil. Onların “büyüme” derken kast ettikleri şey, rakamlarla ilgilidir. Başka bir deyişle söylersek, Gayri Safi Milli Hasılanın artışı dedikleri şey, belli bir zaman diliminde ülke sınırları içinde üretilen toplam maddi değer miktarının şu ya da bu oranda artışını bize verir. Ama bu, gereğinden çok çok fazla bir genellemedir. Yani bir ülkedeki toplam maddi varlığı o ülkenin nüfusuna böldüğünüzde ortaya anlamsız bir tablo çıkar; çünkü bu tablo, hem bu toplam maddi varlığın reel üretimden kaynaklanıp kaynaklanmadığını bize söylemez, hem de toplam zenginlikten kimin ne kadar pay aldığını buradan anlayamayız. Hatta klasik olarak %20’lik gruplar üzerinden yapılan gelir dağılımı tabloları bile tam gerçeği yansıtmaz. Örneğin en zengin %20’lik gelir dilimi de kendi içersinde ultra zenginler ve büyükçe zenginlerden oluşan bir piramit oluşturur. Yani en üstte beş-on aileden oluşan öyle bir kast vardır ki, zenginliklerine akıl sır ermez. Buna karşın en altta öyle bir %10 vardır ki, sefaletleri ve içler acısı yaşamları tarif edilemez.
Öte yandan, bir ülkede %9.7 gibi epey yüksek bir “büyüme hızı” varken, aynı süreçte ekonominin iş sağlama kapasitesi yalnızca %2 artmışsa (ki 2003’te büyüme hızı %6 iken istihdam artmak bir yana %1 gerilemiştir) bunun anlamı, söz konusu “büyüme”nin gerçek bir istihdam artışı anlamına gelmediğidir.
Yani bir yerlerde para miktarları büyümekte ama bu toplumun genel mutluluğu anlamına gelmemektedir; dahası bu büyüme işsizlik ve yoksulluk çukurunu daha da derinleştirmektedir. İşsizlik oranları üzerine rakamlar her zaman çelişkilidir; %9’dan %15-20’ye dek ulaşan çeşitli rakamlar, hesaplama biçimlerine göre değişmektedir. Çünkü, daha önce de değindiğimiz gibi yeni işçi katmanları ile işsizler ordusu artık çok iç içe bir tablo göstermekte, kimin ne zaman işsiz ne zaman işçi olacağı birbirine karışmaktadır. Örneğin soruna sosyolojik bir bakış açısıyla yaklaşmayan hesaplamalarda, kadınlar ve diğer tüm çalışabilecek durumda olan atıl nüfus dışlanmakta ve böylece rakamlar biraz daha aşağıya çekilebilmektedir.
Daha geniş bir perspektiften bakılarak yapılan hesaplamalarda ise örneğin Avrupa ve ABD’de nüfusun %70’e yakını işgücüne katılırken Türkiye’de bu oran %45’i aşamamaktadır. Yani toplumun yarısından fazlası, hayatın dışındadır ve bu durum kadınlar söz konusu olduğunda %15’e dek düşmektedir.
Sonuçta bütün bu hesaplama biçimleri ve yöntemleri ne olursa olsun, son derece açık olan gerçek, bu coğrafyadaki milyonlarca insanın işsiz olduğu ve bunların da önemli bölümünün artık “mutlak” işsizlik kategorisine girdiğidir. Bunun en somut göstergesi, eğitimli olmanın da artık insanları işsizlikten kurtaramıyor olmasıdır; hatta tersine örneğin bir hesaplamaya göre genel işsizlik oranı %9.3 iken bu oran üniversite mezunları arasında %10.6’ya, lise mezunları arasında %14’e yakındır. Yani, bir zamanlar, klasik olarak eğitimli olmak iş konusunda bir avantajken şimdi bir anlam ifade etmemekte, hatta dezavantaj bile olmaktadır. Öte yandan yine kentlerde yaşamak da işsizlik oranını daha da artırmaktadır. Ve en önemlisi, yine bir zamanlar bir tür güvence olarak kitlelerin tepkilerini frenleyen kamu istihdamı gitgide azalmakta, örneğin 2003 başlarında devlette çalışanların özel işletmelerde çalışanlara oranı %20 iken bu oran 2004 sonlarında %15’e düşmektedir. Neoliberalizmin borazanları tarafından alkışlarla karşılanan bu durumun somut anlamı ise iki yılda kamu çalışanlarının 521 bin kişi azalmasıdır, ki bu atıl nüfusu artırmaktan başka bir anlam ifade etmemiştir.
Öte yandan çalışan kesim açısından bakıldığında da durum felaket tablosudur. Kayıt dışı istihdam denilen tamamen güvencesiz çalışanların sayısı tahmini olarak 4 milyonun üstüne çıkmış durumdadır. Toplamı 23 milyona yaklaşan iş sahibi nüfusun ise %55’i, yani 11 milyonun üstündeki insan, hiçbir biçimde hiçbir sosyal güvenlik kurumlarına bağlı değildir.
