Giriş
Bir ülkede ekonominin büyüme hızı artarken aynı
anda nasıl işsizlik ve yoksulluk da artabilir?
“Bütün göstergeler iyi” ise eğer, “her şey yolunda”
deniliyorsa, nasıl olup da insanlar, yani somut
insanlar, emekçiler, bunu hissetmezler? Ya da
aynı soruyu başka türlü sorarsak, tek bir somut
durum, nasıl olup da aynı ülkede yaşayan insanlar
için farklı farklı anlamlar ifade edebilir?
Neoliberal zamanların en “derin” muamması bu.
Ya da “muamma” gibi görünüyor. Piyasa düzenine
bütün yüreğiyle (ve tabii cebiyle!) bağlı olan
medya maymunu iktisatçılar “büyüme hızını” öve
öve bitiremiyorlar, aykırı ses çıkaranları hemen
tasfiye ediyorlar; ama aynı adamlar arada sırada
da şöyle itiraflarda bulunmaktan kendilerini alamıyorlar:
“Evet ekonomik durum iyi ama işsizlik hâlâ bir
sorun olmaya devam ediyor...”
Yani aslında ortada o kadar da karışık bir durum
yok; bütün sorun olup bitenlere nereden bakıldığıyla
ilgili: Burjuva medyanın bizi içine kapattığı
“çoğul düşünme”nin deli gömleğinden biraz kurtulduğumuzda,
“ekonomik göstergeler” gibi ahmakça laflardan
yakamızı sıyırdığımızda ve “kimin için iyi-kimin
için kötü” sorularını sorduğumuzda tabloyu anlamak
pekala mümkün görünüyor.
Kimin için iyi? Kimin için kötü?
Bu ikili soru, doğrudan doğruya sınıfsal bir sorudur
ve sorunu anlamanın anahtarıdır.
Bir işçi ailesinin bütün yıl boyunca harcadığı
parayı bir akşam yemeğinde masada bırakıp kalkanlar
için durum “iyi”dir. Geçtiğimiz günlerde AKP hükümeti
için “umduğumuzdan çok daha iyi çıktı” diyen Erol
Sabancı, bu sınıftandır örneğin. Her seferinde
her hükümetten bir şeyler uman ve bir türlü umduğunu
bulamayan milyonlarca insan için ise “iyi” kavramı
bir anlam ifade etmemektedir. Sokaklarda işsiz
güçsüz dolanmak zorunda olanlar, bu “iyi”liği
bir türlü anlayamıyorlar.
Oysa az sonra göreceğimiz gibi, aslında bu ikisi
bir bütündür ve aynı anlama gelmektedir. Neoliberal
vahşi kapitalizmin “gelişmesi” ile milyonların
işsizliği ve yoksulluğu tek bir sürecin parçalarıdırlar;
ya da başka bir deyişle bu “gelişme” zaten milyonlarca
insanın işsizliği ve yoksulluğu üzerine kuruludur.
Kapitalizm ve İşsizlik
Esasen kapitalizm, her zaman böyle bir çelişkiyle
birlikte var olmuştur; onun gelişmesinin her aşaması
sermaye sahipleri için ve sömürülen emekçiler
için başka başka anlamlar ifade etmiştir. Her
vardiya bitiş düdüğü emekçilerin ürettiği değerin
paylaşımının özel bir biçiminin ilanı olmuş, emekçiler
için bu bölüşüm “ancak ertesi gün işe gelmelerini
sağlayacak kadar” bir ücret anlamına gelirken,
patronlar için ise alınteri üzerinden elde edilen
artı-değerin biraz daha artışına denk düşmüştür.
Hangi özgün biçimlerin ve demagojik açıklamaların
ardına gizlenirse gizlensin bu her zaman düpedüz
bir soygun ve hırsızlıktır.
Özel olarak işsizlik sorununa geldiğimizde ise,
bir üretim ve bölüşüm tarzı olarak kapitalizmin
her zaman bir işsizler ordusu ile birlikte var
olduğu bizim söylememizi gerektirmeyecek kadar
açık, bilinen bir gerçekliktir. İşsizliğin şu
ya da bu düzeyde var olmadığı bir kapitalist ülke
tarihin kayıtlarında bulunmamaktadır; nerede kapitalizm
varsa orada mutlaka sokakta işsiz-güçsüz dolanıp
duran yığınlar vardır ve zaten kapitalist kârın
beslenme noktalarından biri de budur. Kâr oranlarının
sürekli olarak yüksekte tutulması için üretimdeki
emek maliyetinin düşürülmesi, yani işgücünün fiyatının
en alt seviyede tutulması her zaman bu ordunun
kapıda hazır bekletilmesiyle mümkün olmuştur.
Bu anlamda, toplumsal bir sorun olarak işsizlik
olgusu, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan bir
şeydir. İşsizlik, yalnızca bir “iş yapmama” hali
değildir. Feodal ekonomi içersinde zaman zaman
son derece atıl bir noktaya itilerek üretim yapamaz
hale gelen köylü ya da zaten elini sıcak sudan
soğuk suya sokmayan aristokrat toprak beyi, onun
ailesi, vb. tanım itibarıyla üretimin dışında
olsalar da “işsiz” değillerdir. Bu, doğrudan yoksullukla
ilgili bir olgu da değildir zaten. Ortaçağın korkunç
yoksulluk ve salgın hastalık dönemlerinde açlıktan
kırılan yüz binlerce köylü, yaşadıkları bütün
sefalete karşın bugün bildiğimiz anlamda “işsizler
ordusu” değillerdir; çünkü onlar işçi değillerdir.
Ancak kapitalizmin ortaya çıkmasıyladır ki, topraktan
kopan ve gerçek anlamda “özgür” emekçi haline
dönüşen işçi kitleleri için bu kavramdan söz edilebilir.
Çünkü bu noktada karşımızda tarihte ilk kez, elinde
kalan tek varlığı olan işgücünü pazara çıkaran
“özgür” işçi vardır ve artık onun için mevsimlere,
yağmurlara, salgın hastalıklara değil, üretim
sisteminin işleyişine bağlı olarak ortaya çıkan
bir “iş bulma-bulamama” durumu söz konusudur.
Aslında yüzeysel bir bakış açısıyla bakarsak,
mümkün olduğunca kâr elde etmeyi ve bunun için
mümkün olduğunca fazla üretim yapmayı isteyecek
olan kapitalist için, işsizlik akıldışı gibi görünür.
Safdil bir mantıkla “ne kadar üretim, ne kadar
işçi, o kadar artı-değer ve kâr” diyebiliriz.
Ama bu kurgu pratikte bir anlam ifade etmez; çünkü
yine kâr dürtüsünden dolayı, toplam artı-değerin
ve ortalama kâr oranlarının sürekli olarak yükseltilmesi
zorunluluğu, üretim maliyetinde ücretlerin payının
azaltılmasını, daha az işçiyle daha çok iş yapılmasını
zorunlu kılar.
Yani çoğu kez emekçilerin kandırılmasında büyük
role sahip olan akıl ve mantık ölçüleri, kapitalist
üretim için geçerli değildir. Örneğin “bir kapitalist
sonuçta ürettiği malı satmak zorundadır, dolayısıyla
toplumdaki herkesin belli bir gelire sahip olmasını
ister, milyonlarca işsiz ne satın alabilir ki”
diye bir kurgu yaptığımızda, yine her şey çok
mantıklı görünür ama zaten kapitalizmin en öldürücü
çelişkileri de bunlardır. Kâr elde etmek için
mantıken ürünlerini satmak zorunda olan kapitalist,
diğer yandan birim başına kâr oranını yüksekte
tutmak için fabrikasını bir hayır kurumu gibi
değil, mümkün olan en yüksek verimle çalıştırmak
zorundadır ve bunun anlamı da yine ücretlerin
düşük tutulması, mümkün olan en az işçiyle işlerin
yürütülmesi demektir. Sistemin sürekli krizler
içinde debelenmesinin nedeni de budur.
Üstelik, söz konusu olan da tek bir kapitalist
değil, bir sistemdir ve bu durum bütün bireysel
niyet ve iyilik-kötülük kavramlarını dışlar. Kapitalizm,
kendisinden önceki diğer üretim biçimlerine göre
oldukça dinamik, devingen bir üretim ilişkisidir.
Sürekli değişim/gelişim halindedir. Bunu yapmaya
mecburdur. Herhangi bir sektörde üretim yapan
bir kapitalist işletme, yeni üretim teknikleri,
yeni teknolojiler, artı-değeri arttırıcı yeni
çalışma koşullarını geliştirmezse, bunları geliştiren
diğer rakipleri tarafından yutulacağı için bu
alanlarda ilerlemeler yapmak zorundadır. Esasında
aynı süreç tekelci kapitalizm aşamasında da işler,
rekabet devam eder. Bu kez bir pazarda tekel oluşturan
bir tekelci kapitalist, yeni teknikler/teknolojiler
geliştirip kendi alanına yatırım yapabilecek olan
diğer tekelci kapitalistler tarafından yutulma
tehlikesine karşı aynı şeyleri yapmak zorundadır.
Daha ileri üretim tekniği dediğimiz şeyin somut
anlamı ise artı-değerin artırılmasıdır. Herhangi
bir kapitalist için bunu sağlamayan bir teknik
gelişmenin hiçbir anlamı-değeri yoktur. Bu ise
aynı metanın daha az işgücüyle üretilmesidir ki,
böyle bir sürecin nihai olarak yaratacağı sonuç
çalıştırılan işçi sayısındaki azalmadır. Böylece
işçi sınıfının işsizleri de kapsayan toplam kitlesi
azalmaz, hatta artan nüfusla birlikte toplumun
çalışan, çalışarak hayatını kazanabilen kesimi
sayıca artar bile; ama artık çalışanların yanında
gitgide büyüyen bir işsizler ordusu da vardır.
Böylelikle işsizlik olgusu kaçınılmaz olarak,
kapitalizmin işleyiş yasaları gereği ortaya çıkar.
Öte yandan bu işçiler, bir defa tarımsal üretimden,
zanaatçılıktan koparılmıştır ve artık yeniden
oraya dönemezler. Yapabilecekleri tek şey yine
işçiliktir. Yeni iş alanları açılana kadar işsiz
olarak kalmak zorundadırlar.
Özellikle kapitalizmin ilk ortaya çıktığı süreçte
işgücü ihtiyacı yoğundur. Kırsal alandaki kitleleri
feodal boyunduruktan kurtararak özgür işgücü haline
getirmek bu dönemde aynı zamanda siyasal bir olgudur.
Ancak kapitalist üretim tarzı gelişip oturdukça
artık durum değişir ve ihtiyaçtan fazla işgücü
arzı kapitalist için üretim maliyetini düşürmenin
bir aracı haline gelir. Kuşkusuz, her şeye rağmen
kapitalizmin gelişimi, yeni yatırım alanlarının
açılması vb. mutlak işçi sayısının sürekli olarak
artmasına yol açar. Artı-değer sömürüsü üzerinden
oluşan sermaye birikimi, sürekli olarak kendine
yeni değerlenme (yatırım) alanları açmak zorundadır.