12 Eylül 1980’den bu yana sistematik biçimde düşen reel ücretler (enflasyon oranı çıkarıldıktan sonra kalan ücret artış hızı) ile verimlilik (yani artı-değer oranı) artışı arasındaki derin çelişki ise işsizliğin kime nasıl yaradığını açıkça gösteriyor. Sadece 2004 yılında bile reel ücretler 2000 yılının %25 altındadır. Üstelik hükümet, 1 Aralık 2004’te IMF’ye verdiği güvencede “çalışanların reel gelirlerinde bir artışa izin verilmeyeceğini” açıkça ifade ediyor. Oysa aynı yıllarda, imalat sanayindeki emek verimliliği, yani sömürü oranı, kuşkusuz ücretlerin düşüklüğüne bağlı olarak, sistematik biçimde artmakta, 2004’ün sonunda %14’e dek yükselmektedir. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 1997 yılındaki ortalama değerleri 100 kabul ederek oluşturduğu imalat sanayi çalışan başına verimlilik endeksinde, 2004 yılındaki rakam 144’tür. Yani aynı dönemde daha az ücret ve daha az işçiyle daha yüksek bir sömürü ve kâr sağlanmıştır. Bu arada pek fazla bilinmeyen bir gerçek de, irili ufaklı işletmelerin çoğunun işçilerinin (ve bazen onların sendikalarının) yıllardır işlerini tümden kaybetmemek uğruna “sıfır zam”la çalışmaya razı olduklarıdır. “Batarız, fabrika da kapanır” tehdidi çoğu kez etkili olmakta, insanlar eldekini yitirmemeyi tercih etmektedirler.

Deli Gömleği Olarak İşsizlik
Kalıcı bir olgu olarak “mutlak işsizlik”, aynı zamanda bir psikolojik travma halidir.
Uludağ Üniversitesi, İ.İ.B.F., Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İişkileri Bölümü 4. sınıf öğrencileri tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, artık “işe yaramaz” bir birey olarak işsiz, aynı zamanda psikolojik bir çöküntüyü de yaşıyor.
Hayat karşısında duyulan korku, değer yargılarının yitimi, ümitsizlik, toplumsal dayanışmanın bozulması bunlardan başlıcaları. Gelir kaynağının kaybına bağlı olarak aile karşısında düşülen kötü durum, iş disiplininden kaynaklanan düzen duygusunun yitimiyle varılan boşluk duygusu, hayata bakışta perspektif sahibi olamadan günlük adımlar atma, iş ortamındaki arkadaşlık ilişkilerinden yoksunluk ve bunun yerine çalışmayan insanlarla kurulan lumpen ilişki, sosyal çevreden itilmişlik, istek ve arzu yitimi, topluma yararlı olma ve işe yarama duygusunun yokluğu, sosyal saygınlıktan uzaklaşma, iç güven eksikliği ve daha bir dizi bozukluk bu çerçevede sayılabilir. Dahası, uzun süren işsizlik, kişi işe başladığında da güvensiz bir ruh haline yol açmakta, genel olarak veıimlilik de azalmaktadır. 1929 büyük bunalımı ve 70’lerde yapılan kapsamlı araştırmalar, bu dönemlerde bir dizi fiziksel bozulmanın yanında yoğun stres, hormon azalması, içe kapanma, depresyon ve intihar eğilimlerinin arttığını ortaya koymuştur. Bir meslek ve iş sahibi olmaktan uzaklık, özsaygıyı zedelemekte, belirsizlik duygusu ise çoğu kez alkol ve uyuşturucularla giderilmektedir.
Bütün bunların hiçbiri gazetelerdeki 3. sayfa haberlerine alışkın olan bizlere hiç yabancı gelmiyor. İnsanlık dışı bir sistem olarak kapitalizm, sokağa attığı insanların hayatlarını mahvetmekle kalmıyor, genel bir toplumsal çöküntüye de yol açıyor.

Bütün bunlardan sonra, şu temel ve can alıcı soruyu sorabiliriz: İşsizlik oranı %9 ise eğer, neden bütün anketlerde “işsizlik”ten yakınma oranı %70’lerin üzerindedir?
Daha somut olarak tekrarlarsak, rakamlara göre bütün toplumun 10’unun sorunu olması gereken işsizlik, neden neredeyse toplumun tamamı tarafından bir felaket olarak tanımlanıyor?