Çünkü olduğu yerde, yatırıma dönüşmeden duran
paranın, başka bir ifadeyle sermayeye dönüşmeyen
paranın, kapitalist sisteme zararı vardır, yararı
yoktur. Stok oluşturan tüm diğer metalar gibi,
özel bir meta olan paranın stoku da zarar demektir
ve yeniden dolaşıma girip artı-değer ürettikçe,
sermaye haline geldikçe kapitalist için bir anlamı
vardır. Bu zorunluluk da işçi sayısının artmasına
yol açar. Ancak bu artış görelidir. Yapılan değişmeyen
(sabit) sermaye (fabrika, makine, tesis, bina
vb.) miktarındaki artışla oranlandığında, çok
daha düşük bir oranda artar. Bu da mutlak işçi
sayısındaki artışa rağmen işsizliğin artmasının
bir diğer nedenidir.
“Emekçi artı-nüfus [işsizler-b.n.], birikimin
ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin
zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak
da, bu artı-nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı
ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini
de alır. Bu artı-nüfus, her an el altında bulunan
yedek bir sanayi ordusu oluşturur ve bu ordu,
tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak
beslenen bir ordu gibi, tümüyle sermayeye aittir.
Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak
bu artı-nüfus, sermayenin kendisini genişletme
konusunda değişen gereksinmelerini karşılamak
üzere, daima sömürülmeye hazır, bir insan malzemesi
kitlesi yaratır.” (Kapital, s: 648) Ancak Marks’ın
sözünü ettiği bu ordunun tüm masrafları, ne yazık
ki yine işçiler tarafından karşılanır. Onları
işsiz bırakan kapitalistler, sanki bunda hiçbir
sorumlulukları yokmuşçasına bu insanların geçimiyle,
bir tehlike oluşturmadıkları sürece hiçbir şekilde
ilgilenmez.
Kapitalistler için bu yedek sanayi ordusunun bir
diğer avantajı da şudur: Yeni bir yatırım alanının
açılması durumunda bu yeni yatırım alanı, işgücü
piyasasında bir talep yaratır. İşte bu durumda
kendi ellerinde bulunan işgücünün bu yeni sektöre
kaymasıyla oluşacak bir boşluktan kendilerine
korumak için böyle bir yedek sanayi ordusunun
her zaman el altında bulundurulur. Aynı zamanda
işsizler ordusu, böylesi bir durumda işgücü fiyatlarının
yükselmesini önlemek için de gereklidir.
Çalıştırdıkları işçiler üzerinde işsizler ordusunun
yarattığı psikolojik baskılanmayı ustaca kullanan
kapitalistler, bu tehdit aracılığıyla tüm sömürüyü
artırma yöntemlerini işçilere dayatırlar. Bu durumda
ortaya çıkan aşırı çalışma ise yine işsizliği
artıran bir etken olarak ortaya çıkar.
“Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin
aşırı-çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken,
öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla
çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları,
aşırı-çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası
altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının
bir kesiminin aşırı-çalışmayla diğer kesimi zorunlu
bir işsizliğe mahkum etmesi ve bunun tersi, bireysel
kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini
aldığı gibi, aynı zamanda da, yedek sanayi ordusu
üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun
düşecek ölçüde hızlandırır. “ (Kapital s.652-653)
Marks’ın sözlerinden de anlaşılacağı gibi, kapitalistler
zenginleştikçe, kapitalist toplumsal birikim büyüdükçe
işsizlik de aynı oranda artar. İşsizliğin artması,
kapitalist ekonominin dengeleri açısından zorunluluktur.
Bu dengelemenin nasıl gerçekleştiğini yine Marx’tan
okuyalım: “Yedek sanayi ordusu, duraklama ve ortalama
gönenç dönemlerinde faal emek-ordusunu baskı altında
tutar, aşırı-üretim ve coşkunluk dönemlerinde
bu faal ordunun isteklerini dizginler. İşte bu
nedenle, nispi artı-nüfus [işsizler-b.n.], emeğin
arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü eksendir.
Nispi artı-nüfus, bu yasanın geçerlik alanını,
sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine
mutlak şekilde uyan sınırlar içersinde tutar.”
(Kapital c:1, s:655)
Öte yandan, sermayenin yeni üretim tekniklerini
geliştirme zorunluluğu giderek nitelikli işgücüne
duyulan ihtiyacın azalması sonucunu doğurur; artık
yeni geliştirilen makineleri çok az el becerisine
sahip ya da hiçbir beceriye sahip olmayan işçiler
de çalıştırabilir. Hatta bu makineler çok daha
az bir kol gücüyle, işgücü pazarında her zaman
daha ucuza satın alınabilecek olan deneyimsiz
işçilerce, kadınlar ve çocuklar tarafından da
çalıştırılabilir. Kadın ve çocuk emeğinin de bu
şekilde işgücü pazarına eklenmesiyle birlikte
işsizlik daha da artar. “Sermaye daima çok sayıda
genç emekçi, az sayıda yetişkin emekçi ister.”
(Kapital s:658)
Kapitalizmin artan gelişim hızı, böylece bir makinenin
yenisiyle değiştirilmesi için gereken zamanı kısalttığı
gibi işçileri de hızla tüketir; onları üretime
ve hayata karşı iyice yabancılaştırır ve ezer.
Kapitalistler için herhangi bir üretim girdisinden
farklı olmayan işgücünün “tüketilmesi” de üretim
döngüsünün hızına çok yakından bağlıdır. “Emek-gücünün
sermaye tarafından tüketilmesi o kadar hızlıdır
ki, emekçi, yaşamının daha yarısında iken aşağı
yukarı bütün ömrünü tüketmiş gibidir. Bu emekçi,
ya fazlalıkların arasına katılır, ya da ıskalanın
üst basamağından alt basamağına indirilir. (...)
İşçi kuşaklarının hızla yenilenmeleri gerekir
(bu yasa, nüfusun öteki sınıfları için geçerli
değildir). Bu toplumsal gereksinme, büyük sanayi
işçilerinin, içinde yaşadıkları koşulların zorunlu
bir sonucu olan erken evlenmeler ve çocukların
sömürülmelerinin, bunların üretilmelerini kârlı
bir iş haline getirmesiyle karşılanır.” (Kapital,
s: 658)
Ve nihayet tarımda kapitalizmin gelişmesi, kırsal
alanın himayeci ilişkilerini çözdükçe işsiz kitlelerini
yığınlar halinde kentlere akıtır ve daha düşük
ücretlere, daha kötü koşullara katlanmaya hazır
olan bu devasa kitleler hem ücretlerin aşağı çekilmesine
hem de mevcut çalışan kitlenin yığınlar halinde
işsizlik kervanına katılmasına neden olur. Ve
bu kez artık kimsenin yeniden tarım alanında iş
bulma ya da eski feodal koruma altına sığınma
şansı da yoktur. Kalifiye işçiye olan ihtiyacın
azalmasıyla birlikte aynı sürece geçici işçiler
ve ev işçiliği de girdiğinde, kapitalist bakım
masraflarını hiçbir biçimde üstlenmediği bu büyük
kitle sayesinde emek piyasasını istediği gibi
yönlendirebilir hale gelir.
Klasik İşsizlik Olgusundan “Kronik” İşsizliğe
ve “Mutlak” İşsizliğe Geçiş
Ancak kapitalizmin seyri, hem sistemin sömürü
ve hegemonya biçimleri açısından, hem de işçi
sınıfı ve onun işsizlerden oluşan kesimi açısından
düz bir çizgi izlemez. Özellikle rekabetçi dönem,
büyük ölçüde Marks’ın “yedek sanayi ordusu” olarak
tanımladığı klasik işsizlik biçimiyle karakterize
olur. Bu dönemin kapitalizmi, teorik olarak “tam
istihdam” kuralını temel alır. Kuşkusuz çalışabilecek
nüfusun tümünün eksiksiz olarak iş bulabildiği
bir durum hiçbir zaman yakalanamaz ama kapitalizmin
hızlı gelişme temposu, bir alanda boşa çıkardığı
işçi kitlesini bir başka alandaki gelişmeye bağlı
olarak yeniden yakalayıp istihdam edebilir. Gitgide
büyüyen bir işsizler ordusu vardır ama bu kitle
çok dinamik ve akışkandır. Kapitalist üretimin
devrevi bunalımlarına bağlı olarak çöküntü evrelerinde
büyük işsiz kitleleri sokaklara dökülürken işler
yeniden açılıp belli bir canlanma ve refah noktasına
doğru gidildiğinde, ortalık bir süreliğine de
olsa kocaman bir şantiyeye döndüğünde işsizlikte
de belli bir azalma görülür; en azından umutlar
yeniden canlanır. Durum, tamamen tıkanmış ve iflah
olmaz bir kangren gibi görünmez. Hatta bu dönem,
sınıfsal sıçramaları bile kısmen mümkün kılan
özellikler taşır; atölyeden patronluğa yükseliş
efsanelerinin önemli bölümü de bu sürece aittir.
Tekelci kapitalist dönem ise, kapitalist üretim
tarzının bunalımının genel ve sürekli hale gelmesi
anlamını taşır ki, bu da yaygın benzetmeyle söylersek
artık hastanın yatağa bağlanması, arada sırada
canlanma belirtileri gösterse de hiçbir zaman
tam olarak iyileşememesi demektir. Emperyalist
kapitalizmin asalak niteliğiyle üretici güçlerin
önünü tıkaması kuşkusuz tarihsel boyutta bir anlam
ifade eder ve kapitalist üretim yine yeni teknolojik
atılımlarla gelişim gösterir ama artık dünyanın
paylaşılmış olduğu koşullarda sistemin kaderi
pazarların ritmine bağlanmıştır ve üstelik bu
kez bütün kapitalist ekonomiler bir zincirin halkaları
gibi dünya çapında birbirine bağlanmış haldedir.
Pıtrak gibi adeta yerden fışkıran yeni işletmeler
ve sınıf atlama dönemi tarihsel olarak kapanmış
ve tekellerin hem ekonomi alanını hem de bütün
toplumsal hayatı bir balçık gibi kapladığı yeni
bir dönem başlamıştır. Eşitsiz gelişme hem tekeller
arasında, hem de emperyalist ülkeler bağlamında
hükmünü sürdürmektedir ve kapitalizm bütün atılımlarına
karşın en yıkıcı ve ölümcül aşamasına varmıştır.
Bu aşamada sözünü ettiğimiz şey, artık “kronik
işsizlik”tir ve tam istihdam neredeyse hayal gibidir.
20. yüzyıl boyunca böyle bir durumun kısmen görülebildiği
tek istisna, II. Paylaşım Savaşı koşullarındaki
ABD ekonomisidir, ki bu da 11 milyon insan savaş
nedeniyle askerde iken özellikle kadınların işgücüne
çekilmesiyle gerçekleşebilmiştir. Geriye kalan
zamanlar ise başta 1929 Buhranı olmak üzere birbiri
ardına patlayarak sistemi sarsan, milyonlarca
insanı sokağa ve sonra da savaşa iten krizlerle
doludur. Bu anlamda her paylaşım savaşından sonra
büyük yıkım tabloları üzerinden başlatılan yeniden
inşa hamleleri de uzun vadeli rahatlamalar yaratabilmiş
değildir. Doğrusu 1929 sonrasında ABD’de uygulanan
New Deal politikalarını bir yana koyarsak, 20
yüzyıl boyunca emperyalist dünyanın (özellikle
Avrupa kıtasında) işsizliğe ve krize karşı bulduğu
en çarpıcı çözüm, faşizm olmuştur. Bütün toplumun
“askerileştirilmesi”ne dayanan Nazi politikası,
20. yüzyıl boyunca işsizlik sorununa bulunmuş
en “harika”(!) çözüm olmuştur. Böylece çoğu işsiz
milyonlarca insan bir “iş” (yani üniforma) sahibi
yapılmış, ellerine bir “üretim aracı” (yani silah)
verilmiş ve sonra da fiziki olarak yok edilmiştir!