İşin sırrı, yalnızca bu rakamların yanlışlığında ya da eksikliğinde değildir. Bunun da ötesindeki asıl sorun, toplumun bir avuç kaymak tabaka dışında kalan bütün kesimlerinin kendilerini ağır bir tehdit altında hissetmesidir. Yani şu anda herhangi bir fabrika ya da atölyede çalışanlar ya da hatta küçük ve orta boy bir dükkana sahip olan insanlar da işsizlik çukurunun çok yakınında durduklarını bilmekte ve oraya düşmenin an meselesi olduğunu fark etmektedirler. Neoliberalizmin “altta kalanın canı çıksın” düzeni artık kitleler tarafından iyice anlaşılmıştır ve herkes bu vahşi sistemin her an herkesi vurabilir olduğunu bilmektedir. Bu arada, en alttakiler olan dip yoksulları giderek artmakta ve toplumun henüz oraya düşmemiş kesimleri, örneğin dükkan sahipleri için de sokaklarda kaynayıp duran bir tehlike oluşturmaktadır. Sadece 2000 yılında 6 bin 777 küçük işyerinin iflas ettiği ve bunun böyle her yıl katlanıp geldiği düşünülürse bu kaygı anlaşılabilir. Öte yandan işsizliğin en yoğun olduğu kesimin 25-30 yaş grubu olması da başka bir göstergedir; yani sistem, toplumun en dinamik kesimini “yük” haline getirmiştir.
Yani, sonuç olarak toparlarsak, neoliberal “gelişme” tablosunda büyüyen, bir avuç tekelcinin cepleri ve cüzdanlarıdır ve bu düzenin işleyişi gereğidir. Çünkü bu vahşi sistem, istihdam yaratıcı klasik bir kapitalist işleyiş üzerinden de yürümemekte, şişirme bir para düzenini, spekülasyonu ve üretken olmayan alanları temel alan bir tablo göstermektedir.
Dolayısıyla herhangi bir hükümetin ya da TÜSİAD gibi tekelci sermaye kurumlarının iş alanı yaratan yatırımları destekleyeceği, geliştireceği yönünde vaatlerde bulunması, anlamsız ve boştur. Her şeyden önce, emperyalist efendilerin ve onların işbirlikçilerinin isteği, kâr oranlarını yüksekte tutan bugünkü işleyişin devamı yönündedir. Daha doğrusu, yalnızca yüksek kâr oranlarının peşinde koşan sermayenin akışı da kaçınılmaz olarak bu yöndedir ve yeni-sömürgeci kapitalist sermaye, politik kararlarla “işsizlere iş yaratmak” gibi sosyal işlevlere yöneltilemez; onun böyle bir “sosyal” görev ilkesiyle çalışması beklenemez. Öte yandan bütün dış koruma yasalarını emperyalizmin isteğiyle kaldıran Türkiye’ye gelen yabancı sermaye de artık sanayi yatırımı biçiminde değil, kısa vadeli sıcak para hareketleri tarzında olmakta ve böylece ortaya bir iş alanı da çıkmamaktadır. Dünya Bankası raporlarında bile Türkiye, “büyüyen ama istihdam yaratmayan bir ekonomi” olarak tanımlanmaktadır.
Üstelik, herhangi bir iktidarın işsizlik sorununun en azından bir bölümüne “politik” yoldan, yani kamu işletmelerine işçi-memur alarak bir “çözüm” üretmesi de artık pratik olarak mümkün değildir. Çünkü bu yol, daha en baştan IMF ve bütün emperyalist-kapitalist kurumla tarafından yasaklanmıştır. Aynı biçimde herhangi bir hükümetin “parlak uzmanları”nın icat edeceği “büyük proje”lerin yolu da en baştan tıkalıdır. Erbakan tarzı “günde beş ayrı temel atma” törenleri artık tarihe karışmış durumdadır ve en “halkçı” başbakanın bile yapacağı tek şey, iş isteyenleri azarlamaktan öteye geçemeyecektir.
Sonuç olarak işsizliğin önleneceği yönündeki bütün laf yığınları, kocaman bir boşluktan ibarettir. İşsizlik, büyüyecek, daha da çok büyüyecektir. Şu şu gösterge rakamları şöyle şöyle olursa şu kadarlık bir çözüm gerçekleşir gibi kör iktisatçı yorumları ise tamamen anlamsızdır; çünkü bu yorumların sahipleri de aslında işsizliği daha da artırabilecek bir krizin ne zaman yeniden kapıyı çalacağı konusunda en küçük bir bilgiye sahip değillerdir. Esasen, tekelci burjuvazinin böyle bir sorunu da yoktur. Onlar açısından tek sorun, Ömer Sabancı’nın TÜSİAD’daki konuşmasında ifade ettiği “işsizliğin demokrasiye olan inancı zayıflatabileceği” kaygısıdır; üstü kapalı olarak toplumsal patlama ve kitlelerin devrimcileşmesi tehdidini böylece dile getiren burjuvazi, diğer yandan yine aynı kibarlıkla bu konuda “yapabilecekleri çok şey olmadığını” da söylemekte ve sonuç olarak topu devlet terörüne atmaktadır. Eninde sonunda varacakları ve her zaman vardıkları yer de burasıdır zaten: Problem çıkarsa, problem çıkaranları vurmak!

Çözülen Tarım, Yakılan Köyler:
Büyüyen İşsizlik

Sürecin bu noktasında işsizliğin hem artışı, hem de mutlaklaşmasında büyük payı olan iki unsur daha sayılmalıdır. Yakın süreçte kırlardan şehirlere doğru gerçekleşen büyük göç dalgalarının bu iki önemli nedeninden birincisi, kuşkusuz neoliberal politikaların doğrudan sonucu olan tarımdaki çözülme olmuştur. Aslında işin ta en başından beri yeni-sömürgeci kalkınma modelinde büyük insan kitlelerinin kentlere yığılması sanayinin emme gücüyle değil, bozulan toprak düzeninin itme gücüyle gerçekleşmiştir. Yani bu durum, aslında her zaman Marks’ın sözünü ettiği “bir gecede kurulan sanayi kentleri”nden başka bir şeydi. Yeni-sömürge Türkiye’de kapitalist ilişkiler, pazar için üretim en uç noktalara dek yayıldıkça, tarımdaki feodal, yarı-feodal ilişkiler çözülmekte, himayeci ilişkiler yerini kapitalist ilişkilere bırakırken büyük nüfus kitleleri de kentlerin kenarlarına doğru yol almaktaydı. İşbirlikçi kapitalizmin bu nüfusun ancak bir bölümünü istihdam edebilmesinin pratik sonucu ise işsizlikti.
Ancak, 1980’lardan sonra başlayan ve günümüzde zirve noktasına ulaşan yeni süreçte, tarımın bir dizi uluslararası anlaşma ve çıkarılan yasalarla doğrudan doğruya emperyalist tekellerin talanına açılması ve bütün ithal kotaları kaldırılarak yerli tarımın ürünlerinin değersizleştirilmesi, yeni göç dalgalarının tetikleyicisi olmuştur. Bir süreliğine açıktan yapılan maddi ödemelerle önü kesilebilen bu göç potansiyeli giderek kontrol edilemez hale gelmektedir ve yakın gelecekte bu durumun iyice çığırından çıkacağı bilinmektedir. 2003 yılında yüzde 2.3 oranında küçülen tarım üretimi, 2004’te de bu eğilimini devam ettirmiştir; ancak asıl çöküntü ve tarımsal yoksullaşma önümüzdeki yıllarda beklenmektedir. Üstelik bu kez, sanayi ve hizmetler alanının işçi çalıştırma kapasitesi 1950’lerden çok daha fazla daralmış durumdadır ve metropollere yığılan bu kesimi emebilmekten iyice uzaktır. Şüphesiz bu, işsiz kitlesinin daha fazla artışına yol açmıştır ve açacaktır. “Kalkınma sürecinde tarımda verim artışlarina paralel olarak istihdam azalıyor. Bu evrensel kalkınma sürecine özgü bir olgu” diyen TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı’nın söylemek istediği de budur. Geçen yıl TÜSİAD’ın işsizlik raporunu sunarken “her yıl, 500-550 bin yeni iş yaratmak gerekecek. Aksi takdirde, işsizliğin daha da artması ve de istihdam oranının düşmesi kaçınılmaz olacaktır” diyen Sabancı aslında gerçeğin farkındadır.
Öte yandan, restorasyonla aynı yıllarda gelişen bir politik olgu da nüfus hareketini fazlasıyla etkilemiştir, etkilemeye devam etmektedir. Kürt ulusal hareketine karşı yürütülen haksız ve kirli savaş, son yirmi yıl boyunca binlerce köyün boşaltılmasına, Kürt coğrafyasındaki tarımsal üretimin ve hayvancılığın çökmesine ve milyonlarca insanın devlet teröründen kaçabilmek için büyük kentlere yığılmasına yol açmıştır. (İHD’ye göre boşaltılan köy sayısı 3 bin 246, GÖÇ-DER’e göre 4 bin 500, TBMM Göç Araştırma Komisyonu’na göre ise 2 bin 663’tür.) Gerek Kürt şehirlerinin en büyüklerinin çevresine, gerekse de Batı’daki metropollere ve nisbeten orta büyüklükteki il ve ilçelere göçen bu insanlar da, bazen daha hiç üretim sürecine girmeden “işsizler ordusu”na katılmışlar, bu ordunun daha da büyümesine neden olmuşlardır. Ki burada unutulmaması gereken bir olgu da, aynı Kürt göç dalgasının, bütün büyük göç dalgaları gibi gittiği yerde de yerel işsizliği artırmasıdır. Doğal olarak yoğun Kürt göçü alan her yerde, o güne dek yerli halk tarafından paylaşılan ekmek yeni ortaklarla biraz daha küçülmüş, bir yandan daha ucuz bir işgücü piyasaya sunulurken diğer yandan da göçe nisbeten daha hazırlıklı olarak çıkabilenler batı kentlerindeki hizmet sektöründe de bazı alanlara el atarak toplam hacmi küçültmüşlerdir. Sonuç, bir kez daha, üstelik bu kez politik sebeplerle işsizler ordusunun büyümesi ve hem Kürtlerin hem de son yılların bir özgünlüğü olarak Balkan-Kafkas kökenli göçmenlerin de dahil olmasıyla “enternasyonalleşmesi” olmuştur.