Ancak bu kadar büyük bir yetişkin insan kitlesinin
kırımı bile, bu kadar büyük bir işgücü ziyanı
bile, emperyalist sistemin bu konudaki anarşik
yapısını ortadan kaldırmamış, daha savaşın bitiminden
birkaç yıl sonra işsiz kitleleri metropol kaldırımlarını
arşınlamaya başlamıştır.
Ancak savaş sonrası dönemin en önemli özelliklerinden
biri, belli başlı emperyalist ülkelerin, özellikle
de Avrupa’dakilerin, birkaç faktörden ötürü sosyal
dengeleri gözetmeleridir. Bu dönem tabii ki, bir
inşa dönemidir; savaş sırasında değersizleşmiş
olan sermayenin yeniden üretilmesi zaten belli
bir ekonomik canlılığa yol açmıştır. Ama bunun
da ötesinde, söz konusu dönemde Avrupalı emperyalistler,
çok yakınlarında hissettikleri sosyalizm tehlikesinin
baskısı altında kendi işçi sınıflarına açıktan,
vahşi bir saldırıya girişmemişler, kazanılmış
sosyal haklar ve genel yaşam kriterleri noktasında
esnek davranmışlardır. Yeni-sömürgeci ilişkiler
sayesinde metropole aktarılan büyük kaynaklar
da bir ölçüde keynesçilik adıyla bilinen bu ekonomik
politikaların koşullarını desteklemiştir. En az
bunun kadar önemli bir başka faktör ise, iş örgütlenmesinin
bu dönemdeki biçimidir. Fordizm olarak da adlandırılan
büyük fabrika ve kitle üretimi, sonuçta büyük
işçi kitlelerinin de bir araya gelip örgütlenmesini
kolaylaştırmış, böylece çok kalabalık kitlesel
güce ve mali kaynaklara sahip olan sendikaların
varlığı, hem işten çıkarmaları azaltmış, hem de
işsizlerin tümden yoksulluğa itilmesini önleyen
mekanizmalar işletilebilmiştir.
Ancak her şeye karşın 1970’lere kadar büyük ölçüde
korunabilen bu tablo, bir süre sonra çatırdamaya
başlamış ve 1980’lere gelindiğinde kapitalist
sistem bir yeniden biçimlenme sürecine girmiştir.
Daha önceleri de bir çok kez vurguladığımız gibi,
1990’lar dönemecinde kapitalist üretim açısından
ortaya çıkan en belirgin eğilim, 1980’lerde başlayan
restorasyon sürecinin olgunlaşması ve böylece
üretimin örgütlenişinden, hakim sektörlerin değişimine
dek birçok yeni olgunun gündeme gelmesidir.
Kısaca özetlenirse, 1945 sonrası süreçte egemen
olan Keynesci kapitalist sömürü modelinin, 1970’lerden
itibaren işlevsizleşip krize girmesiyle birlikte
“Büyüyen işçi sınıfı hareketinin gücü, ulusal
kurtuluş mücadelelerinin sömürge sistemini parçalaması,
kapitalist sistemden kopuşların artması, emperyalist
güçler arasında yoğunlaşan iktisadi ve siyasal
rekabet ve tekelci kapitalizmin içsel olarak taşıdığı
iktisadi kriz öğeleri ve daha pek çok çelişki
birikerek, 1970 başlarından itibaren sermayenin
genişletilmiş yeniden üretiminin zeminlerini ciddi
ölçülerde tahrip etmiş ve kar oranları keskin
bir düşüş eğilimine girmiştir. Krizin güçlü biçimde
damgasını vurduğu 1970’li yıllar boyunca süren
sistemin arayışları l980’lere gelindiğinde bütünsel
bir programa dönüşmüştür.” (S. Barikat, 2, Sayı)
Sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin sağlanarak
kar oranlarının yükseltilmesinin önündeki bütün
politik, ekonomik, ideolojik, örgütsel, devletsel,
uluslararası vb. (işçi hareketi, ulusal kurtuluş
mücadeleleri, sosyalist ülkeler vb.) engellerin
her yoldan parçalanması ve sömürünün toplumsal
ilişki ve etkinliklerin bütün alanlarına yayılarak
derinleştirilmesi, mali sermayenin, mal ve hizmet
üretiminin, dolaşımının ve pazarların kar oranlarını
yeniden ve büyük bir hızla yükseltecek tarzda
yeniden örgütlenmesi, neoliberal politikalar temelinde
yeni bir sömürü modelinin geliştirilmesi bu programın
başlıca özellikleridir. Bu arada kapitalist sanayi
yeni sektörler temelinde dünya çapında yeniden
yapılandırılmış, mikro elektronik, bilişim ve
biyoteknoloji sektörleri yüksek kar oranları ile
faaliyet yürütecek sektörler olarak kapitalist
sanayiinin temeline oturtulmuştur.
Bütün bunların işçi sınıfı açısından en belirgin
sonuçları ise yeni bir iş örgütlenmesinin ortaya
çıkmasıdır. Kapitalist sistemde uzun süre hakim
olan bir ürünün üretilmesi sürecinin hemen hemen
bütün aşamalarının tek işletmede ve fordist iş
örgütlenmesi ekseninde üretilmesi süreci önemli
ölçüde terkedilmiş, bu doğrultuda işletmeler yeniden
yapılandırılmış ve metaların üretilmesi süreci
parçalanmıştır.
“Nihai ürünün ortaya çıkarılış sürecinin farklı
aşamaları (tasarım, teknoloji yoğun üretim aşamaları,
emek yoğun üretim aşamaları, montaj vb.) farklı
üretim birimlerinde, işletmelerinde (azımsanamayacak
ölçüde uluslararası nitelik kazanmış olan) belli
bir işbölümü sonucu gerçekleşiyor. Ürünlerin tasarımı
ve yüksek teknoloji gerektiren parçaları ana firmaların
(tekellerin) fabrikalarında üretilirken, emek
yoğun parçalar ve işler ana firmaların dışındaki
taşeron firmalar tarafından üretilmektedir. Taşeronlara
aktarılan işler giderek artan ölçüde ucuz işgücüne
sahip olan yeni-sömürgelerde üretilmektedir. Böylece
ana firmalar az sayıda nitelikli işgücü ve yüksek
teknolojili makineler kullanan, talep çeşitliliğine
ve dalgalanmalarına ürün çeşitliliği ve yalın,
stoksuz üretimle ile yanıt verebilen, daha esnek
ve küçük üretim birimleri oluşturmuşlardır. Öte
yandan ana firmaların (tekellerin) talep ettiği
emek yoğun parçaları üreten (nihai ürün üretme
ve bağımsız olarak pazara ürün sunma yeteneği
ya olmayan ya da çok sınırlı olan) devasa miktarda
bir küçük ve orta boy sanayi işletmeleri yığını
ortaya çıkmıştır.” (S Barikat, 2, sayı)
Böylece yeniden yapılandırılan işletmeler zemininde,
işçi sınıfının işletme içindeki birliğini parçalayan
ve onun beyin gücünü de sömürmeye yönelen sermaye
stratejileri esnek üretim, kalite çemberleri vb.
iş örgütlenmeleri ile sistematik hale getirilmiştir.
Bu saldırının en somut parçası olan esnek üretim,
sosyal ve sendikal hakların yok edilmesini, işçi
sayısını değiştirebilmeyi, yani işten atma özgürlüğünü,
işçilerin kafa emeği dahil bütün birikim yeteneklerini
üretime katıp sömürmeyi, çalışma sürelerinin belirsizleştirmesini,
standartların ortadan kaldırılmasını hedeflemiş,
böylece bir yandan azami sömürü koşulları yaratılırken,
bir yandan da işçi sınıfının kazanılmış hakları
gasp edilmeye, örgütlülük zeminleri de yok edilmeye
çalışılmıştır.
Saldırının emperyalist-kapitalist ülkelerin işçi
sınıfı açısından faturası ağır olmuştur. “Biz
emek piyasasını esnekliğini artıracak şekilde
yeniden yapılandırdık... Ülkenin sosyal güvenlik
sisteminde öncelikle de sağlık sisteminde yaptığımız
radikal reformlarla ücret dışı emek maliyetini
azaltmanın yolunu açtık” (Wall Street Journal,
30 Aralık 2003- Akt: Fred-Harry Magdoff, sendika.org
çevirisiyle) diye övünen Alman Başbakanı Gerhard
Schröder’in söylediği tam da budur. Gerçekten
de 20. yüzyılın ikinci yarısında sosyalizm tehlikesinin
baskısı altında işçi sınıfına karşı sert saldırılardan
çekinen ve yeni-sömürgelerden gerçekleştirilen
yüksek kâr transferleriyle belli bir refah seviyesini
muhafaza edebilen emperyalist kapitalizm, son
on yılda bütün bu alanlarda ciddi bir saldırıya
girişmiş, bir yandan üretim süreçlerinin parçalanmasıyla
toplu direnişlerin önü kesilirken, diğer yandan
da “Batı’ya özgü” diye bilinen tüm sosyal güvenlik
sistemleri parçalanmakta, kamusal alanların tümü
tekellerin yağmasına açılmaktadır. Bunun doğrudan
sonucu ise yoğun bir işsizliğin ortaya çıkması
ve üstelik artık bu kategorinin katılaşarak “mutlak
işsizlik” yani umutsuz bir yoksulluk durumuna
dönüşmesidir. ABD, Almanya, İngiltere dahil en
büyük emperyalist ülkelerde milyonlarca insanın
bugün “evsiz” olarak yaşaması ve karınlarını bile
Kiliselerin, yardım kurumlarının aşevlerinden
doyurması artık kimseyi şaşırtmamaktadır. Özellikle
ABD’de 3 milyon insanın (ki bu neredeyse küçük
bir ülkenin nüfusudur) şu anda cezaevlerinde yaşıyor
olması son derece çarpıcı bir gerçekliktir.
Açıktır ki, böylece ortaya çıkan olgu, Marks’ın
tanımladığı klasik “yedek sanayi ordusu” tanımından
öte, daha büyük ve bu kez artık “terk edilmiş”
olan bir kitleyi tanımlamaktadır. Spekülatif sermeyenin
büyümesi, reel sermaye yerine buraya para akışının
olması da sorunun katılaşmasının temel nedenlerindendir.
Bu büyük ordu, içinde yine önemli ölçüde zaman
zaman çalışan zaman zaman işsiz kalan kesimi barındırmakta
ama artık esas olarak artık iş bulma ümidi kalmamış,
ekonominin dışına itildikleri için iş aramaktan
da vazgeçmiş bir topluluğu da gitgide büyütmektedir.
Her geçen gün göçmen akışıyla da kalabalıklaşan
bu büyük güç bugün artık yerinde bir kavram olarak
“mutlak işsizlik” kavramıyla tanımlanmaktadır.