Şımarık Patronların Yüzsüz Teorisi: “Bizim insanımız tembel”
“Aslında iş çok ama insanlar tembellik ediyor” cümlesini günlük hayatta sık sık duyarız. “Nüfusun yarısı üretmiyor ama tamamı tüketiyor!” İş-Kur Genel Müdürü Dr. Necdet Kenar da böyle söylüyor.
Peki neden? Nerede iş var ve insanlar çalışmak istemiyor, bunu kimse söylemiyor.
Patron temsilcilerine göre bunun suçlusu işçiler ve bürokrasidir. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Genel Sekreteri Bülent Pirler’e göre gerekli olan şey, “minimum bürokrasi” yoluyla patronlara bütün kolaylıkların sağlanması ve ücretlerin düşürülmesidir. Sosyal fonlar, sigorta primleri, kıdem tazminatlarının yüksekliği, işyeri hekimi çalıştırma zorunluluğu, kreş açma zorunluluğu, vb. vb. hepsi istihdam yaratmanın engelleridir. Bütün bunlar düzenlendiğinde ve en önemlisi işten çıkarmalar konusundaki “katı” kurallar kaldırıldığında, iş dünyası genişleyecek, istihdam da artacaktır!
İşten çıkarmaları kolaylaştırarak işsizliğe çözüm bulmak… Neoliberal yüzsüzlüğün Türkiye versiyonu bundan daha iyi bir öneri getiremezdi!

İşsizlik ve Toplumsal Çürüme:
Her Zaman Kolkola

İktisat yalnızca iktisadi bir olgu değildir kuşkusuz; o aynı zamanda derin bir sosyolojik yara ve bir kültürel biçimlendiricidir. Yani burada kapitalizmin bütün insan ilişkilerini metalaştıran ve genel bir çürüme-yozlaşma yaratan temel niteliğinden de ötede, daha yakıcı bir sorun vardır; işsiz, üretimden kopmuş, koparılmış insan demektir ve bu kopuş, kapitalist üretim içinde bile şöyle ya da böyle kendini ortaya koyan disiplin-düzen unsurlarının tümünün parçalanışı, üstelik yerine de hiçbir şeyin konulmayışıdır. Yani işsiz, 8-10 saatini çalışarak geçiren insandan farklı olarak, tamamen boşta, boşluktadır, ki bu da kapitalist topluma özgü her türlü bataklık ürününün üzerinde daha fazla yeşerebildiği bir zemindir. İçinde bütün yozlaşma biçimlerinin barındığı kahve mekanı, kumarın küçük ya da büyük türleri, hafif ya da ağır uyuşturucuları da içerir. İşçi için üretim sonrasının zaman öldürülen yeri olan bu mekan, işsiz için sürekliliktir ve bu koşullarda boşluğun çürüme ve yozlaşma yaratması kaçınılmazdır.
Aynı zamanda işsizlik, “meşru” bir işe sahip olunamıyorsa eğer, “meşru olmayan” para kazanma yollarını da eskisinden daha fazla gündeme getirir. Medyanın da mafyaya özendirici yayınlarıyla önayak olduğu bu “kolay para kazanma” eğilimi, işsizin dünyasında giderek yer eder ve bir süre sonra artık bilinen anlamda bir “iş” arama çabasının da önünü keser.
Sonuç, her koşulda yozlaşma, insani çürüme ve halkın yerleşik değerlerinden kopuştur. Hatta bir süre sonra, bu eğilimin bizzat kendisi “halkın yerleşik değerleri”nden biri haline dönüşür ve en uygunsuz para kazanma yolları, en dizginsiz ahlak dışılık, kanıksanır hale gelir. Klasik aile değerlerinin yerini çürümüşlüğün çeşitli biçimleri alır ve buradan bir sonraki kuşağa geldiğimizde ise karşımıza artık sahipsiz çocuklar, sokak şiddeti çıkar. Tamamen yetersiz ölçütlerle yapılan araştırmalara göre bile bugün Türkiye’deki sokak çocuğu sayısı 40 bindir ve bunların yarısına yakını madde bağımlısıdır. Bunlardan 26 bini yine resmi rakamlara göre İstanbul’dadır. Diyarbakır’da ise sokakta çalışan çocuk sayısı 20 bindir. 2004’ün ilk dokuz ayında gerçekleşen toplam 3 bin 463 kapkaç, 8 bin 423 yankesicilik olayının yüzde 51.2’si İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. Daha çarpıcı olan ise, cana değil de sadece paraya yönelik olan suçların toplam olaylar içersinde giderek daha büyük bir oran tutmasıdır. Yani giderek para kazanmanın başka biçimleri yayılmakta ve bilinen anlamdaki “çalışma”nın yerine geçmektedir.

İşsizlik: Bir Şiddet Biçimi
Şiddet nedir?
Şiddet yalnızca bazı araç gereçlerle insanların başka insanlara fiziksel zarar vermesi midir?
O zaman, yoksulluk nedir? Kaynamayan bir tencere, bakımsızlıktan hasta olan bir bebek, en kötü eğitimi bile alamayan çocuk ya da örneğin sular altında kalmış bir ev ne anlama gelir?
Peki ışıklı vitrinler nedir? Gösterişli arabalar, yüzme havuzlu malikaneler nedir?
En önemlisi de işsizlik nedir? İşten atılmak nedir? Beş para etmediğini bildiğiniz bir adamın gözüne bakıp onun tek bir cümlesiyle işe girebileceğinizi bilmek nedir? Aklınızın bir köşesinde beslenip bakılması gereken çocuklar, ödenmesi gereken bir kira varken, onurunuzu zedeleyen sözlere bile katlanmaya mecbur olmak nedir?
Kapitalizm, bir şiddet rejimidir. Ama yalnızca kitle gösterilerine ateş açıldığı, karakollarda insanlar dövüldüğü için değil; kapitalist işleyişin kendisi bir şiddettir. Sermaye sahibinin, kozları elinde tutanın, masanın öbür tarafında oturanın, sermayeye sahip olmayanı ezip tükettiği, onurunu zedelediği bir şiddet düzeni. İşte asıl bu yüzden, onun yıkılmasından söz ederken barışçıl hayaller kuranlar düpedüz ahmaklık içindedirler. Onlar, yani bu hayallerin sahipleri, yalnızca politik alana bakarlar ve yasalarda birazcık yumuşama gördüler mi barış türküleri söylemeye başlarlar. Sokaktan, emekçilerin acıyla dolu yaşamlarından o kadar uzaktadırlar ki, artık iş bulma umudunu bile yitirmiş olan insanın nasıl bir şiddete maruz kalmış olduğunu asla anlayamazlar. Oysa tam da bu durum, devrimci şiddetin gerçek meşruiyetini oluşturur. Tam da bu yüzden, bugünkü insanlık dışı, insana fiziksel ve ruhsal anlamda şiddet uygulayan düzen emekçilerin şiddetiyle yıkılmalıdır.

Popülizm: Neoliberalizmin Günah Keçisi
Konuyla ilgili olarak değinmeden geçemeyeceğimiz son bir konu ise “popülizm” kavramının neoliberal politikalar uyarınca hedef tahtasına çıkarılmasıdır.
Özal’dan bu yana bütün başbakanların iş isteyenleri azarlamayı bir gelenek haline getirmesi ve kamu kurumlarına yönelik özelleştirme saldırısının bu kurumlarda çalışan emekçileri de kapsaması rastlantı değildir. Özellikle 1980’lerden sonra en sağdan liberal sola dek ortaklaşa gerçekleştirilen demagoji kampanyalarıyla kamu fabrikalarından çalışan bütün işçilerin “beleşçi asalaklar” olduğu binlerce kez söylenmiş, toplumun, özellikle de yoksulların devlete duyduğu nefreti de ustalıkla kullanan bu demagoji, bütün kamu kurumlarının siyasi partizanlıkla doldurulmuş tembel sürüleri ile dolu olduğunu toplumda yaygın bir kanaat haline getirmiştir. 90’ların ve 2000’lerin yeni tabusu budur: Kamu çalışanlarına duyulan nefret! O kadar ki, plazalardaki odalarına dek adeta tahteravanla gelip giden, hayatı boyunca tek bir çöp parçasını kaldırıp bir yere koyma zahmetine girmemiş olan holdingçi köşe yazarları bile, tembellik ve asalaklık konusunda inciler döktürmekten geri durmamaktadırlar.
İşte tam da bu sıralarda, “popülizm” diye bir kavram yeniden keşfediliverdi. Nedir popülizm, Halkçılık. “Halkçılık” anlamına gelen bu sözcüğü yalnızca yeni-sağcılar değil, neoliberalizmin “solcu”(!) dalkavukları da pek sevdiler. Halkçılık, sanki kötü ve aşağılık bir şeymiş gibi tu taka edildi ve artık her çorbanın çeşnisi olmaya başladı. Tarımın korunmasından söz edenler, işçi ücretlerinin yükselmesi gerektiğini söyleyenler, işsizliği lanetleyenler, hatta ekmek fiyatının yüksekliğinden şikayet edenler, vb, vb. hep aynı dur levhasıyla karşılaştılar: “Popülizm yapmayın!” Sonuçta, şu ya da bu niyetle de olsa, emekçilerin, halkın lehine ne söylerseniz, popülizm, o da yetmezse “üçüncü dünya solculuğu”, o da yetmezse “ilkellik” suçlaması önünüze çıkıyordu. Hatırlanacağı gibi “son sosyalist devlet Türkiye” saçmalıkları da zeka özürlü politikacılar tarafından bu süreçlerde söylenmişti; ama sözün kendisi gözünü hırs bürümüş neoliberaller için aslında saçma değildi; çünkü gerçekten de Türkiye’nin 1960’larda oluşturulmuş sosyal güvenlik yasaları ve işyeri mevzuatı vahşi soygun dönemine uygun değildi. Sadece mevzuat değil, Kemalizmin neoliberalizme uygun biçimde yeniden düzenlendiği bir devirde, “halkçılık”, “devletçilik” gibi eski versiyonları gereğinden fazla ciddiye alanlar da yeni sürece uygun değildi.