Çalıştığı fabrikanın her an bir Doğu Avrupa ülkesine
ya da Uzakdoğu’ya kaydırılması tehlikesiyle yüzyüze
olan çalışan kesimden bu orduya katılımlar mümkün
olmakta, ama geriye doğru bir dönüş artık çok
zor gerçekleşmektedir. Geçmiş dönemlerde çok kısa
sürelerle bile olsa arada sırada tam istihdam
düzeyini yakalayan ya da belirli bir yedek sanayi
ordusuyla çalışsa da bu insanlara ara sıra iş
imkânları sağlayabilen, en azından bu umudu canlı
tutabilen sistem, şimdi artık tamamen akıldışı
bir noktaya gelip dayanmış ve milyonlarca insanı
en sıradan yaşam standartlarının bile altına itmiştir.
Halk deyimlerinin bazen ne kadar derin bir anlam
taşıyabildiği herhalde en iyi bu örnekte görülür:
Bilindiği gibi, sokak dilinde “işsiz” kelimesi
çoğu kez tek başına kullanılmamakta, “işsiz-güçsüz”
biçimindeki bir ikili söyleyişe daha çok rastlanmaktadır.
Bu, gerçekten de neoliberalizmin “mutlak” işsizliğini
çok iyi tanımlar; çünkü bugün artık işsizlik,
“güçsüzlük” diye ifade edebilecek daha derin bir
sorunla birlikte vardır. Yani bütün dünyada belli
bir çalışma arzusu ve enerjisine sahip olan milyonlarca
insan, bunun karşılığını bulamamakta ve giderek
bu karşılığı bulma umudunu da yitirmektedir. Bütün
bunlardan daha önemlisi ise, yeni iş örgütlenmesi
ile yapısı ve birliği parçalanmış olan işçi sınıfının
örgütlenme ve direniş reflekslerinin zayıflaması,
kapitalist metropollerdeki işçi sınıfı ve işsiz
kitlelerinin ancak bugünlerde yavaş yavaş üzerlerinden
atmaya başladıkları bir durgunluk sürecine girmiş
olmalarıdır. Sınıfın çeşitli bölümlerini birbirine
yabancılaştırmakla kalmayan, onları işsizlerle
de karşı karşıya getiren bu süreç, şüphesiz çeşitli
ideolojik-politik araçlarla da desteklenmiş ve
sonuçta sosyalist hareketin gerilemesiyle birleşerek
katlanan bir etki yaratmıştır. Sonuç, büyük bir
insani yıkımdır. Artık kimse kış aylarında Avrupa’nın
en modern başkentlerinde yüzlerce evsizin donarak
ölmesine şaşırmamakta, metropollerde her saniyede
yüzlerce cinayetin işlenmesi ve hapishanelerin
tıklım tıklım olması yadırganmamakta, dünyanın
imparatoru ABD’de milyonlarca insanın okuma-yazma
bilmemesi olağan karşılanmaktadır. Bütün bunların
üzerine binen insanlığın en büyük göç dalgaları
ise kapitalist dünyadaki işsizlik ve yoksulluğu
her geçen gün daha da büyütmektedir. Bugün dalga
dalga gelerek emperyalist metropolleri vuran kaçak
işçi ve göçmen yığınları, Ortaçağın salgın hastalıklar
ve kuraklıklardan kaynaklanan büyük göç dalgalarından
çok daha kapsamlıdır ve üstelik bu kez Afrika-Asya’nın
en uç bölgelerinden eski reel sosyalist ülkelere
dek çok büyük bir coğrafya üzerinden akıp gelmektedir.
Sonuç olarak hiç abartmaksızın söylenebilir ki,
vahşi kapitalizm, insanlığın vahşet ve karanlık
çağını yeniden başlatmıştır.
Yeni-Sömürgeler:
Katmerli Sömürü-Katmerli İşsizlik
Yeni sürecin neoliberal politikalarının yeni-sömürgeler
bakımından yarattığı sonuçlar ise tümüyle bir
felaket tablosudur. Sömürge ve yeni-sömürgelerin
özgül dinamiklerini dikkate almayan yeni uluslararası
işbölümü, sermaye-yoğun olan yeni hegemonik sektörleri
emperyalist ülkelerde merkezileştirirken, daha
geri konuma düşmüş olan, görece emek yoğun ve
çevre sorunları yaratan çelik, çimento, kimya
vb. sektörleri yeni-sömürgelere aktarmış, emperyalist
sermayenin bu ülkelerdeki dolaşımının ve vurgunlarının
kolaylaştırılması için sermayenin, mal ve hizmetlerin
serbestçe dolaşımını sağlayacak hukuki ve ekonomik
düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Dahası, derin
bir borç krizi içindeki yeni-sömürge ekonomileri
borçların ödenmesi için bir yandan daha büyük
borçlar verilerek ayakta tutulurken, diğer yandan
borçların ödenmesi için bu ülkelerdeki tarım ve
sanayi üretimi ülkelerin iç dinamiklerini ve ihtiyaçlarını
dikkate almayan, ihracat yapmayı ve elde edilen
gelirlerle emperyalistlere olan borçların ödenmesini
esas alan bir tarzda yeniden yapılandırılmıştır.
Böylece yeni-sömürge ülkelerin çoğunda geçmişte
yine de bir nebze istihdam yaratabilen ekonomiler
çökertilerek kurulu düzenler bozulmuş, bir yandan
spekülatif sermaye hareketleri alanı canlandırılıp
klasik sanayi kurumları çürütülürken, diğer yandan
yeni iş örgütlenmesiyle sınıfın savunma mekanizmaları
kırılmış ve sonuçta “dip yoksulluğu” denilen kategori
olağanüstü düzeyde büyütülmüştür. Bütün bunların
üzerine tarım alanının doğrudan doğruya uluslararası
tekellerin talanına açılması da eklenmiş, böylece
işsizlik çukuruna düşüşü nispeten yavaşlatan bir
unsur olan eski tarım ilişkileri de çökertilerek
milyonlarca insan boşa çıkarılmıştır.
Bu arada yeni-sömürgeler arasındaki ayrıştırma
işlemleri de tamamlanmış, yalnızca tek ürün ya
da maden, vb. üzerinden yürüyen ya da yalnızca
stratejik konumları yüzünden bir zamanlar önem
taşıyan bazı ülkeler tamamen dibe itilirken, daha
gelişkin olanları ise bölgesel taşeronlar haline
getirilmişlerdir. Dibe itilenlerdeki durum, zamanla
artık “işsizlik” ya da “yoksulluk” kavramlarıyla
ifade edilemeyecek ölçüde vahimleşmiş, kitlesel
ölümler ve kitlesel göç bu ülkelerin kaderi olmuştur.
Diğerleri ise büyük işsizlik ve yoksulluk oranlarıyla
yürümekte, kılpayı dengelere bağlı emperyalist
finans zinciri içinde büyük bir çürüme ve çöküntü
halini yaşamaktadır. Bu ülkelerin daha alttakilerden
tek farkı, geçmişten gelen ekonomik altyapılarının
henüz emperyalist tekeller tarafından işe yarar
bulunması ve askeri-politik-ekonomik, vb. bir
dizi nedenle sağladıkları kahyalık avantajlarını
henüz kullanabiliyor olmalarıdır.
Türkiye: Restorasyonun Ağır Sonuçları
Bu süreçte ABD emperyalizminin öncülüğünde 70’lerden
itibaren geliştirilen restorasyon programının
“pilot uygulama” alanlarından biri de Türkiye
olmuş, bu çerçevede 12 Eylül 1980’den başlayarak
ekonomisi yeniden yapılandırılmış, 2000’lere doğru
gelinirken artık neoliberal-ihracata yönelik politikalar
hakim kılınmıştır.
Ayrıntılarını daha önceki sayılarda uzun uzun
irdelediğimiz bu sürecin işçi sınıfı bakımından
sonucu, büyük bir parçalanma ve dağınıklık olmuştur.
İşletme içi taşeronlaştırmadan, bazı birimlerin
işletme dışına çıkarılarak yan sanayiye dönüştürülmesine,
kar amacı gütmeyen kamusal hizmet alanlarının
özelleştirilerek işgücünün metalaştırılmasına,
hizmet sektörlerinin büyüyüp çoğalması ve esnek
üretim biçimlerinin egemen hale gelmesine dek
bir çok gelişme, bugün artık tartışılmayan, hatta
yasalaştırılarak resmi veri haline getirilen gerçekliklerdir.
Böylece Türkiye işçi sınıfı bir yandan sayısal
olarak büyürken diğer yandan ise yapısı çok parçalı
ve katmanlı bir hale gelmiş, karmaşıklaşmıştır.
Yeni işçi kesimleri dediğimiz kesimlerin işçi
sınıfı içindeki oranı artarak ana gövdeyi oluşturur
haline gelmiştir. “Geleneksel büyük işletmelerin
yanı sıra İstanbul, Çorlu, Çerkezköy, Gebze, İzmit,
Bursa, Adana, Manisa, Eskişehir, Denizli, İzmir,
Antep vb. kentlerde oluşan organize sanayi bölgelerindeki
küçük ve orta boy sanayi işletmelerinde, emekçi
semtlerdeki hemen her sokakta rastlanabilen küçük
ve orta boy atölye ve işletmelerde, hizmet sektöründe
çalışan küçük ve orta boy firmalarda ve taşeronlarda;
vahşi çalışma koşullarında, düşük ücret ve sınırlı
haklarla, çoğunlukla sigortasız ve hiçbir iş güvencesine
sahip olmayan, ezici bir bölümü sendikasız, örgütsüz
ve sistemle muazzam ölçülerde derinleşmiş çelişkileri
olan devasa bir işçi kitlesi (ve tabii ki işsiz!)
oluşmuştur.” (Sosyalist Barikat, 2. Sayı)
Az çok yüksek teknolojilerin kullanıldığı işletmelerde
yoğunlaşan çekirdek işgücünün dışında, bu son
derece kalabalık yeni işçi katmanları, içinden
her an işsizliği üreten, dahası işsizlik gerçeğini
bizzet kendi içinde taşıyan ve aslında işsizler
ordusuyla bütünlük oluşturan bir kategoridir.
Çoğu taşeron küçük ve orta boy sanayi işletmelerinde
düşük ücretle, düzensiz olarak çalışan emekçiler,
büyük fabrikaların içindeki taşeron firmaların
her şeye razı gençlerden oluşan köle orduları,
hizmet sektörünün en düşük ücretle ve geri haklarla
çalışan işçileri ve daha akla hayale gelmeyecek
yüzlerce iş’te, bir biçimde geçici de olsa tutunan
insanlar, bugün miyonlarla ölçülmektedir. Geçici,
mevsimlik, sözleşmeli, part-time, evde çalışma,
uzaktan çalışma, tek çalışma vb. gibi düzensiz
çalışma biçimleri ve daha ucuz ve geri haklarla
çalışmaya razı olan kadın, çocuk ve göçmen işgücü
de buna eklendiğinde, hem tablo anlaşılmış olur
hem de “işçi” kavramı ile “işsiz” kavramının artık
nasıl birbirinden ayırdedilemez hale geldiği anlaşılmış
olur. Çünkü bu kesimlerin ezici bir çoğunluğu,
hiçbir iş güvencesine sahip olmayan, sık sık işten
atılarak, işyeri değiştirerek çalışan/çalıştırılan
insanlardan oluşmaktadır. Bunların ezici bir çoğunlukla
yarı-işçi, yarı-işsiz konumundadırlar.
Dolayısıyla, işsiz kitlelerin sayısının gitgide
büyümesi ve mutlak işsizliğin bir olgu haline
gelmesi, yeni sömürü modelinin kaçınılmaz bir
sonucu ve parçasıdır. Bu işsiz kitlelerin azımsanamayacak
bir bölümü yedek işgücü olmaktan çıkmıştır; bu
kitlenin önemli bir bölümünün oluşturulan model
çerçevesinde yeniden iş bulması mümkün değildir;
düzen onları işlevsiz ve gereksiz görmektedir.
Artık yalnızca suç dünyasına yöneldiklerinde varlıkları
fark edilen bu dışlanmış toplumsal kesim, sadece
ekonominin değil, toplumsal yaşamın doğal bir
öğesi ve öznesi olarak ele alınmamaktadırlar.
Yani marjinalleştirilmektedir. Zaman zaman sosyal
vakıflar gibi göstermelik kurumların ortaya attığı
kırıntılarla avutulmak istenen, artık yalnızca
ölmeyecek kadar beslenen ve çürümeye terk edilen
bu işsiz kitlesi sistemli bir biçimde büyümektedir.
AB: Bir Çözüm mü ya da
Kelin Merhemi Var mı?
Peki işsizlik sorununun AB kapısında bir çözümü
var mı? Şimdilerde sönmüş görünüyor ama bir
ara böyle bir umut medya tarafından şişirilerek
çok pompalandı.
Oysa AB ülkelerindeki tabloya baktığımızda
da manzaranın pek iç açıcı olmadığını görüyoruz:
AB istatistik kurumu Eurosat verilerine göre
AB ülkelerinde işsizlik oranları şöyle: İrlanda
(yüzde 4,3), Lüksemburg (yüzde 4,4), Avusturya
ve İngiltere (yüzde 4,5), Hollanda (yüzde
4,6), Danimarka (yüzde 5,2), Güney Kıbrıs
(yüzde 5,3), Slovenya (yüzde 5,8), Macaristan
(yüzde 6,1), İsveç (yüzde 6,4), Portekiz (yüzde
6,7), Malta (yüzde 7), İtalya (yüzde 7,7),
Belçika (yüzde 8), Çek Cumhuriyeti ve Estonya
(yüzde 8,4), Finlandiya (yüzde 8,7), Fransa
ve Litvanya (yüzde 9,6), Letonya (yüzde 9,7),
Almanya (yüzde 9,9), İspanya (yüzde 10,5),
Yunanistan (yüzde 10,7), Slovakya (yüzde 17,3),
Polonya (yüzde 18,4). Eurostat, aynı dönemde
işsizlik oranının ABD’de yüzde 5,4, Japonya’da
yüzde 4,5 olduğunu bildiriyor.
Bu rakamlar, toplam olarak Avrupa’da 19 milyonu
aşkın emekçinin işsiz güçsüz dolandığı anlamına
geliyor; bunlar arasında gençlerin oranı ise
% 18. Bu yüzdendir ki Almanya Hartz IV paketiyle
işsizleri sırtından atmak, onların sosyal
güvencelerini ortadan kaldırmak istiyor.
Buna karşın AB’de sendikalaşma oranı hızla
düşüyor. Bu oranlar, İngiltere’de %27, İtalya’da
%35, Fransa’da ve Doğu Avrupa ülkelerinde
ise % 10’larda geziniyor. Ve tabii bütün bunlara
Batı Avrupa ülkelerinde 3 milyona yakın kişinin
evsiz olduğu da eklenmeli.Yani nereden bakılırsa
bakılsın bütün kapılar açılsa bile Avrupa’da
bize de yetecek ekmek yok. |
Neoliberal “Büyüme” İşsizliği Nasıl Büyütüyor?
Şimdi yeniden en başa dönüp aynı soruyu bir kez
daha soralım: Gerçekten de, bir ülkede ekonominin
büyüme hızının arttığı söylenirken aynı anda nasıl
işsizlik ve yoksulluk da artabilir? Ya da başka
bir soru soralım: Büyüme nedir? Bir ekonominin
büyüdüğü söylenirken ne kastedilir? Kim ya da
ne büyümektedir ve buna karşın kim ya da ne küçülmektedir?
Örneğin 2004’ün ilk dokuz ayı için “büyüme hızı”,
%9.7 olarak belirlenmiştir. Bu yeni-sömürgeci
kalkınmanın altın yılları olan 1950’ler, 60’larda
bile ulaşılamamış bir rakamdır ve Demirel’in en
çok övündüğü 1965 yılının %7’sinden daha yüksektir.
Peki niye insanların suratından düşen bin parça?
Niye hayatlarının düne göre daha da karanlık ve
kötü olduğunu düşünüyorlar?
Bu sorunun yanıtı aslında çok açık: Çünkü söz
konusu olan şey bir “büyüme” değil. Onların “büyüme”
derken kast ettikleri şey, rakamlarla ilgilidir.
Başka bir deyişle söylersek, Gayri Safi Milli
Hasılanın artışı dedikleri şey, belli bir zaman
diliminde ülke sınırları içinde üretilen toplam
maddi değer miktarının şu ya da bu oranda artışını
bize verir. Ama bu, gereğinden çok çok fazla bir
genellemedir. Yani bir ülkedeki toplam maddi varlığı
o ülkenin nüfusuna böldüğünüzde ortaya anlamsız
bir tablo çıkar; çünkü bu tablo, hem bu toplam
maddi varlığın reel üretimden kaynaklanıp kaynaklanmadığını
bize söylemez, hem de toplam zenginlikten kimin
ne kadar pay aldığını buradan anlayamayız. Hatta
klasik olarak %20’lik gruplar üzerinden yapılan
gelir dağılımı tabloları bile tam gerçeği yansıtmaz.
Örneğin en zengin %20’lik gelir dilimi de kendi
içersinde ultra zenginler ve büyükçe zenginlerden
oluşan bir piramit oluşturur. Yani en üstte beş-on
aileden oluşan öyle bir kast vardır ki, zenginliklerine
akıl sır ermez. Buna karşın en altta öyle bir
%10 vardır ki, sefaletleri ve içler acısı yaşamları
tarif edilemez.
Öte yandan, bir ülkede %9.7 gibi epey yüksek bir
“büyüme hızı” varken, aynı süreçte ekonominin
iş sağlama kapasitesi yalnızca %2 artmışsa (ki
2003’te büyüme hızı %6 iken istihdam artmak bir
yana %1 gerilemiştir) bunun anlamı, söz konusu
“büyüme”nin gerçek bir istihdam artışı anlamına
gelmediğidir.
Yani bir yerlerde para miktarları büyümekte ama
bu toplumun genel mutluluğu anlamına gelmemektedir;
dahası bu büyüme işsizlik ve yoksulluk çukurunu
daha da derinleştirmektedir. İşsizlik oranları
üzerine rakamlar her zaman çelişkilidir; %9’dan
%15-20’ye dek ulaşan çeşitli rakamlar, hesaplama
biçimlerine göre değişmektedir. Çünkü, daha önce
de değindiğimiz gibi yeni işçi katmanları ile
işsizler ordusu artık çok iç içe bir tablo göstermekte,
kimin ne zaman işsiz ne zaman işçi olacağı birbirine
karışmaktadır. Örneğin soruna sosyolojik bir bakış
açısıyla yaklaşmayan hesaplamalarda, kadınlar
ve diğer tüm çalışabilecek durumda olan atıl nüfus
dışlanmakta ve böylece rakamlar biraz daha aşağıya
çekilebilmektedir.
Daha geniş bir perspektiften bakılarak yapılan
hesaplamalarda ise örneğin Avrupa ve ABD’de nüfusun
%70’e yakını işgücüne katılırken Türkiye’de bu
oran %45’i aşamamaktadır. Yani toplumun yarısından
fazlası, hayatın dışındadır ve bu durum kadınlar
söz konusu olduğunda %15’e dek düşmektedir.
Sonuçta bütün bu hesaplama biçimleri ve yöntemleri
ne olursa olsun, son derece açık olan gerçek,
bu coğrafyadaki milyonlarca insanın işsiz olduğu
ve bunların da önemli bölümünün artık “mutlak”
işsizlik kategorisine girdiğidir. Bunun en somut
göstergesi, eğitimli olmanın da artık insanları
işsizlikten kurtaramıyor olmasıdır; hatta tersine
örneğin bir hesaplamaya göre genel işsizlik oranı
%9.3 iken bu oran üniversite mezunları arasında
%10.6’ya, lise mezunları arasında %14’e yakındır.
Yani, bir zamanlar, klasik olarak eğitimli olmak
iş konusunda bir avantajken şimdi bir anlam ifade
etmemekte, hatta dezavantaj bile olmaktadır. Öte
yandan yine kentlerde yaşamak da işsizlik oranını
daha da artırmaktadır. Ve en önemlisi, yine bir
zamanlar bir tür güvence olarak kitlelerin tepkilerini
frenleyen kamu istihdamı gitgide azalmakta, örneğin
2003 başlarında devlette çalışanların özel işletmelerde
çalışanlara oranı %20 iken bu oran 2004 sonlarında
%15’e düşmektedir. Neoliberalizmin borazanları
tarafından alkışlarla karşılanan bu durumun somut
anlamı ise iki yılda kamu çalışanlarının 521 bin
kişi azalmasıdır, ki bu atıl nüfusu artırmaktan
başka bir anlam ifade etmemiştir.
Öte yandan çalışan kesim açısından bakıldığında
da durum felaket tablosudur. Kayıt dışı istihdam
denilen tamamen güvencesiz çalışanların sayısı
tahmini olarak 4 milyonun üstüne çıkmış durumdadır.
Toplamı 23 milyona yaklaşan iş sahibi nüfusun
ise %55’i, yani 11 milyonun üstündeki insan, hiçbir
biçimde hiçbir sosyal güvenlik kurumlarına bağlı
değildir.
12 Eylül 1980’den bu yana sistematik biçimde düşen
reel ücretler (enflasyon oranı çıkarıldıktan sonra
kalan ücret artış hızı) ile verimlilik (yani artı-değer
oranı) artışı arasındaki derin çelişki ise işsizliğin
kime nasıl yaradığını açıkça gösteriyor. Sadece
2004 yılında bile reel ücretler 2000 yılının %25
altındadır. Üstelik hükümet, 1 Aralık 2004’te
IMF’ye verdiği güvencede “çalışanların reel gelirlerinde
bir artışa izin verilmeyeceğini” açıkça ifade
ediyor. Oysa aynı yıllarda, imalat sanayindeki
emek verimliliği, yani sömürü oranı, kuşkusuz
ücretlerin düşüklüğüne bağlı olarak, sistematik
biçimde artmakta, 2004’ün sonunda %14’e dek yükselmektedir.
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 1997 yılındaki
ortalama değerleri 100 kabul ederek oluşturduğu
imalat sanayi çalışan başına verimlilik endeksinde,
2004 yılındaki rakam 144’tür. Yani aynı dönemde
daha az ücret ve daha az işçiyle daha yüksek bir
sömürü ve kâr sağlanmıştır. Bu arada pek fazla
bilinmeyen bir gerçek de, irili ufaklı işletmelerin
çoğunun işçilerinin (ve bazen onların sendikalarının)
yıllardır işlerini tümden kaybetmemek uğruna “sıfır
zam”la çalışmaya razı olduklarıdır. “Batarız,
fabrika da kapanır” tehdidi çoğu kez etkili olmakta,
insanlar eldekini yitirmemeyi tercih etmektedirler.
Deli Gömleği Olarak İşsizlik
Kalıcı bir olgu olarak “mutlak işsizlik”,
aynı zamanda bir psikolojik travma halidir.
Uludağ Üniversitesi, İ.İ.B.F., Çalışma Ekonomisi
ve Endüstri İişkileri Bölümü 4. sınıf öğrencileri
tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçlarına
göre, artık “işe yaramaz” bir birey olarak
işsiz, aynı zamanda psikolojik bir çöküntüyü
de yaşıyor.
Hayat karşısında duyulan korku, değer yargılarının
yitimi, ümitsizlik, toplumsal dayanışmanın
bozulması bunlardan başlıcaları. Gelir kaynağının
kaybına bağlı olarak aile karşısında düşülen
kötü durum, iş disiplininden kaynaklanan düzen
duygusunun yitimiyle varılan boşluk duygusu,
hayata bakışta perspektif sahibi olamadan
günlük adımlar atma, iş ortamındaki arkadaşlık
ilişkilerinden yoksunluk ve bunun yerine çalışmayan
insanlarla kurulan lumpen ilişki, sosyal çevreden
itilmişlik, istek ve arzu yitimi, topluma
yararlı olma ve işe yarama duygusunun yokluğu,
sosyal saygınlıktan uzaklaşma, iç güven eksikliği
ve daha bir dizi bozukluk bu çerçevede sayılabilir.
Dahası, uzun süren işsizlik, kişi işe başladığında
da güvensiz bir ruh haline yol açmakta, genel
olarak veıimlilik de azalmaktadır. 1929 büyük
bunalımı ve 70’lerde yapılan kapsamlı araştırmalar,
bu dönemlerde bir dizi fiziksel bozulmanın
yanında yoğun stres, hormon azalması, içe
kapanma, depresyon ve intihar eğilimlerinin
arttığını ortaya koymuştur. Bir meslek ve
iş sahibi olmaktan uzaklık, özsaygıyı zedelemekte,
belirsizlik duygusu ise çoğu kez alkol ve
uyuşturucularla giderilmektedir.
Bütün bunların hiçbiri gazetelerdeki 3. sayfa
haberlerine alışkın olan bizlere hiç yabancı
gelmiyor. İnsanlık dışı bir sistem olarak
kapitalizm, sokağa attığı insanların hayatlarını
mahvetmekle kalmıyor, genel bir toplumsal
çöküntüye de yol açıyor. |
Bütün bunlardan sonra, şu temel ve can alıcı
soruyu sorabiliriz: İşsizlik oranı %9 ise eğer,
neden bütün anketlerde “işsizlik”ten yakınma oranı
%70’lerin üzerindedir?
Daha somut olarak tekrarlarsak, rakamlara göre
bütün toplumun 10’unun sorunu olması gereken işsizlik,
neden neredeyse toplumun tamamı tarafından bir
felaket olarak tanımlanıyor?
İşin sırrı, yalnızca bu rakamların yanlışlığında
ya da eksikliğinde değildir. Bunun da ötesindeki
asıl sorun, toplumun bir avuç kaymak tabaka dışında
kalan bütün kesimlerinin kendilerini ağır bir
tehdit altında hissetmesidir. Yani şu anda herhangi
bir fabrika ya da atölyede çalışanlar ya da hatta
küçük ve orta boy bir dükkana sahip olan insanlar
da işsizlik çukurunun çok yakınında durduklarını
bilmekte ve oraya düşmenin an meselesi olduğunu
fark etmektedirler. Neoliberalizmin “altta kalanın
canı çıksın” düzeni artık kitleler tarafından
iyice anlaşılmıştır ve herkes bu vahşi sistemin
her an herkesi vurabilir olduğunu bilmektedir.
Bu arada, en alttakiler olan dip yoksulları giderek
artmakta ve toplumun henüz oraya düşmemiş kesimleri,
örneğin dükkan sahipleri için de sokaklarda kaynayıp
duran bir tehlike oluşturmaktadır. Sadece 2000
yılında 6 bin 777 küçük işyerinin iflas ettiği
ve bunun böyle her yıl katlanıp geldiği düşünülürse
bu kaygı anlaşılabilir. Öte yandan işsizliğin
en yoğun olduğu kesimin 25-30 yaş grubu olması
da başka bir göstergedir; yani sistem, toplumun
en dinamik kesimini “yük” haline getirmiştir.
Yani, sonuç olarak toparlarsak, neoliberal “gelişme”
tablosunda büyüyen, bir avuç tekelcinin cepleri
ve cüzdanlarıdır ve bu düzenin işleyişi gereğidir.
Çünkü bu vahşi sistem, istihdam yaratıcı klasik
bir kapitalist işleyiş üzerinden de yürümemekte,
şişirme bir para düzenini, spekülasyonu ve üretken
olmayan alanları temel alan bir tablo göstermektedir.
Dolayısıyla herhangi bir hükümetin ya da TÜSİAD
gibi tekelci sermaye kurumlarının iş alanı yaratan
yatırımları destekleyeceği, geliştireceği yönünde
vaatlerde bulunması, anlamsız ve boştur. Her şeyden
önce, emperyalist efendilerin ve onların işbirlikçilerinin
isteği, kâr oranlarını yüksekte tutan bugünkü
işleyişin devamı yönündedir. Daha doğrusu, yalnızca
yüksek kâr oranlarının peşinde koşan sermayenin
akışı da kaçınılmaz olarak bu yöndedir ve yeni-sömürgeci
kapitalist sermaye, politik kararlarla “işsizlere
iş yaratmak” gibi sosyal işlevlere yöneltilemez;
onun böyle bir “sosyal” görev ilkesiyle çalışması
beklenemez. Öte yandan bütün dış koruma yasalarını
emperyalizmin isteğiyle kaldıran Türkiye’ye gelen
yabancı sermaye de artık sanayi yatırımı biçiminde
değil, kısa vadeli sıcak para hareketleri tarzında
olmakta ve böylece ortaya bir iş alanı da çıkmamaktadır.
Dünya Bankası raporlarında bile Türkiye, “büyüyen
ama istihdam yaratmayan bir ekonomi” olarak tanımlanmaktadır.
Üstelik, herhangi bir iktidarın işsizlik sorununun
en azından bir bölümüne “politik” yoldan, yani
kamu işletmelerine işçi-memur alarak bir “çözüm”
üretmesi de artık pratik olarak mümkün değildir.
Çünkü bu yol, daha en baştan IMF ve bütün emperyalist-kapitalist
kurumla tarafından yasaklanmıştır. Aynı biçimde
herhangi bir hükümetin “parlak uzmanları”nın icat
edeceği “büyük proje”lerin yolu da en baştan tıkalıdır.
Erbakan tarzı “günde beş ayrı temel atma” törenleri
artık tarihe karışmış durumdadır ve en “halkçı”
başbakanın bile yapacağı tek şey, iş isteyenleri
azarlamaktan öteye geçemeyecektir.
Sonuç olarak işsizliğin önleneceği yönündeki bütün
laf yığınları, kocaman bir boşluktan ibarettir.
İşsizlik, büyüyecek, daha da çok büyüyecektir.
Şu şu gösterge rakamları şöyle şöyle olursa şu
kadarlık bir çözüm gerçekleşir gibi kör iktisatçı
yorumları ise tamamen anlamsızdır; çünkü bu yorumların
sahipleri de aslında işsizliği daha da artırabilecek
bir krizin ne zaman yeniden kapıyı çalacağı konusunda
en küçük bir bilgiye sahip değillerdir. Esasen,
tekelci burjuvazinin böyle bir sorunu da yoktur.
Onlar açısından tek sorun, Ömer Sabancı’nın TÜSİAD’daki
konuşmasında ifade ettiği “işsizliğin demokrasiye
olan inancı zayıflatabileceği” kaygısıdır; üstü
kapalı olarak toplumsal patlama ve kitlelerin
devrimcileşmesi tehdidini böylece dile getiren
burjuvazi, diğer yandan yine aynı kibarlıkla bu
konuda “yapabilecekleri çok şey olmadığını” da
söylemekte ve sonuç olarak topu devlet terörüne
atmaktadır. Eninde sonunda varacakları ve her
zaman vardıkları yer de burasıdır zaten: Problem
çıkarsa, problem çıkaranları vurmak!
Çözülen Tarım, Yakılan Köyler:
Büyüyen İşsizlik
Sürecin bu noktasında işsizliğin hem artışı, hem
de mutlaklaşmasında büyük payı olan iki unsur
daha sayılmalıdır. Yakın süreçte kırlardan şehirlere
doğru gerçekleşen büyük göç dalgalarının bu iki
önemli nedeninden birincisi, kuşkusuz neoliberal
politikaların doğrudan sonucu olan tarımdaki çözülme
olmuştur. Aslında işin ta en başından beri yeni-sömürgeci
kalkınma modelinde büyük insan kitlelerinin kentlere
yığılması sanayinin emme gücüyle değil, bozulan
toprak düzeninin itme gücüyle gerçekleşmiştir.
Yani bu durum, aslında her zaman Marks’ın sözünü
ettiği “bir gecede kurulan sanayi kentleri”nden
başka bir şeydi. Yeni-sömürge Türkiye’de kapitalist
ilişkiler, pazar için üretim en uç noktalara dek
yayıldıkça, tarımdaki feodal, yarı-feodal ilişkiler
çözülmekte, himayeci ilişkiler yerini kapitalist
ilişkilere bırakırken büyük nüfus kitleleri de
kentlerin kenarlarına doğru yol almaktaydı. İşbirlikçi
kapitalizmin bu nüfusun ancak bir bölümünü istihdam
edebilmesinin pratik sonucu ise işsizlikti.
Ancak, 1980’lardan sonra başlayan ve günümüzde
zirve noktasına ulaşan yeni süreçte, tarımın bir
dizi uluslararası anlaşma ve çıkarılan yasalarla
doğrudan doğruya emperyalist tekellerin talanına
açılması ve bütün ithal kotaları kaldırılarak
yerli tarımın ürünlerinin değersizleştirilmesi,
yeni göç dalgalarının tetikleyicisi olmuştur.
Bir süreliğine açıktan yapılan maddi ödemelerle
önü kesilebilen bu göç potansiyeli giderek kontrol
edilemez hale gelmektedir ve yakın gelecekte bu
durumun iyice çığırından çıkacağı bilinmektedir.
2003 yılında yüzde 2.3 oranında küçülen tarım
üretimi, 2004’te de bu eğilimini devam ettirmiştir;
ancak asıl çöküntü ve tarımsal yoksullaşma önümüzdeki
yıllarda beklenmektedir. Üstelik bu kez, sanayi
ve hizmetler alanının işçi çalıştırma kapasitesi
1950’lerden çok daha fazla daralmış durumdadır
ve metropollere yığılan bu kesimi emebilmekten
iyice uzaktır. Şüphesiz bu, işsiz kitlesinin daha
fazla artışına yol açmıştır ve açacaktır. “Kalkınma
sürecinde tarımda verim artışlarina paralel olarak
istihdam azalıyor. Bu evrensel kalkınma sürecine
özgü bir olgu” diyen TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı’nın
söylemek istediği de budur. Geçen yıl TÜSİAD’ın
işsizlik raporunu sunarken “her yıl, 500-550 bin
yeni iş yaratmak gerekecek. Aksi takdirde, işsizliğin
daha da artması ve de istihdam oranının düşmesi
kaçınılmaz olacaktır” diyen Sabancı aslında gerçeğin
farkındadır.
Öte yandan, restorasyonla aynı yıllarda gelişen
bir politik olgu da nüfus hareketini fazlasıyla
etkilemiştir, etkilemeye devam etmektedir. Kürt
ulusal hareketine karşı yürütülen haksız ve kirli
savaş, son yirmi yıl boyunca binlerce köyün boşaltılmasına,
Kürt coğrafyasındaki tarımsal üretimin ve hayvancılığın
çökmesine ve milyonlarca insanın devlet teröründen
kaçabilmek için büyük kentlere yığılmasına yol
açmıştır. (İHD’ye göre boşaltılan köy sayısı 3
bin 246, GÖÇ-DER’e göre 4 bin 500, TBMM Göç Araştırma
Komisyonu’na göre ise 2 bin 663’tür.) Gerek Kürt
şehirlerinin en büyüklerinin çevresine, gerekse
de Batı’daki metropollere ve nisbeten orta büyüklükteki
il ve ilçelere göçen bu insanlar da, bazen daha
hiç üretim sürecine girmeden “işsizler ordusu”na
katılmışlar, bu ordunun daha da büyümesine neden
olmuşlardır. Ki burada unutulmaması gereken bir
olgu da, aynı Kürt göç dalgasının, bütün büyük
göç dalgaları gibi gittiği yerde de yerel işsizliği
artırmasıdır. Doğal olarak yoğun Kürt göçü alan
her yerde, o güne dek yerli halk tarafından paylaşılan
ekmek yeni ortaklarla biraz daha küçülmüş, bir
yandan daha ucuz bir işgücü piyasaya sunulurken
diğer yandan da göçe nisbeten daha hazırlıklı
olarak çıkabilenler batı kentlerindeki hizmet
sektöründe de bazı alanlara el atarak toplam hacmi
küçültmüşlerdir. Sonuç, bir kez daha, üstelik
bu kez politik sebeplerle işsizler ordusunun büyümesi
ve hem Kürtlerin hem de son yılların bir özgünlüğü
olarak Balkan-Kafkas kökenli göçmenlerin de dahil
olmasıyla “enternasyonalleşmesi” olmuştur.
Şımarık Patronların Yüzsüz
Teorisi: “Bizim insanımız tembel”
“Aslında iş çok ama insanlar tembellik
ediyor” cümlesini günlük hayatta sık sık duyarız.
“Nüfusun yarısı üretmiyor ama tamamı tüketiyor!”
İş-Kur Genel Müdürü Dr. Necdet Kenar da böyle
söylüyor.
Peki neden? Nerede iş var ve insanlar çalışmak
istemiyor, bunu kimse söylemiyor.
Patron temsilcilerine göre bunun suçlusu işçiler
ve bürokrasidir. Türkiye İşveren Sendikaları
Konfederasyonu (TİSK) Genel Sekreteri Bülent
Pirler’e göre gerekli olan şey, “minimum bürokrasi”
yoluyla patronlara bütün kolaylıkların sağlanması
ve ücretlerin düşürülmesidir. Sosyal fonlar,
sigorta primleri, kıdem tazminatlarının yüksekliği,
işyeri hekimi çalıştırma zorunluluğu, kreş
açma zorunluluğu, vb. vb. hepsi istihdam yaratmanın
engelleridir. Bütün bunlar düzenlendiğinde
ve en önemlisi işten çıkarmalar konusundaki
“katı” kurallar kaldırıldığında, iş dünyası
genişleyecek, istihdam da artacaktır!
İşten çıkarmaları kolaylaştırarak işsizliğe
çözüm bulmak… Neoliberal yüzsüzlüğün Türkiye
versiyonu bundan daha iyi bir öneri getiremezdi! |
İşsizlik ve Toplumsal Çürüme:
Her Zaman Kolkola
İktisat yalnızca iktisadi bir olgu değildir kuşkusuz;
o aynı zamanda derin bir sosyolojik yara ve bir
kültürel biçimlendiricidir. Yani burada kapitalizmin
bütün insan ilişkilerini metalaştıran ve genel
bir çürüme-yozlaşma yaratan temel niteliğinden
de ötede, daha yakıcı bir sorun vardır; işsiz,
üretimden kopmuş, koparılmış insan demektir ve
bu kopuş, kapitalist üretim içinde bile şöyle
ya da böyle kendini ortaya koyan disiplin-düzen
unsurlarının tümünün parçalanışı, üstelik yerine
de hiçbir şeyin konulmayışıdır. Yani işsiz, 8-10
saatini çalışarak geçiren insandan farklı olarak,
tamamen boşta, boşluktadır, ki bu da kapitalist
topluma özgü her türlü bataklık ürününün üzerinde
daha fazla yeşerebildiği bir zemindir. İçinde
bütün yozlaşma biçimlerinin barındığı kahve mekanı,
kumarın küçük ya da büyük türleri, hafif ya da
ağır uyuşturucuları da içerir. İşçi için üretim
sonrasının zaman öldürülen yeri olan bu mekan,
işsiz için sürekliliktir ve bu koşullarda boşluğun
çürüme ve yozlaşma yaratması kaçınılmazdır.
Aynı zamanda işsizlik, “meşru” bir işe sahip olunamıyorsa
eğer, “meşru olmayan” para kazanma yollarını da
eskisinden daha fazla gündeme getirir. Medyanın
da mafyaya özendirici yayınlarıyla önayak olduğu
bu “kolay para kazanma” eğilimi, işsizin dünyasında
giderek yer eder ve bir süre sonra artık bilinen
anlamda bir “iş” arama çabasının da önünü keser.
Sonuç, her koşulda yozlaşma, insani çürüme ve
halkın yerleşik değerlerinden kopuştur. Hatta
bir süre sonra, bu eğilimin bizzat kendisi “halkın
yerleşik değerleri”nden biri haline dönüşür ve
en uygunsuz para kazanma yolları, en dizginsiz
ahlak dışılık, kanıksanır hale gelir. Klasik aile
değerlerinin yerini çürümüşlüğün çeşitli biçimleri
alır ve buradan bir sonraki kuşağa geldiğimizde
ise karşımıza artık sahipsiz çocuklar, sokak şiddeti
çıkar. Tamamen yetersiz ölçütlerle yapılan araştırmalara
göre bile bugün Türkiye’deki sokak çocuğu sayısı
40 bindir ve bunların yarısına yakını madde bağımlısıdır.
Bunlardan 26 bini yine resmi rakamlara göre İstanbul’dadır.
Diyarbakır’da ise sokakta çalışan çocuk sayısı
20 bindir. 2004’ün ilk dokuz ayında gerçekleşen
toplam 3 bin 463 kapkaç, 8 bin 423 yankesicilik
olayının yüzde 51.2’si İstanbul’da gerçekleştirilmiştir.
Daha çarpıcı olan ise, cana değil de sadece paraya
yönelik olan suçların toplam olaylar içersinde
giderek daha büyük bir oran tutmasıdır. Yani giderek
para kazanmanın başka biçimleri yayılmakta ve
bilinen anlamdaki “çalışma”nın yerine geçmektedir.
İşsizlik: Bir Şiddet Biçimi
Şiddet nedir?
Şiddet yalnızca bazı araç gereçlerle insanların
başka insanlara fiziksel zarar vermesi midir?
O zaman, yoksulluk nedir? Kaynamayan bir tencere,
bakımsızlıktan hasta olan bir bebek, en kötü
eğitimi bile alamayan çocuk ya da örneğin
sular altında kalmış bir ev ne anlama gelir?
Peki ışıklı vitrinler nedir? Gösterişli arabalar,
yüzme havuzlu malikaneler nedir?
En önemlisi de işsizlik nedir? İşten atılmak
nedir? Beş para etmediğini bildiğiniz bir
adamın gözüne bakıp onun tek bir cümlesiyle
işe girebileceğinizi bilmek nedir? Aklınızın
bir köşesinde beslenip bakılması gereken çocuklar,
ödenmesi gereken bir kira varken, onurunuzu
zedeleyen sözlere bile katlanmaya mecbur olmak
nedir?
Kapitalizm, bir şiddet rejimidir. Ama yalnızca
kitle gösterilerine ateş açıldığı, karakollarda
insanlar dövüldüğü için değil; kapitalist
işleyişin kendisi bir şiddettir. Sermaye sahibinin,
kozları elinde tutanın, masanın öbür tarafında
oturanın, sermayeye sahip olmayanı ezip tükettiği,
onurunu zedelediği bir şiddet düzeni. İşte
asıl bu yüzden, onun yıkılmasından söz ederken
barışçıl hayaller kuranlar düpedüz ahmaklık
içindedirler. Onlar, yani bu hayallerin sahipleri,
yalnızca politik alana bakarlar ve yasalarda
birazcık yumuşama gördüler mi barış türküleri
söylemeye başlarlar. Sokaktan, emekçilerin
acıyla dolu yaşamlarından o kadar uzaktadırlar
ki, artık iş bulma umudunu bile yitirmiş olan
insanın nasıl bir şiddete maruz kalmış olduğunu
asla anlayamazlar. Oysa tam da bu durum, devrimci
şiddetin gerçek meşruiyetini oluşturur. Tam
da bu yüzden, bugünkü insanlık dışı, insana
fiziksel ve ruhsal anlamda şiddet uygulayan
düzen emekçilerin şiddetiyle yıkılmalıdır. |
Popülizm: Neoliberalizmin Günah Keçisi
Konuyla ilgili olarak değinmeden geçemeyeceğimiz
son bir konu ise “popülizm” kavramının neoliberal
politikalar uyarınca hedef tahtasına çıkarılmasıdır.
Özal’dan bu yana bütün başbakanların iş isteyenleri
azarlamayı bir gelenek haline getirmesi ve kamu
kurumlarına yönelik özelleştirme saldırısının
bu kurumlarda çalışan emekçileri de kapsaması
rastlantı değildir. Özellikle 1980’lerden sonra
en sağdan liberal sola dek ortaklaşa gerçekleştirilen
demagoji kampanyalarıyla kamu fabrikalarından
çalışan bütün işçilerin “beleşçi asalaklar” olduğu
binlerce kez söylenmiş, toplumun, özellikle de
yoksulların devlete duyduğu nefreti de ustalıkla
kullanan bu demagoji, bütün kamu kurumlarının
siyasi partizanlıkla doldurulmuş tembel sürüleri
ile dolu olduğunu toplumda yaygın bir kanaat haline
getirmiştir. 90’ların ve 2000’lerin yeni tabusu
budur: Kamu çalışanlarına duyulan nefret! O kadar
ki, plazalardaki odalarına dek adeta tahteravanla
gelip giden, hayatı boyunca tek bir çöp parçasını
kaldırıp bir yere koyma zahmetine girmemiş olan
holdingçi köşe yazarları bile, tembellik ve asalaklık
konusunda inciler döktürmekten geri durmamaktadırlar.
İşte tam da bu sıralarda, “popülizm” diye bir
kavram yeniden keşfediliverdi. Nedir popülizm,
Halkçılık. “Halkçılık” anlamına gelen bu sözcüğü
yalnızca yeni-sağcılar değil, neoliberalizmin
“solcu”(!) dalkavukları da pek sevdiler. Halkçılık,
sanki kötü ve aşağılık bir şeymiş gibi tu taka
edildi ve artık her çorbanın çeşnisi olmaya başladı.
Tarımın korunmasından söz edenler, işçi ücretlerinin
yükselmesi gerektiğini söyleyenler, işsizliği
lanetleyenler, hatta ekmek fiyatının yüksekliğinden
şikayet edenler, vb, vb. hep aynı dur levhasıyla
karşılaştılar: “Popülizm yapmayın!” Sonuçta, şu
ya da bu niyetle de olsa, emekçilerin, halkın
lehine ne söylerseniz, popülizm, o da yetmezse
“üçüncü dünya solculuğu”, o da yetmezse “ilkellik”
suçlaması önünüze çıkıyordu. Hatırlanacağı gibi
“son sosyalist devlet Türkiye” saçmalıkları da
zeka özürlü politikacılar tarafından bu süreçlerde
söylenmişti; ama sözün kendisi gözünü hırs bürümüş
neoliberaller için aslında saçma değildi; çünkü
gerçekten de Türkiye’nin 1960’larda oluşturulmuş
sosyal güvenlik yasaları ve işyeri mevzuatı vahşi
soygun dönemine uygun değildi. Sadece mevzuat
değil, Kemalizmin neoliberalizme uygun biçimde
yeniden düzenlendiği bir devirde, “halkçılık”,
“devletçilik” gibi eski versiyonları gereğinden
fazla ciddiye alanlar da yeni sürece uygun değildi.
Sonuç olarak yalan mekanizmalarının ürettiği şey
özetle şuydu: A) Kamu işletmeleri zarar ediyor,
satılmalı; B) Kamu işletmelerinde çalışan işçiler
yan gelip yatıyor, atılmalı! Böylece, bir yandan
kapatılan ya da satılan KİT’lerden atılanlar işsizliğin
yeni bir kaynağını oluştururken, diğer yandan
da çok temel bir soru gürültüye getirilmiş oluyordu:
Devlet ne yapar? Ya da şöyle sorabiliriz: Devletin
kamu kurumlarında insanlara iş vermesi neden kötü
bir şeydir? “Solcu” olanları dahil bütün düzen
dalkavuklarının bu soruya verdiği yanıt şuydu:
Bu çok kötü bir şeydir. Devlet, 100 milyar dolara
yaklaşan batık banka zararlarını karşılayabilir,
devasa bir militarist mekanizmayı astronomik bütçe
fonlarıyla büyütebilir, yeni işkencehaneler, hücre
tipi cezaevleri için sorgusuz sualsiz trilyonlar
dökebilir ama insanlara iş veremezdi. Böylece
“kamu” ve “sosyal hizmet” kavramıyla ilgili her
şeye amansız bir düşmanlık gösterenlerin derdi
de anlaşılmış oluyordu: Neoliberal soyguncuların
işletmelerinde iş bulabiliyorsan bul, bulamıyorsan
devlet kapısına gidip devletin bize ayırdığı paracıklara
musallat olma!
İşsizlik Sigortası: Bir
Avuntu Bile Değil
Peki, 8 Eylül 1999’dan başlayarak yürürlüğe
giren İşsizlik Sigortası herhangi bir sorunu
çözüyor mu? Yasa incelendiğinde, birilerinin
işsizlerle dalga geçtiği izlenimi oluşuyor;
çünkü yasa bir yandan sigortadan yararlanmayı
neredeyse olanaksız hale getirirken, diğer
yandan ise düzensiz işlerde çalışanları tamamen
hesap dışı tutuyor.
Yasadan yararlanmak için kendi istek ve kusuru
dışında işini kaybetmiş olmak, 600 günlük
İşsizlik Sigortası primi ödemiş olmak, 120
gündür bir işte çalışıyor olmak gibi kurallar
getiriliyor ki, son süreçlerde bu koşullara
uyan işsiz tipine rastlamak hemen hemen mümkün
değildir. Ve tabii, istifa etmiş olanlar ya
da “ahlakdışı”(!) davranışlar nedeniyle işten
atılmış olanlar, grev ve lokavt yoluyla işten
çıkarılanlar, vb. vb. yasadan yararlanamıyor.
Yani aslında böyle bir sigorta yok gibi bir
şey.
Rakamlar da bunu doğruluyor.
İşsizlik Sigortası Fonu’nda biriken gelirler,
2003’te 4 katrilyon 109 trilyon, 2004’te ise
4 katrilyon 825 trilyon lirayı bulurken, fonun
2003 gideri 153 trilyon, 2004 gideri ise 427
trilyon liradır. Toplam olarak bugüne kadar
fonda 13 katrilyon birikirken, resmi rakamlara
göre 2 milyon 390 bin kişi olan işsizlerden
yalnızca 130 bin 463 kişi yasadan yararlanmıştır;
yani toplam işsizlerin yüzde 5.46'sı...
İşsizlik Sigortasının işsizler bakımından
ifade ettiği anlam, işte bu kadar. |
Demokratik Halk İktidarı Sorunu Çözebilir
mi?
Evet çözebilir ve çözecektir.
Üstelik bunu söylemek için o kadar karışık teorik
laflara, iktisat biliminin incilerine de gerek
yok. Kesintisiz biçimde sosyalizme yürüyecek olan
anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk
devrimi, işsizlik sorununu kesin olarak çözebilir
ve çözecektir. Bunu nasıl yapacağı sorusunun yanıtı
ise bizzat bu cümlenin kendisinde vardır.
Anti-emperyalist bir devrimi anlamı, bu coğrafyada
emperyalizmin politik, ekonomik, sosyal, kültürel,
vb. bütün varlığının ortadan kaldırılması, bütün
borç ve bağımlılık anlaşmalarının geçersiz sayılarak
bu soygun kurumlarıyla ilişkilerin kesilmesi,
bütün askeri pakt ilişkilerinin, ikili ya da çoklu
militarist anlaşmaların iptal edilmesi ve bu soyguncuların
elindeki bütün kaynak ve zenginliklerin derhal
kamulaştırılmasından başka bir şey değildir.
Anti-oligarşik bir devrimin anlamı, bu coğrafyada
oligarşik diktatörlük olarak tanımladığımız güçler
blokunun elindeki bütün kaynak ve zenginliklere
derhal halk tarafından el konulmasından ve bu
diktatörlüğün parçalanarak demokratik halk yönetiminin
kurulmasından başka bir şey değildir.
Son derece açık: Yukarıdaki tanımlamaların ekonomik
anlamı, her şeyden önce bu toprakların iliğini
kemiğini kurutan büyük bir soygun mekanizmasının
ortadan kaldırılmasıdır. Ve yine bu tanımlamaların
ekonomik anlamı, böylece devasa büyüklükteki yeraltı-yer
üstü zenginliklerinin bu soyguncuların elinde
kurtarılarak doğrudan doğruya halkın eline geçmesidir.
İşbirlikçi büyük tekeller, onlarla kader birliği
içindeki militarist odaklar, vb. ortadan kaldırıldığında,
yalnızca bu yapıldığında bile ortaya çıkacak olan
kaynak muazzam büyüklükte olacaktır. Yalnızca
devlet sırtından yapılan soygunların miktarı bile
düşünüldüğünde, suyun yönünün halka ve emekçilere
doğru döndürülmesinin yaratacağı devasa olanaklar
kolayca anlaşılabilir.
Daha sonra, bu coğrafyanın muazzam verimliliği,
yer altı-yer üstü zenginlikleri, her türden ürüne
uygun tarımsal zemini, hiç küçümsenmeyecek bilimsel-akademik
ve teknik deneyimi, özgürleşmiş ve yaşam enerjisi
devrimle yenilenmiş insan potansiyeli planlı ve
emekçilerden yana bir anlayışla harekete geçirildiğinde
sorunun çözümü için yeterli önkoşullar sağlanmış
olacaktır. Kuşkusuz devrimci halk iktidarı, bütün
teknolojik atılımları izleyecek ve mümkün olan
en ileri üretim tekniklerini -doğa ile barışık
bir anlayışla- uygulayacaktır; ama bu emekçiler
açısından işsizlik değil, yeni iş alanları ve
iş sürelerinin sosyal hayata izin verecek şekilde
kısalması anlamına gelecektir. Bu anlamda, komünizme
doğru yürüyüşün her aşamasında üretim süreci her
bakımdan gitgide daha fazla “esnekleşecek” ama
bu “esneklik” artık emekçinin daha vahşice sömürülmesi
anlamına değil, özgürleşmesi anlamına gelecektir.
Bu, elbette ruhlarını holdinglere satmış olan
medya maymunu iktisatçıların asla anlayamayacakları
yalınlıkta bir şeydir; çünkü sorun esasen gelişme
ve ilerleme kavramlarının nasıl anlaşıldığı ile
ilgilidir. Onlar “verimlilik artışı”ndan üretimdeki
işgücü maliyetinin düşüşünü ve daha fazla artı-değer
sağlanmasını anlarlar. Oysa sosyalizme yürüyen
devrimci halk iktidarı, verimliliği, ülke insanlarının
daha iyi, daha insanca yaşamasının koşulu olarak
anlar. Onların “büyüme”si insan unsurunu dışta
bırakan rakamlardan ibarettir; oysa devrimci halk
iktidarı “ekonomik büyüme”yi emekçilerin ve bütün
toplumun özgürleşmesinin bir aracı olarak algılar.
Onlar, bir hizmet ya da ürünün herhangi bir kâr
elde edilmeksizin topluma sunulmasını ekonomik
bir “felaket” olarak görürler ve böyle bir işletmenin
derhal batacağını düşünürler; oysa geçerli olan
tam da bunun tersidir: sosyalizm bütün gücünü
tam da buradan alır. Onlar için bütün toplumun
sosyal güvenceye sahip olması, eşit ve parasız
eğitim-sağlık hizmetlerinden yararlanması, ekonomiyi
çökertir; oysa devrimci halk iktidarı tam da bu
sağlam zeminin üzerinde durur.
Sonuç olarak, anti-emperyalist, anti-oligarşik
demokratik halk devrimi, bütün politikalarının
eksenine kâr unsurunu değil, emekçilerin çıkarlarını
koyduğu için, ekonominin bütün spekülatif para
sağlama zeminlerini ortadan kaldırarak reel üretimi
esas alacak, piyasa, borsa gibi hırsızlık kurumlarını
paramparça ederek yürürken ülkenin bütün kaynaklarını
toplumun ihtiyaçlarına dönük olarak üretim yapılmasına
doğru yöneltecektir. Bu ise, çalışabilecek durumda
olan her bireyin enerjisinin ve yeteneklerinin
açığa çıkarılması, atıl kalmasının önüne geçilmesi
anlamına gelecektir.
Dahası ve en önemlisi, ülkemizin tüm kaynakları
ülkenin yeniden imarı için harekete geçirilecek,
bunun için büyük emek seferberlikleri gerçekleştirilecek
ülkede tek bir işsiz bırakılmayacaktır. Bu ülkenin
tüm insanlarına verecek işi ve aşı vardır. Yeter
ki, sömürü düzenini yok edelim. Halkın iktidarını
kuralım.
Bütün bunları yapabilmek için gerekli olan kaynak
ise başka herhangi bir yerde değil, burada, bu
toprakların üzerinde mevcuttur. Anti-emperyalist
anti oligarşik demokratik halk devrimi, emperyalizm
ve işbirlikçileri tarafından el konulan, heba
edilen bu kaynağı açığa çıkararak yeni bir halk
enerjisiyle birleştirecek yeteneği gösterecektir.
|