Sonuç olarak yalan mekanizmalarının ürettiği şey özetle şuydu: A) Kamu işletmeleri zarar ediyor, satılmalı; B) Kamu işletmelerinde çalışan işçiler yan gelip yatıyor, atılmalı! Böylece, bir yandan kapatılan ya da satılan KİT’lerden atılanlar işsizliğin yeni bir kaynağını oluştururken, diğer yandan da çok temel bir soru gürültüye getirilmiş oluyordu: Devlet ne yapar? Ya da şöyle sorabiliriz: Devletin kamu kurumlarında insanlara iş vermesi neden kötü bir şeydir? “Solcu” olanları dahil bütün düzen dalkavuklarının bu soruya verdiği yanıt şuydu: Bu çok kötü bir şeydir. Devlet, 100 milyar dolara yaklaşan batık banka zararlarını karşılayabilir, devasa bir militarist mekanizmayı astronomik bütçe fonlarıyla büyütebilir, yeni işkencehaneler, hücre tipi cezaevleri için sorgusuz sualsiz trilyonlar dökebilir ama insanlara iş veremezdi. Böylece “kamu” ve “sosyal hizmet” kavramıyla ilgili her şeye amansız bir düşmanlık gösterenlerin derdi de anlaşılmış oluyordu: Neoliberal soyguncuların işletmelerinde iş bulabiliyorsan bul, bulamıyorsan devlet kapısına gidip devletin bize ayırdığı paracıklara musallat olma!

İşsizlik Sigortası: Bir Avuntu Bile Değil
Peki, 8 Eylül 1999’dan başlayarak yürürlüğe giren İşsizlik Sigortası herhangi bir sorunu çözüyor mu? Yasa incelendiğinde, birilerinin işsizlerle dalga geçtiği izlenimi oluşuyor; çünkü yasa bir yandan sigortadan yararlanmayı neredeyse olanaksız hale getirirken, diğer yandan ise düzensiz işlerde çalışanları tamamen hesap dışı tutuyor.
Yasadan yararlanmak için kendi istek ve kusuru dışında işini kaybetmiş olmak, 600 günlük İşsizlik Sigortası primi ödemiş olmak, 120 gündür bir işte çalışıyor olmak gibi kurallar getiriliyor ki, son süreçlerde bu koşullara uyan işsiz tipine rastlamak hemen hemen mümkün değildir. Ve tabii, istifa etmiş olanlar ya da “ahlakdışı”(!) davranışlar nedeniyle işten atılmış olanlar, grev ve lokavt yoluyla işten çıkarılanlar, vb. vb. yasadan yararlanamıyor. Yani aslında böyle bir sigorta yok gibi bir şey.
Rakamlar da bunu doğruluyor.
İşsizlik Sigortası Fonu’nda biriken gelirler, 2003’te 4 katrilyon 109 trilyon, 2004’te ise 4 katrilyon 825 trilyon lirayı bulurken, fonun 2003 gideri 153 trilyon, 2004 gideri ise 427 trilyon liradır. Toplam olarak bugüne kadar fonda 13 katrilyon birikirken, resmi rakamlara göre 2 milyon 390 bin kişi olan işsizlerden yalnızca 130 bin 463 kişi yasadan yararlanmıştır; yani toplam işsizlerin yüzde 5.46'sı...
İşsizlik Sigortasının işsizler bakımından ifade ettiği anlam, işte bu kadar.

Demokratik Halk İktidarı Sorunu Çözebilir mi?
Evet çözebilir ve çözecektir.

Üstelik bunu söylemek için o kadar karışık teorik laflara, iktisat biliminin incilerine de gerek yok. Kesintisiz biçimde sosyalizme yürüyecek olan anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimi, işsizlik sorununu kesin olarak çözebilir ve çözecektir. Bunu nasıl yapacağı sorusunun yanıtı ise bizzat bu cümlenin kendisinde vardır.
Anti-emperyalist bir devrimi anlamı, bu coğrafyada emperyalizmin politik, ekonomik, sosyal, kültürel, vb. bütün varlığının ortadan kaldırılması, bütün borç ve bağımlılık anlaşmalarının geçersiz sayılarak bu soygun kurumlarıyla ilişkilerin kesilmesi, bütün askeri pakt ilişkilerinin, ikili ya da çoklu militarist anlaşmaların iptal edilmesi ve bu soyguncuların elindeki bütün kaynak ve zenginliklerin derhal kamulaştırılmasından başka bir şey değildir.
Anti-oligarşik bir devrimin anlamı, bu coğrafyada oligarşik diktatörlük olarak tanımladığımız güçler blokunun elindeki bütün kaynak ve zenginliklere derhal halk tarafından el konulmasından ve bu diktatörlüğün parçalanarak demokratik halk yönetiminin kurulmasından başka bir şey değildir.
Son derece açık: Yukarıdaki tanımlamaların ekonomik anlamı, her şeyden önce bu toprakların iliğini kemiğini kurutan büyük bir soygun mekanizmasının ortadan kaldırılmasıdır. Ve yine bu tanımlamaların ekonomik anlamı, böylece devasa büyüklükteki yeraltı-yer üstü zenginliklerinin bu soyguncuların elinde kurtarılarak doğrudan doğruya halkın eline geçmesidir. İşbirlikçi büyük tekeller, onlarla kader birliği içindeki militarist odaklar, vb. ortadan kaldırıldığında, yalnızca bu yapıldığında bile ortaya çıkacak olan kaynak muazzam büyüklükte olacaktır. Yalnızca devlet sırtından yapılan soygunların miktarı bile düşünüldüğünde, suyun yönünün halka ve emekçilere doğru döndürülmesinin yaratacağı devasa olanaklar kolayca anlaşılabilir.
Daha sonra, bu coğrafyanın muazzam verimliliği, yer altı-yer üstü zenginlikleri, her türden ürüne uygun tarımsal zemini, hiç küçümsenmeyecek bilimsel-akademik ve teknik deneyimi, özgürleşmiş ve yaşam enerjisi devrimle yenilenmiş insan potansiyeli planlı ve emekçilerden yana bir anlayışla harekete geçirildiğinde sorunun çözümü için yeterli önkoşullar sağlanmış olacaktır. Kuşkusuz devrimci halk iktidarı, bütün teknolojik atılımları izleyecek ve mümkün olan en ileri üretim tekniklerini -doğa ile barışık bir anlayışla- uygulayacaktır; ama bu emekçiler açısından işsizlik değil, yeni iş alanları ve iş sürelerinin sosyal hayata izin verecek şekilde kısalması anlamına gelecektir. Bu anlamda, komünizme doğru yürüyüşün her aşamasında üretim süreci her bakımdan gitgide daha fazla “esnekleşecek” ama bu “esneklik” artık emekçinin daha vahşice sömürülmesi anlamına değil, özgürleşmesi anlamına gelecektir. Bu, elbette ruhlarını holdinglere satmış olan medya maymunu iktisatçıların asla anlayamayacakları yalınlıkta bir şeydir; çünkü sorun esasen gelişme ve ilerleme kavramlarının nasıl anlaşıldığı ile ilgilidir. Onlar “verimlilik artışı”ndan üretimdeki işgücü maliyetinin düşüşünü ve daha fazla artı-değer sağlanmasını anlarlar. Oysa sosyalizme yürüyen devrimci halk iktidarı, verimliliği, ülke insanlarının daha iyi, daha insanca yaşamasının koşulu olarak anlar. Onların “büyüme”si insan unsurunu dışta bırakan rakamlardan ibarettir; oysa devrimci halk iktidarı “ekonomik büyüme”yi emekçilerin ve bütün toplumun özgürleşmesinin bir aracı olarak algılar. Onlar, bir hizmet ya da ürünün herhangi bir kâr elde edilmeksizin topluma sunulmasını ekonomik bir “felaket” olarak görürler ve böyle bir işletmenin derhal batacağını düşünürler; oysa geçerli olan tam da bunun tersidir: sosyalizm bütün gücünü tam da buradan alır. Onlar için bütün toplumun sosyal güvenceye sahip olması, eşit ve parasız eğitim-sağlık hizmetlerinden yararlanması, ekonomiyi çökertir; oysa devrimci halk iktidarı tam da bu sağlam zeminin üzerinde durur.
Sonuç olarak, anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimi, bütün politikalarının eksenine kâr unsurunu değil, emekçilerin çıkarlarını koyduğu için, ekonominin bütün spekülatif para sağlama zeminlerini ortadan kaldırarak reel üretimi esas alacak, piyasa, borsa gibi hırsızlık kurumlarını paramparça ederek yürürken ülkenin bütün kaynaklarını toplumun ihtiyaçlarına dönük olarak üretim yapılmasına doğru yöneltecektir. Bu ise, çalışabilecek durumda olan her bireyin enerjisinin ve yeteneklerinin açığa çıkarılması, atıl kalmasının önüne geçilmesi anlamına gelecektir.
Dahası ve en önemlisi, ülkemizin tüm kaynakları ülkenin yeniden imarı için harekete geçirilecek, bunun için büyük emek seferberlikleri gerçekleştirilecek ülkede tek bir işsiz bırakılmayacaktır. Bu ülkenin tüm insanlarına verecek işi ve aşı vardır. Yeter ki, sömürü düzenini yok edelim. Halkın iktidarını kuralım.
Bütün bunları yapabilmek için gerekli olan kaynak ise başka herhangi bir yerde değil, burada, bu toprakların üzerinde mevcuttur. Anti-emperyalist anti oligarşik demokratik halk devrimi, emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından el konulan, heba edilen bu kaynağı açığa çıkararak yeni bir halk enerjisiyle birleştirecek yeteneği gösterecektir.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul